![]() |
-Ç- ÇÂRMÎH (Çihâr mîh):Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü. Engizisyon mahkemeleri denilen papaz cemiyetleri tarafından katledilen, çarmıha gerilen ve yakılanların sayısı, beş milyon iki yüz bindir. (Harputlu İshak Efendi) Yahûdîlerden bir cemâat, Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında beddûa etti. Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl eyledi. Hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevi rdi. Bu durumu aralarında görüşen yahûdîler hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan Yehûda (Judas) bir kaç kuruş karşılığı, Îsâ aleyhisselâmın yerini onlara haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için yahûdîler ile berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar. Çarmıha gererek asıp öldürdüler. Îsâ aleyhisselâm ise, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırıldı. (Senâullah Dehlevî, Ebû Hayyân Endülûsî, Ahmed Sâvî) Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilip orada öldüğüne, fakat sonra diriltilip göğe çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmediğine, doğrudan göğe kaldırıldığına inanırlar. Bu husus, Kur'ân-ı kerîmin Nisâ sûre si 157-158. âyet-i kerîmelerinde bildirilmiştir. (Enver Şah Keşmîrî) ÇEŞTİYYE:Evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Çeştiyye yolunun büyüğü Muînüddîn-i Çeştî hazretleri buyurdu ki: Kurtuluş, sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp, yükselir. (Hediyye bin Abdürrahim Çeşti) ÇIHÂR YÂR-I GÜZÎN:Peygamber efendimizin dört seçkin ve büyük halîfesi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali. Allahü teâlâ, hiçbir peygamberine vermediği kerâmetleri (üstünlükleri) bana verdi. Kıyâmette en önce kabirden ben kalkarım. Allahü teâlâ, dört halîfeni (Çıhâr-yâr-ı güzîni) çağır buyurur. Onlar kimlerdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekr'dir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekr, herkesten önce kabirden çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı Çıhâr-Yâr-ı Güzîn). ÇİLE:Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları. Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esiri olmak şerefine kavuştursun. Hakîkî kurtuluş O'na esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka bir şey düşünmemek, hâtıra bir şey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hatta bu yolun büyükler inden bir kaçı kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî) Behâiyye, ne güzel götürücüdür! Yolcuları gizlice yerine götürür. Sözlerin tadı sâliklerin kalbinden Halvette çile çekmek fikrini süpürür (Molla Câmi) Ahrâriyye büyükleri, zamanlarında bulunmayan, halvet yâni yalnız başına kalmak, kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî) Câhil sûfiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeyi ve riyâzetler yapmayı beğeniyor, Cum'a namazına ve cemâate gitmiyorlar. Halbuki bir farz namazı cemâat ile kılmak onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalıdır. (İmâm-ı Rabbânî) ÇİLEHÂNE:Çile yapılan yer. (Bkz. Çile) Açlıkla ve insanlardan kaçarak çilehânede yalnız yaşamakla nefislerini temizleyenlerin, fakat Hak teâlâya yaklaşmayanların firâsetleri, cisimleri, maddeleri keşfetmek, mahlûkların gayblerini haber vermektir. Bunlar yalnız mahlûklardan haber verir. Çünkü Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. (İmâm-ı Rabbânî) ÇÛN Ü ÇİRÂ:"Nasıl ve niçin" mânâsına farsça bir terim. |
-D- DÂBBET-ÜL-ERD:Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82) Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî) Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından, Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan. (M.Sıddîk bin Saîd) DAĞLAMA:Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma. Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş (güvenmemiş, O'ndan yüz çevirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Dağlamanın faydası kesin değildir. Çünkü tehlikeli yaralara sebeb olabilir. Üstelik dağlama ile elde edilecek fayda, başka ilâçlarla da te'min edilebilir. Bu bakımdan dağlamak uygun değildir. (İmâm-ı Gazâlî) DAHK (Dıhk):Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek. Dahkı azaltınız. Zîrâ çok dahk kalbi öldürür. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred) Namazda kahkaha ile gülmek namazı ve abdesti bozar. Tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Dahk, yalnız namazı bozar. (İbrâhim Halebî) DAHVE-İ KÜBRÂ:Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit. Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etme zamânı, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün dahve vaktine kadardır. (Muhammed Hâdimî) DAHVE-İ SUGRA:Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti. (Bkz. İşrâk Vakti) DÂİRE-İ HİNDİYYE:Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet. Dâire-i Hindiyye'nin ortasına, yarıçapı uzunluğunda mikyâs denilen düz bir çubuk dikilir. Tam dik olması için çubuğun tepesi dâirenin üç değişik noktasından aynı uzaklıkta olmalıdır. (Abdülhak Sücâdil) DALÂLET:Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma. Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz. Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız. Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce) Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ' etmez (birleşmez). (Hadîs-i şerîf-Beyhekî) Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed'in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işitip öğrendiklerini gençlere bildirdiler. Zamanla insanların kalbleri karardı. Hele bâzıları, yeni müslüman olanlar, Kur'ân-ı kerîmden kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile mânâ çık armağa kalkıştılar. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan şeyler anladılar. İslâm düşmanları da bu bölünmeyi, parçalanmayı körükledi, böylece yetmiş iki türlü dalâlet ve sapıklık yolu meydana geldi. (Kutbuddîn İznikî) DÂLLE:Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın. İslâmiyet'te her kadının; hayız (âdet), lohusalık ve temizlik günlerini, bunların sayısını, zamânını bilmesi lâzımdır. Dâlle din husûsundaki gevşekliği ve ilgisizliği sebebiyle âhirette mes'ûl olacak, azâbı pek büyük olacaktır. (İbn-i Âbidîn) DANYAL ALEYHİSSELÂM:İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etti (duyurdu). İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Bir kısmı esir edilip bir kıs mı da öldürüldü. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. İsrâiloğullarından pek çok kimseyi öldürdüler. Esir aldıkları yetmiş bin çocuğu da yanlarında götürdüler. Bu esir çocuklar arasında bulunan Danyal aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî (ateşperest) olan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anlayarak yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Buhtunnasar'ın gördüğü bir rüyâyı tâbir ettiği için hapisten çıkarıldı. Buhtunnasar, ona memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emr etti. Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar ve işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının dediklerine a ldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyal aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra, Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmadı ve atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâm ile birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini teblîğ etti. Bir müddet sonra, Ehvaz yakınında bulunan Sûs şehrinde vefât etti. (Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî) |
