KÜRESEL EKONOMİ Ödemeler dengesi sorunlarıyla başa çıkamayan ülkelere yardım etmek amacıyla Bretton Woods konferansında Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund - IMF) kuruldu. IMF ihracatın arttırılması, uzun vadeli borçlanmalara gidilmesi ya da döviz rezervlerinin kullanılması gibi alışılagelmiş yollara başvurarak borçlarını karşılayamayan ülkelere kısa vadeli kredi sağlar. Kuruluşunda 8,8 milyar dolar olan sermayesinin yaklaşık yüzde 25’i Birleşik Devletler tarafından sağlanmış olan IMF sürekli borçlu kalan ülkelerin kısa vadeli yardım alabilmeleri için çok kez ekonomik reformlar gerçekleştirmeleri koşulunu öne sürer. Ülkeler genellikle ekonomileri istikrarsız olduğu zaman IMF yardımına gereksinim duyarlar. Geleneksel olarak büyük bütçe açıkları bulunduğu ve dolaşımda aşırı fazla para olduğu, kısacası ihracattan elde ettikleri gelirden çok daha fazlasını tüketmeye çalıştıkları için sıkıntıya düşen ülkeler IMF’ye başvururlar. Buna karşı standard IMF iyileştirme yöntemi ise kısa vadeli kredi karşılığı daha sıkı maliye ve para politikalarını içeren kuvvetli makro ekonomik ilaçlar alınması oldu, fakat, 1990’larda yeni bir sorun ortaya çıktı. Uluslararası finans piyasaları gittikçe güçlenip birbiriyle bağlantılı konuma geldikçe bazı ülkeler dış borçlarını ödemekte büyük sorunlarla karşılaşmaya başladılar. Bunun nedeni ise ekonomi yönetimindeki genel bozukluk değil özel dolar yatırımları akışında karşılaşılan ani değişikliklerdi. Söz konusu sorunlar da ülke ekonomilerinin genel yönetilme biçiminden çok ekonomilerdeki daha dar kapsamlı “yapısal” yetersizliklerden kaynaklanıyordu. Bu durum özellikle 1997’den başlayarak Asya’yı pençesine alan mali bunalımda görüldü. 1990’ların başlarında Tayland, Endonezya ve Güney Kore gibi ülkeler Birleşik Devletler’in ve diğer gelişmiş ekonomilerin elde ettiğinden çok daha hızlı olan ve enflasyon farkı düşüldükten sonra yüzde 9’u bulan büyüme oranları gerçekleştirerek tüm dünyayı şaşkına çevirdiler. Bunun farkına varan yabancı yatırımcılar kısa zamanda Asya ekonomilerini paraya boğdular. Asya-Pasifik bölgesine olan sermaye akışı 1990’da sadece 25 milyar dolarken 1996’ya gelindiğinde 110 milyar dolara fırlamıştı. Geriye dönülüp bakıldığında bunun ülkelerin kaldırabileceğinden çok daha fazla bir yük olduğu görülür. Ekonomistler sermayenin büyük bir kesiminin etkin olmayan teşebbüslere gittiğinin farkına vardıklarında iş işten geçmişti. Söylediklerine göre Asya ülkelerinin çoğunda bankaların yetersiz bir biçimde denetlenmeleri ve çok kez ekonomik yararı olacak projeler yerine politikacıların destekledikleri projelere para vermeleri için baskı altında kalmaları yüzünden sorun daha da derinleştiriyordu. Büyüme aksamaya başlayınca bahis konusu projelerin çoğunun ekonomik açıdan yeterli olmadıkları anlaşıldı ve pek çoğu da iflas etti. |
