Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Tarih

Cevapla
 
LinkBack (3) Seçenekler Stil
Alt 19-01-2007, 09:32   #1
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Malazgirt Zaferi (1071)

1071 MALAZGİRT ZAFERİ


1071 Malazgirt zaferi ile birlikte yaşayan Türklerin Anadoluya göçleri sonucunda kurulan Anadolu beylikleri, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu dönemlerinde Türk Edebiyatı iki kolda gelişme göstermiştir. Klasik Türk Edebiyatı veya Divan Edebiyatı adıyla anılan arap-fars geleneğine dayalı Türk Edebiyatı ve Orta Asya geleneğine dayalı Türk Halk Edebiyatı. Divan şiirinin kökleri islam öncesi Arap şiirine dayanır. Bu şiir tarzı islamiyetten sonra, bu dine giren çeşitli milletlerin katkısı ile önce Arapçada, daha sonra Farsçla ile Doğu ve Batı Türkçelerinde, en sonra da Hint müslümanlarının yazı dili olan Urduca'da gelişmiştir. İslami edebiyatların şiir tipi ortak teknik malzeme (şekiller, temalar, motifler) ile ortak bir dünya görüşünü ve estetik kavramını benimsemiştir. Ayrıca İslam dininin sınırlı oranda da bu dinin yayıldığı çevrelerdeki eski kültürlerin etkilerinin ürünleridir. İslam kültürü, ortak islam edebiyatının şekil ve tekniği, zevki, hayat görüşü, temaları, motifleri, Türklerden önce müslüman olarak bir islami edebiyat geliştiren İranlıların aracılığı ile Türk Edebiyatına girmiştir. Divan şairlerinin müstakil dünya görüşleri ve felsefeleri yoktur. Hepsi aynı fikirleri değişik bir biçimde söylemişlerdir. Şairin kişiliğini ve büyüklüğünü, söyleyiş orjinalliği ve güzelliği sağlar. Divan şairi daima aşıktır. Bu aşk onulmaz dert olmakla beraber şair bu dertten memnundur, onlara göre bu derdin dermanı gene bu derdin kendisidir. En başarılı ve tanınmış divan şairleri Baki, Fuzuli, Nedim ve Nefi'dir. Türk Edebiyatı, İslamiyetin kabulünden ve tarihindeki siyasi gelişmelerden dolayı iki farklı tarzda gelişme göstermiştir. Saray, konak, medrese ve bunlara yakın çevrelerde tahsilli kişilerin yarattığı ve takip ettiği Divan Edebiyatı ile eğitimleri daha çok sözlü kültür birikimine dayanan daha çok kırsal kesime ve yeniçeri ocaklarına has olan Halk Edebiyatıdır. Divan Edebiyatı başlangıçta iki yabancı gelenek olan Arap-Fars edebiyat geleneğine kurulmuş zaman içinde taklidi aşan Osmanlı terkibi ve uslübuna ulaşarak milli edebiyat hüviyetini kazanmıştır. Bugün de bir ölçüde yaşamakta olan Türk Halk Edebiyatı geleneği, Türklerin Orta Asya Edebiyat geleneklerinin islamiyet ve yeni yaşayış şart ve şekilleri içinde tekabül etmiş milli edebiyatlarıdır. Türk Halk Edebiyatı, dış yapıda ve bir ölçüde icra töresinde müştereklik gösteren muhteva ve fonksiyonları ile farklı olan Anonim, Aşık ve Tekke Edebiyat tarzından oluşur. XIII asrın ikinci yarısıyla XIV. Asrın başlarında yaşamış olan Yunus Emre, şiirde çığır açmış büyük sofi ve şairdir. Yunus Emre, Divan, Aşık Tekke ve Tasavvuf Edebiyat tarzlarının her üçünde de etkili olmuştur. Karacaoğlan, Aşık Ömer, Erzurumlu Emrah, Kayserili Seyrani, Aşık edebiyatının önemli temsilcileri arasında yer alırlar. Çağdaş Türk Edebiyatı, 1839 Tanzimat Fermanı ile yürürlüğe giren medeniyet ve kültür değişikliği ve bu değişikliğin dayandığı Batılılaşma olgusunun belirlediği bir gelişim sürecinde değerlendirilebilir19.yüzyılda Türk edebiyatı, batılılaşma hareketine bağlı olarak roman, hikaye, tiyatro gibi yeni türlerin denenmesiyle çağdaş bir çizgiye girdi. Türk edebiyatının yönü batı düşüncesinin temel alınması sonucu değişti. Batıyla ilişkiler, aydınların bir batı dilini öğrenmeleri, batı edebiyatından yapılan çeviriler, batıdaki fikir akımları ile tanışma bir kültür ve medeniyet değişimini gündeme getirdi. Sosyal, ekonomik ve siyasi hayatta meydana gelen değişiklikler edebiyata da yansımış, Cumhuriyet kuruluşuna kadar arayışlar devam etmiştir. Bu devrin bariz özelliği, estetik ve mükemmeliyet kaygısından çok fikri bir zeminde birleşen edebi arayışlardır. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı adı ile anılan son devir edebiyatı , Divan edebiyatının terk edilmesinden sonra teşekkül eden Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat adlarıyla anılan edebiyat tarzları vasıtasıyla oluşturulan zemin üzerine kurulmuştur. Tanzimat edebiyatının 1860-1880 arası birinci dönem temsilcileri Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi'dir. 1880-1896 yılları arasında ikinci dönemin tanınmış temsilcileri Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai ve Nabizade Nazım'dır. Tanzimat Edebiyatının temsilcilerinin amacı batı örneğine göre bir edebiyat yaratmak ve batı hayatını tanıtmak olduğu için, sanatçıların hepsi edebiyat türlerinin romandan şiire kadar en az bir kaçı ile örnekler yazmışlardır. Bu dönemde telif eserler yanında çok sayıda tercüme ve adapte eser de Türk Edebiyatına dahil edilmiştir. Tanzimatla birlikte başlayan edebiyatı, Avrupa ruhu ve tekniği içinde yenileştirme hareketi 1895-1900 yılları arasında çıkarılan Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanan yeni nesille ikinci bir hamle yapmıştır. Servet-i Fünun'cu ve Edebiyat-ı Cedide'ciler denilen grup Fransız edebiyatının özelliklerini büyük ölçüde Türk edebiyatına adapte etmeye çalışmışlardır. Tanzimat döneminde başlayan ve benimsenen, dildeki yabancı unsurları ayıklayarak sade Türkçe'ye geçiş hareketi bu devirde durmuş, Arapça ve Farsça gelimelere yeniden itibar edilmeye başlanmıştır. Topluluğun üslubu süslü ve sanatlı, ruh ve ifade tarzı ise Avrupai'dir. Şiirde geleneksel aruz vezni kullanılmakla birlikte, nazım şekilleri ve konularda büyük yenilikler yapılmıştır. Romanda tahlil ve teferruata yer verilmiş, modern kısa hikayenin ilk örnekleri bu dönemde şekillenmiştir. Bu edebiyat mensuplarının hayata bakışları karamsar ve içe dönüktür. Tanzimatçılar, sanat toplum içindir prensibini benimserken, Servet-i Fünuncular ise sanat sanat içindir prensibi ile hareket etmişlerdir. Şiir, roman, hikaye, tiyatro, tenkit ve hatırat türlerinde başarılı eserler veren Servet-i Fünun temsilcilerinin en tanınmışları, şiirde Tevfik Fikret, Cenap Şehabettin, Süleyman Nazif ; roman ve hikayede Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu'dur. Servet-i Fünun edebiyatına katılmayarak gene, batılı anlayışla eserler verenler arasında Ahmet Rasim hatırat türü ile, Hüseyin Rahmi Gürpınar İstanbul'u anlatan romanları ile yeni Türk edebiyatını desteklemişlerdir. II. Meşrutiyetten sonra Servet-i Fünun mecmuası etrafında kendilerine Fecr-i Ati adını veren yeni bir nesil toplanmıştır. Kısa ömürlü olan bu topluluk, Servet-i Fünunculardan daha sade bir dil kullanmış sembolizm, empresyonizm ve romantizm gibi akımları eserlerine uygulamışlar, Avrupa Edebiyat ile Milli Edebiyat arasında bağ oluşturmuşlardır. Aruz'la şiir yazan Fecr-i Ati şairlerinden tanınmış ve orijinali Ahmet Haşim'dir. Başlangıçta Fecr-i Ati roman ve hikayecisi olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay ise, gerçek kişiliklerini Milli Edebiyat akımı içerisinde göstermişlerdir. Fecr-i Ati topluluğu dışında kalan İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı kendi şiir anlayışlarına göre eserler veren ve daha sonra Milli Edebiyat akımına katılan şairlerdir. Modern Türk Edebiyatını yaratma amacıyla kurulan Tanzimat, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati toplulukları büyük hamleler yapmakla beraber ruhta büyük ölçüde Fransız sanatına bağlı, dil ve üslupta Osmanlıcayı sürdüren, milli kimlik ve kişiliğe ulaşamamış bir edebiyat vücuda getirmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun dağılışı sırasında, Türk aydınlarının büyük bir bölümü, ümmete bağlı Osmanlıcılığın terk edilerek milliyetçiliğin benimsenmesinin, memleketin geleceği için gerekli olduğuna inanıyorlardı. Bu inanç sonucunda Türkçülük ve Milliyetçilik akımları doğmuş, her sahada milli kimlik ve kimlik arayışları başlamıştır. Türk Dili, Türk Vezni, Türk Zevki ve Kültürü ile Milli konuları, Milli Ülküleri işleyen Türk Edebiyatı ihtiyacı ve özlemi sonucunda 1911-1923 yılları arasında Milli Edebiyat akımı doğmuştur. Bir kısmı daha sonra Cumhuriyet dönemi yazar ve şairleri arasında da yer alan bu edebiyatın temsilcilerinin en önemlileri, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, Kemalettin Kamu, Aka Gündüz, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Refik Halit karay, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Necip Fazıl Kısakürek, Halide Nusret Zorlutuna, Şükufe Nihal, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tampınar'dır. Cumhuriyet kültür, ideoloji, edebiyat alanlarında Milli Edebiyatçıları hemen bütünüyle devralmıştır. Milli Edebiyat akımının özellikleri, cumhuriyetin ilk on yılının da bir özeti olmaktadır. Bu çerçeve içerisinde, Milli Edebiyat akımının ilkeleri de şu şekilde belirtilebilir : Dilde yalınlık, halk edebiyatı şiir biçimlerinden yararlanma ve hece ölçüsü, konu seçiminde yerlilik. Yalın bir dille yazma, konularını hayattan ülke şartlarından seçme ve milli kaynaklara yönelme ilkelerinde birleşilmiştir. İslamcı, Osmanlıcı, gelenekçi görüşlere sahip yazarlardan , bireysel eğilimli yazarlara kadar tüm edebiyatçılara açık bir bütünlük mevcuttur. Çünkü artık söz konusu olan Milli Edebiyat akımı kavramı değil, Milli Edebiyat dönemidir. Bu akım dilde ve duyuşta 1911-1915 dönemi milliyetçilik fikirlerinin ön planda olduğu roman, hikaye, tiyatro eseri ve şiirler verilmesine yol açmıştır. Türk milletine mensup olma şuuru, tarih içinde devamlılık düşüncesi, kendi kalarak Batılılaşma inancı, 1911-1923 yılları arasındaki akımın temelleridir. Bu dönemin bariz özelliği, Türk Romantizminin edebi tezahürlerini göstermesidir. Adını 1912'den itibaren duyurmakla beraber asıl şöhretini Milli Mücadele Devrinde kazanan Yahya Kemal Beyatlı, ölümüne kadar saf şiir peşinde koşmuş bir mısra kuyumcusudur. İslamcı şair olarak tanınan, başta İstanbul'da olmak üzere çeşitli şehir ve ülkelerin geri kalmışlığını, çaresizliğini, aydınların yabancıl amacını anlatan Mehmet Akif Ersoy'un Safahat (Safhalar) adlı şiir kitabı hem aydınlar hem de geniş halk yığınları üzerinde büyük etki yapmıştır. Gerek Mehmet Akif Ersoy gerekse Yahya Kemal Beyatlı şiir dili ile konuşma dili arasındaki uzlaşmalığı ve Türk diline zor uyan aruzun engellerini ortadan kaldırıp yaşayan Türkçe ile başarılı şiirler yazmışlardır. Yahya Kemal Beyatlı sadece bir şair olarak değil, medeniyet ve kültür araştırıcılığı, çok çeşitli fikri ve edebi zenginlikleri şahsında toplamış, sohbetleri ile çığır açmış bir edebiyatçı olarak da tanınır. Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş savaşından sonra Türkiye'de meydana gelen en önemli olay, tarihe karışan Osmanlı Devletiyle birlikte, onun dayandığı müesseseler, sosyal tabaka, hayat felsefesi, dil ve üslubun ortadan kalkarak, yeni bir rejime, zihniyete ve sosyal düzene dayanan yeni bir devletin kurulmasıdır. Cumhuriyet devri, halk iradesine dayanan parlamento rejimini getirdi. Bu rejimi kuran ilk nesil, Kurtuluş savaşını kazanan subaylar, İkinci Meşrutiyet devrinde yetişen münevverlerdir. Hem büyük bir kumandan hem de kültür ve medeniyet konularında ileri görüşlü olan Mustafa Kemal Atatürk,bu münevverlerle birlikte Türkiye'nin sosyal, iktisadi ve kültürel yapısını değiştiren inkilapları gerçekleştirdi. Cumhuriyet devri edebiyatının ilk dönem eserleri bu siyasi, sosyal ve kültürel çerçevenin etkilerini taşır. Cumhuriyet kuruluşunu hazırlayan milliyetçilik ideolojisi içinde doğan Milli Edebiyat akımı Cumhuriyetin ilk yıllarında en olgun eserlerini verdi. Cumhuriyet rejimi ve bu devirde meydana getirilen sosyal ve iktisadi müesseseler üstünde başlarında büyük Türk sosyolog ve düşünürü Ziya Gökalp'in bulunduğu Türkçü ve Milliyetçi münevver zümre etkili oldu. Gökalp'in Türkiye ve Türkler için şekillendirdiği düşünceler başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran birinci neslin dünya görüşünün kaynağını teşkil etti. 1880 yıllarından sonra doğan, II. Meşrutiyeti, Balkan savaşını ve Kurtuluş savaşını gören ve modern Türkiye Cumhuriyetinin aydın tabakasını meydana getiren nesil, felaketlerle olgunlaşmış ve zenginleşmiş hayat tecrübesine sahiptir. Halka ulaşabilmek ve onunla bütünleşebilmek için onun dilini kullanmak gerektiğine bu nesilden yazarlar eserlerinde konuşma dilini kullandılar. Halk dilini kullanırken gençlik yıllarında hayran oldukları Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) yazarlarının ince zevkini günlük dile aktardılar. Genç Kalemler Dergisinde başlayan bu çalışmalar başlangıçta Edebiyat-ı Cedide topluluğunda yer alan ve II. Meşrutiyet devrinde Türkçülük akımına katılan Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-Türk milletine mensup olma şuuru, tarih içinde devamlılık düşüncesi, kendi kalarak Batılılaşma inancı, 1911-1923 yılları arasındaki akımın temelleridir. Bu dönemin bariz özelliği, Türk Romantizminin edebi tezahürlerini göstermesidir. Adını 1912'den itibaren duyurmakla beraber asıl şöhretini Milli Mücadele Devrinde kazanan Yahya Kemal Beyatlı, ölümüne kadar saf şiir peşinde koşmuş bir mısra kuyumcusudur. İslamcı şair olarak tanınan, başta İstanbul'da olmak üzere çeşitli şehir ve ülkelerin geri kalmışlığını, çaresizliğini, aydınların yabancıl amacını anlatan Mehmet Akif Ersoy'un Safahat (Safhalar) adlı