DÂR-UL-UKBÂ:Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret. Hani annen baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz. Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ul-ukbâya Yüzün dön, ilticâ eyle (sığın), Cenâb-ı zât-ı Mevlâya. (M. Sıddîk bin Saîd) DÂR-UT-TEKLÎF:Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ. Âhiret, dâr-ül-cezâdır, dâr-üt-teklîf değildir. (İmâm-ı Rabbânî) DÂR-ÜL-BEKÂ:Ahiret, sonsuz kalınacak yer. Resûlullah efendimiz kamerî sene hesâbı ile altmış üç, şemsî sene hesâbı ile altmış bir yaşında, dâr-ül-fenâdan (dünyâdan) dâr-ül-bekâya intikâl etti. Vefât ettiği odaya defnedildi. (M. Sıddîk bin Saîd) DÂR-ÜL-CELÂL:Sekiz Cennet'in birincisidir. Dâr-ül-Celâl beyaz incidendir. Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah yazılıdır. ( Erzurumlu İbrâhim Hakkı) DÂR-ÜL-CEZÂ:Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ. Âhiret, dâr-ül-cezâdır. Dâr-üt-teklîf (iş yapılacak yer) değildir. (İmâm-ı Rabbânî) DÂR-ÜL-FENÂ:Geçici âlem, dünyâ. Mü'minler ölmezler. Ancak dâr-ül-fenâdan dâr-ül-bekâya geçerler. (İmâm-ı Gazâli) Göz yumup dâr-ül-fenâdan baş açık, çıplak endâm, Can atıp dâr-ül-bekâyaeyledi azm-i kirâm. (Beykozlu Muhammed Efendi) DÂR-ÜL-GURÛR:İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ. DÂR-ÜL-HARB:İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edilmediği yer. Dâr-ül-harbde îmâna gelen kimse, farzı, haramı işitince o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn) Dâr-ül-harbde, İslâm'ın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak müslümanlara vâcibdir. (Muhammed Bağdâdî) Düşman ordusu kuvvetli ise, sulh yapmak, mal vermekle bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları Dâr-ül-harb olursa, hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur. (İbn-i Âbidîn) DÂR-ÜL-İSLÂM:İslâm memleketi. İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edildiği yer. Düşmandan alınan ganîmet, Dâr-ül-İslâm'a getirilince askerin hakkı olur. Fakat taksîm edilmeden (bölüşmeden) önce mülk olmaz. (İbn-i Âbidîn) Dâr-ül-harbde (kâfir ülkesinde) îmâna gelenin Dâr-ül-İslâm'a hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn) Dâr-ül-İslâm'da yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir tüccarlar, muâmelâtta müslümanlarla aynı hak ve hürriyetlere sâhiptirler. (Muhammed Hâdimî) DÂR-ÜL-KARÂR:Sekiz Cennet'in sekizincisi. DÂR-ÜS-SELÂM:Sekiz Cennet'ten üçüncüsü. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırır ve kimi dilerse onu doğru yola iletir. (Yûnus sûresi: 25) DA'VET (Dâvet): 1. Hak dîne çağırmak. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Ey Muhammed! Rabbininin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. (Nahl sûresi: 125) Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlâdan kendisine gelen emirleri insanlara açıklamak ve onları îmâna dâvetle emredildi. Dâvetini üç yıl gizli yaptı. Üç yıl sonra ilâhî emir üzerine, Allahü teâlânın emirlerini açık açık bildirmeye, kav mine İslâmiyet'i anlatmaya başladı. (Abdülhak Dehlevî, İbn-ül-Esîr) Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler aleyhimüsselâm gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşıran insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksan olduğu için o büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramazdı. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir âlettir. Fakat o büyüklerin dâveti ile, haber vermeleri ile tamam olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî) 2. İkrâm etmek için çağırma çağırılma. Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükallah diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim) Riyâ, gösteriş ve övünmek için yapılan dâvetlere gitmek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Gazâlî) Mü'minin dâvetine gitmek sünnet olduğu hâlde haram bulunan dâvete gitmemeli, haramdan, mekrûhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir. (Abdülganî Nablüsî-Muhammed Rebhâmî) |
Dâvet Makâmı:Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm. Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de dâvet makâmından bir pay ayırırlar. Yûsuf sûresinin; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya dâvet ediyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız" meâlindeki yüz sekizinci âyeti bunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî) DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefâ t etti. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55) İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) , elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygam berlerini dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarının hükümdârı oldu. Bir müddet sonraAllahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi. İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaş ında âhirete göçtü. Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir, çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi, Taberî) DÂYİN:Borç veren, alacaklı. (Bkz. Borç) DECCÂL:Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim. Geçmiş peygamberler, şaşı, kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn) Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn) Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî) DEDİKODU:Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek. (Bkz. Gıybet) Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz. Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî) DEFN:Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi. Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn) Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine) yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî) DEHR:Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman. DEHRÎ:Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist. (Bkz. Ateist) DELÂLET: 1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11) Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ) 2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi. Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î (kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zan nî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla Hüsrev-Serahsî-Hâdimî) Delâlet-i Nass:Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir. "Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî) DELİ:Aklı olmayan. (Bkz. Cünûn) |
