|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Oyun Alanı | Ajanda | Arama | Bugünkü Mesajlar | Forumları Okundu Kabul Et XML | RSS | |
20-01-2007, 13:58 | #1 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 |
15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu. Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyüdü. Anne ve babası 1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı. Anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi. Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar. Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada tanıştığı Silopu doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı. Zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk Kampını yönetmeyi üstlendiler. 1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına döndü. Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin kritikler yazdı. 1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin de teşviğiyle AGOS Gazetesi'ni kurdu. Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti. Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı. Ödüller 2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından Dink’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü” verildi. Dink’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü” oldu. Dink’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18 Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te verildi. Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce özgürlüğü, Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü. Dink öldürüldüğünde AGOS Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu. Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya çabalıyordu. Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda bulunmak. Dink değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum örgütlerinde elden geldiğince görev alıyordu. Hrant Dink cinayeti Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de Halaskargazi Caddesi üzerinde bulunan Agos Gazetesi çıkışında kimliği henüz belirsiz kişi ya da kişilerin silahlı saldırısı sonucunda olay yerinde hayatını kaybetti. Başına ve boynuna isabet eden üç kurşunla hayatını kaybeden Dink'in cesedinin yakınında 4 adet boş kovan bulundu. Suikast gerek Türk, gerekse Dünya basınında geniş yankı uyandırdı ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da başta olmak üzere tüm siyasiler ve Genelkurmay başkanı sayın Yaşar Büyükanıt bu suikasti lanetlediklerini açıkladılar. Olayın ardından Türkiye Ermeni Patriği Mesrob Mutafyan da cinayeti kınayarak Ermeni cemaat için 15 günlük yas ilan etti. Hrant Dink'in avukatı Erdal Doğan Dink'in tehdit edildiğini iletti. Gazeteci- yazar Hrant Dink'in ilgi çekici yaşam öyküsü 2 Ekim 2005 tarihli Hürriyet Pazar'ın Albüm köşesinde Emel Armutçu imzasıyla yayınlanmıştı. 15 Eylül 1954'te Malatya'nın, Ermenilerin de yaşadığı Alevi mahallesi Çavuşoğlu'nda doğar. Terzi Haşim adıyla tanınan babası Serkis Dink, Malatya Gürünlü'dür. Ondan ikişer yıl arayla iki erkek kardeşi daha doğacaktır ama hayat hikayesinin ana fikri aslında Sivas Kangal kökenli annesinin adında gizlidir: Gülvart. Gül Türkçe'de bildiğiniz anlamdadır, gül. Vart ise gülün Ermenice karşılığı! Daha o doğmadan çok önce annesine verilen isim, "birlikte yaşama"nın ne anlama geldiğini anlatır aslında. Babası kumara düşkün bir adamdır. Bu yüzden, o yedi yaşında, kardeşleri de daha küçükken, İstanbul'a kaçar-göçerler. Ancak daha geleli birkaç ay olmuştur ki annesi babasını kahvede oyun oynarken her yakaladığında kavgalar başlar. Ayrılık da ardından gelir. Ve üç kardeş, "ortada kalma"nın ne olduğunu hiç unutamayacakları şu görüntüyle öğrenirler: Dayının evinin önünde, anne, anneanne, yengeler pencereden "babanıza gidin" diye seslenirken, baba sokağın köşesinde, "oraya gidin" işareti yapmaktadır. Bir süre ne