şiir kitabı hem aydınlar hem de geniş halk yığınları üzerinde büyük etki yapmıştır. Gerek Mehmet Akif Ersoy gerekse Yahya Kemal Beyatlı şiir dili ile konuşma dili arasındaki uzlaşmalığı ve Türk diline zor uyan aruzun engellerini ortadan kaldırıp yaşayan Türkçe ile başarılı şiirler yazmışlardır. Yahya Kemal Beyatlı sadece bir şair olarak değil, medeniyet ve kültür araştırıcılığı, çok çeşitli fikri ve edebi zenginlikleri şahsında toplamış, sohbetleri ile çığır açmış bir edebiyatçı olarak da tanınır. Birinci Dünya Savaşı ve Türk Kurtuluş savaşından sonra Türkiye'de meydana gelen en önemli olay, tarihe karışan Osmanlı Devletiyle birlikte, onun dayandığı müesseseler, sosyal tabaka, hayat felsefesi, dil ve üslubun ortadan kalkarak, yeni bir rejime, zihniyete ve sosyal düzene dayanan yeni bir devletin kurulmasıdır. Cumhuriyet devri, halk iradesine dayanan parlamento rejimini getirdi. Bu rejimi kuran ilk nesil, Kurtuluş savaşını kazanan subaylar, İkinci Meşrutiyet devrinde yetişen münevverlerdir. Hem büyük bir kumandan hem de kültür ve medeniyet konularında ileri görüşlü olan Mustafa Kemal Atatürk,bu münevverlerle birlikte Türkiye'nin sosyal, iktisadi ve kültürel yapısını değiştiren inkilapları gerçekleştirdi. Cumhuriyet devri edebiyatının ilk dönem eserleri bu siyasi, sosyal ve kültürel çerçevenin etkilerini taşır. Cumhuriyet kuruluşunu hazırlayan milliyetçilik ideolojisi içinde doğan Milli Edebiyat akımı Cumhuriyetin ilk yıllarında en olgun eserlerini verdi. Cumhuriyet rejimi ve bu devirde meydana getirilen sosyal ve iktisadi müesseseler üstünde başlarında büyük Türk sosyolog ve düşünürü Ziya Gökalp'in bulunduğu Türkçü ve Milliyetçi münevver zümre etkili oldu. Gökalp'in Türkiye ve Türkler için şekillendirdiği düşünceler başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyeti kuran birinci neslin dünya görüşünün kaynağını teşkil etti. 1880 yıllarından sonra doğan, II. Meşrutiyeti, Balkan savaşını ve Kurtuluş savaşını gören ve modern Türkiye Cumhuriyetinin aydın tabakasını meydana getiren nesil, felaketlerle olgunlaşmış ve zenginleşmiş hayat tecrübesine sahiptir. Halka ulaşabilmek ve onunla bütünleşebilmek için onun dilini kullanmak gerektiğine bu nesilden yazarlar eserlerinde konuşma dilini kullandılar. Halk dilini kullanırken gençlik yıllarında hayran oldukları Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat) yazarlarının ince zevkini günlük dile aktardılar. Genç Kalemler Dergisinde başlayan bu çalışmalar başlangıçta Edebiyat-ı Cedide topluluğunda yer alan ve II. Meşrutiyet devrinde Türkçülük akımına katılan Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-devrinin ilk dönem şairleri Türkçülerin yaygınlaştırdığı sade dil ve hece veznini kullandılar. Memleket gerçekleri ve bir ölçüde günlük hayat şiir konuları arasına girdi. Mütareke yıllarında şöhret kazanan hececiler, Orhan Seyfi Orhon (1890-1972) ve Yusuf Ziya Ortaç'dan (1896-1967) sonra yetişen Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973) ile Kemalettin Kamu (1901-1948) Anadolu'yu ve vasat insan tipini şiire soktular. Hece vezni ile serbest tarzda şiirler yazan Enis Behiç Koryürek'in (1892-1949) şiirleri tarihi ve milli heyecanları yansıtır. Kendine has üslubu, vatan, coğrafya ve tarihini İstanbul dekoruyla canlandıran Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) hem şiirde hem de nesirde çok başarılı örnekler veren çok yönlü bir edebiyatçıdır. 1900'den sonra doğan, ilk gençlik ve olgunluk yılları, Cumhuriyetin ilk devresinde geçen ilk şairler nesli şiire Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve batı şairlerinin etkisiyle ve kendi yaratıcılıklarının katkısıyla yeni estetik şekiller kazandırdı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Türkçeye Paul Valery'nin şiir görüşünü uygulayarak, yoğun kapalı, derin şiirler yazdı. Ahmet Kutsi Tecer (1901-1967) Tanpınar'ı hatırlatan özelliklerin yer aldığı folklor kaynaklı değişik eserler meydana getirdi. Necip Fazıl Kısakürek (1905-1983) çok yönlü kişiliğinin etkisiyle ve Türkçeyi ustaca kullandığı şiir ve piyeslerinde Anadolu insanının mistik eğilimlerini orijinal ve modern bir üslupla ifade etti. Genç yaşında Rusya'ya giden ve oradan marksist ve materyalist bir inançla dönen Nazım Hikmet Ran (1902-1963) Türkçenin estetiğini Mayakovski tesirleri taşıyan yeni bir tarzda kullanarak ihtilalci şiirler yazdı. 1960'lı yıllardan sonra Türk Edebiyatı içinde yaygınlaşan sosyalist akımının başlangıcı bu şiirler oldu. Ahmet Muhip Dranas şiiri tamamen estetik olarak kabul eden şairlerdendir. Aynı nesilden olan Arif Nihat Asya (1904-1976) üslup ve ruh yönünden zenginliğini şiirlerine aksettiren orijinal bir şairdir. Türk Edebiyatında küçük klasik hikaye yazma geleneğinin kurucusu ve en başarılı temsilcisi olan Ömer Seyfettin'in (1884-1920) hikaye kitapları 144 baskı yaparken kendisi en çok okunan yazar oldu. Sait Faik Abasıyanık (1906-1948) ve Sabahattin Ali'nin 1935 yılından sonra yayınladıkları hikayeler, birbirinden farklı iki yeni çığır açtı. Sait Faik, konuları İstanbul'da geçen ve şahsi izlenimlerine dayanan şiir duygusuyla dolu hikayeler yazdı. Materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Sabahattin Ali, dış tasvirlere ve sade olaylara fazla önem veren hikayeler yazdı. Bu iki yazarla birlikte 1960'lı yıllardan sonra yoğunlaşan günlük hayat ve olayların, düşünce ve beklentilerin edebiyata akması başladı. 1940-1945 yılları arasında Türkiye II. Dünya Savaşına katılmamakla birlikte, siyasi,sosyal,kültürel bakımdan büyük değişikliklere uğradı. İdeolojik yönden Nazizm ve Faşizme karşı açılmış olan bu savaş bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de batılı demokrasiye ve sosyalist akımlara üstünlük sağladı. Türkiye, bu yeni kuvvetler dengesi içinde Tanzimattan beri yöneldiği Batımedeniyetini ve örnek aldığı, Batı demokrasisini tercih etti. Demokrasiye bağlı hürriyet ve tenkitle beraber sosyalist ve marksist görüşler de Türkiye'ye girdi. Şiirlerini 1941 yılında Garip adlı kitapta toplayan Orhan Veli Kanık'a ve onunla aynı tarzı paylaşan Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat, Garipçiler adıyla anıldılar ve Türk şiirlerinde yeni bir akım meydana getirdiler. Bu akımın esası, şiiri öteden beri vazgeçilmez unsurlar sayılan vezin, kafiye ve benzetmelerden sıyırarak, duyuların yalın ifadesi haline getirmekti. Orhan Veli, bu tarzda yazdığı başarılı şiirlerle kendisinden sonrakileri büyük ölçüde etkiledi. Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956) aynı sadeliği vezin ve kafiyeyi kullanarak sağladı. Tarancı mısra içindeki belirli durakları kaldırarak veya değiştirerek hece vezninde yenilik yaptı. Bu neslin dünya görüşü Andre Gide'in tesiri ile varlık ötesi geçmiş ve gelecek tasavvurları olmaksızın anlık duyumlara dayanıyordu. Sait Faik'in eserleri de dahil olmak üzere bu grubun eserlerinde yaşama sevinci hakimdir. Serbest şiir hızla yayılmış, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil gibi başarılı temsilciler yetişmiştir. Asaf Halet Çelebi bazı şiirlerinde doğu mistisizmi ile tasavvufu birleştirdi. İlk şiirlerinde serbest çağrışımlara yer veren Fazıl Hüsnü Dağlarca, şuur altının karanlık akımlarını ifade eden sembollerle dolu orijinal şiirler yazdı. Behçet Necatigil, şiirlerinde büyük şehir hayatı içinde ezilmiş ve kaybolmuş insanın kırık, karanlık, dolaşık duygularını anlattı. Şiirlerinde ahengi ihmal eden Necatigil, divan şiirinde olduğu gibi, gittikçe derinleşen bir arka planı işlemiştir. 1950 yılından itibaren Türk yazar ve şairlerinin büyük bir kısmı hayat görüşlerini "toplumsal gerçekçilik" adıyla edebiyata uyguladılar. Bu dönemde Batıdan gelen varoluşculuk ve gerçeküstücülük akımları da hayata bakış tarzıyla beraber eserlerinin kompozisyon ve üslubunu da değiştirdi. Son kırk yıllık Türk Edebiyatı Batıdan gelen akımlar, sosyalist dünya görüşü, milli ve dini yaklaşımlar ve çok partili dönemde çeşitlenen politik tercihler doğrultusunda fevkalade çeşitlilik göstermekte, edebiyat çok kere vasıta gibi kullanılmakta ve yeni arayışlar içinde görünmektedir. Kısa zaman içinde büyük şöhret kazanan veya adını pek az duyurabilen yazar ve şairlerin Cumhuriyet terkibi paralelinde kurulmakta olan yeni edebiyat geleneklerine katkıda bulunmakla beraber, bunlar hakkında içinde yaşarken objektif tenkitler yapmak ve edebiyat tarihindeki yerlerinin belirlenmesi mümkün olamamaktadır. Özellikle 1960'lı yıllardan sonra gelişen kadın yazar ve şairlerin sayılarının artmış olması feminist akımın da diğer pek çok akım gibi Türk Edebiyatı içinde yer almasını sağlamıştır. 1850-1986 yılları arasında isimleri en çok duyulan ve okunan roman ve hikayeciler şöyle sıralanabilir : Halide Nusret Zorlutuna, Nihal Atsız, Safiye Erol, Tarık Dursun K., Atila İlhan, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Firuzan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Selim İleri, Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Bekir Büyükarkın, Necati Cumalı, Haldun taner, Mustafa Kutlu, Muhtar Tevfikoğlu, Bahaettin Özkişi, Durali Yılmaz, Rasim Özdenören, Şevket Bulut. Bu dönemin şairleri: Behçet Kemal Çağlar, Necati Cumalı, Ümit yaşar Oğuzcan, Bekir Sıtkı Erdoğan, Atila İlhan, Yavuz Bülent Bakiler, Mehmet Çınarlı, Mustafa Necati Karaer, Munis Faik Ozansoy, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, İlhan Geçer, İlhan Geçer, Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Turgut Uyar, Sezai Karakoç, Bahaettin Karakoç'tur. 2. PLASTİK SANATLAR Türklerin islamiyetten önceki tarihi dönemlerinden günümüze ulaşan plastik sanatlarla ilgili eser sayısı sınırlıdır. İslamiyetten sonra Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde plastik sanatlar, Osmanlı medeniyet ve kültürüne has ihtiyaç ve şekillerde çeşitlilik ve gelişmeler gösterdi. Tarihi dönemlerin grafik işlerini çeşitli mimari eserlerde düzenler, oyma yazılar, nakışlar, çiniler, semboller şeklinde izlemek mümkündür. Türkiye'de Batılı manada plastik sanatların sistemli olarak oluşum ve gelişimi 1883 yılında kurulan Sanayii Nefise Mektebi'nden kaynaklanan öğretim kadrosuyla başlamış, Cumhuriyetten sonra Eğitim Enstitüleri ve Güzel sanatlar Fakülteleri, programlı ve tutarlı Türk plastik sanatının oluşumuna katkıda bulunmuş ve bulunmaktadır. Resim, heykel, tekstil, fotoğraf, seramik ve grafik sanatlarının geçmişi ve bugünü şuurlu bir yaklaşımın izlerini taşımaktadır. Türk sanatçıları dünyayı ve çevrelerini ulusal-evrensel verilerle yoğurup anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Özellikle son 15 yıl içinde grafik sanatlarında büyük terakki göze çarpmaktadır. Reklam grafiğinden afişe, orijinal baskıya kadar bir çok alanda uluslararası başarılar kazanılmıştır. Resim İslamiyetten önce resim sanatı, savaşçı Türk kavimleri arasında kumaş dokuması, halı, kilim, maden kakmalar, deri işleri, ok ve kılıç üzerine ağaç ve demir süslemeleri biçiminde gelişmiştir. Uygur Türkleri diğer Türk gruplarından önce yerleşik hayata geçtiklerinden IX. asra ve daha sonraki asırlara ait Turfan, Karahocu, Bişbalığ gibi şehirlerde yapılan kazılarda bazı duvar resimleri, din ve ticaretle ilgili kitaplarda resimler tespit edilmiştir. Türklerde biçim, çizgi ve rengin temel örnekleri ve figürlü sanatın ilk eserleri minyatür sanatı şeklinde gelişti. Türk minyatürcülüğü, Orta Asya'dan Selçuklu'lara, Osmanlı Devletinin kuruluşundan İstanbul'un fethine ve Lale Devrine uzayan asırlar içinde değişik akım ve anlatım şekilleri kazanmıştır. XV. asırda Fatih Sultan Mehmed, tanınmış İtalyan ressamlarını saraya davet ederek, bir anlamda batı resminin Türkiye'ye girmesini sağlamıştır. Batı ülkeleri ile münasebet kurulduktan sonra sosyal ve siyasi hareketlere paralel olarak güzel sanatlarda da gelişmeler oldu. Tanzimat Fermanından sonra II.Mahmut, portresini (Tasviri Hümayun) yağlı boya olarak yaptırıp resmi daire duvarlarına astırdı. Sultan Abdülaziz, Avrupa gezisinden sonra güzel sanatlara daha çok önem verdi. Abdülaziz de resim yapıyordu, sarayına davet ettiği Batılı ressamların eserlerinden bir kolleksiyon meydana getirmesi, Türkiye'de resim sanatının gelişmesinde tesirli oldu. Osmanlı döneminde ilk defa, 1793 yılında kurulan Berii Hümayunda, resim dersi verildi. XIX. asrın ortalarına doğru askeri ve sivil bütün okullara resim dersi konuldu. Avrupa'ya resim öğrenimi yapmak üzere öğrenciler gönderildi ve bu öğrencilerin yurda dönüşünden sonra resim sanatı çağdaş akımlara paralel gelişmeler gösterdi. Bu hazırlık dönemi sonunda 1883 yılında bugün Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi adını alan Sanayii Nefise Mektebi kurulmuş ve müdürlüğüne Osman Hamdi bey getirilmiştir. Bu okulun öğretim üye kadrosunu yabancılar teşkil etmiş, ilk yirmi öğrenci resim, heykel ve mimari alanlarında öğrenim görmüştür. "Türk primitifleri" veya "Türk fotoyorumcuları" olarak adlandırılan ilk dönem Türk ressamlarının eserleri bugün İstanbul Resim ve Heykel Müzesinde bulunmaktadır. Bu dönemin başlıca eğilimleri manzara ve natürmort gibi iki temel türde toplanır. İlk dönem ressamları, Osman Nuri, Giritli Hüseyin, Ahmed Bedri, Ferid İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Tevfik Paşa, Nuri paşa, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyyid Bey, Osman Hamdi bey, Servili Ahmet Emin, Hüseyin Zekai Paşa ve Hoca Ali Rıza'dır. Türk primitifleri genellikle gerçekçi bir sanat anlayışına bağlı kaldılar. Bu ressamlar Yıldız Sarayı, Yıldız Camii, Kağıthane ve Anadolu yörelerine kadar uzanan görüntüleri daha önce çekilen fotoğraflardan hareketle yağlıboya ile işlemişlerdir. Fotoğrafı temel aldıkları için objektife bağlı bir perspektif düzeni ve ışık-gölge biçimleyiciliği geliştirmişlerdir. İnsan figürüne pek nadir yer verdiler. Bazılarının, tarihi bina görüntüleri ve manzara ile ortak üsluplaşmaya yöneldikleri görülür.