DELÎL: 1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla bilinir.) (Furkan sûresi: 45) 2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka. (Bkz. Edille-i Şer'iyye) Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî) Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn) Delîl-i Aslî:Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl. Delîl-i Fer'î:Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır. (Bkz. İlgili Maddeler) Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev, Serâhsî) Delîl-i Kat'î:Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil. Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn) Delîl-i Şer'î:Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak. ( Bkz. Edille-i Şer'iyye) Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî) Delîl-i Zannî:Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf. Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm ka lır. (Serâhsî) DELK:Oğmak. Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak. Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir. (İbrâhim Halebî) Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî) DELLÂL:Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu. Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp, malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhib i veya müşteri yâhut da her ikisi ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn) Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn) DENDÂN-I SEÂDET:Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası. Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi) DEREZÎLER:Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmektedir. Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insanda n insana geçer derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. B unlar kitablı ve kitabsız kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn) DERGÂH: 1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer. (Bkz. Tekke) 2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı. Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa) Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim. Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün ümm et-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddîn İznikî) DERVÎŞ:Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse. Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir. ( Ubeydullah-ı Ahrâr) Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk) Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül, Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül. (Yûnus Emre) DEVR:Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele. (Bkz. İskât ve Devir) Namaz, oruç, zekât, kurban, sadaka-ı fıtır, adak, kul ve hayvan hakları için devir yapılır. Yemin ve oruç keffâretleri için devir yapılmaz. Her keffâret için, bizzat fakire mal, para verilir. |
DEYN:Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal. 1. Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal. Her satışta söz kesilirken iki maldan her biri ya ayn (hazır, mevcût, belli) veya deyn olur. Bir satışta mebî'in (satılan malın) ve semenin (bedelin) söz kesilme sırasında ikisi de deyn olurlarsa, ayrılmadan önce kabz edilseler (teslim olunsalar) de bey' (satış) sahîh (geçerli) olmaz. Akd (sözleşme) bâtıl (hükümsüz, geçersiz) olur. Sarf satışı bundan müstesnâdır. (Bkz. Sarf Satışı) (Ali Haydar Efendi) 2. Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bulunan zekât malı. Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Yâni, başkasında bulunan malının zekâtını hazır olan malından vermek lâzımdır. Hazır malı yoksa, başkasındaki malından zekât miktârı istenir. Teslim alınıp, fakîre verilir. (İbn-i Âbidîn) Deyn-i Kavî:Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel). Deyn-i kavî, zekâtta nisâb hesâbına katılır. Alınacak paranın veya bunun ile yanında bulunanın toplamının nisâbı üzerinden bir sene geçince, eline geçen her miktârın kırkta birini hemen vermek farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık, üç se ne sonra eline geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üç yüz dirhem alacağı olan, üç sene sonra, iki yüz dirhem alırsa, üç yıl için beşer dirhemden, on beş dirhem zekât verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı, mal sâhibinin izni ile, kirâ karşılığı tâmir yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünç vermiş olur. (Redd-ül-Muhtâr) Deyn-i Mütevassıt:Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları. Deyn-i mütevassıt, nisâb hesâbına katılır. Bir sene sonra, eline nisâb miktârı veya daha çok geçince, her sene ele geçenin kırkta biri hemen verilir. (İbn-i Âbidîn) Deyn-i Zaîf:Mîrâs ve mehr malları. Deyn-i zaîf, nisâb hesâbına katılır. Nisâb miktârı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb miktârı mal da varsa, deynden aldığını, buna katıp, elindekinin bir yılı tamam olunca, aldığının zekâtını da birlikte ve rir. Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Deyn-i kavî ve mutavassıttadan sene geçmeden önce ele geçirdiğini aynı şekilde kendisinde bulunan nisâba katarak zekâtlarını birlikte verir. İki imâma, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, her alacak, nisâb miktârı ise, alınan miktâr az ise de, bir yıl geçmişse zekâtı verilir. (İbn-i Âbidîn) DEYYÂN (Ed-Deyyân):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce) herkese mücâzât eden (karşılığını veren) deyyânım. (Hadîs-i kudsî-Sahîh-i Buhârî) Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce), melik-i deyyânım. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve bana değil de putlara ibâdet edenler nerededirler? O kimseler benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de bana âsî olurlar (karşı gelirler). Cebbâr (zorba kimseler) ve zâlimler (zulm edenler) nerededirler? Kibirlenen (büyüklük taslayanlar) ve öğünenler nerededirler? (Hadîs-i kudsî-Dürret-ül-Fâhire) DEYYÛS:Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse. Cennet, deyyûsa haramdır. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir) Üç kişi Cennet'e hiç girmeyecektir: Birincisi deyyûs, ikincisi, kendisini erkeklere benzeten kadınlar. Üçüncüsü, içki içmeye devâm edenler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir) Hayâsızlık pek çoğalır, deyyûs lara kalır meydan İnsanların en alçağı, Moskova'da okur ferman (M. Sıddîk bin Saîd) DİN:Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Doğrusu Allah indinde (katında) makbûl olan din İslâm'dır. Kendilerine kitâb verilenler (hıristiyanlar ve yahûdîler) kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten) sonra aralarındaki çekememezlik, kin ve düşmanlıktan dolayı (onun hakkında) ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir. (Âl-i İmrân sûresi: 19) ... Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim (dîninizin hükümlerini tamamladım), üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve din olarak da İslâm dînini (verip ondan) hoşnut oldum... (Mâide sûresi: 3) Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım (yâni bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbî olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dinde olmak ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün bu ikisi ile belli ediniz. (Hadîs-i kudsî-Taberânî) Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak peygamberdir. Dîninin hükmü kıyâmete kadar devâm edecektir. Dîni, evvel gelen ve geçen peygamberlerin dinlerinin bâzı hükümlerini nesh etmiş, hükmünü kaldırmıştır. (Süleymân bin Cezâ) Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısımdır. Îtikâd (inanılacak hususlar) ve amel (yapılması ve kaçınılması gereken hususlar). Bunlardan îtikâd her dinde aynıdır. Îtikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel (iş) ise, ağacın da lları yaprakları gibidir. (Ahmed Fârûkî) Allahü teâlâ, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere Resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. R esûllere tâbi olan bu peygamberlere Nebî denir. Din işlerinde âlimlerin sözleri mûteberdir. (Abdülhakîm Arvâsî) Dinde Bid'at:Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar. (Bkz. Bid'at) DÎNÂR:Bir miskal (4.8 gram) ağırlığındaki altın para. Bir kimsenin infak edeceği (harcayacağı) en fazîletli dînâr, çoluğuna-çocuğuna infâk ettiği (harcadığı) dînâr ile Allah yolunda hayvanına infâk ettiği dînâr, bir de yine Allah yolunda arkadaşlarına sarfettiği dînârdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Allah yolunda infâk ettiğin bir dînâr, köle azâdı için infâk ettiğin bir dînâr, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dînâr, âilene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunlardan sevâbı çok olanı âilene sarfettiğindir. (Hadîs-i şerîf-Müslim) DİNSİZ:Hiç bir dîne inanmıyan, ateist. (Bkz. Ateist) Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsi zliklerin ve fenâlıkların (kötülüklerin) başı, kötü arkadaştır. (İmâm-ı Gazâlî) DİRÂYET:Zekâ, bilgi, idâre kâbiliyeti. |
Dirâyet Tefsîri:Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir. Dirâyet tefsîrlerinin doğruluğu, nakle uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Nakle uymayan Dirâyet tefsîrleri, tefsîr değil, yazanın şahsî düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân'ı kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyruldu. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan âyet-i kerîmelerden yalnız akla güvenip, yanlış te'viller yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki dalâlet (bozuk) fırka ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî) DİRHEM:İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar. Bir dirhem fâiz (almak ve vermek) otuz zinâdan daha günâhtır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) On dirhemlik elbisenin, bir dirhemi haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz (namaz borcundan kurtulur fakat sevâb kazanmaz) . (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Dirhem kelimesi necâset bahsinde ayrı, zekât bahsinde ayrı mânâ ifâde etmektedir. Necâsette bir miskal ile (4,8 gr.) ağırlık kasd edilirken, zekâtta tamâmen şer'î dirhem (3,365 gr.) ağırlık ifâde etmektedir. Örfî dirhem bundan daha az (3,20 gr.) ağır lıkta idi. (İbn-i Âbidîn) Deride, elbisede, namaz kılınan yerde dirhem miktârı veya daha çok kaba necâset yok ise, namaz sahîh olur ise de, dirhem miktârı bulunursa, tahrîmen mekrûh olur ve yıkamak vâcib olur. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. (İbn-i Âbidîn) Dirhem-i Şer'î:Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram ağırlığındaki gümüş para. Dirhem-i Urfî (Dirhem-i Örfî):Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem. Dirhem-i şer'îden hafîf olan dirhem-i urfîlerle zekât hesâb etmek câiz değildir. 3.365 gram ağırlığında olan dirhem-i şer'î ile hesap yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn) DİYÂNÂT:Allahü teâlâ ile kul arasında olan işler, ibâdetler. Teklik şekli, diyânettir. Diyânâtta, âdil (adâletli) ve bâliğ (ergenlik yaşına gelmiş) bir müslümanın sözüne inanılır. Bu hususta bir kadın da, bir erkek gibidir. Suyun pis olduğunu söylerse, bu su ile abdest alınmaz; teyemmüm edilir. Fâsık (açıkça günâh işleyen) veyâ hâli be lli olmayan bir müslüman söylerse, araştırılır ve kuvvetli zanna göre hareket edilir. Kâfir veya çocuk, suya pis derse ve abdest alacak olan kimse kendi de buna inanırsa, o suyu dökmeli ve sonra teyemmüm etmelidir. (İbn-i Âbidîn) Mihrâb (câmide îmâmın namaz kıldırdığı yer) bulunmayan, hesâb, yıldız gibi şeylerle de kıblenin ne tarafta olduğu anlaşılamayan yerlerde, kıbleyi bilen, sâlih müslümanlara sormak lâzımdır. Kâfire, fâsıka ve çocuklara sorulmaz. Muâmelâtta (alış-veriş ve ticâret gibi insanların birbirleriyle olan ilişkilerinde) bunlara inanılırsa da, diyânâtta inanılmaz... (İbn-i Âbidîn) DİYÂNET:Allahü teâlâ ile kul arasındaki dînî iş, ibâdet. (Bkz. Diyânât.) DİYET:Kâtilin (adam öldürenin) vereceği para cezâsı. Çocuğa tehlikeli bir iş yaptırınca çocuk ölürse, o işi yaptıran şahıs diyetini öder. (Hamevî) Şebeh-i amd (kasda benzer şekil) ile öldürmenin cezâsı ağır diyet olup, yüz devedir. Yirmi beşi iki yaşına, yirmi beşi üç yaşına, yirmi beşi dört yaşına ve yirmi beşi de beş yaşına basmış dişi deve olacaktır. Âlimlerin bir kaçı, bin dînâr (4800 gram) altın da verilebilir dedi. Hatâ ile öldürenin diyeti, yine yüz deve olup, adı geçen yavrulardan yirmişer ve yirmi tâne de iki yaşına basmış erkek devedir. Yâhut, bin dînâr altın veya on bin dirhem gümüştür. (İbn-i Âbidîn) DUÂ:İsteme, yalvarma. Bir kimsenin kendisi veya başkası hakkında bir dileğine bir arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya yalvarması. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Bana (hâlis kalb ile) duâ ediniz. Duânızı kabûl ederim. (Mü'min sûresi: 60) Allahü teâlâyı unutarak, gafletle edilen duâ kabûl olmaz. (Hadîs-i şerîf-Mevâhib-i Ledünniyye) Mü'minin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, "Allahü teâlâ, bu iyiliği sana da versin!Âmin" der. Meleğin duâsı red edilmez. (Hadîs-i şerîf-Riyâz-üs-Sâlihîn) Ümmetimin günâh işlemeyen gençlerinin duâları kabûl olur. (Hadîs-i şerîf-Künûz-üd-Dekâik) Beş vakit farz namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur. (Hadîs-i şerîf-Merâk-il-Felâh) Lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allah'ın kaderine râzı olunuz. Nîmetlerini arttırması için duâ ediniz. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp duâ ederler. Böyle duâ, nasıl kabûl olunur? (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Birinize derd ve belâ gelince, Yûnus peygamberin duâsını okusun. Allahü teâlâ muhakkak onu kurtarır. Duâ şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez zâlimîn. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî) Sabah kalkınca, üç kerre:Bismillâhillezî lâ-yedurru ma asmihî şey'ün filerdı velâ fissemâi ve hüvessemî'ul-alîm (duâsını) okuyana akşama kadar hiç belâ gelmez. (Hadîs-i şerîf-Tenbîh-ül-Gâfilîn) Duâ etmekle emr olunduk. Kulun Rabbine duâ etmesi, yalvarması, yakarması, sığınması, ağlayıp sızlaması Rabbine hoş gelir. (İmâm-ı Rabbânî) Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesine uymadan, sebeplere yapışmadan, çalışmadan duâ etmek, Allahü teâlâdan mûcize istemek demektir. Müslümanlıkta, hem çalışılır, hem de duâ edilir. Önce sebebe yapışmak, sonra duâ etmek lâzımdır. (Şerefeddîn Ahmed Yahyâ Münîrî) Duânızı öyle bir delîl (vesîle, vâsıta) araya koyarak edin ki, o, günah işlememişlerden olsun. O delîl, Allah dostları, Allah adamlarıdır. Onlara sevgi ve tevâzu gösterin ki, sizin için duâ etsinler. (Ali Râmitenî) Allahü teâlâya itâat et, emirlerine uy. Sonra duâ et. Allahü teâlâ duânı kabul eder. (Ammâr-ı Yâser) Zâlim kimseleri, âdil diye medh edenin ve din düşmanlarının ölüsüne, dirisine duâ edenin îmânı gider. (Abdülhakîm Arvâsî) Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, Gözyaşının seher vakti yaptığını. Düşman kaçıran süngüleri, çok defa, Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı. (Muhammed Rebhâmî) Duâ Ordusu:Sıkıntı ve darda kalan müslümanlara duâları ile yardımda bulunan Allahü teâlânın sevgili kulları, velîler. İmrân sûresinin yüz yirmi altıncı âyetinde ve Enfâl sûresinde meâlen; "Yardım, ancak ve yalnız Allah'tandır" buyruldu. Bu yardıma, duâ ordusu vâsıtası ile kavuşulur. Ayrıca duâ, kazâyı def'eder, uzaklaştırır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Kazâ, ancak ve yalnız duâ ile durdurulur" buyurdu. Duâ ordusunun askerleri, gazâ ordusu askerlerinin rûhu gibidir. Gazâ ordusunun askerleri, onların kalbleri, bedenleridir. O hâlde gazâ ordusunun askeri, duâ ordusu olmadıkça iş başaramaz. (İmâm-ı Rabbânî) Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtâcdır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur. (Hadîmî) DUHÂ NAMAZI:Duhâ (kuşluk) vaktinde kılınan namaz, kuşluk namazı. Yâ Ebâ Hüreyre! Duhâ namazını terk etme! Cennet'in bir kapısı vardır ki, ona "Duhâ kapısı" derler. Bu kapıdan yalnız kuşluk namazı kılanlar girer. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli) Günahları deniz köpüğü kadar olsa da iki rek'at duhâ namazına devâm eden kimsenin günâhları mağfiret olunur. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm) Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey Ebû Zer! Bir kimse iki rek'at kuşluk (duhâ) namazı kılsa gâfillerden olmaz. Dört rek'at kılsa, zikredenlerden yazılır. Altı rek'at kılsa, şirk (Allahü teâlâya ortak koşma) dışında ona günâh ulaşmaz. On iki rek'at kılsa, Cennet'te ona bir ev yapılır." Ebû Zer (r.anh); "Yâ Resûlallah! Hepsini birden mi kılmalı?" dedi. "Ayrı ayrı olsa da olur" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Gunye) Mekke'nin fethedildiği gün, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Ali'nin kızkardeşi Ümmühânî'nin (r.anhümâ) evinde gusül abdesti alıp, sekiz rek'at duhâ namazı kıldı. (Abdülkâdir Geylânî) Duhâ, yâni kuşluk vakti hiç olmazsa iki rek'at namaz kılmak lâzımdır. Teheccüd (gece namazı) ve duhâ (kuşluk) namazlarının en çoğu on iki rek'attir. (İmâm-ı Rabbânî) Duhâ namazı kılanlar âhiret şehîdi olurlar. (İbn-i Âbidîn) Her kim duhâ namazını iki veya dört rekat kılarsa, zâkirler (zikredenler, Allahü teâlâyı ananlar) zümresine yazılırlar. Altı veya sekiz rekat kılsa, sıddıklar zümresine yazılır. Bu vakitte kazâ namazı kılan, hem borcundan kurtulur, hem de bu sevâblar a kavuşur. (Süleymân bin Cezâ) |
DUHÂ VAKTİ:Kuşluk vakti. Oruç zamânının yâni imsak ile iftar vakti arasındaki müddetin dörtte birinin tamam olmasından îtibâren başlayan vakit. (Bkz. Duhâ Namazı) DÜNYÂ:Yer küresi. 1. Ölümden önce olan her şey. Mal ve dünyâdan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. Îmân edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhirette Allahü teâlânın indinde, dünyâ nîmetinden hayırlı ve dâimî çok sevâb vardır. (Şûrâ sûresi: 36) Siz dünyâ malını istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, sevâb kazanmanızı, Cennet'e ve nîmetlere kavuşmanızı istiyor. (Enfâl sûresi: 67) Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız! (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin bu dünyâya sarılması çok şaşılacak şeydir. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Arzûsu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyâyı hizmetçi yapar. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Dünyâyı terk etmek demek, ona düşkün olmamak, kıymet vermemek demektir. Ona düşkün olmamak da, insanın nazarında varlığıyla yokluğu eşit olmasıdır. Böyle olabilmek için Allah adamlarının yanında yetişmek lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî) Ey oğul! Dünyâ ve dünyâ nîmeti hayaldir. Gök kubbesi altında hiçbir şey aynı hal üzere kalmaz, hep değişir. Onun için dünyâ malına makâmına ve dünyâ hayâtına güvenme. Biz bu dünyâda misâfiriz. Sonunda ayrılıp gideceğiz. Sıkıntı varsa üzülme. Bir an s onra ne olacağımız belli değil. (Azzâz bin Müstevdî) Allahü teâlânın sevdiklerinin yolunda olmak ile dünyâya kıymet vermek, ona düşkün olmak bir arada bulunmaz. Bu yolda bulunan bir kimsenin kalbinde dünyânın zerre kadar kıymeti bulunursa, yağdan kılın çıkması gibi kolayca bu yoldan çıkar. Allah adamla rı dünyâya kıymet vermezler. Onun için bu hususta gam yemezler. (Abdullah-ı Ensârî) Dünyâ sevgisi ve günahların kapladığı kalbden nasıl hayır beklenir. (Abdullah bin Mübârek) Ey oğul! Dünyâya sarılmış ona gönül vermiş olanlarla bulunma. Onlarla sohbet ve berâberlik, gam, keder ve üzüntü getirir. Bu tecrübe ile sâbittir. Onlar senden faydalanırlar ise de, sen onlardan faydalanamazsın. (Ahmed Siyâhî) Allahü teâlâ, dünyâyı elinizle değil, kalbinizle terketmeyi ister. (Abdullah-ı Ensârî) 2. Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan her şey. Dünyâ mel'ûndur ve dünyâda Allah için yapılmayan her şey de mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) Kalbi Allahü teâlâdan gâfil eden, O'nu unutturan, kalbe Allah'tan başkalarını getiren şeyler hep dünyâdır. Allahü teâlâyı unutturan mallar, sebepler, mevkiler, şerefler, hep dünyâ olur. Vennecm sûresinin; "Bizi düşünmeyenlerden, bizden yüz çevirenlerden, sen de yüzünü çevir. Onları sevme!" meâlindeki yirmi dokuzuncu âyet-i kerîmesi böyle olduğunu açıkça göstermektedir. İşte bu dünyâ insanın can düşmanıdır. Bu dünyânın düşkünleri, hiç toparlanamaz, kendilerine gelemezler. Âhirette de, pişmân olac aklar, çok acılarla karşılaşacaklardır. (İmâm-ı Rabbânî) En iyi kimse, kalbi Allah sevgisi ile çarpan ve dünyâya bağlı olmayandır. Dünyâ sevgisi, günâhların başıdır. Çünkü Allahü teâlâ, dünyâya düşkün olmayı sevmez. Onu yarattığı zamandan beri, hiç sevmemiştir. Dünyâ ve dünyâya düşkün olanlar, mel'ûndur yâ ni Allahü teâlânın merhametinden uzaktır. (İmâm-ı Rabbânî) 3. Allahü teâlânın haram (yasak) ettikleri ile Resûlullah efendimizin mekrûh dediği şeyler. Allahü teâlânın haram etmediği, hatta emrettiği dünyâ işleri, zararlı ve kötü olan dünyâ değildir. Böylece, ne kadar çok olursa olsun, çalışıp kazanmak, fen, tıb, hesab, hendese, mîmârlık ve harb vâsıtalarını öğrenmek, yapmak, kısaca insanlara râhat, huzûr ve seâdet sağlayan her türlü medenî vâsıtaları yapmak ve kazanmak, dünyâlık değildir. Bunların hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekillerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak ibâdet olur. Allahü teâlâ böyle müslümanlardan râzı olur. Bunlara âhirette sonsuz nîmetler, seâdetler ihsân eder. (İmâm-ı Rabbânî) Kim umar senden vefâyı, yalan dünyâ değil misin Enbiyânın seyyidini alan dünyâ değil misin? Kasdedip halkın özüne toprak doldurup gözüne Ehl-i gafletin yüzüne gülen dünyâ değil misin. Kimisini nâlan eden, kimisini giryân eden En sonunda uryân edip soyan dünyâ değil misin. İşin gücün dâim yalan, çok kişi den arta kalan Nice kere boşalıp da dolan dünyâ değil misin Gel aldanma bu dünyâya sonu virân olur bir gün Senin bu sürdüğün demler el bet yalan olur bir gün. (M. Sıddîk bin Saîd) Dünyâ Hayâtı:Âhiretten önceki hayat. Kim dünyâ hayâtını ve onun süsünü isterse, onlara yaptıklarının karşılığını burada tam olarak veririz. Bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Dünyâda yapageldikleri şeyler orada boşa gitmiştir. (Hûd sûresi:15-16) Dünyâ hayâtı iş yapacak zamandır. Keyf yapacak, eğlenecek zaman ilerde gelmektedir. Orada dünyâda yapılan işlerin karşılığı ele geçecekdir. Dünyâ hayâtı pek kısadır. Mes'ûd o kimsedir ki, bu fırsatı büyük nîmet bilir ve âhiret işlerini bu kısa zamand a gerektiği gibi yapar. Yolculukta lâzım olan azığını hazır eder. (İmâm-ı Rabbânî) Dünyâ Hırsı:Dünyâya lüzûmundan fazla meyletmek. Şiddetli mal, mülk arzusu, isteği. On şey insana zarar verir 1) Terbiye azlığı, 2) Cehâlet çokluğu, 3) Halktan nîmet beklemek, 4) Şehvet azgınlığı, nefis kudurgunluğu, 5) Baş olma sevdası, 6) Dünyâ hırsı, 7) Nefis ile dostluk kurmak, 8)Çok yemek, 9) Çok uyumak, 10) Kalabalığa uymak. (Bâyezîd-i Bistâmî) Dünyâ Sevgisi:Kalbin dünyâ malını ve mülkünü çok sevmesi. Dünyâ sevgisi, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât) Dünyâyı sevenler, âhirette zarar görür. (İmâm-ı Rabbânî) Allahü teâlâya şükre sebep olan dünyâlık, insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd) DÜNYÂLIK:İnsanın hayatta muhtâc olduğu şeyler, para, mal v.s. Dünyâlık olan şeylerin Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Dünyâlık peşinde koşmak, su üzerinde yürümeğe benzer. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür? (Hadîs-i şerîf-Berîka) Dünyâlık arayanın buna kavuşması güçtür. Âhireti arayanın buna kavuşması kolaydır. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Kur'ân-ı kerîm okuyunca, Allahü teâlânın rızâsını ve Cennet'i isteyiniz! Dünyâlık istemeyiniz! Bir zaman gelir ki, hâfızlar, Kur'ân-ı kerîmi, insanlara yaklaşmak için vâsıta yaparlar. (Hadîs-i şerîf-Şir'at-ül-İslâm) Dünyâlık, para, eskiden sevilmezdi, ama şimdi, mü'minin kalkanıdır. (Süfyân-ı Sevrî) Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâlık sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlarİslâmiyet'e uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nîmetlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir. İyilik, kötülük onu kullanandadır. O hâlde mel'ûn olan, kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı) Allahü teâlâya şükre sebeb olan dünyâlık insana zarar vermez. (Abdullah bin Zeyd) DÜNYÂYI TERKETMEK: 1. Bütün haram olan şeyler ile berâber, mübâhları da, yâni günâh olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan miktârını kullanmak. Mes'ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin. (Hadîs-i şerîf-Mârifetnâme) Dünyânın her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamânını, ibâdet ile ve müslümanların rahatlarını ve İslâm dînini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için; lâzım olan ilmî ve teknik usûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmeli ve durmadan çalışmalı ve dünyâ zevkini böyle çalışmakta aramalı ve bulmalıdır. Eshâb-ı kirâmın (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. Dünyâyı, bu söylediğimiz şekilde terk etmek pek y üksek ve pek faydalıdır. Dünyâyı bu şekilde terkten maksad, İslâmiyet'in emrettiği şeyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmektir. (İmâm-ı Rabbânî) 2. Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanmak. Harâm ve şüpheli şeylerden kaçıp mübâhları kullanarak dünyâyı terketmek, hele bu zamanda çok kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî) DÜRZÎ:Derezîler adlı bozuk fırkaya mensub olan kimse. (Bkz. Derezîler) |