yapacaklarını bilemeyen üç kardeş, birden ve aynı anda, ters yöne doğru koşmaya başlar. Ancak üç gün sonra Kumkapı'da bir balıkçı sepetinin içinde, aç sefil, uyurken bulunurlar. Sonraki durak, Gedikpaşa'daki Ermeni yetimhanesidir. On yılı yetimhanelerde geçer. Yüz kadar çocukla birlikte, daha küçücük yaşta kendi işlerini kendi gördükleri, sürekli bedenen çalıştıkları bu yılların, karakterini şekillendirdiğini düşünür, sevgiyle anar. Ama her şey o kadar pembe değildir elbette: Sonuçta yetimhanedir yaşadığı yer. Ve tüm yetimhane hikayelerinde olduğu gibi, onunkinde de gündüz ayakta kalmak için mücadele olduğu kadar, gece gözyaşlarıyla yastığı ıslatmak da vardır... Gözyaşlarında babaya kızgınlık, anneye kutsama vardır... Haylazlık yaptıklarında ya da Ermenice konuşmadıklarında sürekli dayak vardır... YETİMHANEDEKİ ÇOCUKLUK AŞKIYLA EVLENDİ Bir gün Rakel'i getirirler yetimhaneye. 1915 karmaşasından kaçıp, uzun yıllar Cudi dağında çadırlarda yaşamış ve "aşağı" yeni inmiş bir aileden, Kürtleşmiş bir Ermeni kızıdır. Ne Türkçe, ne Ermenice bilir. Ona "abi" olur, Türkçe, Ermenice öğretir, hiç yanından ayrılmaz. İstanbul'daki Ermeni çocuk yuvalarında, harçlık parasına çalıştığı lise yıllarında bir ara izini kaybeder, tekrar karşılaştıklarında Rakel büyümüş, 14'üne gelmiştir! 20'sindeki Hrant bir daha yanından ayrılamaz. Bir yıl kadar sonra evlenirler. O sıralar çoktan sol siyasete bulaşan, hatta "en köylü" örgüte sempati duyan, ancak silah külah ve şiddetle arası hiç iyi olmayan Hrant, bu aşk sayesinde çatışma meraklısı soldan uzaklaşır. Ama 12 Eylül sonrası gözaltına alınıp işkence görmekten kurtulamaz. Örgütle birlikte eylem yaptığından değil, sadece ortanca kardeşi Hosrop'un "afacan"lığından. Kardeşleri onun gibi okumaya meraklı değildir, o liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde Zooloji okurken, yetimhaneden daha erken ayrılan kardeşleri çıraklık, yamaklık filan yapıp hayata atılırlar. Ama Hosrop'un yurtdışı hayalleri vardır. 12 Eylül döneminde yurtdışına çıkmak zor olduğundan Beyrut'a gidip oradan Avrupa'ya gidip gelmeye başlar. Beyrut'ta ölmüş birinin kimliğiyle! Bir maceradır onunki, siyasetle ilgisi yoktur ancak o kimlikle bir gün Türkiye'de yakalanınca ve asıl kimliği ortaya çıkmasın diye ağabeyi Hrant'ın "arkadaşı" olduğunu söyleyince, işler arap saçına döner. Ne yazık ki Asala'nın Avrupa'da Türk diplomatlara karşı korkunç eylemler gerçekleştirdiği yıllarda Beyrut ve Ermeni kelimeleri bir araya gelince, işin doğrusunu anlatmak oldukça zordur. Her ikisi de polisin elinden sağ olarak zor kurtulur. İlk olaydan sonra kardeşine diskurlar çekip askere yollayan Dink, kardeşini bulmak için polisin yaptığı ikinci sorguda doğruyu açıklar, "o benim arkadaşım değil, kardeşim, öyle söyleyince korumak zorunda kaldım" der. Ancak mimlenmiştir bir kere. Sonrasında gelişen tüm olaylar, her yolun Roma'ya çıkması misali ona çıkar: Mesela, yönettiği çocuk kampında yetişen bir gencin adının Avrupa'ya gider gitmez bir Asala eyleminde geçmesi, sonra doğru olmadığı ortaya çıksa da onun sorgulanmasına neden olur. Ya da kendi yetiştiği yetimhanenin sert müdürü 12 Eylül sonrası Türklük aleyhtarı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle gözaltına aldığında ve o sıralarda Fransız konsolosluğunu basan Asala militanları, şartları arasında onun da serbest bırakılmasını istediklerinde, emniyete davet edilen yine Dink olacaktır. Şöyle açıklar bu durumu: "Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum." Aslında Zooloji'den mezun olduktan sonra canlılar dünyası ve bilimi çok sevdiği için "biyoloji felsefesi"nde akademik kariyer yapmak istemiştir. O dönem bu bölümün kürsüsü kurulmayınca, yeniden üniversite sınavlarına girerek felsefe bölümüne kaydolmuştur. Onu da son sınıfta bir hocanın gereksiz disiplini ve kendi inadı yüzünden bırakır. İki erkek kardeşiyle yayınevi, kırtasiye işini sürdürürken eşi Rakel'le birlikte, kendileri gibi Anadolu'dan gelen kimsesiz ve yoksul çocukların yetiştiği Tuzla Ermeni Çocuk Kampı'nı yönetmeye başlar. Yoktan varedilen bu kampa ne zaman (21 yıl sonra) devlet tarafından el konur, o "bir dakika" der. AZINLIK OLDUĞUNU HİSSETTİĞİ ANLAR O güne kadar, hiç "azınlık" olduğunu hissetmemiştir. Yüzlerce çocuğa barınak olan okul ellerinden bir anda alınınca, farklı bir muamele gördüklerine karar verir. Hayatındaki bir diğer dönüm noktası da askerliğinde gizlidir: Denizli'de piyade alayında sekiz ay yaptığı askerliğinde, bütün arkadaşları çavuş olup, sınavdan yüz üzerinden yüz almasına rağmen o olamayınca çok üzülür. Çavuş olmayı o kadar önemsediğinden değil ama negatif ayrımcılığı hissettiği için. Buna, hem de iki saat kadar ağlayacağını hiç aklına getirmemiştir. Artık kimliğime daha fazla sahip çıkmalıyım, diye düşünür. Uzun bir yolculuktur bu: 1915 ve Varlık vergisi yılları bir yana, Kıbrıs meselesinin başlamasıyla ortaya çıkan bir gerginlik sözkonusudur. Ardından Asala eylemlerinin yoğunlaştığı ve onun deyimiyle Türkiye'deki Ermeniler'in başı önde dolaşmaya başladığı yıllar gelir. Sonra Kürt sorunu, Ermeni sorunuyla birlikte konuşulmaya başlanır. Devletin bakanlarının ağzından "Apo Ermeni dölü" gibi lafların edildiği karanlık yıllardır bunlar. Bitmez, bir de Ermenistan Karabağ savaşının Türkiye yansımaları gelir. Yine onun deyimiyle Ermeniler'in her gün evlerinde kendini solucan gibi hissettiği günler... Bu ruh halinden sıyrılmak gerekir. Bazı cemaat gazetelerinde kitap kritikleriyle başlar yazmaya... Sonra medyadaki yalan yanlış haberleri düzeltmekte ortaya çıkar adı. Patrikhane'ye, "Ermeni toplumu çok kapalı yaşıyor, kendimizi iyi anlatırsak önyargılar kırılır" diyen de odur. Bunun için bir Türkçe gazete çıkarmayı öneren, 1800 başlayan tirajı şimdi altı bine ulaşan, Ermeniler kadar Türk okuyucusu da olan, Ermeni toplumuyla iletişim kurmak isteyen her siyasetçinin, akademisyenin aradığı Agos gazetesinin yayın yönetmenliğini üstlenen de. Sonuçtan memnundur. Ona göre Agos, sadece Ermeni sorunlarıyla ilgilenen bir gazete olmakla kalmamış, Türkiye'nin demokratikleşmesinin bir parçası olmuştur. Onun istediği de budur: "Biz Ermenilerin sorunları çözülmüş, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, eşcinsellerin sorunları çözülmemiş, bu neye yarar ki?" Ama o, bir gazetenin bunu yapmaması, Ermeni cemaatinin sivil bir merkezi olması gerektiğini söyler. "Laik bir ülke olan Türkiye'de bir cami mütevelli heyetinin yanıbaşındaki okulu da idare etmesini düşünebilir misiniz? Buna dünyadaki hangi laik ülke tahammül edebilir? Ama bizde oluyor, kilise, okulu da idare ediyor!" der. Yayın yönetmeni Hrant Dink'in Agos gazetesinde yayınlanan 19 Ocak tarihli son yazısı. "Ruh halimin güvercin tedirginliği" Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.Kendimden emindim Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti. “Ya sabır” çeke çeke... Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı. Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi. Kara mizah Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor. “Türk Devleti adına” İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi. Güvercin gibi Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli. İşte size bedel Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz? “Ölüm-Kalım” dedikleri Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı. Kalmak ve direnmek İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse. Ürkek ve özgür Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce. (ALINTIDIR)
__________________ Besiktas JK . | ||
|
21-01-2007, 04:47 | #3 | ||
Banned Üyelik tarihi: Apr 2006 Yaş: 35
Mesajlar: 2.329
Tecrübe Puanı: 0 | allah rahmet eylesin beyler bu adam ermenimiydi ?
