|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
03-06-2009, 19:17 | #1 | ||
Üyelik tarihi: Jan 2009
Mesajlar: 13.850
Tecrübe Puanı: 51 |
Ben şimdi bu dağ başı ıssızlığında ayın kendinden meçhul ve karanlıktan mesul ziyasını yazmazsam, anamdan emdiğim süt kadar ağlayacağım. Ağlarken gün beyazı parmaklarına dokunmadan karanlık basacak şakağımın sağ yanına. Sadık uykulardan nöbetleşe kaçıyoruz yüreğim ve ben. Göğüne kan ektiğim kentin uğursuz sokaklarından geçiyorum, arkamda dipsiz şubat. Kimliği belirsiz cinayetlere karışıp gidiyorum gölgemsiz ve yüreğimsiz. Tetiği çekilmiş gecenin. Karanlıkta ölüm vardiyamı bekliyorum. Kapılardan geçilmiyor. Eşikleri tutmuş uyur-gezer aşkların bekçileri. Kör gözüm, yutulmuş avazım ve rüzgârsız saçlarımla nasıl geçerim şarkılardan sevgilim? Açık pencerelerden gözyaşını savur. Düşüne yatılmamış ellerini koy yanağımın ıslaklığına. Uyut tenimdeki azgın yarayı. Ne bileyim bir şeyler yap işte. Yoksa bu aşk da ölüm dağıtıcılardan sonra öleceğim. Sonra örtmeyecek toprak beni. Mezarsızlığımda karlar üşütecek bedenimi. Ateş havzalarında peşin hüsranlarla eriyeceğim. Kulağımda yaylım ateş uğultusu. Kefenimin beyazlığına yakışmayacak yüzüm. Ne olur yak şu yasadışı şehrin ışıklarını sevgilim. Geldiğim gibi; aydınlıklar içinde, göğsüme bir dağ oturmuşken seveyim seni. Yalnızlıktan korkma bu kadar. Korku ayazdır, gün görmemiş evlerin ve fuhuş lekeli yatakların aklığına. Böyle ölümcül gülüyorsun ya, adamın ölesi geliyor durduk yere. Her şey aksın; dağ, tepe, yıldızlar, harita eğimleri, kan ve ölüm. Biz kalalım aşkın içinde serserice ve sen gülümse yaraları parlatırcısına. Gözaltında kalbim. Kanayanlar hücresinde içimi tuzluyorum. Boy veren fidanlar yeşermeden, okyanuslar akmadan dünyanın gövdesine ve dürülmeden kıyametin ipuçları acıma mühlet veriyorum: Aşk bir gidiş-dönüş biletinden daha mı ucuz? Gözlerim, düşlerim, aynalarım ve aşklarım kalabalık. Hiç mi tenha bir yer yok bu yalnızlıkta Allah aşkına? Hiç kimse terk etmedi mi kimseyi hâlâ? Kendi derinimde kazılmamış mezarlar saklıyorum. Her oyunda ebeyim, her oyunda sobeyim. Kurtar beni bu azabın şirazesinden sevgilim. Kim olduğumu ve neden ölümlülük cezasına çarptırıldığımı bileyim. Gün olur açılırsa gökyüzünün kapıları ve gün olur geçit verirse mevsimin karlı yolları, bana güneşi getir. Getir ki, Tur Dağı’ndan Nur Dağı’na uzanan ayrılıkta dirhem dirhem eriyeyim. Kuşlar maviden griye dönen göğün arkasına doğru kanat çırpıyor resmi geçit törenlerinde. Henüz ıslanmayan kentin surlarına koşuyorum yalın ayak. Üşüyerek, küfrederek ve ağzımdaki kekremsilikle koşuyorum. Sırtımda Üsküdar-Kız Kulesi ağırlığı. Beynime kıvrılıp uyuyan narkoz niyetli acılara gülümsüyorum. Kasıla kasıla yürürken kenti meydanında ayaklarıma horlayan cesetler takılıyor. Gel de uyuma şimdi! Aşkın ve umudun olanca sancısına rağmen yağmurun kuraklığına inat nasıl inanılır ki yokluğuna? Olmadığını söylese de yalancı kâhinler, inanmıyorum varlığının rivayetten ibaret olduğuna. Onlar nereden bilecekler düşle gelenin kırıklarla dirildiğini? Zehirli nefeslere gebeyken ömrün kalanı, kalanın harabeliğini görmüyor aşkın görgü tanıkları. Az kaldı vuslata sevgilim. Bir kucak dolusu ayrılıkla sana geliyorum. Aç kollarını, sarıl sıkıca yalnızlık dokunuşlu üzgünlüklere. Olmasak bile birbirimizde, büzülme serçe misali gözlerimin hayat hattında. Bir unutma seansında unuttuğum her neyse güllerin kıyısına bırakıp sabahın şafağına yürüyorum. Bir devrimci kadar asi, insan hâlim kadar uysalım. İçime dert olan yaralardan ortak bir kader yaratma uğraşımız nafile. Biz hiç birbirimizin omzunda sarsılarak ağlayamadık ki yitirdiğimiz hayatlara. Yalnızca kalakaldık aşkın dudak kenarında ve hüznün deprem sarsıntılarında. Birlikte ölecek kadar yeminli değildik