İstanbul ve çevresini geleneksel bir üslupla işleyen Şeker Ahmet Paşa ve çağdaşları Çallı kuşağının öncüleri sayılırlar. Bu ressamlardan sonra Halife Abdülmecid, Perspektifçi Ahmet Ziya Akbulut, Ömer Adil, Şevket Dağ eserler verdiler. Bu ressamları savaş sonrası ressamları takip etti. Türkiye'ye izlenimciliği getiren bu ressamların en başarılısı akademiklerin sonuncusu, izlenimcilerin ilki olan Halik Paşa'dır. Cumhuriyet dönemi resim sanatı, Osmanlı Ressamlar Cemiyeti'nin değişik adlar altında 1930'lara kadar sürdürdüğü sanat etkinlikleri ile başlar. 1908'de kurulan cemiyetin ilk üyeleri Ruhi Arel, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Asaf, Agah, Kazım, Hüseyin, Haşim, Ahmet Ziya Akbulut, Hoca Ali Rıza, Muazzez, Mahmut, Mesrur ve İzzet'tir. Cemiyetin başkanı Sami Yetik oldu. Halil Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Nazmi Ziya, Avni Lifij, Feyhaman Duran gibi tanınmış Türk ressamları da bu guruba katıldılar. Bu gurubun öncüsü kabul edilen ve yaygın üne kavuşan İbrahim Çallı'dan dolayı bu ressamlar "Çallı Kuşağı" olarak da isimlendirildiler. Çoğunluğu Sanayi-i Nefise Mektebi mezunu olan Çallı kuşağı ressamları, Avrupada sanat eğitimi görerek yetiştiler. Bu ressamlar, batı resminde etkisini tamamlamış izlenimci görüşe bağlandılar. Fakat bu akım içinde Batı resminde olduğu gibi , renklerle ilgili problemin çözülmesi ihtiyacı ile hareket etmediler. Umumiyetle optik görünüşleri , az çok renkçi anlayışla dile getirdiler. Bu sanatçılardan Çallı İbrahim, akademikleşmiş izlenimciliğe bağlandı. Zeybek ve Mevleviler, adlarını taşıyan eserlerinde olduğu gibi bazı eserlerinde yerli motifleri işledi. Natürmortlarında ve açık hava resimlerinde anlatım ustalığı gösterdi. Fırça tuşlarına önem verdi. Feyhaman Duran, izlenimci anlayışı yansıtan eserlerinde titiz bir işçilikle, renk ve desen uzlaşmasını birleştirdi. Hikmet Onat, genellikle eski İstanbul görüntülerini canlandıran peyzajlar yaptı. Nazmi Ziya, izlenimci anlayışı renk problemlerine özel bir dikkat göstererek İstanbul görüntülerini güneş ışığı ve sis gibi unsurlarla birlikte verdi. Çallı kuşağı ne tam anlamıyla Batı sanatının izleyicisi durumundadır, ne de bütünüyle yerel nitelikte bir sanat anlayışını temsil eder. Bu ressamlar batı resim sanatından etkilenmekle birlikte, bu etkileri kendilerine özgü bir doğaya yaklaşım biçimi içinde özümseyebilmişlerdir. Kendi aralarında gösterdikleri ortak üslup özelliklerinin yanı sıra sezgi ve içgüdünün yönlendirildiği bir arayışla biçimsel sorunları sınırlamada bir gerilimi yaşarlar. Böylece kendi kişisel üsluplarını yaratmada da başarılı olmuşlardır. Bütün bu özellikleriyle Çallı kuşağı Türk resminde kesin bir dönüm noktasıdır. Gerçekte Türk resminin gelişimi çoğunlukla tam bir kesinlik içermeyen ve bütünüyle tek bir görüş çerçevesinde toplanmayan gurup hareketlerinin birbirini izleyen sürekliliği içinde kurulmuş değildir. Çünkü Osmanlı Ressamlar Cemiyeti ve uzantıları ile onları izleyen müstakiller, D Gurubu, Yeniler ve benzeri guruplaşmalar arasında süreklilikle sonuçlanan bir etki-tepki diyaloğu yoktur. Müstakillerin baştaki kurucuları Refik Epikman, Hamit Görele, Şeref Akdik, Nurullah Berk, Hale Asaf, Muhittin Sebati, Zeki Kocamemi, Avni Çelebi, Mahmut Cuda ve heykeltraş Ratip Aşir'dir. Müstakiller tek bir bakış açısı çevresinde birleşen bir gurup değildir. Bu ressamlar herbiri aralarındaki üslup ortaklığı kadar üslup ayrılıklarında da birleşmiş bir görünüm sergiler. Buna karşılık amaçlarının Cezanne biçimciliğinin uzantısı olan bir tuş düzeni ile kübizm ve konstrüktivizm gibi akımların biçimsel kuruluşa tanıdığı önceliği bütünleştirmek olduğu söylenebilir. D gurubu 1933 yılında Cemal Tollu, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Abidin Dino ve heykeltraş Zühtü Müridoğlu tarafından kurulmuştur. Çoğunluğu Sanayi-i Nefisede Çallı ve arkadaşlarının öğrencileri olan D gurubunun kurucuları, kendilerinden öncekiler gibi Avrupa'da resim öğretimi görmüşlerdir. D Gurubu, Çallı kuşağının renkçiliğine desenin sağlamlığını katarak, düzen ve kuruluşa ağırlık veren bir biçim anlayışı ile hareket etmiştir. Gerçi müstakiller de Çallı kuşağının izlenimciliğine karşı çıkarak kübizm ve konstrüktivizmde sağlam düzen kuruluşları aramışlardır, ancak D gurubu ise müstakillerin yeni anlayışlarını daha aşırı bir boyut içinde vermişlerdir. Gurup üyeleri kendi aralarında farklı anlayışa sahip olmakla birlikte, Türk resmine yeni bir entelektüel yaklaşım getirmek, resimde tekniği düşünce ile birleştirmek gibi ortak bir amaçta birleşmiş görünürler. Gerek düşüncede, gerekse uygulamada "akademizme ve körükörüne doğa kopyacılığına" aynı oranda karşıdırlar. Ancak sözcülüğünü ettikleri "Lhote" biçimciliği, etkinlikleri doruk noktasına ulaştığı sıralarda, Avrupa'da çoktan akademik sayılan bir boyut kazanmıştır. D Gurubunun, Türkiye'de resim kültürünün yaygınlaştırılmasında katkıları çok büyüktür. 1940'larda etkili olan Yeniler Gurubunda ise Nuri İyem, Agop Arad, Selim turan, Avni Arbaş, Nejat melih Devrim, Kemal Sönmezler, heykeltraş Faruk Morel ve afişçi Yusuf Karatay bulunmaktadır. Yeniler, kendilerinden önceki D Gurubunun aşırı Avrupa sanatı taraftarlığına ve biçimciliğine karşı toplumsal içeriğin önemini vurgulamak amacında birleşmişlerdir. Onlara göre sanat ve resim toplumun sorunlarına dönük olmalı, gerçek yaşamı yansıtmalı, insanların güncel uğraşlarını konu almanın yanı sıra onların sevinç ve üzüntülerini de belirtmeliydi. Ancak, yenilerin tutumları kendi içinde kavranabilir bütünlüğü olan bir resim dili yaratmaya yetmemiştir. Çünkü, Yeniler, toplumsal konuların resimsel anlatımının gerektirdiği biçimlere yönelmek yerine, geleneksel ve Cezanne kökenli biçim modellerinin birleşimi bir anlayışla hareket etmişlerdir. II. Dünya Savaşından sonra Batıda genel olarak soyut sanat, özel olarak da soyut dışavurumculuk geniş çapta gelişmeler sağlamıştır. Batıdaki benzerleri gibi Türk resim sanatında da soyut eğilimler teknik ve biçim açısından iki temel davranış biçimi içinde sınıflandırılabilirler. Bunlardan ilki düzenli bir fırça işçiliğine ve yüzeysel geometrik bir biçim anlayışına dayanan akılcı, kuralcı ve katı yaklaşımdır. Diğeri ise dağınık bir tutuş ve serbest fırça işçiliği üstüne temellenen lirik, kendiliğinden, disiplinsiz ve bir yere değin de ifadeci olabilen duyarlı organik yaklaşımdır. Sabri Berkel, Halil Dikmen, Cemal Bingöl, Şemsettin Arel, Arif Kaptan ve Hamit Görele daha çok geometrik kuruluşlara düz yüzeylere, sert ve açısal biçimlerle çalışan soyutçular arasında yer alırlar. Öte yandan Şemsettin Arel, Abidin Elderoğlu ve bir yere değin de Sabri Berkel'in hat sanatı ve kaligrafiden esinlenen yapıtları soyut biçime geleneksel bir bağlam kazandırma arayışlarının ürünüdür. 1970'ler, Türk resminde evrensel ve yerel, soyut ve somut gibi karşıt eğilimlerin berraklaşmaya dönüştüğü ve bazı sentezlere ulaştığı bir başlangıcı yaşar. Yaşlı kuşak sanatçıların bir kısmı giderek ağırlık kazanan yeni gelişmelere ayak uydurmaya çalışırken bir kısmı da kendi bireysel üsluplarını derinleştirmeye yönelirler. Genç kuşak içindeki tutarlı kişilikler ise, geçmişe oranla daha belirgin bir biçim-içerik bütünlüğü ile yeni arayışlara girişirler. 1970'lerde resim sanatı beş temel anlayış doğrultusunda biçimlenmektedir. 1. Soyutçular 2. Soyut ya da figüratif biçimci yaklaşımlar 3. Soyutlanmış figüratif biçimde lirik arayışlar 4. Yerelci ve toplumcu eğilimler 5. İfadeci ve eleştirel figüratif yaklaşımlar Soyutçular : Sabri Berkel, Adnan Çoker, Ömer Uluç, Burhan Doğançay, Erol Eti, Eral Alantar, Adnan Turani, Güngör Taner, Hali Akdeniz, Tomur Atagök. Soyut ya da figüratif biçimciler : Gürel Yontan, Şükrü Aysan, İsmail Saray, Ahmet Öktem, Serhat Kiraz Soyutlanmış figüratif biçimde lirik arayışlar : Özdemir Altan, Turan Erol, Orhan Peker son yıllarında Bedri Rahmi, Şadan Bezeyiş, Mustafa Esirkuş, Nuri Abaç, Erol Akyavaş, Dinçer Erimez, Burhan Uygun, Zahit Büyükişleyen. Yerelci ve Toplumcular : Osman Oral, İsmail Altınok, Hüseyin Bilişik, Duran Karaca, Kayıhan Keskinok, Mehmet Güler, Yalçın Gökçebağ, Veysel Günay, Mehmet Başbuğ. İfadeci ve Eleştirel Yaklaşımlar : Alaettin Aksoy, Mustafa Ata, Neşe Erdok, Mehmet Güleryüz, Ergin İnan, Kemal İskender, Balkan Naci islimyeli, Özer Kabaş, Erol Kınalı, Hüsamettin Koçan, İbrahim Örs, Kadri Özayten, Gürkan Çoşkun, Utku Varlık. 1970'lerle birlikte İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye'nin büyük kentlerindeki sanat etkinlikleri geçmişe oranla eşi görülmedik boyutlarda bir gelişme göstermiştir ve hala da göstermektedir. Galerilerin sayıları çok büyük bür artış göstermiş ve bu olgunun etkisiyle resme olan ilgi büyük ölçüde artmış, kolleksiyoncu çevreler ve resme meraklı aydınlar daha çok resim toplamaya yönelmişlerdir. Heykel Cumhuriyet dönemi heykelciliği, plastik ve estetik veriler açısından zengin bir geçmişin henüz çok genç mirasçısıdır. Anadolu'ya bakıldığında bu toprakların, birbirinin üzerine kurulmuş çeşitli medeniyetlerden kalan farklı sanat anlayışıyla yapılmış heykellerle dolu olduğu görülür. Atatürk önceleri Arap ve Acem Kültürlerinin izlerini taşıyan, daha sonra da Tanzimat'la birlikte Batıya yönelen Türk sanatının, doğuya ya da batıya özenen değil de, kendine özgü biçimini yaratan ve uygulayan bir şekle gelmesi için sanata ve kültüre, inkilapların en başında yer vermiştir. Milleti yaşatmak, çağdaş kültür düzeyine eriştirmek, ona katkıda bulunmak için sanatın büyük düşünsel-itici gücüne inanan Atatürk, güzel sanatlara öncelik tanımıştır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra heykel sanatının geliştirilmesi için alınan önlemler şöyledir :
a.Türk tarih Kurumunun önderliğinde arkeolojik çalışmaların genişletilmesi. Bu çalışmalar örneklemeyi çoğaltması ve ufku geliştirmesi açısından heykel sanatı için önemli birer kaynaktırlar. Anadolu topraklarında yapılan kazılarda M.Ö. 8 bin yılına ait pek çok taş ocağı bulunmuştur. Özellikle Yesemek bölgesi taş ocakları bugün dahi dünyada eşine az rastlanır heykel üretim yerleridir. Heykellerin stillerinde ekolleşme, uzmanlaşma görülür. M.Ö. 2 bin yılından kalan Alaca Höyük, Kalın Kaya, Boğaz Köy ve Tilmen Atölyeleri Von der Osten tarafından 1926'da gün ışığına çıkarılabilmiştir. b. Dışarıdan öğrenci gönderme, heykelci çağırma. 1924'ten itibaren sanatçıların gelişmesi ve eğitilmesi için, bu konuda merkez olan Paris, Münih gibi şehirlere burslu öğrenciler gönderilir. Ratip Aşir, A. Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman ilk giden heykelcilerimizdendir. Aynı zamanda heykel eğitiminde yabancı sanatçılardan yararlanılır. 1937'de Hitler Almanya'sından kaçan R. Belling Türkiye'ye gelir. Kendisi "Kasım Gurubu" nun kurucularından ve dünya sanat tarihine çığır açan "DREIKLANG" adlı eserin sahibidir. Resim ve heykel arasındaki farkın üçüncü boyutta düğümlendiğine inanan bir sanatçıdır. Belling, plastik değerler, yöntem, entelektüel gelişim açısından Türk heykel sanatında çok önemli bir yer tutan bir öğretici olmuştur. Hüseyin Özkan, Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Rahmi Artemiz, İlhan Koman, Zerrin Bölükbaşı, Hüseyin gezer, Turgut Pura, Şadi Çalık Belling'in öğrencilerinin başlıcalarıdır. Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Türk heykelcileri bu yıllarda ülkemizde çalışmış yabancı heykelcilerin idealize ya da abartılı anatomik yapılı heykellerini -bir kaç örnek dışında- benimsememişlerdir. c.Sanat ortamı yaratılması . Çeşitli gazetelerde yayımlanan makaleler, çıkarılan dergiler, basılan eserler iletişimi sağlarken, sanatın gelenekselleşmesini sağlayacak, onu benimseyerek, destekleyecek izleyici topluluğunun gelişmesine yardımcı olmuştur. Heykel sanatını sevdirmek, yurdumuzda yaygınlaştırmak amacıyla çeşitli ödüller konulmuş, yeni okullar, eğitim enstitüleri, müzeler, devlet sergileri, galeriler açılmıştır. Atatürk'ün emriyle 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesinin, Resim ve Heykel Müzesi olarak düzenlenmesi,1939 yılından başlayarak her yıl düzenli Devlet Resim ve Heykel Sergilerinin açılması, bu alanda Cumhuriyetten sonra sağlanan gelişmeyi göstermektedir. Güzel sanatları ülke düzeyine yaymak amacıyla Devlet eliyle 23 güzel sanat galerisi ve resim-heykel müzesi açılmıştır. Ayrıca son yıllarda büyük şehirlerde özel resim galerilerinde resim heykel çalışmaları ve sergileri çok yaygınlaşmıştır. 1986 yılı Mayıs ayında düzenlenen I. Uluslararası Asya-Avrupa Sanat Bienali, Türk sanatının geniş manada dünyaya açılışını sağlayan faaliyetlerden biridir. İstanbul ve Ankara'daki Üniversitelerin güzel sanatlarla ilgili fakültelerinde modern anlamda plastik sanatlar eğitimi yapılmakta ve geleceğe umut vadeden sanatçılar yetişmektedir.