__________________ Father, Father, Father, Father, Father Into your hands I commend my spirit, Father into your hands Why have you forsaken me, In your eyes forsaken me, In your thoughts forsaken me, In your heart forsaken me ... | ||
20-03-2007, 03:40 | #5 | ||
Üyelik tarihi: Apr 2006
Mesajlar: 6.270
Tecrübe Puanı: 26 | Güldürme beni Bener
__________________ BEŞİKTAŞlı olunmaz BEŞİKTAŞlı doğulur!!! ███████████████████████ BEŞİKTAŞ 1903 ███████████████████████ | ||
03-06-2007, 20:47 | #6 | ||
Üyelik tarihi: May 2007
Mesajlar: 279
Tecrübe Puanı: 18 | iyi adamdı bi video sunu gordum; turkler ii insanlar dedi ama ermeni soykırımını kendilerine laik olmadığı için kabul edemiyorlar
__________________ NE BİR LOKMA EKMEK NE BİR KIZI SEVMEK SEVİYORUZ SENİ BAKİ MERCİMEK | ||
04-06-2007, 01:50 | #8 | ||
Banned Üyelik tarihi: May 2006 Yaş: 42
Mesajlar: 3.482
Tecrübe Puanı: 0 | Biz Türklerin ermenilere ve kürtlere soykırım yaptığını iddia eden ,her fırsatta ülkemizi ab ye şikayet eden vatanhaini ermeninin biriydi ama bütün bunlar sırtından vurulmasını haklı göstermez.Dirisi 5 kuruş etmezdi şimdi ölüsüne güç yetmiyor.ne diyelim allah amelince rahmet eylesin. Konu _Blackseagless_ tarafından (04-06-2007 Saat 01:52 ) değiştirilmiştir.. | ||
31-08-2007, 05:26 | #10 | ||
Banned Üyelik tarihi: Jul 2006 Yaş: 35
Mesajlar: 2.058
Tecrübe Puanı: 0 | Binlerce yıl yan yana yaşanmış bir tarih ve bu tarihte içimizde yaşamış insanlar, insanlar emperyalistlerin de kandırmasıyla büyük bir oyuna geldiler ve dağıldılar. Mısır’a gittik, Suriye’ye gittik. Lübnan’a gittik, İran’a gittik ve Hrant’ın her gittiğimiz yerde ilk işi oradaki Ermenileri aramaktı. Gidiyor, onların tarih kitaplarını arıyor, onlarla konuşuyor. Ermenilerin milli simgesidir nar. Nar bin parçaya bölünmek demek. Hrant “Ermeni halkı işte bu nardır” dedi. Osmanlıyı çok yoğun okurdu. Aynı masada kavga eder, tartışırdık, konuşurduk. Ezcümle söylemeye çalışırsam, çok delikanlı çocuktu, dürüstçe söylüyordu fikrini. Yani ben şöyle insanları sevmem; hani niyetini saklayan, fikrini saklayan insanlar sevilmez. Ama Hrant öyle değil. Yüzünüze karşı söyler, ne düşünüyorsa söyler. Ben Hrant’ın demokrasi ve özgürlük fikrine inanmış bir insanım. Ben öyle bir demokrasiye inanmıyorum; Avrupa’dan sipariş edilen bir demokrasiye inanmıyorum. Ama Hrant buna inanmış bir insandı. Ve onlara ben, Ermeni konferansına diğer düşünceden de insan almalarını söyledim ama onlar bunu çok kapalı devre yapmaya çalıştılar. Belki de aramızdaki ip oradan koptu. Ve bu ipin çok sert koptuğunu bilenler bugün belki de bunları hazırladılar. Türkiye son 15 yılda Türk –Kürt gibi, Türk-Alevi azınlık gibi yabancıların bölümlendirmelerine muhatap oluyor. Ama ben bu toprağa inanıyorum. Bu toprak Haçlı seferlerinin, Kurtuluş Savaşı’nın altından kalkmış. Bunu bozmayacağız; ben kardeşliğimize çok inanıyorum. Anadolu halkına inanıyorum. Aydınların kafası karışık. Aydınlara o kadar inanmıyorum. Ama halkımız sokaklarını bozmuyor, caddelerini bozmuyor, sarılmasını bozmuyor. Bu benim için çok önemli bir şey. Şeye gitmiştik, Ermenistan’da onların ünlü bir kilisesi, şimdi aklıma gelmiyor. Orada bizim arkadaşımız vardı; Radikal gazetesinden Nuray Mert. Orada takılmıştım Nuray’a. “Nuray, burada bütün kadınlar sana benziyor, bütün erkekler de bana benziyor” dedim. Orada Başpapaz vardı. Kalabalık içinde bağırırken bana dönüp, “Arkadaş bizden mi dedi” ve herkes güldü buna, “arkadaş bizden mi?” lafına. Biziz oyuz, bin yıl