Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi

Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi (http://besiktasforum.net/forum/index.php)
-   islam (http://besiktasforum.net/forum/forumdisplay.php?f=191)
-   -   İslam Ansiklopedisi ve Tarihi (http://besiktasforum.net/forum/showthread.php?t=26144)

OnuR 13-03-2007 11:16

HAZRETİ PEYGAMBERİN ELÇİLERİ

Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafından , islam dinine davet için etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.

Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oğlu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi

Necaşi Amr bin Umeyye ye layık olduğu ikrami yapmış ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.

Rum Kayseri de Hazreti Muhamme,din (s.a.v) Mektubunu saygılı bir şekilde eline alıp yüzüne sürmüş ve Dihye `ye pek çok hürmet edip bir çok hediyeler vermiştir.

Çünkü Rum Kayseri ile iran Kisrası arasında bir süredir sert çarpışmalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almış ve bütün Arabistanı benimsemişti. iranlılar Müşrik olduğundan, bütün Ehl-i Kitabın düşmanı idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardı.iranlıların Rumlara üstün gelmesinden dolayı Kureyş Müşrikleri sevinmişler müslümanlar ise üzülmüşlerdi.

Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmişti. Hevze Mektubu alıp okuduğunda eğer Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demiş Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkından gel " diyerek dua etti ve kısa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüştür.

Gassan Hükümdarına Şuca Esedı (r.a)gönderilmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ''İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.



İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrindekilere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderin’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.

OnuR 13-03-2007 11:16

HAZRETİ PEYGAMBERİN ELÇİLERİ

Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafından , islam dinine davet için etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi.

Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oğlu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi

Necaşi Amr bin Umeyye ye layık olduğu ikrami yapmış ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur.

Rum Kayseri de Hazreti Muhamme,din (s.a.v) Mektubunu saygılı bir şekilde eline alıp yüzüne sürmüş ve Dihye `ye pek çok hürmet edip bir çok hediyeler vermiştir.

Çünkü Rum Kayseri ile iran Kisrası arasında bir süredir sert çarpışmalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almış ve bütün Arabistanı benimsemişti. iranlılar Müşrik olduğundan, bütün Ehl-i Kitabın düşmanı idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardı.iranlıların Rumlara üstün gelmesinden dolayı Kureyş Müşrikleri sevinmişler müslümanlar ise üzülmüşlerdi.

Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmişti. Hevze Mektubu alıp okuduğunda eğer Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demiş Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkından gel " diyerek dua etti ve kısa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüştür.

Gassan Hükümdarına Şuca Esedı (r.a)gönderilmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ''İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı.



İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrindekilere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderin’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlunun baskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır.

OnuR 13-03-2007 11:16

MUTE SAVAŞI

İslâm devletinin Medine'de kurulmasından sonra Müslümanlarla Rumlar arasında yapılan ilk savaş. Mûte, Şam bölgesine giren Belka yakınlarında bir yerin adıdır. Hz. Peygamber, Ashabtan Hâris b. Umeyr (r.a)'ı Busra (Havran) Emiri Şurahbil b. Amr el-Gassânî'ye İslâm'a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassanile tarafından şehid edilmişti. Halbuki; "elçiye zeval yoktur" anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Hz. Peygamber, ashabına çok düşkündü, onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı Zeyd b: Hârise idi. Şayet bu zât şehid düşerse yerine Cafer b. Ebi Talib, o da şehid düşerse Abdullah b. Revâha geçecekti. Düşman önce İslâm'a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazsa İslâm elçisini öldüren bu cânilerle savaşılacaktı. Peygamberimiz (s.a.s) orduyu Seniyyetü'l-Veda'ya kadar yürüyüp uğurladı.

Halid b. Velid gibi yüksek askerî bir deha ve üstün strateji bilgisine sahip bir kimse de bu savaşa bir nefer olarak katılmıştır. H.8/M.629 yılında İslâm ordusu Medine'den çıkıp Mûte'ye ulaştığında karşılarında Bizans'ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. İslâm ordusunun kumandanları meseleyi tartıştılar; geri dönmek, Hz. Peygamber'e haberci yollamak hususlarını görüştüler. Ancak savaş görüşü ağır basmış ve iki ordu karşılaşmıştı. Zeyd. b. Hârise (r.a) şehit düşünce, sancağı, Cafer aldı Ca'fer'in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehid düştü. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, Sahabenin şâirlerinden Abdullah b. Revâha aldı; o da şiirler söyleyerek harbetti ve şehâdet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine Hâlid b. Velid kumandayı ve sancağı eline aldı. O gün akşama kadar savaş yapıldıktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptı. Böylece düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da İslâm ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta ric'atten evvelki bir hücumunda Hâlid, düşmana bir hayli kayıp verdirmiş ve bol ganimet de elde etmişti. İşte bu şekilde İslâm ordusunu Medine'ye sağ-sağlim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine'de, olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile kumandanların şehadetini anlattıktan sonra sıra Hâlid'e gelince "En sonunda sancağı Allah'ın kılıçlarından bir kılıç aldı " buyurmuş ve bundan sonra Halid b. Velid'e "Seyfullah" lakabı verilmişti. Hâlid b. Velid diyor ki: "Mûte Savaşında elimde dokuz kılıç parçalandı." Bu ifadeden Mûte Savaşının ne kadar şiddetli geçtiğini anlıyoruz.

Bu savaşa katılmış bulunan Abdullah b. Ömer diyor ki: "Mute günü ben Ca'fer'i şehid edilmiş olarak gördüm. Onun vücudunda süngü ve kılıç darbesiyle elli yara saydım. Bu elli yaradan hiç biri arkasında değildi. "Bundan Ca'fer b. Ebu Talib'in ne kadar korkusuzca ve sanki arkasına hiç dönmeden düşmanla savaşmış olduğu anlaşılmaktadır. Ca'fer şehit olduktan sonra "Ca'fer-i Tayyar: Uçan Ca'fer" diye anılmıştır. Allah yolunda kesilen iki koluna karşılık Cenab-ı hak ona iki kanat ihsan etmiştir ki, bu; onun mânen yüce mertebelere eriştirildiğine işarettir denilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s), bütün ashabını ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehid kumandanı ve Habeşistan muhacirlerinden amcasının oğlu Ca'fer'i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardından ağladı. Bu; sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa feryat değildi. Nitekim feryat tarzındaki ağlama haberleri kendisine ulaşınca böyle ağlamaktan müslümanları yasakladı. Peygamber Efendimiz şehitlerin ve bu arada amcasının oğlu Ca'fer'in ailesini de teselli etmişti.

OnuR 13-03-2007 11:17

MEKKENİN FETHİ

Hudeybiye andlaşmasına göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekiroğulları kabileside Kureyş kabilesi himayesine girmişdi.

Fakat Bekiroğulları kabilesi ansızın Kureyşlilerden Saffan bin Umeyye,İkrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytıb bin Abduluzza, Mükrez oğlu Hafz ve bir kısım kureyşli müşriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldırmışlar ve onlardan 23 kişiyi öldürmüşlerdi.
Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 40 kişilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayı Resulullaha anlattılar. Resulullah Kureyşlilere, ya bu saldırıda öldürülen 23 kişinin diyetinin ödenmesini yada Kureyşlilerin Bekiroğullarının himayesini bırakmasını istedi.
Kureyşli Müşrikler bunları da kabul etmediler.Fakat yinede anlaşmayı bozdukları için içlerini korku bürüdü.
Ve tekrar anlaşma yapmaları için Ebu Süfyan-ı Medineye yolladılar.
Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli boş olarak döndü.
Peygamberimiz büyük bir ordu hazırlayarak gizlice Mekke şehrini kuşattı. Aniden basılan Mekkeli Müşrikler neye uğradıklarını şaşırmışlar ve savaş hazırlığını bile yapamamışlardı.
On ikibin kişilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karışmadan kolayca Mekke şehrini fethetmişlerdir.
Hicretin sekizinci yılında Resulullah (s.a.s.)'e boyun eğen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı.
Allah Teâlâ'nın mübarek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu.
Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti.
Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için ihtiyaç duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi.
Zira, İslâm devleti elde ettiği gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için Mekke'nin ihtiyaç duyduğu her şey İslâm devleti eliyle sağlanıyordu.
Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti.
Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu.
Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu.
Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanların kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini kıyamete kadar sürdürecektir

OnuR 13-03-2007 11:17

HUNEYN SAVAŞI

(Şevval, 8. H/630 M.)

Mekke'nin fethinden sonra Müslümanlarla Havazin Müşrikleri arasında meydana gelen savaş.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'nin fethi için Medine'den ayrıldığı zaman, nereye gideceğini açıklamamıştı. Rasûlüllah'ın Havazin kabilesi kendi üzerlerine gelebileceği endişesiyle savaş hazırlıkları yapmıştı. Müslümanlar Mekke üzerine yürüyüp orayı fethedince, Havazin kabilesi artık sıranın kendilerine geldiğini anladılar ve savaş hazırlıklarını tamamlayıp kendilerinin saldırmalarının daha uygun olacağını hesapladılar. Rasûlüllah bütün Arabistan'ı tevhid bayrağı altında birleştirmek kararında olduğu için, müslümanlarla müşriklerin er veya geç çatışmaları kaçınılmazdı.

Havazinliler; Taifli Sakifoğulları ve diğer müşrik Arap kabileleri ile ittifak kurarak kısa bir zaman içinde yirmibin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Havazinlilerin lideri Mâlik bin Avf, bu savaşın bir ölüm kalım savaşı olduğunun farkında idi. Askerlerinin bütün güçleriyle savaşmasını sağlamak için kabilesinin bütün çocuklarını, kadınlarını ve mallarını birlikte getirmişti. Bu hareketiyle, bir yenilginin onlar için top yekûn yok olma anlamı taşıyacağını herkese anlatmak istiyordu.

Rasûlüllah (s.a.s), müşrik kabilelerin bu ittifaklarını ve savaş hazırlıklarını haber alır almaz derhal savaş hazırlıklarına başladı. Hazırlıkları süratle tamamladıktan sonra 12.000 kişilik bir orduyla Mekke'den çıktı. İslâm ordusunun dörtbini Ensardan, bini Muhacirlerden, beşbini müslüman olan Arap kabilelerinden, ikibini de Mekkelilerden oluşuyordu. Hatta Seksen kadar Mekkeli müşrik de onlarla birlikte idi. Müşriklerin başlıca amacı, galibiyet halinde ganimetten pay almak ve müslümanların durumlarını görmekti.

İslâm ordusu muntazam bir yürüyüşle Huneyn civarına geldi. İslâm ordusunun böylesine büyük bir kuvvetle savaşa çıkması müslüman savaşçılar üzerinde son derece büyük bir etki uyandırdı. Hatta içlerinden bazıları işi kibir noktasına kadar götürerek böyle büyük bir ordunun asla yenilemeyeceğini düşündüler. Bunu Rasûlüllah'a açıkça söyleyenler bile oldu. Rasûl aleyhisselam bu sözlerden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ordu ne kadar büyük ve kuvvetli olursa olsun, gurur ve ihmal yüzünden darma dağın olabilirdi. Müslümanları şimdiye kadar zafere ulaştıran sayıları ve kuvvetleri değil, Allah'a olan imanları ve Allah'ın yardımı idi. Bunu unutmak, kulluk bilincinin zedelenmesine ve her zaman felâketlere neden olmuştu.

Mâlik bin Avf, ordusuyla Huneyn'e daha önce gelmişti. Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Tihame bölgesinde birçok inişli çıkışlı, dar geçitleri ve gizli yolları olan geniş bir vâdidir. Mâlik, vadinin doğal durumundan yararlanarak ordusunu pusuya yatırdı.

Rasûlüllah Huneyn civarına gelince bir yoklama yaparak İslâm ordusuna savaş düzeni aldırdı. Öğütler vererek çarpışmaya teşvik etti; sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek dayanırlarsa zafere ulaşacaklarını müjdeledi.

İslâm ordusunun öncü süvârî birliğinin kumandanı Halid b. Velid idi. Ordu Huneyn vadisine doğru hareket etti. Halid b. Velid gururlu bir şekilde, düşmanın pusu kurması ihtimalini hiç hesaplamaksızın düşmanın işgal ettiği tahmin edilen yere doğru ilerledi. Fakat hiç ummadıkları bir anda müthiş bir saldırıya uğradılar. Askerler ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu ani ve amansız saldırı, Halid b. Velid'in komuta ettiği Süleymoğulları atlıları arasında büyük bir bozguna yol açtı. Geriye dönüp hızla kaçmaya başladılar. Korku ve panik bir anda asıl ordu içinde de yayıldı. Ordu şaşkın bir vaziyette kaçışmaya başladı.

Yirmi yıldır çetin mücadelelerle elde edilen parlak sonuç, şimdi, bu sabahın alaca karanlığında bir anda sönüp gidecek miydi? Hayır. Allah, Rasûlünü bırakmaz, dünya yine şirkin karanlığına dönemez, tevhid dini sönmezdi. Ufuktan güneş doğmadan, sabahın alaca karanlığında, İslâm'ın güneşi batamazdı. Yalnız Allah'ın emir buyurduğu üzere sabretmek, dayanmak gerekiyordu.

Rasûlüllah da öyle yaptı. Yanında sadece Hz. Ali, Hz. Abbas, amcası Haris'in oğlu, Ebu Süfyan ve iki oğlu (ki birisi ilk anda şehid olmuştur) Fazl ibn Abbas, Eymen ibn Ubeyd (Rasûlüllah'ın azadlısı Ümmü Eymen'in oğlu) ve Üsame İbn Zeyd'den oluşan sekiz kişi kalmıştı. Buna rağmen büyük bir kahramanlık ve dayanaklılık örneği göstererek yanında kalan bir avuç müslümanla birlikte savaşa koyuldu. Hz. Abbas, Rasûlüllah (s.a.s)'e bir zarar gelmemesi için atının dizgininden tutmuş, çevrelerini saran düşmanı yarmaya çalışıyordu.

Bu arada, bazı Mekkeliler müslümanların dağılışını görünce, sevinç duygularını gizlemeye bile gerek görmeden kalblerinde bulunanı dile getiriyorlardı. Çantasında taşıdığı fal oklarıyla savaşa gelen Ebu Süfyan b. Harb, "artık onların bu bozgunları denize varıncaya kadar sürer. Andolsun ki Havazinliler onları yener" derken, Safvan b. Ümeyye'nin sözde müslüman olan kardeşi Kelede, "Muhammed ile ashabının bozguna uğradıklarım müjdelerim; artık bugün sihir bozuldu" diyordu. Uhud'da öldürülen Kureyş'in sancaktarı Osman ibn Ebi Talha'nın oğlu Şeybe ise, "Bugün Muhammed'den intikam alıyorum" diye bağırıyor, fırsattan istifade ederek Rasûl aleyhisselâmı öldürmenin yollarım arıyordu.

Savaşın kargaşası içinde Rasûlüllah vadinin sağ tarafına doğru çekildi. Câbir'den yapılan bir rivâyete göre Rasûlüllah (s.a.s) kaçışan müslümanlara, "Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben Rasûlüllahım, Ben Muhammed b. Abdullah'ım" diye sesleniyordu. Fakat develer birbirine giriyor, insanlar alabildiğine kaçışıyordu. Bunun üzerine Rasûl aleyhisselâm yanındaki Hz. Abbas'tan müslümanları çağırmasını istedi. Hz. Abbas yüksek sesle "Ey Akabe'de biat eden Ensar, gelin! Ey Rıdvan ağacı altında bey'at edip söz veren Muhacirler, dönün! Muhammed buradadır! Nereye gidiyorsunuz?" diye bağırmaya başladı. Bu çağrıyı duyanlar "lebbeyk" diyerek koşup Rasûlüllah'ın çevresinde toplanmaya başladılar.

Rasûlüllah (s.a.s), çevresinde toplanan müslümanları muntazam bir birlik haline getirerek düşmana karşı saldırıya geçti. Çarpışmanın olağanüstü bir şiddet kazandığı sırada "İşte ocak şimdi kızıştı" buyuran Rasûlüllah, yerden bir avuç toprak alıp düşmanların üzerine fırlattı.

Çarpışma şiddetle sürerken Hz. Ali büyük bir fedâkarlık ve teslimiyet örneği göstererek Havazin kabilesinin sancaktarını öldürmeye muvaffak oldu. Bu olay müslümanların savaş güç ve isteklerini bir kat daha artırdı. Savaş öylesine şiddet kazanmıştı ki, düşman bu kesin taarruza karşı koyamayarak hezimete uğradı ve kaçmaya başladı.

Allah'ın yardımı bir kere daha yetişmişti. Allah müslümanları sınamış, bir anlık gafletlerinin sonucunu onlara acı bir şekilde göstermişti. Bu savaştan sonra nazil olan bir âyette bu durum şöyle dile getirilmektedir: "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).

Rasûlüllah (s.a.s) düşmanın kaçmaya başladığını görür görmez derhal takip edilmesini emir buyurdu. Düşman gayet şiddetli bir şekilde takip edilmeyle başlandı. Havazin kabilesi reisi Mâlik bin Avf yanında az bir kuvvet olduğu halde yüksek bir tepe üzerinden ordusunun geri çekilmesini himaye etmeye çalıştı. Fakat ordu ile birlikte getirdiği kadın ve çocukları savunma başarısını gösteremedi.

Bu savaşta müslümanlar düşmandan çok sayıda esir ve ganimet elde ettiler. Savaşta öldürülmüş olanların miktarı sayıldığında İslâm ordusunun beş şehid, düşman ordusunun ise yetmiş kayıp verdiği anlaşıldı.

Düşman ordusu dağınık biçimde ve değişik yönlerde geri çekildiği için birçok kollara ayrıldı. Bir kısmı Mâlik bin Avf komutasında oldukları halde Mekke-Taif yolunu izleyerek Taif kalesine, bir kısmı Batn-ı Nahle'ye, bir kısmı da Evtâs taraflarına gittiler.

Rasûlüllah Evtâs yönünde kaçanları izlemek üzere bir birlik görevlendirdi. Bu birlik düşmana Mekke'nin kuzey doğusunda bulunan Evtâs'a vardı. Aralarında son derece kanlı bir savaş oldu. Hatta savaş sırasında müslüman birliğin komutanı Ebu Amr şehid oldu. Fakat onun yerine geçen kardeşi Ebu Mûsâ el-Eş'arî düşman kesin bir yenilgiye uğrattı.

Rasûlüllah (s.a.s) bu zaferden son derece büyük bir memnunluk duydu. Elde edilen ganimeti münasib bir zamanda müslüman savaşçılar arasında taksim etmek üzere bir sahabenin muhafazasına bırakan Taif` kalesine sığınan düşmanı takiben Taif'e doğru hareket etti. Huneyn savaşıyla Arap yarımadasının Şirkten temizlenmesi ve tevhidin hakim kılınması yolunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu .

OnuR 13-03-2007 11:17

TEBÜK SEFERİ

Hz. Peygamber'in Hicretin dokuzuncu yılında, Şam'da toplanan kırkbin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine'den Tebük'e kadar sevkettiği en son ve en güçlü askerî hareket.

Tebük arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam'ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu techiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır.

Seferin nedeni: Bizans İmparatoru Heraklius'a bir mektup yazan Suriye'li hristiyanlar, Muhammed'in öldüğünü, müslümanların da kıtlık ve yokluk içinde perişan olduklarını, üzerlerine asker gönderilirse, onları kendi dinine katmanın tam zamanı bulunduğunu bildirdiler (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VI, 191). Bunun üzerine Heraklius silahlandırdığı kırk bin kişilik askeri bir gücü Kubad'ın komutası altında yola çıkardı. Cüzam, Lahm, Gassân ve Âmile adını taşıyan arap kabilelerinin de Rumlarla birlikte hareket edecek!eri haberi Medine'ye ulaştı. Zaten Allah'ın elçisi kuzey sınırından güvende değildi. Böyle bir askerî harekât hazırlığını öğrenince genel seferberlik ilân etti. Allah'ın Resulu diğer gazvelerde genellikle seferin nereye olacağını gizli tutarken bu defa Bizans ordusuna karşı bir sefer düzenleneceğini açıklamıştı. Çünkü gidilecek yer uzak, havalar sıcak ve kurak, düşman güçlü idi. Ordunun buna göre hazırlık yapması gerekiyordu. Mekke'den ve diğer arap kabilelerinden asker toplamak için de görevliler çıkarılmıştı.

Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur'an-ı Kerim'de "Sâatü'l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur'an dilinden alınarak "Gazvetü'l usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Bu sefere katılan orduya da "Ceyşü'l-usre (Güçlük ordusu)" denilmiştir (bk. et-Tevbe, 9/117; ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc ve Şerh, Kamil Miras, 6. Baskı, Ankara 1983, X, 408, 409; İbn İshak, İbn Hişam, es-Sîre, IV, 161; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 75; Vâkıdî, Meğâzî, III, 991).

Hz. Peygamber savaş için hazırlık yapılmasını emrettiği zaman mevsimin olumsuzlukları, ürünün hasat zamanı oluşu ve insanların yazın sıcağında ağaç gölgesinde oturmayı sevmesi yüzünden, böyle sıkıntılı bir yolculuğa isteksizlik vardı. Ashab-ı kiramın ağır davranması dikkati çekmişti. Bu yüzden Allah'u Teâlâ müminleri şöyle uyardı:

"Ey iman edenler! Size ne oluyor da: Allah yolunda cihata çıkın, denildiğinde, bazılarınız ağırdan alarak, bulunduğunuz yerden kımıldamak istemiyorsunuz? Yoksa siz ahireti bırakıp, sadeœ dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçici zevki ahiret saadeti yanında pek az ve değersizdir" (et-Tevbe, 9/3. Devamı ayetlerde, eğer bu cihata çıkmazlarsa can yakıcı bir azapla karşılaşacakları, bunun zararının Allah'a değil kendilerine olacağı, Allah'ın Resulune yardım etmeseler bile, Allah'ın O'na yardım edeceğini, nitekim Mekke'den hicret ederken de Resulullah'a yardım edildiği, mağarada da o, arkadaşına; "üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyordu, böylece Allah'ın Resulune emniyet ve güven verdiği, şimdi de aynı yardımı yapabileceğini bildirdi (et-Tevbe, 9/39, 40).

İslâm toplumu şu ayetle topluca cihata çağrıldı: "Ey müminler! Güçlünüz zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihat edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır" (et-Tevbe, 9/41).

OnuR 13-03-2007 11:18

SAHABENİN ORDUYA YARDIMLARI:

Hz. Peygamber her gün minberine oturur ve "Allahım! Sen şu bir avuç İslâm toplumunun yok olmasına fırsat verirsen, artık yeryüzünde sana ibadet olunmaz" diyerek yalvarır ve müminleri mallarıyla ve canlarıyla cihata teşvik ederdi. Bunun üzerine servet sahibi müminler orduya yardım getirmeye başladılar.

Hz. Ömer bu sefere dörtbin dirhem gümüş para (beş dirhem yaklaşık bir koyun bedeli) getirmiş ve Hz. Peygamber'in "Geride ne bıraktın?" sorusuna "malımın yarısını" diye cevap vermiştir (İbn Esîr, Üsdü'l-Gâbe, III, 326-327; M. Asım Köksal, İslâm Tarihi, 2. baskı, İstanbul, t.y., IX, 156, 157).
Hz. Ebû Bekir de dörtbin dirhem getirince, Allah elçisinin "Aile fertleri için ne bıraktın?" sorusuna; "Onlara Allah ve Resulunü bıraktım" diye cevap verince, bunu işiten Hz. Ömer hayır yarışında Ebû Bekir'i geçemeyeceğini belirterek ağlamıştır (Vakıdî, Meğâzî, III, 991; İbnü'l-Esîr a.g.e., III, 327).

Abdurrahman b. Avf da sekizbin dirhem sermayesinin yarısını getirince Allah elçisi; "Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için ayırdığını da bereketlendirsin" (Vâkîdî, Meğâzî, III, 991; Taberî, Tefsir, X, 197) diye dua etmiştir.

Hz. Osman ise ordunun techizinde en büyük yardımı yapmıştı. O, üçyüz deve, yüz at bağışlamış, ayrıca bin altın lirayı Resulullah'ın kucağına dökünce, Allah elçisi; "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de razı ol” diye dua etmiş ve Osman'ın bundan sonra olmuş olacak şeylerden bir sorumluluğunun bulunmayacağını bildirmiştir (bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 75; Vâkıdî, a.g.e., III, 991; İbn Ishak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 161). Ayrıca Hz. Osman'ın birer altın sarfı ile onbin askeri techiz ettiği, su içtikleri kapların ağız bağlarına ve askı iplerine kadar sağlanmadık ihtiyaçlarının bırakmadığı nakledilmiştir. (Vâkıdî, Megâzî, III, 991; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşraf, 1, 368).

Malî durumu zayıf olanlar da ellerinden gelen yardımı yapıyorlardı. Hz. Peygamber; "Kim bugün bir sadaka verirse sadakası kıyamet günü Allah katında onun lehine şahitlikte bulunacaktır" buyurunca, bir adam başına sardığı sarığı vermiş, siyah, hor görünüşlü bir yoksul da çok güzel bir deveyi bağışlayıp gitmişti. Ebû Ukayl iki ölçek hurma karşılığında sabaha kadar su çekmiş, bir ölçeğini ev ihtiyacı için ayırmış, bir ölçeğini de orduya bağışlamıştı. Hz. Peygamber onun için de hayır ve bereketle dua etti (Taberî, Tefsir, X, 194, 195).
Başka bir yoksul Ulbe b. Zeyd ise malı, mülkü, biniti olmadığı için cihata hiçbir katkısı olamayışından çok üzgündü. Gece namazından sonra Allah'a niyazda bulundu, imkânlarının olmayışından yakındı. Ertesi gün sıkılarak, alay edilmeyi göze alarak çok az bir meta'ı Hz. Peygamber'e getirdi. Bu da sadakalara karıştırıldı. Ertesi gün Hz. Peygamber az bir sadaka veren bu yoksulu davet etti ve şöyle buyurdu: "Muhammed'in varlığı, kudreti elinde bulunan Allah 'a yemin ederim ki, sen sadakası kabul olunanların Divan'ına yazıldın" (İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd, Mısır 1390/1970, III, 4; Vâkıdî, a.g.e., III, 994; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 500).

Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmuyorlardı. Ümmü Sinan el-Eslemiyye şöyle anlatır: "Hz. Âîşe'nin evinde Resulullah (s.a.s)'ın önüne serilmiş bir örtü gördüm ki üzerinde bilezikler, bazubentler, halhallar, yüzükler, küpeler, develerin ayaklarını bağlayacak bir takım kayışlarla, kadınlar tarafından gönderilen ve savaşta işe yarayabilecek bir takım şeyler bulunuyordu" (Vâkıdî, Meğâzî, III, 991, 992).

Tebük Seferi ve Münafıklar:

Münafıklar müminleri başarıya götürebilecek her önemli işte olduğu gibi gerek Tebük gazvesi hazırlıkları ve gerekse yolculuk sırasında bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar.

Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selül; "Muhammed Roma devletini oyuncak mı sanıyor? Onun ashabıyla birlikte yakalanıp esir olacaklarını gözümle görmüş gibi biliyorum" diyerek halka korku ve ümitsizlik vermeye çalışıyordu (Ahmet Cevdet Paşa, Peygamberlerin Kıssaları ve Halifelerin Tarihleri, İstanbul 1977, I, 206).

Münafıklardan bir topluluk hiçbir özürleri olmadığı halde Tebük seferine katılmamak için Hz. Peygamber'den izin istediler. Allah'ın Resulu seksenden fazla münafığa izin verdi. Kimi münafıklar da ganimet almak için Tebük ordusuna katılmış ve gittikleri yerlerde bozgunculuk yapmaktan geri durmamışlardır (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, 160 vd.; Taberî, Tarih, III, 142 vd.; Vâkıdî, Megâzî, III, 995; et-Tevbe, 9/66).

Orduya özürsüz katılmayan münafıklarla ilgili çeşitli ayetler indi. Bazıları şunlardır: "Onlardan bazısı peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdir. Şüphesiz cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır" (et-Tevbe, 9/49). "Cihatdan geri kalanlar, Allah'ın Resulune muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat etmeyi hoş görmediler. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın " dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır". Keşke bilseydiler. Yaptıklarının cezası olarak, artık az gülsünler çok ağlasınlar" (et-Tevbe, 9/81, 82; ayrıca bk. 9/42-48, 63-64, 79, 83, 86, 87, 90, 93-96).

YAHUDI SÜVEYLIM 'IN EVININ YAKILMASI:

Münafıklardan bazı kişilerin Yahudi Süheylim'in Casum mevkiindeki evinde toplanıp, Tebük gazasına çıkacak halkı Hz. Peygamber'in etrafından dağıtmak üzere toplandıkları haber alındı.

Bunun üzerine Allah elçisi Talha b. Ubeydullah'ı (ö. 36/656) bazı sahabelerle birlikte onlara gönderip Süveylim'in evini ateşe vererek üzerlerine yıkmasını emretti. Emir yerine getirildi. Dahhâk b. Halîfe evin damından atlayınca ayağı kırıldı. İbn Übeyrık ve arkadaşları ise damdan atlayıp kaçtılar (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 160; Diyarbekri, Hâmis, II, 124).

İHMALCILIK YÜZÜNDEN SEFERE KATILMAYAN MÜSLÜMANLAR:

Mümin oldukları halde ihmalcilik yüzünden sefere katılamayanlar da olmuştu. Bunlar: Kâ'b b. Mâlik, Mirâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye (r. anhüm) idi.

Kâ'b b. Mâlik; Akabe'de Hz. Peygamber'e bey'at etmiş, Bedir dışında tüm gazalara katılmıştı. Tebük seferine katılmak için her türlü imkâna sahip olduğu halde sırf ihmalciliği nedeniyle bu gazaya katılamadığını şöyle belirtmiştir: "Hz. Peygamber bu gaza için hazırlanmaya başladılar. Ben de onlarla birlikte yol hazırlığını görmek üzere sabahleyin evden çıkıp dolaşır, hiç bir iş görmeden akşam üzeri döner, gelirdim. Kendi kendime; hazırlanmak için çok vaktim var, derdim. Bu ihmalcilik bende sürdü gitti. Sonunda Resulullah ve ashabı birden yola çıkıverdiler" (Vâkıdî, Meğazî, III, 997, 998).

Diğer iki sahabe de benzer ihmal içinde olup gecikmişler ve sefere katılmamışlardı. Ancak daha sonra bu üç sahabe ruhen çok daraldı ve dünya kendilerine dar geldi. Onların bu sıkıntısı Kur'an-ı Kerîm'de şöyle açıklanır: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki, Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118).

ÖZÜR NEDENIYLE SEFERE KATILAMAYANLARIN ECRE ORTAK OLUŞU

Ashab-ı kiramdan meşrû özürleri yüzünden Tebük gazvesine katılamayanların, katılan askerlerin kazandığı tüm ecre ortak oldukları hadis-i şerifle sabittir.

Enes b. Mâlik (r.a)'den rivayete göre Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında şöyle buyurmuştur: "Medine'de bir topluluk kalmıştır ki, biz bir dağ yolunda, bir vadide her yürüyüşümüzde, onlar da bizimle birliktedirler. Ashap: Yâ Resulullah, onlar nasıl bizimle birlikte olur?" diye sorunca da; "Onları burada bulunmaktan (hastalık, gücü yetmemek gibi) meşrû özürleri menetmiştir" (Buhârî, Cihâd, 140, Temennî, 9, Menâkıbu'l-Ensâr, 1, 3, Megâzî, 56; Müslim, Zekât, 133, 136136; Tirmizî, Menâkıb, 65; Kâmil Miras, Tecrid-i Sarîh, VIII, 299, 300)

OnuR 13-03-2007 11:18

TEBÜK'E BÜYÜK YOLCULUĞA İMKÂN BULAMAYANLARIN AĞLAYIŞI

Varlıklı sahabelerin yardımı ile ihtiyaçlı gaziler techiz ediliyor, fakat sayı çok fazla olduğu için bu yardım da yetişmiyordu. İslâm tarihinde "ağlayanlar" diye anılan yedi kişi Resulullah (s.a.s)'a gelerek, bu gazveye katılmak istediklerini, fakat binit ve yiyeceklerinin bulunmadığını bildirdiler. Hz. Peygamber'in kendilerine binit kalmadığını söylemesi üzerine bu yedi kahraman ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bunlar Salim b. Umeyr, Ulbe b. Zeyd, Ebû Leylâ el-Mâzinî, Seleme b. Sahr, Irbâd b. Sâriye; bir rivâyete Abdullah b. Muğaffel ve Ma'kıl b. Yesâr veya Amr b. Gunme (r. anhüm)'dür. Onların bu hali Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilir: "Cihada çıkabilmek için binek vermen için sana geldikleri vakit: "Size verecek bir binit bulamıyorum" dediğinde, savaş araç ve gereçleri bulamadıklarını üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de bir sorumluluk yoktur" (et-Tevbe, 9/92).

Bunun üzerine bu yedi mücahidden ikisine İbn Yamin, ikisine Hz. Abbas b. Abdilmuttalib, üçüne de Hz. Osman binit sağlamıştır (İbn İshak, İbn Elisâm, Sîre, IV, 161, 162; Vâkıdî, Megâzi, III, 994; Taberî, Tarih, III, 143).

TEBÜK YOLCULUĞUNUN BAŞLAMASI

Hz. Peygamber (s.a.s) Tebük gazasını Medîne'den Hicretin 9. yılı Recep ayında perşembe günü çıkmıştı. Çünkü O, cihada perşembe günü çıkmayı severdi. Bu, Resulullah (s.a.s)'ın sonuncu gazası oldu.

Medine'de vekil bırakılan Hz. Ali için münafıkların "Muhammed, Ali'yi onda görüp hoşlanmadığı bir şey için geri bırakmıştır" gibi dedikodular yapması üzerine, Hz. Ali silahlanıp Cürf mevkiinde Hz. Peygamber'e yetişti. Resulullah'ın geliş nedenini sorması üzerine hakkındaki dedikodudan söz etti. Hz. Peygamber; "Onlar yalan söylemişlerdir. Ben seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Hemen geri dön, gerek benim ev halkım ve gerekse senin ev halkın içinde vekilim ol. Sen bana göre, Musa'ya göre Harun'un durumunda olmak istemez misin? Ancak benden sonra Peygamber gelmeyecektir" dedi. Hz. Ali; "Ey Allah'ın elçisi öyledir" diye cevap verdi ve Medîne'ye geri döndü" (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 163, İbn Sa'd, Tabakât, III, 24 25, Taberî, Tarih, III, 144, İbnü'lEsîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 278).

Hz. Peygamber'in komutasındaki onbin kişilik İslâm ordusu Medine'den Tebük'e kadar onsekiz yerde konakladı, ondokuzuncu konaklama yeri Tebük oldu. Bu konaklama yerlerinde namaz kılınan yerler günümüzde de adlarıyla mescit olarak bilinmektedir. Zülhuşub, Feyfâ, Zülmerve, Rak'a ve Vâdilkurâ mescidleri gibi .

Yolculuk sırasında ve konaklama yerlerinde pek çok ibretli ve hikmetli olaylar vuku buldu. Allah'ın elçisi yol boyunca öğütlerini sürdürdü. Bunlardan bazıları şunlardır:

1) Sekizinci konaklama yeri olan Hicr'da olanlar:

Hicr, Semûd kavminin yaşayıp helâk olduğu yerdir. Salih Peygambere isyan eden bu topluluğu Yüce Allah korkunç bir haykırışla helâk etmişti (bk. el-A'râf, 7/73-9; el-Hicr, 15/80-84; eş-Şuarâ, 26/141-159; Hûd, 11/61-68; en-Neml, 27/45-53). Hz. Peygamber bu kavmin mucizeleri gördükleri halde peygamberlerine karşı gelmelerini açıkladı ve bu yerden hızlı geçilmesini emir buyurdu.

Hicr kuyularından alınan suları döktürdü ve bununla hazırlanan ekmek hamurlarının develere yedirilmesini emir buyurdu (Vâkıdî, Megâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, II, 9: Asım Köksal, a.g.e., IX, 185 vd.). Böyle hüzünlü bir beldeye neş'eyle girilmesini, Hıcr'da oturan halkla temas etmemelerini emir buyurdu (Vâkıdî, Meğâzî, III, 1008; Ahmed b. Hanbel, V, 231).

Allah elçisi, Hicr'da gece şiddetli kasırganın kopacağını, bu yüzden kimsenin yanında arkadaşı olmaksızın dışarı çıkmamasını ve develerin dizlerinin bağlanmasını bildirdi. Kasırga çıktı ve uyarıya uymayan iki kişiden birisi nefes darlığına uğradı, diğerini fırtına sürükledi.

Mücahitler Hicr'da sabahlayınca şiddetli susuzlukla karşılaştılar. Allah elçisi özellikle Hz. Ebû Bekir'in yağmur duası yapmasını istemesi üzerine, ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Daha ellerini indirmeden yağmur yağmaya başlamıştı (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 165; Taberî, Tefsîr, XI, 55; Tarih, III, 144). Bunun üzerine daha önce; "Muhammed hak peygamber olsaydı, Musa peygamber'in Allah'tan yağmur istediği ve yağdırdığı gibi, O da yağmur ister ve yağdırırdı" diyerek dedikodu yapan münâfıklar seslerini kesmişlerdi.

Hz. Peygamber'in devesi "Kasvâ"ın kaybolması

Bir konaklama yerinde Resulullah (s.a.s)'in devesi Kasvâ kaybolmuş ve aramalara rağmen bulunamamıştı. Benî Kaynuka Yahudilerinden müslüman olan Zeyd b. Lusayt adlı münafık; "Kendisinin peygamber olduğunu söyleyen ve size göklerden haberler veren Muhammed bugün kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor" diyerek müminlerin kalbine şüphe sokmaya çalışıyordu. Bunu haber alan Resulullah (s.a.s), Cebrail (a.s) haber vermesi üzerine devenin bulunduğu yeri ve ipinin bir dala takılı bulunduğunu bildirdi ve "Allah'a yemin olsun ki, gerçekten ben, bir şeyi Allah bana bildirmedikçe bilemem" buyurdu. Gerçekten o yana giden sahabiler deveyi bulup getirdiler (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 166, 167; Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).

Zeyd b. Lusayt bu olaydan sonra, ertesi sabah kalbindeki Hz. Muhammed'in peygamberliği konusundaki şüphelerinin yok olduğunu söylemiştir (Vâkıdî, Megâzî, III, 1010). Bazıları onun tövbe ettiğini söylerken Hârice b. Zeyd gibi bazı sahabiler de onun tövbe ettiğini kabul etmemişlerdir (İbn İshak, İbn Hişâm, IV, 167;Vâkıdî, a.g.e., III, 1010).

OnuR 13-03-2007 11:18

Abdurrahman b. Avf'ın imam oluşu

Hicr'le Tebük arasında bir konaklama yerinde tan yeri ağardıktan sonra Allah elçisi ihtiyacını gidermek için uzak bir yere gitmişti. Cemaat güneşin doğmasından korkarak Abdurrahman b. Avf (r.a)'ı öne geçirdiler. Hz. Peygamber abdest alıp dönünce Abdurrahman rukû'da idi. Cemaat Resulullah'ın geldiğini anlayınca neredeyse namazı bozacaklardı. Abdurrahman da imamlıktan çekilmek istedi. Fakat Resulullah (s.a.s)'in işareti ile namaza devam etti. Allah elçisi bir rekâtı imamla, bir rekâtı da selãmdan sonra ayağa kalkarak tek başına kıldı. Namaz bitince de; "Güzel yaptınız" buyurdu (Ahmed b. Hanbel, IV, 247; Vâkıdî, Megâzî, III, 1011).

Abdestte tek yıkama ve mestlere meshetme:

Avf b. Mâlik'ten rivayete göre, Hz. Peygamber Tebük seferi sırasında yolcular için mestler üzerine üç gün üç gece, mukîm olanlar için bir gün bir gece süreyle meshedilmesini emir buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 27). Hz. Ömer'in bildirdiğine göre abdest alınırken abdest azaları birer defa yıkanmakla yetinilmiştir (Ahmed b. Hanbel, 1, 23).

Vaktinde kılınamayıp kaza edilen sabah namazı:

Yolculukta Allah elçisi uykuda iken kaldırılmamış ve sabah namazı vakti çıkıp güneş bir mızrak boyu yükselmişti. Resulullah (a.s) Bilâl'e: "Ben sana bu gece bizi bekle ve sabah olunca uyandır" demedim mi?" buyurdu. Bilâl: "Seni uyutan beni de uyuttu" dedi. Hz. Peygamber o yerden kalkıp biraz gittikten sonra, önce sünneti sonra da farzı kaza etti (Vâkıdî, Megâzî, III, 1015, 1016).

Hz. Peygamber'in Tebük'te ashabı ile istişare etmesi:

Tebük'e geldikten sonra Şam üzerine yürünüp yürünmemesi konusunda Allah elçisi ashabı ile istişare etti. Hz. Ömer: "Eğer gitmekle emrolundun ise git" dedi. Hz. Peygamber: "Eğer bu konuda Allah tarafından emrolunmuş bulunsaydım, size danışmazdım" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Allah'ın Resulu orada Rumlar çok fazladır, müslümanlardan tek kişi bile yoktur, senin bu derece yakına gelmen onları korkutmuştur. Uygun bulursanız bu yıl buradan geri dönülsün veya yüce Allah bu konudaki buyruğunu bildirir" Bunun üzerine Hz. Peygamber Tebük'ten ileri geçmedi (İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre; IV, 170; İbn Sa'd, Tabakâl, II, 166; Vâkidî, a.g.e., III, 1019).

Diğer peygamberlere verilmeyip yalnız Hz. Muhammed'e s.a.v verilen beş haslet:

Hz. Peygamber Tebük'te gece namazını (teheccud) çadırının önünde kıldığı bir gece, yanına gelen sahabilerle sohbet ederken şöyle buyurmuştur: "Benden önceki peygamberlerden hiç birisine verilmeyen şu beş şey bana verilmişti:

a- Önceki peygamberler yalnız bir kavme gönderilmişken, ben bütün insanlara gönderildim.

b- Yeryüzü bana mescit ve temizlik aracı kılındı. Bu yüzden namaz vakti nerede olursa teyemmüm edip namazımı kılarım. Önceki ümmetler ise ibadetlerini ancak Kilise ve Havralarda yapabilirdi.

c- Savaş ganimetleri bana helal kılındı. Halbuki önceki peygamberlere helâl kılınmamıştı.
d- Bana şefaat makamı verildi.

e- Ben bir aylık uzak yerdeki düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum" (bk. Buhârî, Teyemmüm, 1, Salât, 56; Müslim, Mesâcid, 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Mevâkît, 119, Siyer, 5; Nesâî, Cusl, 26; İbn Mâce, Tahâre, 90; Dârimî, Salât, 111, Siyer, 28; Ahmed b. Hanbel, I, 250, 301, II, 222, 240, 250, 312; Vâkıdî, Megâzî, III, 1021 vd .).