Tarihi heykel sanatı, şematik kütle plastiği ile üsluplaşmış kabartma örneklerden oluşur. Osmanlılarda figürlü ve anıt-heykel yoktur. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte bu sanat dalının geliştirilmesi önem kazanmıştır. Türkiye'de heykel sanatı Cumhuriyet devrinde Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerden başlayarak Anadolu şehir ve kasabalarının meydanlarına kadar yayılan Kurtuluş Savaşı ve Atatürk anıtlarıyla gelişmiştir. İlk anıt 1925 yılında İstanbul'da Gülhane Parkına dikilmiş, bunu 1928 yılında Taksim'de yapılan Cumhuriyet Anıtı izlemiştir. İlk örnekler yabancı sanatçılar tarafından yapılmış, 1930'lardan itibaren Ratip Aşir Acudoğlu, Zühtü Müridoğlu, Kenan Yontuç gibi heykeltraşlar yetişmiş ve anıt heykelciliğinde kendilerine has üslupla eserler vermişlerdir. Bu dönemde çok sayıda büst çalışmaları da yapılmıştır. 1950'li yıllardan itibaren Şadi Çalık, Turgut Pura, Kuzgun Acar gibi sanatçılar, soyut form anlayışını zorladılar ve değişik eserler vücuda getirdiler. Ali Teoman Germaner, Hakkı Baha Çavuşgil, Sebahat Acuner, Gürdal Duyar, Tamer Başoğlu, Namık Denizhan, Saim Bugay, Koray Ariş gibi orta kuşak sanatçıların yakın yıllardaki çalışmalarından kurallar yapılmış, heykele çağdaş görünüm kazandırma çabaları farklı anlayıştaki sanatçılar tarafından paylaşılmıştır. Süsleme Sanatları Türklerde süsleme sanatları M.Ö. I. asırdan başlayarak günümüze gelmiştir. Çini, minyatür, telkari, ebru, vitray, hüsn-ü hat, teship, oymacılık, cam, kakma gibi dallarda gelişen süsleme sanatlarının en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılar zamanında görmek mümkündür. Bütünüyle uygulamalı sanatlar olan bu tür çalışmalar sanattan çok zenaat olarak kabul görmüştür. Bu sebeple, çok farklı üslupları olmasına rağmen sanatçılar, eserlerinde imza kullanmamışlardır. Günümüzde bu sanatlardan büyük bir kısmı devlet desteği ile okullarda ve meraklı amatör sanatçılarla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. a. Çinicilik Türk süsleme sanatları içinde önemli yeri bulunan dallardan biri de çini sanatıdır. Anadolu Türklerinde seramik sanatının çok eski bir geleneğe sahip olduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklu, Gazneliler ve Karahanlılar İslam dünyasında çini sanatının lideri durumundaydılar. Selçuklu döneminde iç ve dış mimaride kullanılan çiniler daha çok turkuvaz, kobalt, mor ve siyah renkliydi. Bu dönemde sade renkli çiniler yanında bitki desenli, hayvan ve insan figürlü ve mitolojik karakterli olanları da vardı. Bu çiniler mozaik tekniğinde veya tek renkli levhalar halinde idi. Tarihte bilinen en eski Selçuklu çinileri Konya'da kullanılmıştır. Konya'daki Alaaddin Cami ve Beyşehir Gölü civarında bulunan Kubadabat Sarayı bu çinilerin en güzel örnekleri ile kaplıdır. Çini sanatı XIV-XVII asırlar arasında Osmanlı sanat ve mimarisinin en önemli unsurudur. Bu asırlarda çiniler, medrese, cami, tekke, imarathane, hamam, köşk, saray. Konak, şadırvan, sebil, çeşme, kütüphane, kilise gibi binalarda geniş kullanma alanına sahiptir. Çini üretiminin en önemli iki merkezi İznik ve Kütahya'ydı. Osmanlılardan günümüze kadar gelen en eski çiniler İznik'te Yeşil Cami Minaresinde görülmektedir. Bu cami 1391-1392 yıllarında yapılmıştır. Osmanlı çinicilik sanatının başlangıç devrinde, duvar çinilerinde renk ve teknik Selçuklu geleneğinin devamıdır. XV. asırdan itibaren Osmanlı çiniciliği kendine has tarzda gelişme gösterdi. 1420'de yapılan Bursa Yeşil Cami ve Türbesi'nde Selçuklu çinilerden farklı olarak sarı ve yeşil renkte çiniler kullanılmış, bitki ve çiçek motifleri yeni bir zevk ve anlayışla daha zengin bir şekilde yapılmıştır. Bursa Muradiye Camii, Osmanlı sanatında ilk defa olarak firuze ve beyaz duvar çinilerinin kullanıldığı en eski örnektir. Mozaik, sıraltı ve renkli sır teknikleriyle imal edilen ilk devir çinileri Osmanlıların en önemli çini merkezi olan İznik'de yapıldı. İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan (1472) Çinili Köşk'de genellikle sarı renk hakimdir ve Selçuklu geleneğinin devamı olan mozaik çiniler kullanılmıştır. XVI. asrın ortalarına doğru İstanbul'da mozaik çiniler ve altın yaldızlı tek renkli çiniler tamamen kayboldu. Bunların yerini renkli sır tekniğinde yapılmış dört köşe levhalar halinde çiniler aldı. Rumiler ve Hatayiler arasında palmet ve rotüs motifleri olan çiçek ve üsluplaştırılmış yapraklardan meydana gelen süsleme, bu devir çiniciliğinin özelliğidir. 1522'de yaptırılan Sultan Selim Türbesi ve 1548'de yaptırılan Şehzade Mehmet Türbesi bu özelliği gösteren örneklerdir. Yeşil, sarı ve laciverthakim olmak üzere yer yer firuze ve uçuk kırmızının kullanıldığı bu çinilerde klasik rumi, palmet motifleri arasında büyük nar çiçekleri, güller, yapraklar ve rozetler görülür. XVI. asrın yarısından itibaren çiniler, sıraltı tekniği ile yapılmaya başlandı. Firuze, mavi, koyu yeşil, açık lacivert ve beyaz bu dönemin hakim renkleri oldu. Mercan kırmızısı da bu dönemin özel renkleri arasındaydı. Üsluplaştırılmış motifler, palmet ve rumilerin yerine çiçek ve yapraklarla şakayık, narçiçeği, gül, lale ve sümbül motifleri aldı. Bu yeni üsluptaki çinilerin en güzel örneği İstanbul'da Süleymaniye Camii Mihrabının iki yanında görülür. Sultan Ahmet'teki Sokullu Mehmet Paşa Camii, Kasımpaşa'da Piyale Paşa Camilerinde mercan kırmızısı çiniler hakimdir. Mercan kırmızısı çiniler Topkapı Sarayında geniş ölçüde kullanılmıştır. Hırkai Şerif Dairesinde, tavus kuşlu çiniler, Harem Dairesinin Altın Yol adı verilen koridorunda bulunan üç pano, Üsküdar'da Valide Camii çinileri ve Edirne Selimiye Camii mihrabının iki tarafında ve Hünkar Mahfilinde görülen zengin çini dekorları bu devrin en güzel örnekleridir. XVII asrın başlarında çini sanatında bir duraklama görülür. Şehzade Camii avlusundaki Damat İbrahim Paşa Türbesinde uzun zamandır görülmeyen geometrik yıldız motifleri tekrar ortaya çıktı. Lale ve karanfillerle mercan kırmızısı kayboldu, yerini soluk kırmızı aldı. Yine aynı yıllarda yapılmış III. Mehmet Türbesi (1603) ile Topkapı Sarayında I. Ahmet Kütüphanesi çinilerinde yeşil renk hakimdir. Topkapı Sarayından sonra çini bakımından en zengin eser olan Sultan Ahmed Camii'nde 20.143 parça çini vardır. Bu çinilerde yeşilve mavi renkler hakimdir. İrigül, lale, sümbül, karanfil ve uzun yapraklı motifler görülür. Bu motifler arasında yalnız karanfil ve lalede kırmızı renk kullanılmıştır. Bu devrin öteki örnekleri Topkapı Sarayında, Sultan İbrahim tarafından yaptırılan Sünnet odasının duvarlarında, IV. Sultan Murad'ın yaptırdığı Bağdat Köşkü'nde görülür. Batılılaşma hareketleri XVII. Asırdan itibaren bu sanat dalının bir süre duraklamasına sebep olmuş, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında bu sanatı yeniden canlandırmak için Beykoz ve Yıldız'da sert fayans ve porselen fabrikaları kurulmuştur. Bu fabrikalar Batı tekniğini Türkiye'ye aktarmıştır. 1919 yılında Sanayi-i Nefise mektebinde açılan seramik atölyesi eski ile yeni arasında bağ kuran yeni sanatçıların yetişmesine yardımcı olmuş daha sonra güzel sanatlar akademisi bu sanat dalının çağdaş örnekler vermesine yardım etmiştir. 1960 yılından itibaren seramik sanatı gerek yurt içinde gerekse yurt dışında orijinal eserlerle varlığını hissettirmektedir. Osmanlıların ilk devrinden itibaren İznik'ten sonra ikinci çini merkezi olan Kütahya, bugüne kadar bu sanatı devam ettiren tek merkez haline geldi. Kütahya'da eski renk ve desenleri taklit eden çini sanatı, vazo, duvar tabağı, kül tablası gibi dekoratif eşyaya ağırlık vererek devam etmektedir. b. Minyatür Türklerde biçim, çizgi ve rengin temel örnekleri ve figürlü sanatın ilk eserleri minyatür sanatı şeklinde gelişti. Türk minyatürcülüğü Orta Asya'dan Selçuklulara, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan İstanbul'un fethine ve Lale Devrine uzayan asırlar içinde değişik akım ve anlatım şekilleri kazanmıştır. Türk minyatür sanatı, islamiyetten sonra kitap süsleme sanatı olarak değiştirilen kitap çapına uyacak özellikler göstermektedir. Işık ve gölge yerine düz veya kuyruklu çizgileri örten saf veya parlak renkler kullanılır. Minyatür, milli sanat niteliğini Selçuklular döneminde kazanmış, bu dönemde Nakışhane ve Nigarhane denilen resim okulları kurulmuştur. Bu dönemde İran ile minyatür sanatçısı değişimi yapıldığından Türk-İran minyatürleri birbirlerini etkilemiştir. Ancak, Türk minyatürleri başlangıçtan itibareb daha gerçekçi bir anlatıma sahipti ve günlük hayatı aksettiriyordu. Minyatürde, Osmanlı üslubu XV. asırda belirginleşmiş, klasik örneklerini XVI. asırda vermiştir. XV. asırda Fatih Sultan Mehmed , şairlere ve nakkaşlara rahat çalışma imkanları hazırlatmış, tanınmış İtalyan ressamları saraya davet ederek bir anlamda batı resminin Türkiye'ye girmesini sağlamıştır. İtalyan ressamlardan Matteo di Pasti ile Constanzio di Ferrara, Fatih'in tasvirini taşıyan madalyalar yapmışlardır. Ünlü ressam Bellini de Fatih Sultan Mehmed'in portresi yanında İstanbul'un çeşitli görünümlerini resmetmiştir. XVI. asırda klasik eserlerini veren minyatür sanatına Fatih Sultan Mehmed devrinde sarayda çalışan yabancı ressamların da tesiri oldu. Kanuni Sultan Süleyman devrinde imparatorluğun çeşitli bölgelerinden, özellikle doğudan gelen sanatçılar, sarayda Türk nakkaşlarıyla birlikte çalıştılar. Bu dönemde edebiyatı konu edinen yazmaların yanında tarihi konular da resimlendirilmeye başladı. Bu durum sanatçıların değişik kompozisyon denemelerine yardım etti ve klasik üslubun doğmasına yol açtı. Klasik üslubda en değerli minyatürler II. Mahmud'un zamanında yapıldı. Bu dönemde padişahların savaşlarını,seferlerini, başarılarını, hünerlerini, düğünlerini anlatan yazmaların resimlendirilmesiyle gerçekçi bir üslup ortaya çıktı. Türklerde XVIII. asırdan önceki tasvir sanatının temel özelliği iki boyutlu oluşudur. Minyatür yaşanan çevreden etkilenmekle beraber nesneye bütünüyle bağlı kalmamış , süslemeye çok önem verilmiş, düz ve parlak renkler tercih edilmiştir. Osmanlı minyatüründe, İran minyatürünün romantik peyzaj anlayışı sadeleştirildi ve peyzaj bütünüyle fon olarak kullanıldı. İnsan figürleri, mimari yapılar, konunun esas unsurları minyatürde ön plana çıktı. Klasik Türk minyatüründe çizgiler düz, renkler canlı, üslup hikayecidir. Bu gerçekçi ve hikayeci üslup XVIII asra kadar devam etti. Osmanlı minyatür sanatının en belirgin özelliği sağlam yapılı kahramanları, sadeliği, konuların gerçek hayattan seçilişi