fark etmedik. Bu topraklar binlerce yıl Bektaşi tekkesi, Mevlevi tekkesi, ya da Ermenisi Türkü koyun koyuna; aynı pazarlarda ve aynı çarşılarda yaşadık. Şam’ın pazarları, Mısır’ın pazarları, İstanbul’un pazarları ortaktı... Fakat 120 yıldır şımarmış ve kendi toprağına hammaddeler aktarmak isteyen, petrolü soymak isteyen, bu topraklarda iç kargaşa yaratmak isteyen, kardeş kavgası çıkartmak isteyen yabancılar zaman zaman çok başardılar ve başarmaya devam ediyorlar. Genç nesle söyleyeceğim bir laf; bir fikir tartışması olabilir, farklı düşünce olabilir, ama bunlar beyaz kağıt üzerinde, hukuk önünde, ama bunlar sadece sözde. Yani Allah bize kollar da vermiş. Biz bu kolları kalem için kullanırız, sarılmak için kullanırız; bu kolları kavga için kullanmayız. Bunu hepimiz bilmeliyiz. Şimdi ben nasıl desem? Bu toprak Yunus’un toprağıdır, Aslı’yla Kerem’in toprağıdır. Mevlana’nın toprağıdır. Bu toprakta doğan her insan bizim için Mustafa Kemal gibi, Mevlana gibi, hepsi kutsaldır. Ama Türkiye’yi galiba aydınlar mı, başkaları mı biraz zavallı mı buluyorlar, güçsüz mü buluyorlar? Hani bir suikast yaparsak orayı bozarız diye mi düşünüyorlar... Bilmiyorum. Türkiye’ye karşı çok küçük, onurumuza dokunan suikastlar yapıyorlar. Türkiye’yi Lübnan gibi hissediyorlar, Somali gibi bir ülke diyorlar. Yani birkaç suikast yapalım orayı karıştırırız diye mi düşünüyorlar. Hayır, Türkiye kardeşliğini bozmayacaktır. Anadolu halkı Diyarbakır’ı, Trabzon’u, İzmir’i, sokaklarını bozmadı. Büyük badireler atlatmadık mı, atlattık ama bozmadık. Ne diyelim, biz yazan insanlarız. Silah varsa düşünüp taşınma yok, silah varsa kardeşlik yok, silah varsa huzur yok. Aydınlarımıza çekilen onlarca silahı kimse unutmasın. Biz edebiyatçıyız, duygularla yazar çizeriz. Bizde bir araştırmacı, bir şeytani, bir ajan servisi dili, ağzı, bilgisi yoktur. Bizim öyle şeytani uyanıklığımız yoktur. Komplolarla, servislerle bizim işimiz olmaz. Biz bir fikre inanırız. Biz de demokrasiyi kendi halkımızın ve kendi halkımızın siyasi partilerinin bu ülkede inşa edeceğine inanıyoruz. Çünkü 180 yıldır birileri bizi başımızdan vurarak, bize dikte ettirerek, bizi köle, sömürge gibi görmeye çalışılması ağrımıza giden şeylerdir. Toprağımızı onurla ayakta tutabiliriz, gururla. Bunlar bizim tartışma alanlarımız. Ben halkımızın biraz yazarları tanımasını isterdim. Hrant sabaha kadar konuşurdu. O konuşmalarda şunlara çok şahit olurdum. Herkes Hrant’ı birtakım Ermeni tezleriyle tanır. Ama Hrant’ın hayattaki her şeyi kızıydı. Kızını çok seviyordu. Yani, bir insan bu kadar sever mi? Cinnet geçirir gibi seviyordu kızını. Yani korkaklık mı? Eğer korkak arıyorlarsa, bu toprağın yazarlarıdır korkak. Biziz korkak. Yani ben de çok korkan, Hrant da yazmıştı, ondan çok korkan yok. Biz çekingen, yalnız ve aşırı korkan insanlarız. Ama bu tetiği çekenler bilsin ki, bizim yaptığımız iş, yazarlık, ahlakla, vicdanla, düşünceyle çok ilgili bir şey. İnsanlığın öz malıyla konuşuyoruz. Vicdan insanın öz malıdır. O yüzden geri dönemezsin. Yanlış da olsa fikirleri söylemek zorundasın, anlatmak zorundasın. Çünkü vicdan bana ait bir şey değil, kamuya, mahşere, hepimize ait bir şey. Bu yüzden sivrileşiyoruz belki, sertleşiyoruz. Bizi sertleştiren vicdan evrensel bir ahlaktır. Yazar olmak istiyorsan bu evrensel ahlaktan konuşacaksın. Yoksa bana sorarsan, güvercinden de beterim, daha korkak yazarlarız. Ama ahlak var, ahlağı ben icat etmedim ki? Kardeşliğimize dönük, demokrasiye, özgürlüklere daha