-E- EBÂBÎL KUŞLARI: Kâbe'yi yıkmaya gelen Yemen vâlisi Ebrehe'yi ve ordusunu Allahü teâlânın izni ve emriyle perişân eden kuşlar (kırlangıçlar). (Bkz. Eshâb-ı Fil) Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Üzerlerine Ebâbîl kuşlarını gönderdik. O kuşların her biri onların üzerine çamurdan yapılmış ve ateşte pişirilmiş taş atarlardı. (Fil sûresi: 3-4) Ebrehe Mekke'ye yaklaştığında, Allahü teâlâ Eshâb-ı fil (Ebrehe ve ordusunun) üzerine denizden Ebâbîl kuşlarını gönderdi. Her bir kuşta, biri gagasında, ikisi ayaklarında olmak üzere üç taş bulunuyordu. Nohut ve mercimek tânesi kadar olan bu taşlar k ime isâbet etse, helâk oluyordu. (İbn-i Hişâm) EBCED HESÂBI: Her harfi bir rakamı gösteren arabî harflerle yazılı sekiz kelimeden meydana gelen bir hesab sistemi. Hâdiselerin zamânının tesbiti ve hatırda daha kolay kalması için rakamları harf olan târih düşürme sanatı. Ebced hesâbında, harflerin sayı olarak değerleri şöyle hesaplanır: Ebced (elif):1, be:2, cim:3, dal:4, hevvez (he):5, vav:6, ze:7, huttî (ha):8, tı:9, ye:10, kelemen (kef):20, lam:30, mim:40, nun:50, safes (sin):60, ayın:70, fe:80, sad:90, karaşet (k af):100, re:200, şin:300, te:400, şehaz (se):500, hı:600, zel:700, dazığ (dad):800, zı:900, gayın:1000. (Yeni Rehber Ansiklopedisi) Arabî bir ayın ilk günü ebced hesâbına göre de bulunabilir. On iki arabî ayın her harfine mahsus rakamlar şu beytteki on iki kelimenin birinci harfleridir. Her büyük harf, ebced hesâbı ile bir adedi gösterir: Hilmi bu dünyâya hiç zahmet etme Cemâl-i dünyâyı, vefâsız zen buldu cümle (M. Sıddîk bin Saîd) İslâm dîninde ebced hesâbından faydalanarak, hâdiselerin oluşu, câmi, çeşme ve türbenin vs. yapılışının târihini düşürmek yasaklanmadı. Fakat hastanın adını, ana sının adını ebced hesâbı ile hesâb edip, sana şöyle muska lâzım deyip onu yazıp para alma k haramdır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi) Besmelede bulunan on dokuz harfin ebced hesâbı ile olan değerlerinin toplamı 786'dır. Bâzı memleketlerde müslümanlar, kitaplarının mektuplarının başına, Besmele yerine ebced hesâbı ile olan değerlerinin toplamını ve bundan başka bâzı şifâ âyetleri ve duâlar yerine de ebced hesâbına göre rakamlar yazmaktadırlar. Bunların bu şekilde yazmalarını İslâm dîninin temel kitapları uygun bulmamaktadır. (M. Sıddîk Gümüş) EBDÂL: Bedeller. Dünyânın nizâmı, düzeni ile vazîfeli olup, Allahü teâlânın insanlardan gizlediği büyük zâtlar. Biri vefât edince, yerine başkası getirildiğinden bu isimle anılmışlardır. Bunlara Ricâlü'l-Gayb da denir. Ümmetim arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalbleri İbrâhim'in (aleyhisselâm) kalbi gibidir. Allahü teâlâ onların sebebi ile kullarından belâları giderir. Bunlara Ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile erişmediler. İbn-i Mes'ûd radıyallahü anh; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle eriştiler" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ) Ebdâllerin sayısının yedi, kırk veya yetmiş olduğu bildirilmiştir. (Seyyid Şerîf Cürcânî) Ebdâllerin makâmını istiyen kimsenin hâlini düzeltmesi, nefsine uymaması lâzımdır. (Behâeddîn-i Buhârî) EBED: Sonsuz, sonu olmayan. (Bkz. Ebedî) EBEDÎ: Sonsuz, sonu olmayan. Önce müslüman olanlardan, muhâcirlerin ve ensârın önce gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Ve bunlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ, bunlar için, cennetler hazırladı. Bu cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennet'te ebedî olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100) Allahü teâlâ kadîm olan (öncesi, başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O sonsuz olarak var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O ebedîdir. (Ahmed Fârûkî) Cennet ve Cehennem vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan vâr etmiştir. Kıyâmette her şey yok edilip tekrar yaratıldıktan sonra ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır. Kıyâmet günü hesâbdan sonra bir çokları Cennet'e gönderilece k, bir çoğu da Cehennem'e sokulacaktır. Cennet'in sevâbı, nîmetleri ve Cehennem'in azâbı ebedîdir. Bunlar, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir. (İmâm-ı Rabbânî) Cehennem'de ebedî olarak yanmak küfrün, îmânsızlığın karşılığıdır. (İmâm-ı Gazâlî) Ebedî Mahrem: Dinde kendileriyle evlenilmesi ölünceye kadar haram, yasak olan kimseler. Erkek için; yedisi kan ile olan, nesebden (soydan) akrabâ, yedisi süt sebebiyle, dördü de nikâh sebebi ile sonradan akrabâ olan toplam on sekiz kadın ebedî mahremdir. Bunlar: 1) Anne, 2) Annesinin ve babasının annesi, 3) Kızı, kızının kızı, 4) Kız ka rdeşi, 5) Kız kardeşinin kızı, 6) Erkek kardeşinin kızı, 7) Hala ve teyze, 8) Süt anne, 9) Süt annesinin ve süt babalarının anneleri, 10) Süt kızı, 11) Süt kızkardeşi, 12) Süt kızkardeşinin kızı, 13) Süt erkek kardeşinin kızı, 14) Süt hala ve teyze, 15) Kaynana, 16) Üvey kızı, 17) Üvey anne, 18) Gelin. Kadın için de aynı özeliklerde on sekiz erkek ebedî mahremdir. Bunlar: 1) Baba, 2) Babasının ve annesinin babası, 3) Oğlu, oğlunun oğlu, 4) Erkek kardeşi, 5) Erkek kardeşinin oğlu. 6) Kızkardeşinin oğlu, 7) Amca ve dayı, 8) Süt baba, 9) Süt babasının ve süt annesinin babaları, 10) Süt oğlu, 11) Süt erkek kardeşi, 12) Süt kız kardeşinin oğlu, 13) Süt erkek kardeşinin oğlu, 14) Süt amca ve dayı, 15) Kayın baba, 16) Üvey oğlu, 17) Üvey baba, 18) Dâmat. (Hacı Zihni Efendi-Dâmat) Erkeklerin, ebedî mahrem olan on sekiz kadınla halvet etmeleri (tenhâ yerde yalnız kalmaları) ve sefere meselâ hacca gitmeleri câizdir. (İbn-i Nüceym) Bir erkeğin ebedî mahrem olan on sekiz kadından biri ile halvet etmesi (tenhâ yerde yalnız kalması) câiz ise de, yalnız süt kardeş ile genç kaynana veya gelin ile fitne şüphesi olunca mekrûh olur. (İbn-i Âbidîn) EBLEH: Aklı az, anlayışı kıt, ahmak. Belâdet eblehliktir, aklı kullanmamaktır. Ahmaklık da denir. (Kınalızâde Ali) Aklı olan kimse, cansız bir cismin hareket ettiğini görünce, bunu hareket ettiren bir kuvvetin varlığını anlar. Hareket eden cismin cansız olması, hareket ettiren bir kuvvet sâhibinin mevcûd (var) olduğunu, akıl sâhiblerine haber veriyor. Bütün sebeb ler, vâsıtalar, Allahü teâlânın varlığını, kudretini îlân ediyor, bildiriyor. Fakat eblehler, cismin hareketini görünce, kendiliğinden hareket ediyor sanarak, kuvvet sâhibini göremeyip, anlıyamıyor. (İmâm-ı Rabbânî) EBRÂR: 1) İyi kimseler. Îmânlarında sâdık (doğru), Allahü teâlânın yasak kıldığı şeylerden sakınıp, emirlerine uyan, bozuk inanışlardan, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden uzak duranlar. Teklik şekli berr'dir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Muhakkak ki ebrâr, nîmetleri devamlı olan Naîm Cenneti'ndedirler. (Mutaffifîn sûresi: 22) Allahü teâlâ ebrâra, anne ve babalarına ve çocuklarına iyilik yapmaları sebebiyle bu ismi verdi. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Asâkir) 2) Nefislerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefislerini azâbdan korumak ve nîmetlere kavuşturmak için ibâdet eden; tasavvufta sona varmamış. Ebrâr bana kavuşmayı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum. (Hadîs-i kudsî-Deylemî, İhyâ) Ebrâr, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise nefislerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek seâdetine kavuşmamışlardır. (İmâm-ı Rabbânî) EBTER: Nesil ve hayırdan kesilmiş. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: (Habîbim) gerçekten biz sana Kevser'i verdik. O hâlde (buna şükür olarak) namaz kıl ve kurban kes. Sana buğzeden, düşmanlık eden yok mu? İşte asıl ebter odur. (Sana gelince Habîbim; senin temiz neslin, şân ve şerefin kıyâmete kadar devâm edecektir.) (Kevser sûresi: 1-3) Resûlullah efendimizin Hadîcet-ül-Kübrâ'dan olan son erkek çocuğu vefât edince, Âs bin Vâil'in; "Muhammed ebter oldu" demesi üzerine; Kevser sûresi gelerek, Allahü teâlâ Âs bin Vâil kâfirine, cevâb verdi. (İbn-i Abbâs, Taberî, Kurtubî) |
EBÛ HANÎFE: Ehl-i Sünnetin reisi, Hanefî mezhebinin İmâmı. İmâm-ı A'zam. (Bkz. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe) EBÛ TÜRÂB: Peygamber efendimizin amcasının oğlu, dâmâdı, Cennet'le müjdelenen on kişinin ve dört büyük halîfenin dördüncüsü, Allahü teâlânın arslanı hazret-i Ali'nin "Toprağın babası" mânâsına gelen lakabı. Peygamber efendimiz bir gün mescide girdiğinde, hazret-i Ali'yi uyumuş ve ridâsı (paltosu) düştüğü için sırtına toprak bulaşmış gördüler. Mübârek elleriyle toprağı silip; "Kalk yâ Ebâ Türâb (Toprağın babası) ! Kalk yâ Ebâ Türâb!" diye iltifât buyurdular. (Hadîs-i şerîf-Şevâhid-ün-Nübüvve) Hazret-i Ali, kendisinin Ebû Türâb lakabıyla anılmasını ve çağırılmasını çok severdi. (Zerkânî) EBÜ'L-VAKT: Tasavvufta kalb makâmından yukarı çıkıp, kalbin sâhibine varan, hallerden kurtulup, halleri verene ulaşan. Bunlara Erbâb-üt-temkîn de denir. Ebü'l-vaktin vakitleri değişmez. Halleri değişmez. Vakit onlara değil, onlar vakte hâkimdirler. Onlar zamanla değil, zaman onlarla bereketlenmiştir. (İmâm-ı Rabbânî) ECEL: Belli vakit. Hayâtın sonu. Hayat sâhibinin, canlının ölümü için Allahü teâlânın takdir ve tâyin ettiği vakit. Allahü teâlâ insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Hadîs-i şerîfte; "İlâçların en iyisi, Kur'ân-ı kerîmdir" buyruldu. Hastaya okunursa hastalığı hafifler. Eceli gelmemiş ise iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslim etmesi kolay olur. (Senâullah Dehlevî) Herkesin belli bir eceli vardır. Bu ecel hiç değişmez. Onun için hastalıkta sıkılmamalı, telâşa düşmemelidir. Böyle derd ve belâlar gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmelidir. (Ahmed Fârûkî) Ecel geldi cihâna Baş ağrısı bahâne. (Atasözü) Ecel-i Kazâ: Kazây-ı muallak, kesin olmayıp sebebe bağlı kılınan ecel. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazây-ı muallak ise, yâni o kimsenin duâ etmesi de takdîr edilmiş ise, duâ eder, kabûl olunca belâyı önler. Ecel-i kazâyı da iyilik etmek geciktirir. Ecel-i kazâ meselâ; eğer iyi iş yapar, yâhut sadaka verir, hacceders e, ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Birinin üç gün ömrü kalmış iken akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz sene uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de akrabâsını terk ettiği için ömrü üç güne iner. Vakit tamam olunca eceli bir an gecikmez. (İmâm-ı Gazâlî) Ecel-i Müsemmâ: Belli vakit, bilinen ecel, Allahü teâlânın bir kimse için ezelde takdir ve tâyin buyurduğu (belirlediği) hiç bir şekilde değişmeyen ecel, hayâtın sonu. Vebâ olan yerden kaçmayan ve ölmeyen kimse de, gâzîler, mücâhidler ve belâlara sabr edenler gibidir. Herkesin bir ecel-i müsemmâsı vardır ki, azalmaz ve çoğalmaz. Kaçıp da kurtulanlar ecel-i müsemmâları gelmediği için ölmemiştir. Yoksa kaçmak onları ölümden kurtarmış değildir. Kaçmayıp, sabredip ölenler de ecelleri geldiği için ölmüşlerdir. (İmâm-ı Rabbânî) Ecel-i müsemmâ değişmez. (İmâm-ı Gazâlî) ECÎR: Bir işi yapmak için kendi kuvvetini veya san'atını kirâya veren, çalışan kimse, işçi. Ecîr-i Hâs: Belli zamanda, belli işi yapmak için husûsî tutulan işçi. Ecîr-i hâs olarak tutulan işçi iş yaparken elindeki mal kasıtsız helâk olursa (kullanılmayacak hâle gelirse, kırılırsa v.s.) ödemesi lâzım olmaz. Ecîr-i hâs olarak tutulan işçiye farklı ücret ile iki veya üç iş gösterilip, hangisini yaparsa onun ücre tini vermek câizdir. Dört iş göstermek olmaz. Sözleşilen zaman iyi bilinmezse de, ücret verilir. Ücret söylemedi ise, tutulan kimse işçi veya san'at sâhibi olarak çalışan biri ise, o memleketteki ücret üzerinden hakkı verilir. Eğer böyle biri değilse, yardıma gelmiş olacağından bir şey verilmez. Çağırmadan gelene de ücret verilmez. (İbn-i Âbidîn) Ecîr-i Müşterek: Serbest işçi. Kirâlıyanından (işvereninden) başkasına çalışmaması şartı koşulmamış hamal, terzi, saatçi gibi işçi. Ecîr-i müşterek, ancak işini bitirince ücretini alır. Eşyâ, elinde emânet olup, helâk olursa (kullanılmayacak hâle gelirse) ödemez. Fakat helâk olmasına ecîr-i müşterek kendi sebeb olursa, kast bulunmasa dahi öder. Doktor, dişçi, eczâcı fen hâricinde , yanlış iş yapıp hasta zarar görürse öderler. (İbn-i Âbidîn) ECR (Ecir): İyilik, mükâfât, ücret, karşılık. Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği işleri yapanlara verdiği sevâb. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız sizi imtihân etmek için verildi. Allahü teâlâ iyiliklerinize karşılık, size çok büyük ecr verecektir. (Tegâbün sûresi: 15) Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara nîmetler, râhatlıklar, iyilikler vereceğini vâd etti. İşte iyiliklerin ölçü birimi ecr ve sevâbdır. Dün yâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhirette çeşitli miktârlarda nîmetler verilecektir. Nîmetlerin verileceği yere Cennet denir. (Şehristânî, Nesefî) Haramlara hiçbir zaman ecr verilmeyeceği gibi, özürsüz haram işleyen muhakkak günâha girer. Haramlardan, Allahü teâlâdan korktuğu için sakınıp vaz geçen sevâb kazanır. (Nablüsî, Muhammed bin Ebî Bekr) Ecr-i Misil: Âdil iki ehl-i vükûfun (bilir kişinin) takdîr ettikleri ücret. Alacaklısına (borçlu olduğu kimseye), evini verip ücretsiz otur demek, fâsiddir (dînen uygun değildir). Alacaklının ecr-i misil vermesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn) Bir kadın, oğlunu evinde, tâmir etmek şartı ile oturtsa, senelerce oturup, tâmir etmeden çıksa, anasına ecr-i misil ödemesi lâzım olur. (İbn-i Âbidîn) |
Türkiye`de Saat: 18:36 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2