ve renk anlayışıdır. Önemli niteliklerden biri de Osmanlı minyatürlerinin birer tarihi belge oluşur. XV asırda Nigari, XVI asırda Nakkaş Osman, XVII asırda Nakkaş Hasan, XVII asırda Levni minyatür sanatının en belli başlı temsilcileridir. Cumhuriyet sonrasında minyatürcülük konusunda en önemli çalışmaları Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver gerçekleştirmiştir. Araştırmalarının yanısıra kendi de minyatürler yapmıştır. Günümüzde minyatür konusunda bazı bireysel çalışmalar haricinde, üretime yönelik bir çaba söz konusu değildir.Mimar Sinan Üniversitesi, Türk Süsleme Sanatları bölümünden Mihriban Sözen ve Neşe Duyar minyatür çalışması yapan sanatçılardır. c. Telkari Orijinal Türk Maden sanatlarından olan Telkari işçiliği büyük bir sabır, titizlik, hayal gücü ve incelik gerektirir. Bu ince Türk sanatı ile Tespih, Köstek, Küpe, Yüzük, Bilezik, Broş, Kemer, Tütün tabakaları, Mücevher kutuları gibi süs eşyası yapılmaktadır. Bugün Diyarbakır'da gümüşle, Trabzon'da altınla yapılan telkari işleri bulunmaktadır d. Vitray Vitray denilen renkli camlarla daha çok pencereler süslenerek mimariye zerafet ve güzellik kazandırılmıştır. Osmanlı döneminden günümüze ulaşan dini ve sivil mimari eserlerinde ilgi çekici vitray örnekleri görmek mümkündür. Cam eşyayı süsleme sanatı da Türkler arasında gelişmişti. e. Cam İşlemeciliği Çeşm-i Bülbül denilen cam işleme tarzı bütünüyle Türklere has bir sanat ürünü olarak ün yapmıştır. İlk olarak 1848'de İstanbul'da Çubuklu semtinde kurulan bir cam fabrikasında Çeşm-i Bülbül tarzında eşyalar yapılmağa başlandı. Özel bir cins camdan yapılan bardak, sürahi, vazo ve gülapdan gibi eşyaya Çeşmi-i Bülbül denmesinin sebebi, üzerindeki çizgilerin bülbül gözündeki tahrirlere benzemesindendir diye bilinmektedir. Çeşm-i Bülbül adıyla anılan eşyada en çok kullanılan renkler süt mavisi, koyu kırmızı ve zümrüt yeşilidir. Altınlı, kabartma çiçekli ve tespihli olanları da vardır. f. Ebru Kağıt süsleme sanatı olan ebru, çiftçilikte, kaplama işlerinde, hüsn-ü hat (güzel yazı) pervazlarında, teship cetvellerinde ve üzerinde yazı yazmakta kullanılmaktadır. Türk ustaların elinde en güzel örneklerini veren ebru sanatının Türkistan'dan ipek yolu ile İran'a oradan Anadolu'ya geçtiği tahmin edilmektedir. Osmanlılarda kitap ve yazıları süslemekte kullanılan ebru sanatı çok gelişmiş ve güzel örnekler vermiştir. En eski ebru örnekleri Topkapı Sarayındaki XV. asra ait süsleme kağıtlarıdır. Eski ustalar, dalgalı ebru yanında süslü şekiller ve çiçeklerde yaparlardı. Bu şekillerden ebruları kimin yaptığı anlaşılır ve bu sebeple ebru çeşitleri özel isimlerle anılırdı. Ebru sanatı, resim sanatı içinde bugün de devam etmektedir. g. Teshib Osmanlılarda kitap süsleme sanatlarından olan teshib, saray nakkaşları elinde hat sanatıyla birlikte gelişti. Fatih Sultan Mehmet devrinde teshib sanatında zengin motif düzenleri yapılmaya başlandı. Nilüfer, ıtı yaprağı, çeşitli matayi ve goncalar, ayırma rumilerle yapılan kompozisyonlar, üsluplaştırılmış lale, karanfil, yaprak, bulut gibi motifler değerli eserleri süsledi. Bu dönemin Teshib'in de kullanılan hakim renkler sarı ve yeşil altınla birlikte açık mavi, siyah, beyaz, yeşil, karmen ve turuncudur. XVI asırdan itibaren lacivert, siyah, açık mavi de Teshib renkleri arasına katıldı. Bu asırda zevk, teknik ve kompozisyon çok gelişti. Motif olarak sıralama rumi, narçiçeği, lale, karanfil, haseki küpesi, mine ve üsluplaştırılmış çiçekler kullanıldı. Renkli cetveller, çeşitli geçmeler, orta bağı, tepelik denilen motifler Teshib'de önemli yer tuttu. XVII asırdan itibaren bu sanatta gerileme, batılı anlamda resim sanatında gelişme başladı. h. Tahta Oyma Türkler tahta oymacılığı sanatı ile çeşitli eserler meydana getirmişlerdir. Özellikle oyma suretiyle yapılan mihrab, minber, mahfel ve merdiven korkulukları, çeşitli mobilya rahle, cüz muhafazası gibi eşyalar değişik sanat eserleri niteliği kazanmışlardır. i. Kakma Masif veya kaplamalı yüzeylere, renkli kaplama, sedef, fildişi, metal gömerek yapılan kakma sanatı Türklerde daha çok ev eşyalarına uygulandı. Özellikle sedef kakmacılığı, kakmacılığın en yaygın şeklidir. Tabureler, beşikler, çekmeceler, sedirler, takunyalar, sedeflerin kenarına gümüş tel kakarak işlenirdi. Gümüş veya pirinç eşya üzerine kakma, altın veya gümüş tel ve çubuklarla yapılırdı. Kakma yapılacak satıh üzerinde istenen şekilde yuvalar açılır ve yuvalara tel veya çubuklar yerleştirilirdi. Gümüş kutular, tabakalar, mangallar, tepsiler, kılıç, kama, bıçak, tabanca, tüfek kabzaları, ağızlıklar, çubuklar bu suretle süslenirdi. Tahta üzerine yapılan kakmalar, ya bir başka cins ve renk tahta ile veya ana tahtanın bünyesine uygun başka maddelerle yapılıyordu. Kakılacak tahta parçaları geometrik şekillerle kesilir, minberlerde, kapılarda, rahle, kutu gibi eşyalarda bu parçalar oyuklarına yerleştirilerek süslemeler yapılırdı. Kuyumculukta, kakmacılık kıymetli taşları yine kıymetli madenler üzerine kakarak uygulanıyordu. Hünkar koşumları, pabuçlar, değerli kutular, fincan zarfları, kitap kapları gibi eşyalar bu yolla süslenmişti. Osmanlı mimarları, özellikle Mimar Sinan ve öğrencileri kakmacılığa önem vermişler, Topkapı Sarayı Has Bahçesinde kakmacılığı geliştiren bir atölye kurulmuş, yapı sanatının bir kolu olarak taş ve tahta üzerine kakmacılık metodları geliştirilmiş ve öğretilmiştir. Osmanlılar dönemine ait gerçek iç ve dış mimarinin çeşitli bölümleri, yazı levhaları, tahtlar, minber, arhle, kitap muhafazalı kutu ve çekmeceler, dolaplar, takunya, kaşık, beşik gibi kakma sanatını sergileyen pek çok eser mevcuttur. j. Hat Yazı kompozisyonlarında kompozisyonun kullanılmasıdır. Köşeli harflerle çivi yazısını hatırlatan "kufi" yazı türü geometrik süslemeye çok uygun olduğundan çok sık kullanılmıştır. Ahşap oymalarda, binaların cephelerinde ve kapılarında, camilerde Kur'an'dan alınmış hadis ve ayetler ana süsleme öğesi olarak kullanılmışlardır. Kur'an' ın daha seri yazılması gerektiğinde ise daha akılcı bir yazı karakteri olan "nesih" doğmuştur. Önemli yazı türleri : Küfi, sülüs, muhakkak, reyhani, nesih, celi, tevki, rit'a, talik, nestalik, divani ve siyakattır. Osmanlı döneminde ünlü hat ustaları, Şeyh Hamdullah, Ahmet Karahisarı, Hafız Osman, Mustafa Rakım, Derviş Ali, Mustafa İzzet, Hattat Sami, Şevi ve Niyazi beyler'dir. Cumhuriyet döneminde ise hat sanatına verilen önemin giderek azaldığı görülmektedir. Fakat yine de bu sanat diğer geleneksel sanatlara oranla en azından varlığını sürdürebilmiştir. Cumhuriyet döneminde latin harflerinin kullanılmaya başlaması da ilginin azalmasında önemli bir etken olmuştur. Sanatın tamamen ortadan kalkmamasını sağlayan ise dini karakteridir denilebilir. Cumhuriyet döneminin önemli hat ustaları : Hacı Kamik Akdik, İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim Özyazıcı, Nuri Korman, Necmettin Okyay, Hüseyin Macit Ayral, Hulusi Yazgan, Hasan Perman, Hasan Çelebi, Hamit Aytaç, Emin Barın, Yılmaz Özbek'tir. Emin Barın eski yazı esprisini latin harflerine uygulayarak hat sanatına yeni bir boyut katmış, onu izleyen öğrencisi Yılmaz Özbek'de bu doğrultuda başarılı ürünler vermiştir. Bugün akademilerin geleneksel Türk sanatları bölümü bünyesinde bu konuda eğitim verilmektedir. 3. GÖRSEL SANATLAR Tiyatro Tiyatro, sinema, opera ve bale gibi görsel sanatlar, Türkiye'de Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra kurumlaşarak gelişme göstermiştir. Bütün dünyada olduğu gibi Türklerde de tiyatronun doğuşunda iki kaynak tesirli olmuştur. Birinci kaynak tarih öncesi devirlerden kalan ritüeller ve dini merasimler, ikinci kaynak ise masal, efsane, destan gibi türler ve günlük hayattan alınan çeşitli olaylardır. Bunların toplum hayatında çeşitli vesilelerle canlandırılması sonucunda ilk tiyatro doğmuştur. Türkiye'de folklorik karakterde bu tür sade tiyatro örnekleri kırsal kesimde hala yaşamaktadır. Bu oyunlar, Köy Seyirlik Oyunları veya Köy Tiyatrosu adı ile folklor araştırmaları kadrosu içinde araştırılmaktadır. Gene folklor kadrosuna dahil tiyatro niteliği taşıyan Kukla, Karagöz, Meddah ve Orta oyunu adlarıyla anılan dört grup oyun Batılılaşma dönemine kadar sosyal hayat içinde yer almıştır. Tanzimat fermanının 1839'da ilanından sonra bir sıra yeniliğin gözlendiği devlet ve toplum hayatında, kavram ve biçim değişim kapsamları içine giren unsurlardan birisi de Milli Türk Tiyatrosu olmuştur. Bu dönemde Batı Tiyatrosu ile ilişki kurulmuş bunda saray ve çevresinin en yüksek düzeydeki devlet görevlilerinin büyük etkileri olmuştur. Özellikle saray ve çevresinin tiyatroya yakın ilgi göstermesi, tiyatronun toplum tarafından daha rahat ve kolay benimsenmesini sağlamıştır. II. Mahmud'un kitaplığındaki eserlerin büyük bir bölümünü tiyatro eserleri oluşturmuştur. Bu arada yüksek düzeydeki devlet görevlileri de Batı Tiyatrosunun Türkiye'ye girmesinde önemli etkilerde bulunmuşlar, Batıya yönelik bu hareketi destekleyici olmuşlardır. Bazıları konaklarında tiyatro oynatmış, bazıları da kentlerde halka açık tiyatroların kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Bunlardan Ali Paşa bir tiyatro Tiyatro bölümünün öğretmenleri arasında Minakyan, Ahmed Fehim Efendi, Rıza Tevfik, Salih Fuat, Mösyö Rioti, Arif Hikmet, Muhsin Ertuğrul, Halit Fahri Ozansoy ve Celal Tahsin de vardı. Bu kurumda müzik dalında Türk Müziği ve Batı Müziği bulunmasına rağmen, tiyatro dalında Türk Tiyatrosuna yer verilmemişti. Bu tiyatronun geleneksel unsurlarının ihmaliyle başlangıcı anlamına gelmekteydi ve bunun etkileri ileride kendini gösterecekti. Darülbedayi ilk temsilini 1916 yılında verdi. Bu temsili izleyen 9 yıl bir bocalama ve tutunmaya çalışma dönemi sayılmaktadır. 1927'den 1931'e kadar süren dönemde ise kurum İstanbul Belediyesinden ödenek almaya başlayarak ciddi bir çalışma dönemine geçmiştir. 1931 yılında Darülbedayi, Şehir Tiyatrosu niteliğini almıştır.Bu dönem çalışmaların oturduğu dönem olarak adlandırılacaktır. 