mutlu günlere dönük özgürlükler hepimizindir ve onun adına konuştuğumuz için kalemimiz sivrileşiyor. Yoksa beni herkes dövebilir; sokağa çıktığımızda herkes öldürebilir bizi. Yani kutsal yaratıklar, dokunulmaz, kurşun işlemeyen insanlar değiliz. Şüphesiz biz Allah’a inanan insanlarız. Böceklere de inanıyoruz, kuşlara da inanıyoruz, bir türlü fikre inanıyoruz. Ve bizim uygarlıklarımız Emevi, Abbasi, Osmanlı bin çeşit fikrin her yüzyılda yaşadığı bir şeydir. Bunu daha da ileri götürmek, daha da evrensel dünya ilkeleriyle ileri gitmek hepimizin boynunun borcu. Yani şimdi bizim hesabımız ihtiyarladığımızda, Allah’tan yumuşak bir yorgunluk istiyoruz. Arkamızdan konuşanlar, düşmanlarımız dahi, bizimle soylu bir nezaketle konuşsun. Bizim elimiz kimseye kalkamaz ki... Bu toprakların, seven insanlarının kimseye eli kalkmaz. Mümkünatı yok bunun. Bu yüzden belki biz suikastlardan korkuyoruz. İşte geliyorlar, Irak’ta 600 bin insan öldürüyorlar, ama böyle fırıldaklar çeviriyorlar, Lübnan’da, Türkiye’de. Yani, Türkiye’ye işte barbar, faşist diyorlar. Bunlar bizim kaldırabileceğimiz şeyler değil. Tetiği çeken insanlar şunu bilsinler. Yazan insanları ölüm ferahlatır. Bunu bilsinler. Biz ya da yazarlar için ölüm yazarların tuzu biberi. Bunu bilmiyor tetiği çekenler. Ölüm bu filmin sonudur bizim için, hepimiz için. Bu toprakla ilgili dertleşmişiz, bu toprak için kavga etmişiz. Ve bu, bunlar bizim sevgilimizdir. Ha sevgilimizi öpmüşüz, ha bizimle birlikte aynı sokaklarda yürüyen insanları öpmüşüz. Vatanımızın dağlarında çıkıp mehtaba bakmışız, koşmuşuz. Hrant’la özel hatıralarım oldu birkaç gün. Bunu söylemek istiyorum. Hrant gerçekten bu toprağın dağlarını memleketini seven insanlardandı. Şüphesiz fikirleri bizim fikirlerimize benzemiyordu. Ama bu toprağı seven bir insandı. Özgürlük tarifi, demokrasi tarifi başkaydı, ama bu toprağın çocuğuydu. Ve Hrant’ın şimdi bu toprağın dağlarına çıktığına ben inanıyorum. Hani Anadolu’nun güzelliğinden bahsediyoruz. Hrant ya da onun gibiler, bu toprağın bir güzelliğiydi. Çıktılar şimdi o tepelere, o dağlara çıktılar. Anadolu’nun güzelliği de burada diyorum. Biz binlerce yıl ne trajedilere, ne acılara katlandık ve katlanmaya da devam edeceğiz. Hrant’ta başka bir şey vardı. Genç yıllarında solcuydu, sert ve aşırı bir solcuydu. Fikirleri ne kadar değişirse değişsin, içindeki o keskin vicdani hassasiyet hiç değişmedi. Ben birçok arkadaşa ülkemizin niçin bir etnik tartışmaya, bir azınlık tartışmasına döndüğünü ciddi ciddi sordum. Ve hala da soruyorum çünkü bizim hepimizin derdi altta kalanlardır, yoksullardır. Bütün insanların kardeşliğidir. Toprağımızın birliğidir. Ama bazı arkadaşlarımız etnik laflarını çok etmeye başladı. Ve de orada ipler koptu. Küçük duruma düştük ve konuşmuyoruz. Acı şeyler oluyor tabii. Fakat ne kadar etnik tartışmaları konuşsalar da, o solcu yıllarından gelmiş, biraz çok sert vicdani noktaları hiçbir zaman bırakmadılar. Öyle büyümüşlerdi. 17 yaşında öyleydiler, keskin bir vicdanları vardı tüm dünyaya çeki düzen veren. Ve ahlakçı duran... Batılılar, sanırım Avrupa ya da ajan servisleri soylu çocukların ve soylu yazarların o günlerdeki sertliğini, derinliğini iyi biliyordu. Türkiye’deki tartışmalar laik şeriata doğru kayınca, Güneydoğuya kayınca, Madımak’a kayınca ya da Türk-Ermeni konferanslarına kayınca bu arkadaşların bu keskin vicdanları buralarda da bu ahlak ve vicdan noktasında geri dönmez ve sözünden dönmez laflar etti ve etmeye devam etti. Biz, hepimiz