Asya bunalımının ardından Birleşik Devletler’in ve diğer ülkelerin liderleri buna benzer uluslararası mali sorunların çözülebilmesi için IMF’nin elindeki sermayeyi attırdılar. Belirsizliğin ve bilgi eksikliğinin uluslararası finans piyasalarındaki değişkenliğe katkısı olduğunun farkına varan IMF daha önceleri bir sır gibi saklanan faaliyetlerini kamuya açıklamaya başladı. Birleşik Devletler de ülkelerin yapısal reformlar gerçekleştirmelerini istemesi için IMF’yi zorladı. IMF bunun üzerine hükümetlerden politikacıların benimsedikleri kendi kendini besleyemeyecek projelere yardımda bulunmamalarını istemeye başladı. Ülkelerin başarısızlığa uğrayan teşebbüslerin ekonomiye yük olmasını sürdürmek yerine hemen kapatılabilmelerini sağlanmak amacıyla iflas yasalarında reform yapmalarını talep etti. Kamu teşebbüslerinin özelleştirilmelerini teşvik etti ve ticaret politikalarını liberalleştirmeleri ve özellikle yabancı bankaların ve diğer finans işletmelerinin gelmelerini kolaylaştırmaları için çok kez ülkelere baskı yaptı. IMF önemli ödemeler dengesi sorunları yaşayan ülkelere öneregeldiği geleneksel tedavi yöntemlerinin, yani sıkı maliye ve para politikaları uygulanmasının mali bunalım içinde bulunan ülkeler için uygun olmayabileceğini 1990’ların sonlarında kabul etti. Para Fonu açıkları kapatmaları konusundaki taleplerini belirli durumlarda yumuşatarak ülkelerin yoksulluğu azaltmaya ve işsizleri korumaya yönelik programlara ilişkin harcamalarını arttırabilmelerini sağlamayı amaçladı. |
KALKINMA YARDIMI IMF’yi yaratan Bretton Woods Konferansı dünya piyasasına girebilmek için gerekli parayı sağlayamayacak durumda bulunan ülkelere ödünç para vererek dünya ticaretini ve ekonomik kalkınmasını teşvik edecek biçimde düzenlenmiş çok uluslu bir kurum olan ve daha çok Dünya Bankası olarak bilinen Uluslararası İmar ve Kalkınma Basnkası’nın kurulmasına da yol açtı. Dünya Bankası sermayesini her üyenin ekonomik önemi oranında yaptığı katkıyla oluşturmaktadır. Birleşik Devletler Dünya Bankası’nın 9,1 milyar dolar tutarındaki kuruluş sermayesinin yaklaşık yüzde 35’ini bağışladı. Dünya Bankası üyeleri diğer ülkelere ödünç verdikleri paraların tümünün geri ödeneceğini ve bu ülkelerin giderek birer ticaret ortağı olacaklarını ummaktadırlar. Dünya Bankası ilk yıllarında en çok baraj yapımı gibi büyük projelerle ilgileniyordu. 1980’lerde ve 1990’larda ise ekonomik kalkınmaya daha geniş açılı bir yaklaşım sergileyerek fonlarının giderek artan bir bölümünü “insan sermayesi” yaratmaya yönelik öğretim ve eğitim programlarına ve ülkelerin piyasa ekonomisini güçlendirecek kurumlar geliştirme çabalarına ayırmaya başladı. Birleşik Devletler de pek çok ülkeye tek taraflı dış yardım sağlamış olup bu çabası İkinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’nın toparlanmasına yardım etmeye karar verdiği günlere kadar uzanabilir. Önemli ekonomik sorunlarla karşılaşan ülkelere yardım uygulamaları yavaş ilerlemiş olmakla birlikte Birleşik Devletler Avrupa’nın savaş sonrası toparlanmasını teşvik amacıyla Nisan 1948’de Marshall Planı’nı yaşama geçirdi. Başkan Harry S.Truman (1944-1953) bu planın ülkelerin Batılı demokratik yöntemlerle yol almalarına yardımcı olacağını düşünüyordu. Diğer bazıları böyle yardımların verilmesini yalnız insancıl nedenlerle desteklediler. Bazı dış politika uzmanları savaşın yıktığı az gelişmiş ülkelerde bir “dolar sıkıntısı” doğmasından endişe duyduklarını ve ülkeler güçlendikçe uluslararası ekonomiye eşit düzeyde katılmak isteyeceklerine ve katılabileceklerine inandıklarını belirttiler. Başkan Truman 1949’daki yemin töreninde yaptığı konuşmada programın ana hatlarını açıkladı ve bunun Amerikan dış politikasının önemli bir parçası olduğunu ilan ederek halkın hayal gücünü canlandırmış gibi görüldü. |