1947-1958 dönemi ise Meax Meinecke'nin Türkiye'ye gelerek baş yönetmen olarak görev aldığı yılları da içine almaktadır. Artık kurum gelişmiş bir görüntü vermeye başlamıştır. Devlet Tiyatroları 10 Haziran 1940 tarihli kanunla Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ve tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş olarak kurulmuş, kurum daha sonraki yıllarda önce Başbakanlığa bağlanmış, sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir birim haline dönüşmüştür. Devlet Tiyatroları ile ilgili Genel Müdürlüğün görevleri şöyle özetlenebilir: Türk Milletinin kültür ve dilinin gelişmesine katkıda bulunmak ve şive birliğinin sağlanmasına çalışmak. Milli repertuvarı oluşturmak için yerli yazarların yetişmesine yardımcı olmak. Yurtiçi turnelerle geniş halk kitlelerinin tiyatro ile ilgi kurmasını sağlamak. Türk oyun yazarlarının eserlerini yabancı ülkelerde tanıtmak, yabancı sanatçılarla işbirliği yaparak diğer ülkelerle kültür alışverişinin gelişmesine katkıda bulunmak. Milli ve milletlerarası festivallere katılmak, yeni tiyatrolar açmak, Türk halkının tiyatro sanatına olan ilgisini artırmaktır. Tiyatro faaliyetlerinin gelişimi 1936 yılında Atatürk'ün direktifleriyle kurulan Devlet Konservatuarının her yıl sayısı artan mezunlarıyla hızlanmıştır. Devlet Konservatuarı mezunlarıyla kadrosunu güçlendiren Tatbikat Sahnesi 1941 yılına kadar tiyatro ve opera temsilleri vermiştir. Devlet tiyatrosunun kanunla kuruluşundan sonra 1948-1949 tiyatro mevsiminde Ankara'daki Büyük ve Küçük Tiyatro'lar aynı zamanda perdelerini açmışlardır. Bu iki sahnede birden opera, tiyatro ve çocuk temsillerinin verilmeye başlandığı o tiyatro sezonundan yedi yıl sonra da 5 Ekim 1956'da Oda Tiyatrosu açılmıştır. Aynı yıl Halkevi Üçüncü Tiyatro olarak perdelerini açmış, 1960-1961 sezonunda Yeni Sahne, 27 Mart 1964'de Altındağ Tiyatroları faaliyete geçmiştir. İlk bölgesel tiyatro faaliyetleri 1956-1957 sezonunda başlatılmıştır. O tiyatro sezonunda Adana ve İzmir Belediye Tiyatroları, Devlet Tiyatroları Genel Vuslat", "Çok Bilen Çok Yanılır" adlı oyunlarının yanı sıra, Fransızca'dan çevirdiği romanları oyunlaştıran Recaizade Ekrem'den sonra ilgi ile karşılanan bir başka yazar da Ahmed Mithat olmuştur. Gedikpaşa Tiyatrosuna oyun veren yazarlar arasında Ebüzziya Tevfik, Manastırlı Rıfat, Hasan Bedrettin, Şemsettin Sami, Ahmet Vefik Paşa, Samipaşazade Sezai ve Ziya Paşa'da bulunuyordu. Bu arada okunmak için şiir-oyunlar yazan Abdülhak Hamit kendinden , önemli tiyatro yazarlarından biri olarak söz ettiriyordu. 1882 yılında Gedikpaşa Tiyatrosunun yıktırılması üzerine tiyatro faaliyeti İstanbul'dan Bursa'ya kaymış, boşta kalan oyuncular için Ahmet Vefik Paşa bir sığınak olmuştur. Ahmet Vefik Paşa Bursa'da kurduğu ve kendi adını verdiği tiyatro faaliyetlerini devam ettirmiştir. Oyun yazarlığında özellikle II. Meşrutiyetten sonra büyük bir gelişme göze çarpmaktadır. Halit Fahri ve Yusuf Ziya, Darülbedayi için yerli oyunlar yazmıştır. Bu arada Hüseyin Suat, İbnülrefik Ahmed Nuri, Cenap Şehabettin, Reşat Nuri ve Muhsin Ertuğrul gibi yazarlar çoğu Fransızca'dan olmak üzere uyarlamalar yapmışlardır. Cumhuriyetin ilanından sonraki dönemde Şehir Tiyatrolarında Halit Fahri, Vedat Nedim, Musahipzade Celal, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Abdülhak Hamit, Cevdet Kudret, Faruk Nafiz ve Hüseyin Rahmi gibi yazarların oyunları oynanmıştır. Yakın yıllarda daha değişik konuları işleyen yazarlarımız arasında Cevat Fehmi Başkut, Turgut Özakman, Orhan Asena, Güngör Dilmen, Necati Cumalı, Haldun taner, Tarık Buğra, Necip Fazıl Kısakürek ve Turan Oflazoğlu'nun adlarını saymak mümkündür. Devlet Tiyatroları dışında özel tiyatrolar da Türk tiyatro sanatına katkıda bulunmakta ve seyircilerden ilgi ve sevgi görmektedir. Sinema Türkiye'de ilk sinema gösterisi, 1896 yılında Yıldız Sarayı'nda yapıldı. Bunu 1897'de Sigmund Weinberg'in Beyoğlu ve Şehzadebaşındaki halka açık gösterileri izledi. Sürekli film gösteren ilk salon 1908 yılında İstanbul'da Pathé adıyla açıldı. İlk Türk filmi, Fuat Uzkınay tarafından 1914'de Ayastafanos'daki Rus Abidesinin halk tarafından yıkılışı sırasında çekilen belgesel filmdir. Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Merkez Ordu Sinema Dairesi tarafından çeşitli belgesel filmler çekildi. Weinberg'in başlayıp Uzkınay'ın tamamladığı "Himmet Ağanın İzdivacı" (1916-1918) Sedat Simavi'nin "Pençe" (1917) ve "Casus" (1917) ilk konulu Türk filmleridir. Türk sinemasının kuruluş döneminde üç konulu film daha çekildi. Bu dönemin yapımcı kuruluşları, orduya bağlı, Merkez Sinema Dairesi, yarı askeri bir kuruluş olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti ve Malul Gaziler Cemiyetidir. Kurtuluş savaşı sırasında 1922 yılında savaşı ve zaferi konu alan "İstiklal,İzmir Zaferi" adlı büyük bir belgesel film meydana getirildi. Aynı yıl, ilk özel yapımevi olan Kemal Film yapımcılığa başlamış ve film yapımında gelişme görülmüştür. Kuruluş döneminde çekilen filmler birer belge olarak her dönemde büyük değer taşımakla beraber, ilk yerli filmler bir oldu bitti tarzında gerçekleşmiştir. 1923-1939 yılları arasında Muhsin Ertuğrul, Türk sinemasında film yöneten tek kişi oldu. Ertuğrul'un bu dönemde çektiği 29 film genellikle tiyatro, roman, operet adapsiyonları ve konularını yabancı filmlerden alan eserler niteliğindeydi. Türk sinemasında Uzkınay, Simavi, Ahmed Fehim ve Karagözoğlu ile başlayan tiyatro etkisi, Muhsin Ertuğrul'un eserlerinde iyice kökleşti. O dönemin şartlarına göre tabii olan bu hal uzun süre Türk sinemasının gelişmesini engelledi. 1922'de kurulan Kemal Film ve 1928'de kurulan İpek Film devlet yardımı olmaksızın İkinci Dünya Savaşına kadar yerli film yapımcılığına katkıda bulunmuş, Türk seyircisinin sinemaya aşinalığını sağlamıştır. Türk sinemasında uzun süre etkili olan sade aşk konulu film türlerinin ilk örnekleri bu dönemde yapılmıştır. Köy çevresini işleyen, Kurtuluş Savaşı ve tarih konulu çeşitli dram, melodram ve komediler çevrildi. Ateşten Gömlek (1923), Bir Millet Uyanıyor (1932), Aysel, Bataklı Damın Kızı (1934) Muhsin Ertuğrul'un en iyi filmleri kabul edilmektedir. Sesli ilk Türk filmi 1931 yılında Ertuğrul tarafından çekildi. Türk kadınları bu dönemde filmlerde rol almaya başladılar. Bu dönemde çevrilen filmlerde ses ve görüntünün aynı zamanda alınması bugün için de teknik yönden üstünlük kabul edilmektedir. 1939-1950 arasındaki yıllar Türk sinemasının geçiş dönemi sayılmaktadır. Geçiş döneminde Türk sineması büyük ölçüde tiyatrodan ve İkinci Dünya Savaşından etkilendi. Dışarıdan, özellikle Amerika ve Mısır'dan, gelen çok sayıda film Türk filmlerine gösterilen ilgiyi azalttı. 1938-1944 yılları arasında Türkiye'de çevrilen filmlerin sayısı, Türkiye'ye gelen Mısır filmlerine eşitti. Geçiş döneminde doğrudan doğruya sinemacı olarak sekiz yönetmen film çevirmekle beraber tiyatrocuların gerek endüstri gerekse sanat açısından kurdukları tekel bu dönemde yıkıldı. İşe doğrudan doğruya sinemacılıkla başlayan yönetmenlerin çoğu sinemacılık eğitiminden geçmişlerdir. Bu eğitim daha çok ses ve görüntü yönetmenliği gibi teknik konularda uzmanlaşan bir eğitimdi. Usta tenkitçilerin de bulunduğu bu gurup yeni teknikçilerin yetişmesinde önemli rol oynadılar. Yönetmenler doğrudan doğruya kendileri gibi sinemayla işe başlayan yeni bir oyuncu kadrosu yetiştirdiler. Sinema endüstrisini ellerinde tutanlar, tiyatro dışındaki kadrolarla başarılı olunacağını anladılar. Bu durum, sinemacılık yapmak isteyenleri teşvik etti. 1939'da iki film şirketi varken, 1939-1944 yılları arasında 4, 1946-1950 arasında 14 yeni şirket daha kuruldu. Ancak bu dönemde yapılan filmlerde nitelik yönünden gelişme olmadı. Geçiş dönemi yönetmenlerinden en önemlileri olan Şadan Kamil, Şakir Sırmalı, Aydın G. Arakon ve Orhan Arıburnu iyi filmlerini 1950'li yıllarda yaptılar. 1949 yılından itibaren sinemayı doğrudan doğruya meslek olarak benimseyen nesille Türk sineması, tiyatronun dışında ayrı bir sanat dalı olarak gelişme imkanı buldu. 1950-1966 arasında 50'den fazla yönetmen film yaptı. Türk sinemasında, Sinemacılar dönemi diye adlandırılan bu dönem Ömer Lütfi Akad ile başlar ve büyük ölçüde onun tesirini taşır. Ömer Lütfi Akad, 1952-1955 yılları arasında çevirdiği filmlerle sinema anlayışını, sinema dilini, tekniği, sahne düzeni, konu ve oyuncuları seçişi ve uygulayışı ile Muhsin Ertuğrul'un tiyatroya bağladığı sinemayı tiyatrodan koparmış ve sinemalaştırmıştır. Akad'ın etkisinde kalan Osman F. Seden, Atıf Yılmaz ve Memduh Ün, Sinemacılar döneminin en çok film çeviren yönetmenleridir. Bu dönemde gerçek olaylardan, yerli ve yabancı romanlardan uyarlamalar yapılmış, birkaç belirli tip ve konu etrafında gelişen olaylar değişik isimlerle tekrar tekrar film halinde çekilmiştir. Sinemacılar döneminde sinema sanatında başarılı örnekler veren Metin Erksan'ın imzasını taşıyan Susuz Yaz, 1964 yılı Berlin Film Şenliğinde birinci şeçilerek Altın Ayı ödülünü almıştır. 1950-1966 yıllarının Türk sineması açısından bir özelliği de ciddi sinema yayını ve eleştirinin bu dönemde gelişmesi ve yerleşmesidir. Sinema-seyirci arasında kurulan düzenli ilişki eleştirinin doğmasını sağlamıştır. Bu yıllarda seyirci sayısı ve buna bağlı olarak Türk sinemasında film sayısı özellikle 1958'den sonra sürekli artış gösterdi. Ancak filmlerin niteliğinde bir gelişme sağlanamamış, sıradan aşk hikayeleri, karakter özelliği kazanmamış tipler tekrar tekrar film olarak çekilmiştir. 1960'li yıllardan itibaren İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro kürsülerinde, Ankara Üniversitesi Basın ve Yayın Yüksek Okulunda sinemacılık derslerine yer verilmiş, Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Sanat tarihi Bölümünde Sinemacılık kolu kurulmuştur. Bu gayretlerle Türkiye'de sinemaya ilgi duyan önem veren bir nesil yetişmiştir. Sinemacılar arasında işbirliği sonunda Türk Film Prodüktörleri Derneği ve Devlet Film Arşivi kurulmuştur. Devlet Film Arşivi 1969 yılında Türk Devlet Film Arşivi haline getirilmiş, aynı yıllarda İstanbul Güzel Sanatlar Akademisine bağlı olarak Sinema-TV Enstitüsü kurulmuştur. Türk Devlet Film Arşivi de bu kuruluşun bünyesinde barınmıştır. Bu enstitü halen ; kurulu ve gelişmiş laboratuvarları ile Türk sinema sanatına ve sinema eğitimine hizmet etmektedir. 1982 yılından beri bu enstitü, Mimar Sinan Üniversitesine bağlı Sinema-TV Birimi adı altında görevini sürdürmektedir. 1960-1970 döneminin yönetmenleri arasında Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Memduh Ün, Halit Refiğ, Duygu Sağıroğlu ve Nevzat Pesen bulunmaktadır. Bu son dönemde sinemacılıkta dış ülkelerle alış veriş başlamış, Türk filmcileri dış ülkelere film çevirmeğe gitmişler ve ortak yapımlar gerçekleştirmişlerdir. Sinemayı teşvik amacıyla düzenlenen şenlik ve festivaller arasında önem kazanan Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal Film Festivallerinden ikincisi 1964 yılından beri her yıl düzenli olarak tekrarlanmaktadır. 