ettik. Yani gün geldi, pilavdan dönenin kaşığı kırılsın dedik. Ama bu çatışmayı, bu ahlaki çatışmayı kullananlar oldu. Hepimiz çok uyanık olmalıyız. Tabii ki ülkemizi seveceğiz, bu toprağı böldürtmeyeceğiz, bu topraklardaki kardeşlik için ne gerekiyorsa yapacağız. Ama başkalarının bu topraklarda başka hesapları var. Bu çok hazin bir şey. Ben bu toprakların gücüne inanıyorum, derinliğine inanıyorum, bu toprağın gerçekten tarihine inanıyorum ama şunu samimiyetle söylemek istiyorum; ben bu toprağın medyasına ve aydınına da inanmıyorum. Bu toprağın halkına inanıyorum. Bir iki küçük vasiyeti de oldu. Bize hikayeler anlatırdı. İnanılmaz hikayelerdi. Ben yazmayı da bıraktım 2-3 ay önce. Oynuyorlar bizimle. Ben size bu oynamalarının sebebini söyleyeyim. Ya Türkiye’yi yurtdışından bakanlara, ya da Türkiye’yi dışarıdan tanıyanlara Türkiye’yi zavallı diye gösteriyorlar. “Elinden ekmeği alırız” diye düşünüyorlar. “Türkiye’de çok hassas faşist ve milliyetçi yapılar var; onları hemen kudurtur ve galeyana getirtiriz” diye düşünüyorlar. Ancak bu hesapları yanlış. Bu Soros hesapları yanlış. Bu Fransız servisi, Alman servisi hesapları yanlış. Bu toprakların bin yıllık tarihine gitsinler. Ne Celalilerin gelip geçtiğini, ne işgallerin gelip geçtiğini, ne Moğolların geçtiğini ve bu kardeşliği Sivas’tan, Diyarbakır’dan, Trabzon’dan İzmir’den sökemediğini görsünler. Biz tarihte ayrımı gayrımı olmayan tek coğrafya parçasıyız. Ayrım gayrım yok; bütün Kafkasya bizde. Şimdi ben size soruyorum Kafkasya’da kaç ırk var, bilmezsiniz. Çeçen, Abazyası, Gürcüsü, Ermenisi, Azerisi, Dağıstanlısı, Kırgızistanlısı, hepsi bizde. Balkanlar... Şu anda en iyi siyaset bilimcisi 10 yıldır Balkan coğrafyasında ne var bilmiyor. Hepsi bizimle birlikte yaşıyorlar, ait oluyorlar, karışıyoruz, kardeşleşiyoruz. Ve bunun önüne kimse geçemeyecek. Çünkü Anadolu toprakları milattan iki bin yıl önce de öyleydi. Dünyanın bütün uygarlıkları, kavimleri buraya geldi ve kaynaştı. Bizim özelliğimiz o kaynaşmak. Ama 120 yıldır bir milliyetçi dalgayla, etnik kavgayla, bir emperyalistlerin oyunlarıyla karşı karşıyayız. Bu çok açıktır. Biz en güzel toprak parçalarımızı, Batum’u, Kerkük’ü, Selanik’i bıraktık ve sesimizi çıkartmıyoruz. Çıkartmayacağız da. Ama bu toprağa da kastedenler var. Bu toprağa gelip suikast düzenleyenler var. Yani Uğur Mumcu’yu öldürenler, diğerlerini öldürenler başka niyetle mi öldürdü? İşte sokağa çıkalım, birbirimizi öldürelim, birbirimize düşmanlaşalım diye öldürdüler. Ben okumaya ve yazmaya çalıştım ama bana en çok öğreten Mevlana oldu. Bana en çok öğretenler, Pir Sultan’lar, Hacı Bektaş’lar, Yunus’lar, Nasrettin Hoca’lar oldu. Ve ben onların çocuğu olmak istiyorum. O yüzden bu toprağın Hakkari’si de İzmir’i de, Heybeliada’sı da, Kınalıada’sı da benim için Mustafa Kemal kadar, Mevlana kadar kutsaldır. Hepsi bizim kardeşimizdir. Bu suikastler bize sökmeyecektir. Ve dilimiz döndüğünce de özgürlük, dilimiz döndüğünce de demokrasiyi sonuna kadar götürmeye kararlıyız. Ama bu iş asla silahla olmayacak. Bu suikasti düzenleyenler çakallardır ya da ajan servisleridir bilmiyorum; ama burayı Beyrut sanmasınlar, burayı Bağdat sanmasınlar, burayı Saraybosna sanmasınlar. Burayı Çeçenistan, Batum, Tiflis sanmasınlar. Bu topraklarda ilahi bir tutkal var. Biz birbirimize sarıldık. Biz birbirimizle aynı yataktayız. Herşeyimiz karışmış. Dünyanın en çok karışan halkıyız. Bunların ajan servislerinde 30-35 yaşındaki çocukları şimdi bakıyorum Avrupa