Hz. Peygambere ve ümmetine ayrıcalık sağlayan bu niteliklerin Bizans'a karşı yapılan böyle büyük bir harekât sırasında açıklanması şu noktaları akla getirmektedir.

Çevrede en güçlü olarak bilinen Doğu Roma imparatorluğuna karşı durabilecek bir güce sahip olan İslâm topluluğu, yakında bu yöreleri ele geçirecek ve rum diyarı İslâm'a girecek, böylece arap toplumları dışına çıkan İslâm evrensellik özelliğine kavuşacaktır .

İslâm ordusu yolculuk sırasında günlerce çeşitli yer ve mevkilerde, arz üzerinde farz ve nafile namazları kılmış ve böylece ibadetin yalnız mescidlerde yapılabileceği imajı yerine namaza evrensel bir mescid anlayışı kazandırılmıştır. Abdest ve gusülde de su yerine, gerektiğinde teyemmümle yetinmenin uygulamaları yapılmıştır.

Bu gibi askeri hareketlerde zafer sonrası elde edilecek ganimetlerin beşte biri beytülmalin, beşte dördü de gazilerin hakkı olmak üzere meşrû kılınmıştır. Bu da savaşlarda ayrı bir teşvik unsurudur (bk. "Ganimet" mad .).

Çevrede bir aylık uzak yerde bulunan düşman o gün için Doğu Roma İmparatorluğu ve bunların başkanı Heraklius olmalıdır. İmparatorun ve askerlerinin kalbine korku düştüğü için Hicaz'a saldırıp yakıp yıkmak üzere yola çıktıkları halde bu cesareti gösterememişlerdir. Güçlü İslâm ordusunun hazırlıklı, düzenli ve her çeşit savaş rizikosunu göze alarak Tebük'e kadar gelmesi, güç dengesini psikolojik bakımdan Müslümanların lehine çevirmiştir. Böylece düşman için, savaş olmasa bile güç hazırlamayı emreden ayetin hükmü gerçekleşmiştir .

Ayette şöyle buyrulur: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki, bununla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve daha bundan başka sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir, asla haksızlığa uğratılmazsınız" (el-Enfâl, 8/60).

Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Halid b. Velid'i dört yüz atlı ile bir hristiyan topluluk olan Dûmetülcendel'in kralı Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Dûmetülcendel Şam yolu üzerinde Tebük'e yakın, sulu, hurma ve ekinleri bol, büyük bir ticaret merkezi idi. Halid b. Velid az sayıda bir askerle bilmedikleri bir yörede kralı nasıl bulacaklarını sorunca, Allah elçisi onu "yabanî sığır avlarken bulup yakalayacağını" haber verdi.

Gerçekten Halid ve arkadaşları kaleye yaklaştıkları sırada normal kırsal kesimde az rastlanan bir yaban sığırının kale kapısına yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yukarıdan Ükeydir ve ailesi de bu semiz hayvanı görmüşlerdi. Ükeydir silahlanıp birkaç adamı ile birlikte sığırı avlamak üzere kaleden dışarı çıkınca da onu yakaladılar ve elleri bağlı olarak kalenin önüne getirdiler .

Orada Halid'le Ükeydir arasında yapılan anlaşmaya göre, Ükeydir Müslümanlara: İki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad Hz. Peygamber'e kadar götürülüp haklarında Allah elçisi hüküm vermek üzere sulh oldular. Bundan sonra kaleye girilerek belirlenen ganimet malları teslim alındı (bk. Vâkıdî a.g.e., III, 1027, 1034; İbn İshak, İbn Hişam, Sire, IV, 169 vd; İbn Sa'd, Tabakât, II, 62, 166).

OnuR 13-03-2007 11:18

Eyle, Ezruh ve Cerba Melikleri ile Sulh Anlaşması Yapılması

Hz. Peygamber Tebük'te bulunduğu sırada Kızıldeniz'in kuzeyinde ve Akabe körfezinin sonunda deniz sahilindeki Eyle hükümdarı Yuhanna b. Ru'be, gelerek yıllık belirli miktarda cizye vermek üzere kendisi ile sulh anlaşması yaptı. Hz. Peygamber Yuhanna'ya şu ahitnameyi yazılı olarak verdi.

"Bismillahirrahmânirrahîm . Bu, Allah ve Peygamberi Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karadaki gezen, dolaşanları için eman yazısıdır: Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylelilerle birlikte bulunanlar, Allah'ın ve Resulunün himayesindedirler. Onlardan bir kötülük işleyeni yanındaki malı koruyamayacak, bu mal, alana da helâl olacaktır. Denizde, karada herkes dilediği tarafa yolculuk yapma hakkına sahiptir” (Ebu Ubeyd, el-Emvâl, Mısır 1388/1968, s. 287 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, VI, 169).

Eyle kralı Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halkı temsilcileri de Tebük'e gelip Hz. Peygamber'le cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Bunlar her yıl Recep ayında saf altından yüz dinar cizye ödemeyi kabul ettiler ve buna karşılık onlara birer emannâme (güven mektubu) verildi. Bu iki topluluk da Eyleliler gibi Yahudi toplumudur (İbn Sa'd, Tabakât, 1, 289 vd; İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, IV, 169; Vâkıdî, Megâzî, III, 1031).

MESCID-I DIRÂR OLAYI:

Hz. Peygamber Tebük'te yirmi gün kadar kaldıktan sonra, ashab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare ederek geri dönmeye karar verdi. Çünkü Bizans ordusu saldırmaya cesaret edememiş ve amaca ulaşılmıştı. O gün için daha fazla ileri gidip kan dökmeye ihtiyaç yoktu. Çünkü Şam yöresini fetih gibi bir amaçla yola çıkılmamıştı. Üstelik Şam yöresinde bulaşıcı bir hastalık (tâun) olduğu da haber alınmıştı. Geri dönüş için yola çıkan ordu Ramazan'ın ilk günlerinde Medîne'ye ulaştı. Hz. Peygamber Tebük'e giderken Medine'ye bir saat uzaklıktaki Ziyevan köyüne geliniğinde münâfıklardan bir heyet gelerek: "Ey Allah'ın Resulu! Biz hastalar ve Kuba mescidine gelemeyenler için özellikle yağmurlu gecelerde namaz kılmak üzere bir mescid bina ettik. Teşrif edip burada namaz kıldırsanız, hayır ve bereketle dua buyursanız" dediler. Hz. Peygamber bunun dönüşte olabileceğini söylemişlerdi. Bunun üzerine Tebük dönüşü bu sözü Allah elçisine hatırlatıp yeni yapılan mescide gelmesini rica ettiler.

Bu mescid Ebû Âmir Fâsık adlı bozguncu münafık ve fasığın teşviki ile münafıklarca Kuba Mescidinin cemaatını bölmek niyetiyle yapılmış ve Hz. Peygamber'e suikast düzenlemek üzere içi silâhla doldurulmuştu. Hz. Peygamber bu mescide gitmeye hazırlanırken Cebrail (a.s) gelerek durumu haber verdi.

Kur'an-ı Kerîm'de bu mescidden şöyle söz edilir:

Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak üzere bir mescid yapanlar; "Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar" (et-Tevbe, 9/107).
"Ey Muhammed! Bu mescidde asla namaz kılma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde (Kuba mescidi) namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah temizlenmek isteyenleri sever" (et-Tevbe, 9/108; bk. 109, 110).

Bunun üzerine Hz. Peygamber ashab-ı kiramdan Mâlik b. Dehsan ile Ma'n b. Adiyy (r. anhümâ)'yi Mescid-i Dırar'ı yıkmak üzere gönderdi. Bu sahabeler mescidi yakıp yıktılar. Böylece kötü amaç için bina edilen bir mescid ortadan kaldırılmış oldu (bk. İbn İshak, İbn Hişâm, Sîre, III, 71; İbn Sa'd, Tabakât, III, 540 vd; İbn Kesîr, Muhtasar Tefsîr, II, 169; Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarih, X, 422).

Özürsüz cihada katılmayan üç kişinin çilesi:

Resulullah (s.a.s) Tebük'ten dönüşte Medîne'ye girişte doğrudan Mescidi Nebevî'ye girip iki rekat namaz kıldı. Çünkü seferden dönüşte bu, Resulullah (s.a.s)'ın âdeti idi. Sonra mescitte oturdu. Tebük gazvesine katılamayıp Medine'de kalanlar tek tek gelip özürlerini yeminle teyit ettiler. Hz. Peygamber dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul edip, iç yüzlerini Allah'a havale etti ve haklarında istiğfarda bulundu. Bunların sayısı seksen kadar idi.

Ancak Kâ'b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye meşrû bir özürleri bulunmadığı halde cihada katılmamışlardı. Hz. Peygamber'in huzuruna girince mazeret uydurma yoluna gitmeden doğruyu söylediler.

Resulullah (s.a.s) halkı bu üç sahabe ile görüşüp konuşmaktan menetti. Üçü de bir köşeye çekilerek elli gün süreyle yalnızlığa itildiler. Dünya başlarına zindan oldu. Kırk gün geçince Hz. Peygamber bunlara Hüzeyme b. Sâbit (r.a)'i göndererek kadınlarından da ayrı durmalarını bildirdi. Böylece eşlerinin cihaddan geri kalan bu sahabelere hizmeti de men edilmiş oluyordu. Yalnız Hilâl b. Ümeyye'nin eşi Allah elçisine gelerek; "Hilâl yaşlıdır, hizmetçisi de yoktur. Yalnız mutfak işlerine yardımcı olsam" diye izin istedi. Kendisine yalnız ev hizmeti için izin verildi.


Elli gün tamamlanınca bu üç sahabenin mağfiret edildiğini bildirilen ayet indi. Bunu müjdeleyen sahabeye, Ka'b b. Mâlik sevincinden bir kat elbise giydirmişti. Mescide geldiklerinde Allah'ın Resulu Ka'b b. Mâlik'e şöyle buyurdu: "Annen seni doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısını sana müjdeliyorum". Ka'b; "Bu müjde tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" diye sorunca, Hz. Peygamber; "Doğrudan Yüce Allah tarafından" buyurdu. Bunun üzerine Ka'b, bütün servetini Allah yolunda tasadduk etmek istediğini bildirdi. Hz. Peygamber, bir bölümünü kendisine ayırmasının daha hayırlı olacağını söyledi (Kâmil Miras, Tecrîd, X, 424 vd, Hadis No: 1659; İbn Kesîr, a.g.e., II, 175 vd.).

Allah Teâlâ bu üç sahabenin halini ve affedilmelerini şöyle bildirir: "Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tövbesini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları son derece sıkıldığı, Allah 'tan başka bir sığınak olmadığını anladıkları zaman tövbe etsinler diye, Allah onları bağışlamıştı. Şüphesiz ki Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır" (et-Tevbe, 9/118).