1970 yılında salon ve seyirci sayısında büyük rakamlara ulaşılmış, 2424 salonda 246.662.318 seyirci sinema izlemiştir. Yerleşik sinema salonu bulunmayan kasaba ve köylerde 16 mm. lik filmler gösterilmekte ve gezici sinemalar hizmet vermekteydi. Bu dönemde renkli film yapımına devam edilmiş, ikisi renkli film yapan 12 stüdyo, 6 plato bulunmaktaydı. Bu tarihte sinema ile ilgili kuruluşlar şunlardır ; Türk Film Prodüktörleri Sendikası, Prodüktörler Derneği, Türk Film Endüstrisi Birliği, Türk Sinema Sanatçıları Derneği, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü, Sinemacılık Kolu Film-San Vakfı Bunların dışında Kara Kuvvetleri Komutanlığı emrinde ve Ankara'nın Mamak Semtinde Foto-Film Merkezi ve Stüdyosu Komutanlığı Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, Eğitim Araçları Başkanlığına bağlı Film Radyo TV ile Eğitim Merkezi bulunmaktadır. Ayrıca Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü ile Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı bünyesinde küçük çapta tesisler ve film çekmek malzemeleri bulunmaktadır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi'nin de Açıköğretime yardımcı olmak amacıyla film çekme çalışmaları devam etmektedir. 1970 yılında 220 kadar film yapılırken, 1972'de bu sayı 300'e ulaşmıştır. 1970'li yıllarda Televizyonun Türkiye çapında yayılması ve filmlerde kalite iyileştiği görülmemesi sebebiyle, sinema seyirci kaybına uğramaya başlamıştır. Bu dönemde açık hava sinemalarının sayıları arttırılarak ve genç sinema seyircilerine yönelik ucuz ticari film yapımıyla seyirci sayısı artırılmaya çalışılmıştır. Az sayıda sanat değeri bulunan bazı filmlerle bir gurup seyirci sinemaya bağlılığını sürdürmüştür. Gene bu yıllarda edebiyat ve sanatın bütün dallarında başlayan Cumhuriyet terkibine ulaşma çabaları ve Türkiye'de yaşanan siyasi tercihlerin çeşitliliği sinemaya da yansımış , 1970'li yıllara kadar tekrarlanan tek düze konular ve basma kalıp tipler yerine, gerçek hayatı aktaran ve karakterleri perdeye getirebilen değişik filmler çekilmeğe başlamıştır. Bu dönemde yeni ve genç yönetmenler yetişmiş, 1980'li yıllarda yaygınlaşan video film taleplerinin artışına sebep olmuştur Televizyon için hazırlanan filmlerde sinema yönetmenleri ve sanatçıları görev aldığı gibi, TV filmlerinde başarılı olan yönetmen ve beğenilen sanatçılar sinema filmlerinde rol almaya başlamışlardır. Bir manada televizyon-sinema ilişkisi kurulmuş ve gelişmektedir. Sinema Dairesinin kuruluşundan sonra çeşitli dış film şenliklerine Türkiye adına filmler yollanarak Türk filmleri Dünya'ya tanıtılmaya çalışılmaktadır. İkili kültürel ilişkiler çerçevesinde yabancı ülkelerde düzenlenen film haftalarıyla bazı film festivallerine katılarak ülkeyi ve Türk kültürünü dışarıda tanıtma faaliyetleri de devam etmektedir. Bu faaliyetlerin bir amacı da özel teşebbüs yapımı kaliteli filmlere yurtdışında Pazar sağlayarak Türk filmciliğinin gelişmesine yardımcı olmaktır. 1980 yılından sonra film maliyetlerindeki artışlar ve ham malzeme ithalinde karşılaşılan zorluklar her yıl yapılan filmlerin sayısında azalma yaratmış, ancak film sayısı 80'e kadar düşerken filmlerin kalitesinde iyileşme görülmeğe başlamıştır. Kültürle yakın münasebeti ve yaygınlığı sebebiyle kitle haberleşme vasıtalarının en önemlilerinden biri olan sinema, video ve müzik eserlerinin, eğitici, öğretici, kültür yayıcı ve aktarıcı, Türkiye'yi tanıtıcı fonksiyonlarına işlerlik kazandırmak ; yapım, denetim ve gösterim, programlama konuları ile teknoloji kullanımı yönünden geliştirilmesini sağlamak, Türk sinema ve müzik sanatı sahasında çalışanlara destek vermek, sinema ve müzik hayatına milli birlik, bütünlük ve devamlılık açısından düzen ve ölçü kazandırmak üzere 23.1.1986 tarihinde yeni sinema kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, milli egemenlik, Cumhuriyet, milli güvenlik, kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararı, genel ahlak, genel sağlık açısından suç veya suç teşvik unsuru ihtiva etmemesi, milli kültür, örf ve adetlerimize uygunluğu yönünden bu kanunda tanımlanan eserlerin yetkililerin incelemesinden Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumlu tutulmuştur. Sinema sanayii ve müzik sanatının gelişmesine katkıda bulunmak sinema ve müzik çalışmalarını desteklemek ve ülkenin tanıtılmasını sağlamak amacıyla Kültür ve Turizm bakanlığı emrinde "Sinema ve Müzik Sanatı Destekleme Fonu" kurulmuştur. Devlet desteği ve kontrolü altında Türk sinemasının problemlerini kısa sürede çözerek sinema sanatında daha başarılı eserler vücuda getirilebilecektir. Opera-Bale XVII asırda batıda operanın geliştiği yıllarda, Türkiye'de de bu sanattan haberli kişiler bulunuyordu. Şehzadelerin sünnetleri sırasında çeşitli düğünlerde, saraylılara, yabancı konuklara ve halka açık günlerce süren eğlenceler yapılır, çeşitli yabancı topluluklar buralarda tiyatro ve bale gösterileri yapardı. XVII. asır sonlarında Topkapı sarayında, III. Sultan Selim'in huzurunda bir yabancı toplulukça verilen opera temsili, Türkiye'deki ilk opera gösterisi sayılır. Bundan başka, 1840-1870 yılları arasında sarayın hizmetinde temsiller veren Naum Operası, Mızıka-i Hümayun (sarayın himayesindeki orkestra) ve yerli sanatçılardan oluşan koro da Türkiye'deki ilk opera faaliyetleri arasında bulunmaktadır. Naum, Avrupa'da tutulan eserleri hemen İstanbul'a getirerek tiyatrosunda sunmuş, sürekli bir canlılık ve gelişim sağlamıştır. Cumhuriyet'in ilanından önceki dönemde Türkiye'de opera, bale ve tiyatro faaliyetleri daha çok İstanbul ve İzmir'de yoğunlaşmıştı. Bu faaliyetler bu kentlerde yaşayan Türk ve azınlıkların başlıca kültür eğlenceleri olmuştur. İstanbul'da savaştan önce kurulan Dar-ül Elhan (1912) imkanlar dar olduğu için etkisiz kalmış, ancak Belediyenin gözetimine girdikten sonraki dönemde 1926'dan sonra büyük bir etkinlik sağlamıştır. Bunda yurda dönen genç Türk müzikçilerle yabancı öğretmenlerin Dar-ül Elhan'da görev almalarının da büyük rolü olmuştur. İstanbul Belediye Konservatuarı düzenli çalışmasıyla, İstanbul Şehir Orkestrası ve İstanbul Şehir Operasının kuruluşunu sağlamıştır. Devlet Konservatuarının kuruluşu için çalışmalar sürerken Türkiye'yi ziyareti gerçekleştiren İran Şahı için de bir opera temsili verilmesi kararlaştırılmıştır. Adnan Saygun'un bestelediği Özsoy Operası 19 haziran 1934'de Atatürk ve İran Şahı'nın huzurunda Türk Ocağı'nda sergilenmiştir. Konusunu Türk ve İran kozmogonisi içinde gelişen ortak bir efsaneden alan bu opera bir kaç temsilden sonra kaldırılmıştır. Özsoy Operasının başarı kazanması üzerine Atatürk, Ankara'ya geliş yıldönümü için yeni operalar yazılıp oynanmasını istemiş, bunun üzerine de Adnan Saygun "Taşbebek" Necil Kazım Akses "Bay Önder", Ulvi Cemal Erkin "Ülkü Yolu" adlı operaları bestelemişlerdir. Bunlardan ilk iki eser 27 Aralık 1934'de, yine Türk Ocağında sunulmuştur. Ankara'da müzik eğitimi için kurulan Musiki Muallim Mektebi 1924'de öğretmen ihtiyacının belirmesi üzerine çalışmalarını başlatmış, Sultan Abdülmecit zamanında kurulmuş bulunan Muzıka-i Hümayun Atatürk'ün emriyle Ankara'ya taşınmış ve Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra okul hükümetçe davet edilen Paul Hindemit'in tavsiyesi ile öğretim sistemini değiştirerek Konservatuar niteliğinde çalışmalarını sürdürmüştür. Daha sonra Devlet Konservatuarı adını almış ve çalışmalarına devam etmiştir. Devlet Konservatuarına dışarıdan çağırılan uzmanlardan Carl Ebert, 1938 yılında Opera Bölümünün başına getirilmiştir. Konservatuar öğrencilerinin 1941 yılında iki ünlü operanın sadece iki perdesini sunmada gösterdikleri başarı üzerine, 1942'de Madam Butterfly ve Figaro'nun Düğünü sergilenmiştir. Konservatuarın kurulduğu yıllarda Bale bölümünün de açılması gerektiğine inanan yöneticilere Carl Elbert de katılmış bu konuda ilk önemli girişim 1947'de yapılmıştır. Daha sonraki yıllarda İstanbul'da amatör bale çalışmaları yapılmaktaydı. 1948 yılında Londra Krallık Bale Tiyatrosu ve okulu yöneticilerinden Ninette Valois, İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy İlkokulunda Milli Bale Okulunu kurup çalışmaya başlamıştır. Devlet Konservatuarının Deneme Sahnesinde temsiller sürerken yeni yapılan Opera binası tamamlanmış, 2 Nisan 1948'de Operada ilk gösteri yapılmıştır. O gece Adnan Saygun'un Kerem adlı Operasının ilk perdesinden bir tablo sergilenmiştir. Bu açılışı izleyen ilk eser de Georges Bizet'in Carmen'i olmuştur. Opera Bölümü Devlet Tiyatrolarına bağlı olarak çalışmalarını 20 yıl sürdürmüştür. İstanbul'daki düzenli Opera faaliyetleri ise 1951 yılında Belediye'ye bağlı olarak Aydın Gün'ün gözetiminde başlamıştır. Devlet Tiyatrosu Opera Stüdyosu'ndan yetişen çoğu amatör şarkıcılar ile Belediye Konservatuarının şan ve opera bölümlerini bitiren gençlerden oluşan kadrosu, Şehir orkestrası ile faaliyet gösteren Şehir Korosu'nun da katılmasıyla güçlenmiş ve İstanbul'da duyulan opera ihtiyacı bir ölçüde giderilmiştir. Devlet Konservatuarı ilk bale mezunlarını 1957 yılında vermiştir. İlk yıllarda opera ve operetlerde dans sahnelerinde yer alan bale sanatçılarının sergilediği ilk büyük eser Copelia Balesi oldu. Türk bale tarihinin en önemli eserlerinden biri olan Çeşmebaşı 1965 yılında sergilenmiştir. Ferit Tüzün'ün Anadolu adlı Orkestra süitine Dame Nimette de Valois'in üç parça ekleyerek hazırladığı bu bale eseri, folklorik anlatımlı bir çalışmadır. 1969 yılında İstanbul Devlet Operası bünyesinde çalışmaya başlayan bale bölümünün örgütlenmesi için İngiliz Sanatçı Alan Carter Türkiye'ye gelmiş, Kültür Sarayının yanması üzerine geri dönmüştür. Daha sonra bu kurs niteliğindeki çalışmayı sürdürmesi için Ankara Devlet Balesi öğretmenlerinden Güloya Gürelli 1972 yılında görevlendirilmiştir. Düzenli bir dizi çalışmadan sonra Ulvi Cemal Erkin'in Köçekçe adlı orkestra süiti üzerine bir koreografi sergilenmiştir. Cumhuriyet döneminde Devlet operası faaliyetlerinde standart İtalyan repertuarının belli başlı eserleri sergilenmiş olup, bu arada Fransız, Alman ve Avusturya eserlerinden de seçmeler yapılmıştır. Carmen, Büyük Tiyatro'da tümüyle oynanan ilk opera eseri olmuş, Aydın Gün, 1950'de sahnelediği La Boheme Operasıyla, Türkiye'de oynanan ilk operanın rejisörü olmuştur. Konsolos Operası, repertuara giren ilk çağdaş eserdir. 1956 yılında Küçük Tiyatroda çağdaş bir çocuk operası sahneye konmuş ; Bir Opera Yapalım adlı eser daha sonra 1979-1980 döneminde tekrarlanmıştır.