Parlamentosu Komisyonu’nda konuşan o 30-35 yaşındaki çocuklar buradaki bir iki ikinci Cumhuriyetçi, Avrupacının ağzına bakıp konuşuyorlar. Bu toprağın derinliğini, gücünü, kudretini, tarihini, kudretini, ilahi tutkalını bilmiyorlar! Bilmedikleri için diyorlar ki, “ şunu öldürelim, şunu öldürelim, şunu öldürelim. Ülke karışır, İstanbul’da sokağa çıkarlar, kavga ederler. Galeyana getiririz.” diye düşünüyorlar. Düşünün, kaç kez galeyana getirmek için savaş verildi? Trabzon’lar, Güneydoğular. Geldi mi İstanbul halkı galeyana? Gelmedi. İzmir, Ankara geldi mi galeyana? Bu galeyana Beyrut geldi, Bağdat geldi. Komşularımıza bir bakın, hepsinin şehirleri ikiye bölündü. Ama bir İzmir’i, Sivas’ı, Mersin’i böldürtmedik. Kardeş kardeş, bizde üstünlük yok. Bizde ayrım gayrım yok. Bizde böyle bir etnikçilik, bölücülük, azınlık yok. Böyle bir şey yok. Bunun hesabını yapmıyorlar. Bu ikinci Cumhuriyetçi Avrupalı dediğimiz insanlar gitsinler Avrupa’daki insanlara bu toprağın ilahi tutkalını anlatsınlar. Değil üç dört suikast, nükleer bombalarıyla gelsinler. Bu toprağa yapamazlar. Dönüştüremezler. Artık öğrensinler. Hiçbir neticeye varmayacak suikastlerle tertemiz çocuklarımızı delikanlı çocuklarımızı özgürlük için, demokrasi için düşünceler ifade eden çocuklarımızı almasınlar. Başka hesap yapsınlar. Bu toprağa giriş yok artık. Oynuyorlar. Biraz siyasetimizdeki acemilikte, biraz da yazarlarımızda ve medyamızdaki acemilikte görüyorum bunu. Türkiye’yi çok kolay anlatıyorlar. Yani birşeyi yaparsan eline ekmeği alırsın. “Bir şey yapalım, iki kişinin eline silah verelim, iki bomba patlatalım, Trabzon infilak eder. Sivas infilak eder.” diyorlar. İşte gördünüz kardeşim etmedi, etmiyor. Siz böyle yaptıkça halk daha çok birbirine karışıyor. Karışıyor kardeşim işte, gördünüz. 15-20 yıldır ne tecrübeler yaşadık. Komşularımızdaki bütün bu oyunlar komşularımızı ikiye bölerken biz huzurumuz, dirliğimiz, bereketimiz, başka bir bereket var bu toprakta. Başka bir birlik var, ilahi bir birlik var. Bizde ifade özgürlükleri, biz bunları anlamıyormuşuz, barbarız diye üstümüze geliyorlar. Bunlar sökmeyecek. Çok temiz bir çocuktu. İnanılmaz harbi bir çocuktu. Yani düşmanım olsun, harbi olsun diye bir laf vardır. Arkasından soylu bir laf etmek isterim, şövalyece bir laf etmek isterim. Bu toprağı bizden çok seven, bu toprağın tarihini bizden çok seven, hem Ermeni diasporasının, hem de Ermenilerin çok sevmediği ama bizimle konuşup, bize bunları söylemeye çalışan, yiğit, tertemiz bir arkadaşımızdı. Dünya güzeli bir çocuğu öldürdüler. Benim için, bu toprakta öldürülen herkes bizi felakete sürüklemek isteyenlerin düşüncesidir. Bu oyuna halkımız gelmeyecektir. Bu yüzden ben bu halkın yazarı olmak istiyorum. Ve bu oyunlarını boşa çıkarmak için de kardeşliğimizden başka çaremiz yok. Halkımız Hrant’ı daha iyi tanısın diye bir cümle daha söylemek istiyorum. Bir gün şakalaşıyorduk. Ben Hrant’a “Bu ülkenin başbakanı olursam, seni kültür bakanı yapacağım, istediğin gibi kiliselerini tamir edersin” dedim. Orada bir hışımla üstüme saldırdı. “Ne kilisesi?”dedi, “ben kültür bakanı olursam önce şu camileri, şu 200 yıldır yapamadığımız camilerimizi tamir edeceğim” dedi. Ben “yani, eski günlerdeki gibi mi?” dedim. “Evet”, dedi, “eski günlerdeki gibi”. Söyleyecek laf bulamıyorum. NİHAT GENÇ
__________________ [SIGPIC][/SIGPIC] "İşkence acılar unutulur. Dik yaşamak iz bırakır hayatta..." Deniz GEZMİŞ | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
| |