Program 1961’de yeniden düzenlendi ve daha sonra da ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) aracılığıyla yürütüldü. 1980’lere gelindiğinde USAID 56 ülkeye değişik düzeylerde yardım sağlamayı sürdürüyordu. Geçtiğimiz yıllarda Ajans da Dünya Bankası gibi büyük barajlar, karayolları yapılması ya da temel endüstriler kurulması gibi gösterişli kalkınma planlarından uzaklaştı. Ajans gittikçe daha çok gıdaya ve beslenmeye, nüfus planlanmasına ve sağlığa, eğitime ve insan kaynaklarına, belirli ekonomik kalkınma sorunlarına, açlıkla ve felaketlerle savaşa ve uygun kredi koşullarıyla besin maddeleri ve lifli maddeler satılmasını sağlayan Barış için Gıda programı benzeri programlar yapımına ağırlık tanıdı. Amerikan dış yardımının yandaşları bunu ABD ihracatçıları için yeni piyasalar yaratma, bunalımları önleme ve demokrasi ve gönenci ilerletme aracı olarak tanımlamaktadırlar. Buna karşın Kongre sık sık program için büyük ödenekler ayrılmasına karşı çıkmaktadır. 1990’ların sonunda USAID için ayrılan fon federal harcamaların yüzde yarımından az bir oranda gerçekleşti. Gerçekten de 1998 yılı ABD dış yardım bütçesi enflasyon farkı hesaplandıktan sonra 1946’dakinin neredeyse yarısına bile erişemiyordu |
BÖLÜM XI SONUÇ: EKONOMİNİN ÖTESİNDE Bu kitabın çeşitli bölümlerinde açıklandığı gibi emek, tarım, küçük şirket, büyük anonim şirket, Federal Rezerv Sistemi ve hükümet karmaşık bir karşılıklı etkileşim içinde Amerikan ekonomik sisteminin işlemesini sağlarlar. Bahis konusu sistemi bütünleştiren olgu serbest piyasa fikrine olan felsefi bağlılıktır. Buna karşılık, yine belirtildiği gibi, sıradan bir piyasa modeli gerçek Amerikan deneyimini aşırı basitleştirmek olur. Birleşik Devletler uygulamada özel işletmeleri düzenlemesi, özel teşebbüsün karşılamadığı gereksinimleri gidermesi, yaratıcı bir ekonomi ögesi olması ve genel ekonomide bir ölçüde istikrar sağlaması için her zaman hükümete güvendi. Bu kitapta ayrıca Amerikan ekonomik sisteminin hemen hemen sürekli olarak değiştiği gösterilmektedir. Tarımsal işletmelerin birleştirilip çok sayıda çiftçinin muazzam imalat sektörüne itilmesi ve söz konusu sektörde de 1970’lerde ve 1980’lerde geleneksel fabrika iş olanaklarının büyük ölçüde azalması gibi belirli sıkıntılar ve sapmalar çok kez sistemin dinamikliğine eşlik etti. Buna karşılık Amerikalılar önemli gelişmelerin de acı çekmeden gelmediğine inanırlar. Ekonomist Joseph A.Schumpeter kapitalizmin “yaratıcı yok etme” yoluyla kendi kendini yeniden canlandırmakta olduğunu söylemektedir. Yeniden yapılanma sonunda şirketler ve hatta tüm endüstriler küçülebilir ya da değişebilirler; fakat, Amerikalıların görüşüne göre küresel rekabetin zor koşullarına daha güçlü ve daha iyi donanımlı olarak direnebilecek konuma gelirler. Bazı işler yitirilebilir, ama daha güçlü geleceği olan endüstrilerde ortaya çıkanlar bunların yerini alır. Sözgelimi geleneksel imalat endüstrisinde iş olanaklarının azalması bilgisayar ve biyoteknoloji gibi ileri teknoloji endüstrilerinde ve sağlık hizmeti ve bilgisayar yazılımı gibi gittikçe büyük bir hızla yaygınlaşan endüstrilerde çok sayıda istihdam olanağı yaratılması sayesinde dengelendi. |