Ka'b b. Mâlik ve arkadaşları bu ilâhî iltifata, doğru sözlülükleri ve samimi davranmaları sayesinde kavuştular. Ka'b bu olay üzerine, artık ömrü boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğine dair Allah elçisine söz verdi. Diğer münâfıklar uydurdukları yalan mazeretler yüzünden helâk olurken onlar selâmete çıktılar.

OnuR 13-03-2007 11:19

HZ. ÖMER'İN HALİFE TAYİN EDİLMESİ

Hz. Ömer (r.a.)'in hilafete gelmesinde, islam cemiyetinde yeni bir tayin veya seçim tarzı görüyoruz. Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın halifeliği olayında, ortada birkaç aday vardı ve sonunda Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçildi. Bu bir nevi seçim idi. Hz. Ömer (r.a.) için ise tayin mevzubahistir. Kesin olarak tayin edilmiştir ve iktidara nasıl geldiğinin detaylarım biraz sonra belirteceğiz.

İlk müslümanların ne kadar büyük insanlar olduklarına dair bir hadis-i şerif vardır. Hasta olarak yatan ve öleceğini bilen Hz. Ebu Bekir (r.a.), katibini çağırır, bu katip de Hz. Osman (r.a.)'dır. Hz.Ebu Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)'a «Benim söyleyeceklerimi yaz» diyor ve başlamak için besmele, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e salavatlar yazdırmaya başlıyor. Devam ediyor: «Allah'ın kulu olan Ebu Bekir bu dünyadaki son dakikada ve diğer dünyaya intikal edeceği ilk dakikada sizden, asağıdaki hususları istiyor». Bu dünyadaki son dakika ile diğer dünyaya intikal olan ilk dakika, öyle bir andır ki kafirler bile inanır, en kötü insan bile tevbe eder.» Hz. Ebu Bekir (r.a.), bu ifadelerle bu anda yalan söyleyemeyecegini ifade etmek istiyor. Ondan sonra yazdırmaya devamla, «Ben sizin su sahsa biat etmenizi istiyorum...» diyor ve şahsın ismini söyleyemeden bayılıyor. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bayıldığı için, Hz. Osman (r. a.) cümleyi tamamlayamıyor. Sonra Hz. Osman (r.a.) cümleyi kendiliğinden tamamlıyor ve boş bırakılan yere «Ömer» adını yazıyor. Birkaç dakika sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) ayılıyor. Muhtemelen Hz; Osman (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.)'ın vefat ettiğini sanmıştı. Hz. Osman devlet sekreteri olduğu için halifenin vasiyetnamesini tamamlamış ve onu mühürleyip, halka göstermeyi amaçlamıştı. Ve burada Hz. Osman (r.a.)'ın karakterinin büyüklüğünü görüyoruz. Çünkü o kendi adım yazabilirdi. Fakat Hz. Osman (r.a.), başkasının adım yani Hz. Ömer (r.a.)'ın adını yazmıştır.

Hz. Ebu Bekir (r.a.), uyanınca Hz. Osman (r.a.)'a ne yazdığım sorar. Hz. Osman (r.a.) cümleyi okur:

«Ben ölürsem, Hz. Ömer (r.a.)'e biat edin.» Hz. Ebu . Bekir bundan çok mütehassıs olur ve Hz. Osman (r.a.)'a, «Sen halifenin bütün şartlarım haizsin, kendi adını yazabilirdin, fakat Ömer'in adını yazdın, Allah senden razı olsun» der. Sonra Hz. Ebu Bekir (r.a.) vasiyetnameyi tamamlar ve Hz. Osman (r.a.)'a bunu hilafet mührü ile mühürlemesini söyler, vasiyetname, mühürlenir ve kapatılır.

Bundan sonra emniyet müdürünü çağırırlar. Emniyet müdürü geldiğinde, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ona söyle der: «Bu zarfı al, dışarı çık ve müslümanları çağırarak onlara de ki, bu kapalı zarfla, Ebu Bekir'in vasiyetnamesi ve O'nun yerine geçecek olan halifenin adı yazılıdır. Bu adı yazılı olan halifeye biat edin» Filhakika, bu kağıtta kimin adının yazılı olduğunu emniyet müdürü dahi bilmiyordu. Bunu sadece Halifenin sekreteri olan Hz.Osman (r.a.) biliyordu. Ve bu böyle oldu. Yani emniyet müdürü, Halifenin vasiyetini söyleyince, bütün müslümanlar, seçilen fakat ismi bilinmeyen Halifeye biat ettiler. Çünkü onu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçmisti. Ve o müslümanlar dediler ki: «Madem ki bunu Hz. Ebu Bekir (r.a.) seçti, o kim olursa olsun, o bizim halifemiz olacaktır».

OnuR 13-03-2007 11:20

KUDÜS'ÜN FETHİ

KUDÜS KİMLERE AĞLIYOR

Ahmet Miroğlu

Muaz b. Cebel r.a. rivayet ediyor: Allah Rasulü s.a.v. söyle buyurdu:

“Ey Muaz, Allah benden sonra Aris’ten Fırat’a kadar Sam bölgesini size nasib edecek. Oranın erkekleri, kadınları ve dulları kıyamete kadar sınır bekçisidirler (murabit). Herhangi biriniz Sam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kıyamete dek cihad halindedir.”

EY KILIÇTAN DAHA ZALİM MERHAMET!

Hicretin 14. yılı. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in dünyasını değistirmesinin üstünden koskoca dört yıl geçmis. Hz. Ebu Bekir r.a.’ın vefatından sonra ise iki yıl... Hz. Ömer r.a. hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. islâm orduları, Suriye, ırak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebu Süfyan, aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid r.a. komutasında zaferden zafere koşuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk islâm kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yılmış, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor. isterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, şeref ve namusları güvence altına alınıyor. Her şey kurallara bağlı. Hiçbir şey rastgele değil. Yıllar sonra bir hırıstıyan rahip-bilim adamı bu durumu şöyle değerlendirecektir: “Ey kılıçtan daha zalim merhamet!..” Rahip, kendi bakış açısından haklıdır. Gerçekten müslümanların adaleti, şefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin islâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermiştir. Rahip, islâm’ın merhametine hayıflanmasın da ne yapsin?!

KUDÜS YOLUNDA İKİ GARİP YOLCU

İki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sırayla binmek üzere anlaşmışlar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanın hakkını da unutmamışlar. Nöbetleşe bindikten sonra hayvanı bir biniş süresi boş yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakkı var. Allah’ın selamı her birinin üzerine olsun, ibrahim, ismail, ishak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, isa ve elbette Muhammed Mustafa... ve kim bilir adını bildiğimiz, bilmediğimiz daha nice peygamberin gelip geçtiği, hatta defnedildiği Filistin topraklarında ilya’ya, yani Kudüs’e doğru ilerliyorlar.

Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla bu iki yolcudan biri efendi, diğeri köle... Fakat efendinin efendiliği, ona kölenin insanlığını, hayvanın hakkını unutturmuyor. Nihayet şehre hakim yüksek bir tepeye ulaşıyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dağı) adını alıyor ve hâlâ bu adla anılmakta. Binme sırası kölede... itiraz ediyor. “Efendim...” diyor, “ne sen in, ne de ben bineyim. Bir şehre girmek üzereyiz. Orada besili, eğerli atlar, altınla süslenmiş arabalar var. Şehre ben binekte, sense benim bindiğim hayvanın yularını tutmuş vaziyette girecek olursak bizi alaya alır, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düşürür.” Efendi ısrarlı. “Ama sıra senin...” diyor; “sıra benim olsaydı inmezdim. Sıra seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.” Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanın yularından tutuyor. Şehre böyle giriyorlar.

ZULMÜN HAKİMİYETİ BİR ANDIR, ADALETİNKİ KIYAMETE KADAR

Hırıstiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere şam Kapısı’nda toplanmış. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor “Yazıklar olsun size...” diye haykırıyor, “kaldırın başınızı. Allah’tan başkasına secde edilmez.” Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet başkanı yuları tutan kimsedir... Patrik Sophronius bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Misafir devlet başkanı üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için patriğin yanına gidiyor. “Üzülme. Değmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir ağlatır.” diyor. Sophronius “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Tanrı’ya and olsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hakimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hakimiyeti bir andır. Adaletin hakimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.” diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen şahıs, müminlerin emiri, müslümanların ikinci halifesi Hz. Ömer r.a.’dan başkası değildir.

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah r.a. komutasındaki islâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti. islâm ordularının daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdiği eman üzere teslim olacaklardı. Fakat bu işlemi bizzat emirleriyle gerçekleştirmek istiyorlardı. Ebu Ubeyde r.a., “Emir benim. Buyurun şartları görüşelim.” demişti. Sophronius “Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.” diye ısrar etmişti. Bunu haber alan Hz. Ömer r.a., Medine’de yerine Hz. Ali r.a.’i vekil bırakıp yola çıkmıştı. iste şimdi Kudüs’teydi.

Hz. Ömer r.a., patriği teselli ettikten sonra “Ey Ilyalılar, lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” diye başlayan bir konuşma yaptı. Sonra Sophronius, Hz. Ömer r.a.’ı Kıyame Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer r.a., patriğe “nerede namaz kılayım?” diye sordu. Rahip, “olduğun yerde.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer r.a.: “Ömer, Kıyame Kilisesi’nde namaz kılmaz. Sonra pesimden gelecek müslümanlar, Ömer namaz kıldı diyerek burada mescit inşa ederler.” diye karşı çıktı. Bir taş atımı uzaklaştı ve abasını yere sererek namaz kıldı. Hakikaten daha sonra müslümanlar onun namaz kıldığı yere bir mescid inşa ettiler. Bu mescid o günden beri hâlâ ayaktadır ve Mescid-i Ömer adıyla anılmaktadır.

Hz. Ömer r.a. namazını kıldıktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nın yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildiğini gören Hz. Ömer r.a., abasını yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye başladı. Bunu gören müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit inşa ettiler.

Bu olayı tarihçilerimiz (Taberî, Yakubî, Belazurî, ibnü’l-Esir) yaklaşık böyle anlatırlar. Ama biz 1948 Arap-Israil Savaşı komutanlarından, Askeri Komiser Abdullah et-Tell’in Kudüs’te bir Hiristiyan mabedinde bulduğu eski ve önemli bir Yunanca tarihi yazmadan aktarmayı tercih ettik

OnuR 13-03-2007 11:20

Hz. Ömer (r.a.)'ın Askerî Siyaseti

Hz. Ömer (r.a.)’ın devlet başkanlığı ve bu devlet baskanlığı sırasında gerek Müslüman, gerekse gayri müslim olan reayasına uyguladığı adalet, tarihin örnek sahifelerinden birini teşkil etmiştir.

Bütün insanların baş düşmanı olan şeytan, sadece taviz vermeyen Müslümana yaklaşamaz ve ondan çekinir. Şeytanın, bu tavizsiz Müslümanlardan Hz. Ömer'e karşı olan tutumunu, Resulullah (s.a.s.). şöyle anlatıyor:

"Gökte Ömer'e saygı duymayan bir melek ve yerde ondan korkmayan bir şeytan yoktur" (1).

Hz. Ebu Bekir (r.a.), ölmeden önce, onu yerine Halife, yâni Devlet Başkanı olarak seçti.

Hz. Ömer (r.a.), İslâm'ın Devlet Başkanı olunca, devletinin, gerek iç, gerekse dış siyasetinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ve Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın izini takibetti. Askerî cihadı, yani îslâm'in şavasla olan tebliğini de, onların bıraktığı yerden devam ettirdi.

Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.), daha islâmî tebliğin Mekke dönemindeyken, Müslümanlara şu hedefi gösteriyordu:

"Lâ ilâhe illallah deyin, iran ve Bizans'ın sarayları sizin olacak!" (2).
Yani, Allah dışındaki güçlere, iktidarlara karşı çıkarak islâm'ı kabul edin, insanlığı sömürmekte olan iran ve Bizans devletleri yıkılacaktır!...

Hz. Peygamber (s.a.s.)., İslâmı tebliğin Medine döneminde, bu iki süper devletten Bizans'ın sınırlarını zorlamış, Tebuk seferiyle (3), islâm Devletinin sınırlarını bugünkü Ürdün topraklarına kadar vardırarak, islâm kanunlarının oralarda da hükümfermâ olmasını sağlamıştır.

Hz. Peygamber (s.a.s.)’ın vefâtından sonra, onun cihâdını Hz. Ebu Bekir (r.a.) sürdürdü ve ırak'ın güneyine kadar olan Bizans topraklarının tamamı fethedildi. Hz. Ebu Bekir (r.a.) vefat ettiğinde, Halid b. Velid komutasındakı orduları, Fihl ve Sam kalelerini zorluyor, insanları islâm'a davet ediyorlardı.

Ordunun sultalaşmaması için Hz. Ömer (r.a.), islâm Devlet Başkanı olur olmaz, bazı mülahazalarla, islâm orduları Başkomutanı olan Halid b. Velid'i değiştirerek, yerine Ebu Ubeyde b. Cerrah'ı tayin etti.

Hz. Ömer'in, Halid b. Velid'i görevden alması, bazı dedikodulara sebep olduysa da, Devlet Başkanı Hz. Ömer, bu kararından vazgeçmedi ve bu kararında gayet haklıydı.

Hz. Ömer (r.a.), Halid b. Velid'in üstüste kazandığı zaferlerden dolayı, esas görevi devlete hizmet olan ordunun, şımararak sultalaşmasını istemiyordu. Zira böyle bir durumda, islâm'm tatbikatı için varolan devletin, ordunun emrine girme ihtimali belirebilirdi ki bu, islâm Devletinin bekası noktai nazarından fevkalade tehlikeli bir husustu. Başka bir deyişle Hz. Ömer (r.a.), islâm kanunlarının harfiyyen ve de tavizsiz uygulanması için mevcut olan devlet otoritesinin kaybolarak, yerine Ordu Başkomutanının, hattâ Devlet Başkanının şahsî despotizminin yeralmasını istemiyordu. Yoksa, onun Halid b. Velid'i görevden alması, şahsî bir meseleden, ya da Halid'in herhangi bir yolsuzluğundan kaynaklanmıyordu. Nitekim, komutanlıktan azlinin sebebini öğrenmek için başkent Medine'ye giden Halid'e, Hz. Ömer (r.a.), "Yâ Halid, sen benim yanımda çok değerlisin ve seni çok severim'‘ dedikten sonra, Devletin bütün valilerine şu tamimi gönderdi:

"Ben, Halid'i bir öfkesinden, ya da ihanetinden dolayı azletmedim. Fakat insanlar onu o kadar büyüttüler ki, Allah'ı bırakıp ona tevekkül edeceklerinden korktum. Ben onlara, bütün bu başarıların Allah'tan geldiğini bilmelerini istediğim için böyle hareket ettim" (4).

Devlet başkanı Hz. Ömer'in bu hassasiyetini gören Halid b. Velid, Medine'de kalabilme imkânının olmasına rağmen, ordusuna dönerek, Ebu Ubeyde b. Cerrah'ın maiyetinde cihada devam etti.

"Dünya seni de helâk etmesin"

Hz. Ömer (r.a.), ordu komutanlarının azlinde gösterdiği titizliği, onların tayininde de gösteriyordu. Nitekim Halid'in yerine tayin ettiği yeni komutan Ebu Ubeyde b. Cerrah'a da söyle yazıyordu:

"Ben sana, tek kalıcı şey olan Allah'ın takvasını tavsiye ediyorum ki, ondan başka hiçbir şeyin değeri yoktur. O Allah ki, bizi dalâletten hidâyete, karanlıklardan aydınlığa çıkardı. Seni Halid b. Velid'in ordusuna komutan tayin ettim. Onların hakkı ne ise, ona göre davran! "Ganimet alacagım" düşüncesiyle, Müslümanlan helâke götürme! Araziyi iyice kesfetmeden onlan oraya sevketme! Muhafızsız birlikler gönderme! Müslümanları felâketlere götürmemen için seni uyarıyorum. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan edecek. Gözünü ve kalbini dünyadan çevir, dünyaya dalma! Dikkat et ki bu dünya, senden evvelkileri oldugu gibi, seni de helâk etmesin..." (5).

Hz. Ömer (r.a.)’n, normal vatandaşa olduğu kadar, komutan ve askerlerine karşı da bu kadar hassas olmasının tek sebebi, onların hak hukukları hakkında Allah'a vereceği hesabın kendisine yüklemiş olduğu ağır mesuliyetti. Nitekim o, sürekli olarak kendi kendisini muhasebe etmekle meşguldü. Günümüz sosyolog, psikolog ve felsefecilerinin efkârı umumiyyeye empoze etmeye çalışıp, bir türlü ne kendi nefîslerinde, ne de toplumun hiçbir kesiminde uygulayamadıkları meşhur otokritik müessesesi, Müslümanlar tarafından bu şekilde gerçeklestirilmiştir. Bunun başka yolu da yoktur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.). şöyle buyuruyor:

"Hikmetin başı, Allah korkusudur" Baska deyisle, insanlığın ölçüsü, Allah'a ve O'nun kanunlarına olan bağlılıktadır.

Hz. Ömer (r.a.), özel olarak görevlendirdiği postacılar vasıtasıyla, günü gününe ordusundan haber alıyor, âdeta onların yanında savaşıyormuş gibi, ordusunu sevk ve idare ediyordu. Nitekim komutanlarına göndermiş olduğu emirlerde, hergün durumlanın bildirir mektuplar yazmalarını, bu mektuplan postayla Medine'ye göndererek, Devlet merkezini olup bitenden haberdar etmelerini istemiştir (6).

"Hz. Peygamber'in dayısı olman seni yanıltmasın!'

İslâm orduları, Suriye fethinde Bizans ordularıyla çarpışmaya devam ederken; Hz. Ömer (r.a.), iran cephesindeki cihadı da hızlandırdı.

Hz. Ömer (r.a.), iran'ın fethi için, islâm uğruna ilk defa kan döken (7) ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’n cennetle müjdelediği on kişiden biri olan Sa'd b. Ebi Vakkas’ı görevlendirdi.

cephesi Başkomutanlığına tayin edilen Sa'd b. Ebi Vakkas’a da, Devlet Başkanı Hz. Ömer şöyle tavsiye ediyordu:

‘‘Ey Sa’d, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in dayısı ve onun sahabısı olman seni yanıltıp Allah'tan uzaklaştırmasın! Allah, kötülüğü kötülükle değil, iyilikle yok eder. Allah ve insanlar arasında, O’na itaatte başka hiç kimse yoktur. Allah katında bütün insanlar eşittir. Allah onların Rabbi, onlar da O'nun kullarıdırlar. Onlara verilen hayat için, O'nu zikrederek, O'nun kanunlarına tabi olarak, O'na hamdederler. Resulullah (s.a.s.)’den gördüğün gibi hareket et!.." (8 ).

Hz. Ömer (r.a.), bu tavsiyesiyle, gayelerinin insanlara kötülük yapıp onları öldürmek olmadığını, bilakis, Allah davasını insanlara tebliğ ederek, onları Allah'ın kanunları altında birleştirmek olduğunu vurgulamak istiyordu.

Hz. Ömer (r.a.)’dan son emirleri aldıktan sonra, Sa'd b. Ebi Vakkas iran üzerine yürüdü.

Sa'd'ın komutasında birleşen islâm orduları, kazandıkları Kadisiyye savaşından sonra iran'ı tamamen fethedecekler ve Hz. Ömer (r.a.) vefât etmeden önce iran Müslüman olacaktır.

Hz. Ömer (r.a.), Kadisiyye öncesi, komutanı Sa'd'a gönderdiği mektupta, sadece ona dinî vaazlarda bulunmuyor, en ince teferruatına kadar askerî talimatlarını bildiriyordu. Mektubunun bir bölümünde söyle diyordu Hz. Ömer:

"Durumunuzu aralıksız olarak ve bütün tafsilatıyla bana yaz. Nasil hareket ettiğinizi; sizin düşmana, düşmanın da size olan nisbet ve harekât tarzını öyle yaz ki, mektuplarından âdeta savaşı izleyeyim..!' (9).

Bu talimatlardan sonra, islâm askerinin parolasını bile veriyordu. Hz. Ömer; "Savaş baslayıp, bitene kadar herkes ‘Lâ ve lâ kuvvete illâ billâh' diyecek!.." Müslüman askerinin kolu kılıç sallayarak, dili de Allah'ı zikrederek Rablerine kulluk edecekler. Başka deyişle, biri diğersiz olmaz.

Kadisiyye savaşı arefesinde, iran ordu komutanıyla görüşen ve her savaş öncesi olduğu gibi düşmanı islâm'a davet eden Müslüman elçi, Müslümanların gayesini iranlılara şöyle anlatıyordu:

"Bizim arzumuz dünya değil. Bizim arzu ve isteğimiz Ahirettir. Allah bize bir Peygamber göndererek ona şöyle dedi: Ben su taifeyi, benim kanunlarımla amel etmiyenlere musallet ettim. Bunlar vasitasiyle, benim kanunlarıma karşı gelenlerden intikam alacağım. Bu tâife (yani Müslümanlar), benim kanunlarıma bağlı oldukları sürece onları galib kılarım. Bu hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete, ona bağlanan hiç kimse yoktur ki izzete kavuşmasın."

"Bu dinin esası, Allah'ın birliğine ve Muhammed (s.a.s.)’in Onun Peygamberi olduğuna inanıp şehâdet etmek ve Allah katından gelen her şeyi noksansız ikrar etmektir."

"Dinimizin gayesi, insanları kulluktan kurtarıp, onları Allah'a kul etmektir" (10).

Değerlendirme

1. Hz. Ömer (r.a.)’in da siretiyle göstermiş olduğu gibi, islâm inancına göre esas olan, ne devlettir, ne ordu ve ne de Ordu komutanları; değişmez esas olan, islâm'in tavizsiz ve noksansız tatbikatıdır. Onun için Hz. Ömer, çok sevdiği ve gerçekten hayatını islâm'a adamış olan Halid b. Velid’i, yukarıda belirttiğimiz gibi, islâm yararına görevinden alıyor. Kısacası, Hz. Ömer, kim olursa olsun, insanların putlaşmasını istemiyor.

2. Hz. Ömer, komutanlarını, kendi şahsî kaprisleri değil, islâm'ın emirleri dahilinde hareket etmeleri hususunda uyarıyor. Yani islâm'a göre, "her seyi ben bilirim, herkes benim emrimde olacak, emir komutayı ben veririm, kimse bana karışamaz" gibi keyfî davranışlar yasaktır. İslâm neyi gerektiriyorsa o yapılır.

3. Hz. Ömer (r.a.) en küçük rütbeli askerine kadar her tebaasini düşünüyor, onlara en ufak bir hakaretin, haksızlığın yapılmasına müsaade etmiyor. İslâm’a aykırı davranışlarda bulunan olursa, isterse bu kişi vali, ya da komutan olsun kamçısıyla düzeltir ve de düzeltmiştir.

4. Ganimet almak için cihad yoktur. Cihad, Allah ahkâmını bildirmek içindir. İnsanları, insanlara kul olmaktan kurtarıp, onlan Allah'a kul yapma mücadelesidir cihad!...

5. Kılıcın yanında değil de, Allah'ı devamlı zikrederek kulluğunu ifâ edecek. Yani islâmî kulluk ki, biz buna ibadet diyoruz, bir bütündür. Namazı, oruçtan; cihadı, Hac'dan; Allah'ın hakkını, kul hakkından ayrı düşünmek, kulluğu dinamitlemek demektir.

OnuR 13-03-2007 11:20

Hz. Ali r.a.'ın hilafet hakkındakı görüşü

Hz.Peygamber (s.a.s.). vefat edince, Müslümanlar kendilerini idâre etmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı Devlet Başkanlığına getirdiler.

Bilindiği gibi, Hz.Peygamber (s.a.s.), iki görevi birden üstlenmişti: Birisi, Allah'tan gelen vahyi, yâni ilâhi emirleri insanlara tebliğ etmek; ikincisi, bu vahiy hükümlerine göre, başkanı bulunduğu devleti yönetmekti.

Onun vefatıyla sadece vahiy değil, Peygamberlik de son buldu. Artık Peygamber gelmiyecek, inanan insanlar, son peygamber vasıtasıyla gelen Kur'an'la ve bu son peygamber'in Sünnetiyle kendi yaşamlarına yön verecek, düzenlerini kuracaklardır. Başka deyişle, inanmak isteyen insanlar, yâni Müslümanlar, yaşantılarının her yönünü bu iki kaynağa göre tanzim edecekler, bu iki kaynağa ters düşen hayat kanunlarını tanımayacaklardır.

Bu iki kaynağın özü olan islâm'ı Allahu te'âlâ tek nizam kabul etmiş ve bunun dışında kalan sistemleri tanımayacağını şöyle ferman buyurmuştur:

"Kim islâm'dan başka bir din (top yekün bir hayât nizamı) ararsa ondan asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır" (1)

Hz.Peygamber (s.a.s.)ın vefatıyla, kanun değil, kanunun tatbikçisi olan Hz.Muhammed (s.a.s.). Müslümanlar arasından ayrılmıştır. Dolayısıyle, onun ölümünden sonra, Müslümanlar yeni kaynaklara değil; zaten mevcut olan kaynakları tatbik edecek bir insana, bir idâreciye muhtaçtılar. Yâni vakia, kanun boşluğu veya yokluğu değil, lider yokluğuydu; bu lideri bulmak lazımdı ki, bu ihtiyacı da, başlarına "Halife dediğimiz devlet başkanlarını getirerek giderdiler.

Halife seçimi

Hz.Peygamber (s.a.s.). kendi vefatından sonra, Müslümanları yönetmek üzere, sarahaten bir halife seçmek istemediğinden çünkü buna yeteri kadar vakti vardı, halife seçim işi Müslümanların insiyatiflerine bırakılmış; onlar da, Peygamber'lerinin vefatından sonra, kendilerini yönetmek üzere Hz.Ebû Bekir r.a'ı seçip biat' etmişlerdir.

Hz.Ebû Bekir r.a'a biat etmiş olmasına rağmen, daha sonraki senelerde, bazı grublar Hz.Ali r.a'ı ona karşı göstermek istemişler ve maalesef bu şekilde başlatılan ihtilâf asırlarca sürmüş, binlerce Müslümanın ölümüyle neticelenen savaşlara sebebiyet vermiştir. Halbuki bunlar, dava arkadaşı, cihâd ve siper ortaklarıydılar. Bunlar, hayatlarını Allah'a hizmette yarıştırmış olan insanlardı.

İşte, bu konuyu en güzel bir şekilde tahlil ettiğine inandığımız, Hz.Ali r.a'ın bir konusmasıyla açıklamak istiyoruz.

Hz.Osman r.a'ın şehid edilmesiyle başlayan ve islâm tarihinde "el fitnet'ül kübrâ" (en büyük fitne) diye adlandırılan hareketten sonra, halife seçilmiş olup, hilâfetini tanımayanlarla savaşmak üzere Basra'ya gitmiş olan Hz.Ali ra'a, ibnu'l Kevva' ve Kays b. ibâd Basra'ya gidişinin sebebini sorup söyle dediler:

Bu konuda Resulullah'ın bana bir ahdi yoktur

"Müslümanların karşı karşıya gelip birbirlerini öldürecekleri bu gelişin, Resulullah (s.a.s.)'in sana olan bir ahdi veya emriyle midir?" Hz.Ali r.a. şu cevabi verdi:

"Bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana verilmiş böyle bir ahid yoktur. Vallahi ona ilk inanan ben olduğum gibi, ona ilk defa yalan isnâd eden ben olmayacağım. Sayet bu konuda Resulullah (s.a.s.)'in bana bir ahdi olsaydı, Ebû Bekir ve Ömer'in onun minberine çıkmalarına müsaade etmezdim, elimle onlarla savaşırdım (Resulullah (s.a.s.)'in emri olduğu için. Fakat Resulullah (s.a.s.). ne öldürüldü, ne de aniden öldü. Hastalığı bir kaç gün ve gece devam etti. Müezzin ona namaz vaktini bildirmek içín geldiginde, O Müslümanlara namaz kıldırtmak için Ebû Bekir'e emrederdi. Kaldı ki, benim orada olduğumu da görüyordu. Hanimlarından birisi (2) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, bu görevi Ebû Bekir'den almasını söyleyince kızdı ve "siz kadinlar Hz. Yusufun başını derde sokanlarsınız, Ebû Bekir'i geçirin Müslümanlara namazı kıldırsın!" dedi. Allah, Peygamberinin ruhunu alınca, işimize baktık ve Resulullah (s.a.s.)'in dinimiz için lâyık gördüğünü dünyamız için seçtik. Namaz, islâm'in aslıdır; o dinin emri, dinin direğidir. Biz (bunun için) Ebû Bekir'e biat ettik ve o bu işin ehliydi. içimizden iki kisi dahi ona muhalefet etmedi. Ebû Bekir'e hakkmi edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri için de cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce, yerine Ömer geldi ve arkadaşının (yâni Ebû Bekir'in) yolunu takib etti, onun gibi hareket etti. Böylece Ömer'e biat ettik ve içimizden iki kişi dahi ona muhalefet etmedi. Hiç birimiz de başkasını ona tercih etmedik.

Ömer'e hakkım edâ ettim ve ona itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihad ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim. Ölünce Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan akrabalığımı, islâm'da önceliğimi ve selefiyyetimi ve bu işe liyâkatımı düşünerek bu konuda başkasının bana tercih edilmeyecegini sandım. Öldükten sonra, onun yüzünden halifenin bir günah işlememesi ve kendini mesuliyetten kurtarmak için Ömer hilâfeti çocuğuna yasakladı ve yeni halifeyi seçmek üzere altı kişilik bir heyet seçti ki ben onlardan biriyim. O isteseydi oğlunu seçebilirdi; yapmadı. Heyet toplanınca, kimsenin bana tercih edilmeyeceğini sandım. Abdurrahman b. Avf, kimi halife tayin ederse (3) ona kesinlikle itaat edileceğine dair bizden söz aldıktan sonra Osman b. Affan'ın elini tutarak, eline vurdu ve biat etti. Ben de işime baktım. Ona itaatim ise, biatımdan önce oldu. Böylece Osman'a biat ettik. Ona hakkını edâ ettim ve itaat etmesini bildim. Onunla beraber askerleri içinde cihâd ettim. Bana verdiğini aldım, savaşa gönderince gittim; onun emriyle had cezalarını kendi kamçımla yerine getirdim.

Vurulunca, kendi işime baktım. Resulullah (s.a.s.)'in iki halifesi gitmiş, birisi de vurulmuştu. Haremeyn'deki (Mekke ve Medine'deki) ve iki bölgedeki Müslümanlar bana biat ettiler. Bunun üzerine birisi ortaya atıldı ki, dengim değil; ne Resulullah (s.a.s.)'e olan akrabalığı benimki kadar yakın, ne ilmi benim ilmime denk ve ne de islâm'daki önceliği benimki gibi eskiydi. Dolayısıyle ben bu işe ondan (yâni Muaviye'den) daha lâyıktım!" (4)

Değerlendirme

1. Hz. Peygamber (s.a.s.)., hilâfet konusunda kesin bir tavır takınmamış, kimseyi halife seçmemiştir. Nitekim Hz. Ali'nin yukarıda buyurduğu gibi, o bu konuda bir emir vermiş olsaydı, onun emri kanun olduğundan, mutlaka yerine getirilirdi.

2. Namaz islâm'ın aslıdır. Asılsız, yâni temelsiz hiç bir şey düşünülemediği gibi, namazsız bir islâm tasavvur edilemez. Hz.

Ali r.a. bunu delil kabul ederek, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in namaz için seçtiği imâmı, yâni devlet başkanı olarak kabul ediyor.

3. Hz. Ali, kendinden önce biat ettiği halifelere kesin bir itaatla bağlıdır.

4. Hz. Ali, Hz. Muaviye'den de kendisine aynı şekilde itaat istiyor ve hilâfete kendisinin lâyık olduğunu söylüyor.

5. Asırlardır Müslümanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, Hulefayi raşidin birbirine düşman değillerdir. Öyle olsaydı, yâni Hz. Ali, Hz. Ömer'i sevmeseydi ona kızı Ümmü Gülsüm'ü verir miydi? Allah'ın aslanı olan Hz. Ali'nin korkudan "takiyye" yapıp kızını Hz. Ömer verdiğini düşünmek en azından haksızlık olur.

6. O örnek halifelerin bir tek endişesi vardı: islâm'ın gereği gibi tatbiki!


Türkiye`de Saat: 17:36 .

Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580