1964-1965 döneminde Gılgamış adlı epik dram operalaştırılıp sergilenmiştir. 1973 yılında Duygu Aykal'ın, Cengiz Tanç ve İlhan Usmanbaş'ın müzikleri üzerine hazırladığı Çoğul ve Oluşum ile Necil Kazım Akses'in koreografisi, Oytun Turfanda tarafından yapılan Pembe Kadın adlı tek perdelik özgün bale eseri repertuara katılmıştır. 1974 yılında sergilenen Adriana Lecouvreur ve Köprüden Bir Bakış gibi iki yeni İtalyan Operasından sonra Nüvit Kodallı'nın Hürrem Sultan'ı repertuarı renklendirmiştir. Aynı yıl Devlet Operası İstanbul Festivalinde, Köroğlu adlı epik operayı sergilemiştir. 1977 yılında sergilenen Midas'ın Kulakları, Ferit Tüzün'ün satirik bir operasıydı. Aynı yılda, Bulutlar Nereye Gider UNESCO'nun Çocuk Hakları Bildirisinin bir yansıması olarak büyük ilgi toplamıştı. Devlet Operası 1978 tarihinde ilk yurtdışı turnesine çıkmış, 1979-1980 döneminde ise Duygu Aykal ve İlhan Usmanbaş'ın "İnsan....İnsan...." adlı balesiyle sergilenmişti. Devlet Opera ve Balesinin kadrosunda milletlerarası üne sahip büyük sanatçılar bulunmaktadır. Bunun yanısıra rejisör ve orkestra şefleri yurtdışındaki gösterileriyle adlarından söz ettirmektedirler. TÜRK TANITMA VAKFI DOSYASINA AİT BÖLÜMLER 4. MİMARİ Türkler ilk anayurtları Orta Asya'da, tabiat şartlarına uygun olarak üstleri kubbe şeklinde örtülü çadırlarda yaşarlardı, bunlara oba veya topak ev denirdi, aynı zamanda kerpiçten barınaklar da yaparlardı. Bu çadırlar sonraları Türk mimari ve süsleme sanatlarını etkiledi. Türkistan'da Uygurlar döneminde, daha önce ise Çin'deki Türk boyları zamanında hayli gelişmiş bulunuyordu. Kubbe tarzını Türkler, Araplardan çok önceleri biliyorlardı. Türkler yassı soğan tipi kubbe yapmışlardı. Bugün de Kırgız çadırlarının dar tahtalarla örülen ve keçelerle, kıl örmelerle, pamuklularla örtülen üstleri kubbe şeklindedir. Turfan Karahoçu, Bişbalığı, Karakurum gibi kentlerde, başka ülkelerdekinin tersine dini mimari yerine sivil mimari eserleri göze çarpmaktadır. Bunların yapısında kerpiç, taş ve tuğla malzeme olarak kullanılmıştır. Türklerde dini yapı mimarlığı İslamlığın kabulünden sonra gelişmiştir. Dini mimari örneklerini tarih sırasına göre Selçuklular, Moğollar, Babürler ve Osmanlılar zamanında görmekteyiz. Bu değişik tarihi devir ve coğrafyada yapılan eserler birbirlerinden farklılıklar göstermektedir. Bütün bu dönem eserlerinin müşterek özelliği akla uygunluk ve sadeliktir. Selçuklular, Orta Asya'dan İran'a geldikleri zaman burada eski geleneklere dayanan yerli bir mimari ile karşılaştılar. Bu mimariye kendileri de bazı özellikler katarak yeni yapı tipleri ortaya koydular. Selçukluların sanat tarihi bakımından meydana getirdikleri en önemli yapı tipi medresedir. XI. asırda Alparslan ve Melikşah devirlerinin ünlü veziri Nizamülmülk tarafından ilk medreseler yaptırıldı. Bunlar arasında Nişabur, Tus ve Bağdat şehirlerindeki üç büyük devlet medresesi ve Horasan'daki Hargerd medresesi en önemli örneklerdir. İran bölgesindeki medreseler, zamanla ve Moğol istilalarıyla yok oldu. Hargerd medresesi harabe halinde bugüne kadar gelebildi. Bu medresedeki kare planlı avlunun her kenarının ortasında bir eyvan vardır. Kıble yönündeki eyvan büyük, yan kenarlardaki eyvanlar küçüktür. Bu yapı, orta avlulu ve dört eyvanlı planın uygulandığı ilk örnektir. Tonoz örtüsü yıkılmış olan medreseden bugüne sadece kerpiç yan duvarları, mihrabı ve kufi kitabesi kalmıştır. Medreseler, İran ve Türkistan'da yeni bir cami tipi olan venişli duvarlarla çevrili büyük avlusu bulunan medrese cami tipi meydana getirildi. Büyük Selçuklu medrese-camileri arasında bugüne kadar iyi durumda kalabilmiş olan en eski örnek İsfahan'daki Mescidi Cuma'dır. 1121'de yaptırılmış olan bu yapı 170x140 metrekarelik bir alanı kaplar. Avlu çevresindeki dört eyvandan meydana gelen planıyla bu tip camilerin ilk örneği olması bakımından önemlidir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu devrine ait diğer camiler arasında Zevvare'deki Mescidi Cuma (1136) ile Erdistan'daki Mescidi Cuma (1160) Gülpayegan Camii ve Kazvin Mescidi Cuma'sı sayılabilir. Selçuklu Camii mimarisinin gelişmesini gösteren bu yapılarda aynı plan, aynı malzeme ve aynı süsleme özellikleri görülür. Büyük Selçukluların mimariye kazandırdığı başka bir yapı tipi de mezar anıtlardır. Sultanlar, emirler ve büyük devlet adamları için yapılmış olan türbelerin örneklerine Türkistan, İran ve Anadolu'da rastlanır. Selçuklu mezar anıtları,kümbetler ve kubbeli büyük türbeler olarak iki gruba ayrılır. Kümbetler (mezar kuleleri) büyük çadırlara benzeyen bu yapılar dört köşeli, çok köşeli veya yuvarlak biçimlidir. İçten kubbeyle dıştan da biçimlerine göre pramit veya konik bir çatı ile örtülüdür. Bu türbeler umumiyetle iki katlıdır. Merdivenle inilen bodrum, mezar kısmı, merdivenle çıkılan ve çoğunlukla birer mihrab da bulunan üst kat mescittir.Doğu İran'da Meşhet şehrinde Radkan kübbeti (XI-XII) ile Horasan'da Kişmar kümbeti (XIII) en önemlisi Selçuklu kübbetleridir. Radkan kübbeti 22 metre yüksekliğindedir ve tuğladan yapılmıştır. Üzerini çinilerle kaplı bir çatı örter. Ayrıca alt kısmında görülen tuğla süsleme de ilgi çekicidir. Kişmar kümbeti 18 metre yüksekliğindedir. Meraga'da, Kümbeti Surh, Kümbeti Kabus, Nahçivan'da Mümine Hatun Türbesi ve Urmiye'de Sekümbet önemli Selçuklu kümbetlerindendir. Kubbeli türbelerin en önemli örneği Sultan Sencer'in Merv'deki Türbesidir (1157) Kare şeklinde olan türbenin kaidesinin bir kenarı 27 metre yüksekliği 14 metredir. Bu kaidenin üzerinde kemerli bir galeri ve ortasında 17 metre çapında kubbe yer alır. Yüksek bir kasnağa oturan kubbe , çift kubbe şeklindedir. 1) Köy seyirlik Oyunları veya Köy Tiyatrosu adıyla anılan ve kırsal kesimde geleneğe bağlı belirli günlerde ve düğün, bayram gibi törenlerde sahneye konan oyunların kaynakları tarih öncesi devirlere ait ritüellere ve yaşama süreci içindeki günlük hayat sahnelerine dayanır. Köy tiyatrosu özel bir sahneye ve kostümlere sahip değildir. Sahne kostümler makyaj malzemeleri, dekorlar, kırsal kesimin tabii yaşama imkanları çerçevesi içinde sağlanmaktadır. Oyuncular amatördür,oyunculardan kabiliyetli olan rejisörlük görevini de üstlenmektedir. 2) Geleneksel tiyatro içinde yer alan Meddah,gerçekte bir anlatım türü olmakla beraber söyleşmeli,taklitli kişileştirmeli bölümleri sebebiyle dramatik türlerden sayılmaktadır. Meddah hikayelerinde rol alan bütün kişileri, hikayeyi anlatan ve meddah adıyla anılan tek kişi canlandırırdı. Önceleri tarihi ve dini konuları nakleden meddahlar, sonraları günlük hayattan alınan kesitleri komik bir üslupla nakletme yoluna yönelmişlerdir. 1. gölge oyunu olan Karagöz, karanlıkta beyaz bir perdenin arkasında yakılan ışıkla,deriden kesilmiş ve renklendirilmiş insan ve hayvan tasvirlerinin perdeye aksetmesi şeklinde oynatılmaktadır. Geleneksel Türk tiyatrosunun önemli türlerinden biri olan Karagöz, Perde Oyunu, Gölge Oyunu, Hayal Oyunu gibi isimlerle de anılmıştır. Tasvirlere hareketle anlatım kazandıran ve ses veren kişi aynı kişidir. Yavuz Sultan Selim Çağının güvenilir yazılı kaynaklarına göre gölge oyunu XVI. asırda Türkiye'ye Mısırdan gelmiştir. XVII.asırda teknik ve muhtevada milli özelliklere bürünerek Karagöz adını almıştır.Bu oyunun iki önemli kişisinden biri olan Karagöz açık sözlü sade bir halk adamıdır. Hacivat ise, okumuş, dalkavukluğa yatkın, çıkarını bilen bir kişidir. Bunların dışında konulara göre rol alan yardımcı tipler vardır. Karagöz oyunlarında çoğunlukla toplum yaşayışının ve kişilerin aksak yanları işlenmekte ve güldürü havası içinde sergilenmektedir. İstanbul Türkçesinin dışındaki farklı şivelerle, taklit ve yanlış anlamalarla güldürü unsuru sağlanmaktadır. 4)Kukla Oyunu Orta Asya'da yaşadıkları dönemden itibaren biliniyordu.Bu oyun XVIII. asırda "Kukla" adı ile anılmaya başlanmışsa da daha önceki asırlarda bebek anlamında Türkçe "Kavurcuk" kelimesi ile tanınıyordu. Ayrıca Türk kelime hazinesinde kukla oyununa bağlı pek çok kelime ve deyim bulunmaktadır. Kukla oyunlarında İslamiyetten sonra tasavvufi yorum ve bilgiler yer almış, tanrı-kainat bağlantısı anlatılmaya çalışılmıştır. asırda Batı kuklasının Türkiye'ye gelmesiyle iskemle kuklası, ipli kukla denilen türler Türk kültür hayatına girmiştir. Bu dönemde Emin ve Cemil Mehmet Bey gibi Türk kuklacıları şöhret kazanmıştır. XIX asırda sokaklarda, bahçelerde oynatılan kuklaların yanısıra İstanbul'unbaşlıca eğlence yeri olan Direklerarası'nda kukla temsili veren tiyatrolar da kurulmuştur. 5)Ortaoyunu, Kukla ve Karagözden farklı olarak oyuncular tarafından rOynanır.Ortaoyunu Karagöz'ün perdeden yere inmiş şekli gibidir. Muhteva ve anlatım tarzı bakımından Karagöz oyununa çok benzer. Ortaoyunu, etrafı seyircilerle çevrili yuvarlak veya elips bir alanda oynanır. Oyun başlamadan önce saz ve raks grubu seyircileri eğlendirir.Curcuna adlı bu bölümde değişik kılıklarda oyuncular müzik eşliğinde komiklikler yaparlar. Ortaoyununda, Karagöz oyununda olduğu gibi ana karakter vardır. Kavuklu Karagöz'ün, Pişekar Hacivat'ın karşılığıdır. Curcuna bölümünden sonra Pişekar sahneye gelir, seyircileri selamlar, çalgıcılara işaret verir,müzikle beraber sahneye tek tek gelen oyuncuları seyirciye tanıtır. Pişekar,oyunun hem baş oyuncusu , hem de yöneticisidir. Oyunun süresini seyircinin ilgisine göre uzatır veya kısaltır. Pişekar içten pazarlıklı ve becerikli, kavuklu ise açık yürekli, derbeder, beceriksiz bir tiptir. Orta oyununda kadın rollerini kadın kılığına giren erkekler oynarlardı. Osmanlı İmparatorluğu'nun geniş sınırları içinde yaşayan farklı etnik grupların şive ve davranış özellikleri ortaoyunu içinde canlandırılırdı. Oyunlar yazılı metne dayanmaz, önceden öğrenilen konu irticalen oynanır,kelimelerin iki anlamlı olanları seçilerek güldürü sağlanırdı. 6) Tuluat Tiyatrosu,Ortaoyunu ile Batı tiyatrosu karışımı irticalen oynanan kozmopolit bir tiyatro türüdür. Karagöz, Ortaoyunu, Meddah, Tuluat tiyatrosu Osmanlı döneminde İstanbul merkez olmak üzere büyük yerleşim merkezlerinde gelişmiş tiyatro şekilleridir. D aha çok kırsal bölgelerde yaşayanların geçmişten günümüze kadar getirdiği kültür birikiminden kaynaklanan, milli usul,tavır, uslup ve makam kurallarına dayalı olarak doğan ve halk arasında anonim tarzda yayılan Türk Halk Müziği milli kaynaklı müzik türüdür. g.Çocuk ve Büyüklerin Oyunları T ürk folklorunun zengin dallarından birisi de çocuk ve büyüklerin oyunlarıdır. Bunlar Bahçede, evde, sohbet toplantılarında misafirlikte oynanan zaman zaman araç ve gereç gerektiren oyunlardır. Saklama veya saklanma dine ve büyüye, taklit esasına dayalı zeka oyunları da bu grupta yer alır. Türkiye ve Türk toplumu oyunlar konusunda büyük bir birikime sahiptir.Oyunların bazıları hem çocuklar, hem de büyükler tarafından oynanır. Çocuk oyunlarının sayışmacalarında ve oyunda söylenen tekerlemelerinde zaman zaman ezgilerde yer alır. Türkiye'de geleneksel nitelikte çeşitli sporlar vardır.Karakucak ve yağlı güreş geleneksel Türk güreş sporlarından olup, dünyaca ünlü güreşçilerin yetiştiği bir okuldur. Bunun dışında hayvanların da katıldığı birtakım oyunlar vardır. Cirit ve Gökbörü en eski insan-hayvan gücüne dayanan atlı türk sporlarıdır.Bunlar kendi geleneksel kuralarına uygun olarak yapılmaktadır. h. Belirli GünlerR esmi, dini ve mevsimlik bayramlar ile ilgili gelenekler ve inanışlar Türk toplumunda önemli bir etkinliğe sahiptir.Birlik ve beraberlik sağlayan bu bayramlar ayrıca birer eğlence aracı olarak önemlidir. . . Mevsimlik bayramlar Koçkatımı,Hıdırellez, Yoğurt Bayramı gibi tabiat olaylarından, koyunların kırpılması gibi hayvanlarda meydana gelen değişikliklerden kaynaklanmaktadır.Baharın gelişi tabiatın yeniden canlanması olayının kutlandığı Hıdrellez, geleneksel kutlamaların en zengin olanlarından biridir.Hıdrellez, karşılıklı maniler söylenerek, oyunlar oynanarak, yemekler yenerek kutlanır. Dini bayramlar, dini inançlara dayalı olarak kutlanmakla beraber bu kutlamalar Türk gelenekleri ile zenginleştirilmiştir.Bayramlarda davul zurna gibi müzik aletlerinin eşliğinde yapılan eğlenceler de yer alır. . ı.Giyim Kuşam A nadolu insanının giysileri birbirine benzemekle birlikte giyiniş biçimleri tercih edilen renkler,yöreden yöreye farklılık gösterir.Anadolu'nun özellikle küçük yerleşim merkezlerinde eski giyim geleneği devam etmektedir. Geleneksel Türk giyiminin en önemli unsurunu başlıklar oluşturur.Başlıklar takılış şekilleri ve kullanılan malzeme bakımından giyenin toplumsal durumunu sergiler. Geleneksel Türk giysileri baştan ayağa kadar her unsuruyla uyumlu bir bütün halindedir. j. El Sanatları İ nsanların dış etkenlere karşı belirlenen ihtiyaçlarından doğan ve giderek toplumların yapılarına ve geleneklerine, zevklerine, kültürlerine göre değişik özellikler gösteren bir sanat kolu da el sanatlarıdır. Türk el sanatları çeşitli ihtiyaçlara cevap verirken bir süsleme sanatı olarak da gelişmiştir. Geleneksel Türk el sanatları içinde önemli bir yeri olan halıcılık ve kilimcilik, göz alıcı, iç açıcı renklerin dile getirildiği, toplum zekasının ve inceliğinin belirdiği bir sanat dalıdır.En eski halıların Orta Asya'da bulunması, halıcılığın Türklerde başladığını göstermiştir.
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


LinkBacks (?)
LinkBack to this Thread: http://besiktasforum.net/forum/tarih/18364-malazgirt-zaferi-1071-a/
Mesaj Yazan For Type Tarih
Untitled document This thread Refback 20-01-2008 03:17
Untitled document This thread Refback 19-01-2008 09:30
Untitled document This thread Refback 26-11-2007 10:27

Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 10:03 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580