Ekonomik başarı bunlara karşılık başka sorunlar yaratmaktadır. Büyüme günümüzde Amerikan halkını en çok sıkıştıran kaygıdır. Ekonomik büyüme Amerika’nın ekonomik başarısının merkezi oldu. Ekonomik pasta büyüdükçe yeni kuşaklar da kendilerine birer dilim ayırma olanağı buldular. Gerçekten de ekonomik büyüme ve onun yarattığı fırsatlar Birleşik Devletler’de sınıflar arasındaki sürtüşmenin asgari düzeyde kalmasına yardımcı oldu. Büyümenin sürebilmesinin ve sürdürülmesinin bir sınırı var mıdır? Amerika’nın her yanında şimdiki yaşantılarının bozulacağı korkusu içinde olan pek çok vatandaş gurubu önerilen yeni iskan projelerine karşı çıkmaktadır. Trafiğin sıkıştığı anayollar, hava kirliliği ve aşırı kalabalık okullar yaratacak bir büyümeye değip değmeyeceğini sorgulamaktadırlar. Ne kadar kirliliğe dayanılabilir? Yeni iş alanları açılması uğruna ne kadar boş alan kurban edilecektir? Buna benzer endişeler küresel düzeyde de dile getirilmektedir. Ülkeler iklimin değişmesi, ozonun azalması, ormanların yok olması, deniz kirliliğinin artması gibi çevre sorunlarıyla nasıl başa çıkabilirler? Küresel ısınmaya katkısı bulunduğuna inandıkları karbondioksit ve diğer sera gazlarını çıkaran kömür yakan elektrik santrallerini ve benzin kullanan otomobilleri kontrol edebilecekler midir? Ekonomisinin büyüklüğü yüzünden Birleşik Devletler bu konularda baş rolü oynamak zorunda kalacaktır; büyük zenginliği ise bu rolünü güçleştirmektedir. Yüksek bir yaşam standardı elde etmeyi başarmış olan Birleşik Devletler’in çevreyi korumak amacıyla ekonomik büyümeyi zorlaştırabilecek önlemlere katılmaları için diğer ülkelerden talepte bulunmaya ne hakkı vardır? Bu sorunun kolay yanıtları yoktur; fakat, Amerika ve diğer ülkeler temel ekonomik sorunlarını çözmeye çalıştıkları ölçüde soruların önemi de giderek artacaktır. Söz konusu sorular güçlü bir ekonominin toplumsal ilerlemenin ön koşulu sayılsa bile bunun varılacak son amaç olmadığını anlatmaktadır. |
Amerikalılar bu ilkeyi benimsediklerini sürekli olarak çok çeşitli biçimlerde gösterirler. Devlet okullarında öğretim sağlanması, çevrenin yasal düzenlemelerle korunması, ayırımcılığı yasaklanması Sosyal Güvenlik ve Medicare benzeri hükümet programları uygulanması gelenekleri bunlar arasında sayılabilir. Başkan John F.Kennedy’nin kardeşi ABD Senatörü Robert Kennedy’nin 1968’de yaptığı bir konuşma sırasında belirttiği gibi ekonomik konular önemlidir ama gayrı safi milli hasıla “şiirimizin güzelliğini ya da evliliklerimizin gücünü, kamuya açık tartışmanın akılcılığını ya da kamu görevlilerimizin dürüstlüğünü içermez. Ne aklımızı ne de cesaretimizi, ne bilgeliğimizi ne de öğrenim düzeyimizi, ne sevecenliğimizi ne de ülkemize bağlılığımızı ölçer; kısacası, yaşamı yaşamaya değer yapan şeyler dışındaki herşeyi ölçer. Bize Amerika hakkında herşeyi söyleyebilir ama Amerikalı olmakla niçin onur duyduğumuzu anlatamaz.” |
Türkiye`de Saat: 17:25 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2