bize sevmediğim sevgilim. İyi günde kalabalıktık, kötü günde uzaktan akraba. Özlememenin yanık kokusuna bulanmışken, seni özlerken buluyorum kendimi ansızın. Kırılıyor cesaretim hamal yüzlü hasretin palazlanışından yana. Tren istasyonlarından kasvetli çığlıklarla yürütünce trenler, bir şeyler eksiliyor ekmeğe ve ekmeğin yanına katık edemediğim umuda dair. Hep çoğalıyor ruhumun şair ağlaması. Dur durak bilmeden koşuyorum yolunda tozların ayaklandığı ve çiçeklerin açmadan solduğu ülkeye. Korku ayinlerinde baykuşların dillendiği o ülkeye. Oraya… Bir ağustos ikindisi gibi yüzün ve hüznün sevgilim. Kirli, telaşlı, yanık ve terli… Kirpiklerimin üstüne çarşaf gibi serdiğin parmakların da olmasa inanmayacağım, yağmurun sesinin neminden yaratıldığını. Öyle uykusuz üşüyorsun ki; şubat sonunun gece yarısında yitiriyorum rüyalarımı. O perişan maviden çekip getirdiğin gülüşün ruhuma salıncak. Sallandıkça, kanımda biriken alkol kokulu seviler tepetaklak oluyor. Az varmış, çok azalmış yüreklerin dalgalar boyu çatırdayan nefesini taşıyorum gözyaşı denizimde. Kudurdukça denizin derinliği, canını yalvarttığım cesetler su yüzüne çıkıyor. Delirdiğim kadarsa aşk, Molla Cünun’un kapısında aç yatmayı bilirim. Öyle bir isyansın ki sen, ellerim her temmuzda sıcaklığından oluyor. Akşamlardan kalkıp gecelere göçüyor fikrimin solan gülü. En önde cesetler ve tabutlar. En önde aşkın kontrgerillaları. En sondayım: Parmaklarım ve saçlarım donuyor. Loş ışıkta ateşe sevdalı pervaneler ölüyor. Gayrı meşru kelimelerle savaşılmazsa kim gül takacak zihninin çengeline? Esneyerek geçmesin aşk aklımın pencere önlerinden: Duvarda nem, insanda gam ve döşümde o Vanlı kızın kahve gözlerindeki bulut kalıyor. Hayata karışmayan uzak ihtimallerin dahilinde kalsa da yorgunluklar, ben hep yağmura yakalanıyorum ahmak masalında. Senin hiç kimsenin öpmesine izin vermediğin karların var sevgilim. Omuz başlarına tüneyen, cinnetin sol şeridinde cennetteymiş gibi gezinen ve seni en yorgun yanlarından ihbar eden kışların var. Boğazında kızıl hıçkırıklar düğümleniyor. Ağlasan da kurtulamıyorsun hıçkırıklarının kırıklarından. Bu kentin varoşlarında her gece tazelenen acılarla yürüyorsun. Gözlerindeki yıkıntı kederi bir ben görüyorum bir de köprü altı çocukları. Olgunlaşmış harabeliğine rağmen köprü altı çocuklarının tiner kokan ellerine karanfiller tutuşturuyorsun, erken ölmesinler diye. Kendinden kaçmışlığının yükünü aşka yüklüyorsun. İpini koparmış ayrılıklarla dönüyorsun yüzüme hep. Sesindeki işgal tonlamasından anlıyorum tekrar gideceğini. Gidip kendine sığınacak bir mezar bulamadan geri döneceğini omuzlarındaki karları silkelemeyişinden biliyorum. Sen verdiğin geçici rahatsızlıktan ötürü sensizlikten özür dilerken, tütün efkârına sardığım hayalindir aşkın doğururken çığlık çığlığa kaldığı. İçimde gözlerinin yurt edindiği yerler acırken sürükleniyorum peşin sıra. Ben şimdi sanıkken aşkının yokluğundan, gülüşünü özetleyecek bir aşk arıyorum dokunduğun yerlerimde. Epi topu kasırga. Epi topu giderken kentin duldasına bıraktığın kokun aslında. Geçtiğim sonbaharın yollarını figüran zemheriler tutuyor. Keşfedilmemiş mevsimlerden yeni yağmurlarla dönüyorum. Buğusu çalınsa da camların kenarlarda kalıyor yüzümün aykırı nemi. Sürgün coğrafyaların tutsak yıldızları altında hayal kurmak da neyin nesi? Hadi gidelim sevgilim. Bu tuzsuz sular, bu dünü çalınmış yarınlar ve bu vurdumduymaz aşk taşıyamaz ömürlerimizi. Tek ses ve tek nefes kalsak bile gidelim; oraya. Çürüyen arzuların cehennem gibi üstümüze kükrediği, deşilmemiş yara derinliğinin cennetten daha beter sevildiği oraya. Cennet ve cehennem ülkesine… Hadi sevgilim!
__________________ Besiktasforum.NET KayıpKentinYakışıklısı. | ||
|
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |