![]() |
Can Dündar Yazıları Kelimeler eksik, kelimeler yarali. Kelimeler ciliz. Tasimiyor, anlatmiyor, tanimlamiyor bu duyguyu. Ben de... Çok baska bir sey. Sevginin ortasinda, derin acilar hisseder mi insan? Aydinlik gülümsemelerin içine, hüznü yerlestirir mi durup dururken? Gözlerine bugu,diline sitem, yüregine burukluk, çöreklenir kalir mi asirlarca? Gelmeyecegini bildigi mektup için, posta kutusunu hep ayni heyecanla açar mi? Dedim ya, baska bir sey bu. Ne kadar yalnizsam, o kadar seninleyim su günlerde. Belki de en basta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulasmasin diye, kimselerin bilmedigi, bulamayacagi yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladim. Derine, hep daha derine... Seni yapayalniz, bir tek bana biraktim. Paylasamadim Yanlis yaptim. Sana ulasan yollari kaybettim diye bütün bu saskinliklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sagimda, solumda, ne zaman dikildigini bilmedigim duvarlara çarpmam, hiç görmedigim çukurlarla bogusmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurdugu dehlizlerin, acili duvarlari gibiyim. Duvarlarim yosunlu, duvarlarim kaygan, duvarlarimdan hiç tükenmeyen sular siziyor. Tutunamiyorum. Renklerim, gün içinde degisiyor. Soluyorum, soguyorum. Günes ulasmiyor içerilerime. Küfleniyorum, yaslaniyorum. Yalnizliklar pesimde. Dokundugum her islak duvardan, pis kokulu bir yalnizlik bulasiyor üstüme. Yapis yapis, vicik vicik bir yalnizlik bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum. Seni sakladigim yere ulasamaz oldum. Yollar, gitgide uzadi ve karisti. Ümidimi isitacak, parlatacak, kimildatacak bir seylere ihtiyacim var. Ah onun ne oldugunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her seyin basinda, içinde ve sonundasin. Bu degismiyor. öyle içimsin ki. Birden aklima geldi, tuttum sana bir mektup yazdim dün. çok mutluydum... Gün içinde neler yaptigimi, nelere kizip, nelerle mutlu oldugumu, tek tek anlattim. Mevsimlerin ve insanlarin nasil karisik ve beklenmedik olduklarini yazdim. "Yine zamansiz yagmurlar" dedim, "Daha önce, hiç bu kadar zayif degildi günes isinlari" dedim, "Gerçekten buradaki sarkilari hiç ögrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim. Çok uzun bir mektup oldu.. Basindan sonuna kadar okudum da. Neler yazmisim diye merakimdan. Sonra çekmecemden bir zarf çikarip, Adini yazdim. Büyük harflerle, yalnizca adini. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüregime yakin. Yüregim sende. Sen yüregime yakin. Öyleyse mektup sende. Bu kadar içimdesin iste. |
Yalnizlar için... Her sokak, her vitrin, her mesken, böyle koskocaman, kipkirmizi, kanli canli, yusyuvarlak kalplerle doluyken kaburgalarinin arasinda bos ya da kirik bir kalple dolasmak ne can yakicidir bilirim. Bir dönem gurbette o Sevgililer Günü yalnizligini bizzat tecrübe ettim. Okyanusun ortasinda susuzluk çekmek gibi bir seydi. Parkta tahterevallisinin karsi kefesini dolduracak arkadas bekleyen bir çocuk hüznü... Öksüzlere özgü bir Anneler Günü... * * * Zamane sevdalilarinin ortalikta sereserpe koklasmasi, reklamlarin mütemadiyen âsiklari alisverise çagirmasi, Sevgililer Günü'nün küresel çapta uluorta kutlanmasi, yalniz kalplerin issizligini perçinler bir kat daha... Gördükleri her çiftten ayri bir ani, dinledikleri her anidan tarifsiz bir aci süzerler. Ask dillendirildikçe, yitik bir dostun adi gibi çinlar. Henüz reklamlardaki gibi bir sevda kismet olmamistir kimine; ama çogu doludizgin yasamis ve sonunda kiymistir yarine... Onu acilar çektirerek öldürmüs ve eski bir sarkiya gömmüstür. Ortak hatiralar mezarligina... Ya da ihanetler kabristanina... * * * Kimi fazla sevgiye sarip nefessiz koymustur askini, kimi sevgisiz birakip bogmustur. Kimi busesine kuskunun zehrini katmis, kimi ilgisizligin kodesine atmistir. Kiskançligin atesiyle bilenen hançer, sahibi ne kadar çok sevdiyse o kadar derine saplanmistir. Doyamadan ayrilanlarin damaginda buruk bir istirap tadi kalmistir. * * * Iste o yüzden, terk eden, terk edilen, sevdigini öldüren ya da sevdigince gömülen, izler cilvelesen âsiklari, Sevgililer Günü'nün haber bültenlerinde; biraz hüzün, çokça çelebi bir gülümsemeyle... Kendisi kiymistir sevdigine... Ve bilir ki, diger kumrular da, yakin bir kiskançlik krizinde ya da özensiz bir birlikteligin tekdüzeliginde, kiyacaktir yarine... Çünkü Ferhat ile Sirin'den, Kerem ile Asli'dan, Leyla ile Mecnun'dan, Romeo ve Jülyet'ten bilir ki, tipki Sevgililer Günlerinin taze gülleri gibi, ömrü uzadikça solar atesli sevdalar... Sadece öldürülen âsiklar yasar. Askta ölümle yasam arasinda ters oranti var. * * * Ey sadik üyeleri Kirik Kalpler Kulübü'nün! Sevgilisi olmayanlar, Sevgilisinden ayrilanlar, Sevgilisi uzakta olanlar, Hiç iliskiye girmemis ya da her gömdügü iliskiyle bir parça eksilmis, her yitik sevdalinin ardindan aci çekmis üvey evlatlari Sevgililer Günü'nün... Yarin gece tek kisilik sofraniza çift kadeh koyun... Izleyin canli yayinda potansiyel katillerin buselerini... Siz içtikçe canlansin o güzelim anilar... Unutmayin ki, yalnizligin da kahredici bir tadi var. |
ESKİDEN Çember çevrilir, Su musluktan içilir, Ağaçlara tırmanılırdı. Bebekler bezden Silahlar tahtadan Resimler kömür karasından yapılırdı Kızlara ninelerinin, erkeklere dedelerinin İsimleri konulur Saatli maarif okunurdu Komþuda pişen Bize de pişer Bizde pişen komşuya düşerdi Geceler ayaz Sokaklar karanlık Yıldızlar parlak olurdu Turşu,salça,mantı Evde yapılır Karpuz kuyuda soğutulurdu Erik ağacının çiçeği Pencere camımıza yaslanır Güz yaprakları bahçemize düşerdi Kardan adam yapılır Evlerde soba yakılır Kış gecelerinde masal anlatılırdı Merdiven çıkılır Aidat ödenmez Yönetici seçilmezdi Evler badanalı Sokaklar lambasız Mahalleler bekçili olurdu Ajans radyodan dinlenir Çizgili roman okunur Defterlere kenar süsü yapılırdı Hayat Arkası yarın gibiydi Kesintisizdi Her gün yaşanacak bir şey vardı Herkes kendi düşünü kurar Kendi hayatini oynardı şimdi Hayat tek perdelik bir oyun Stand-up bir yalnızlık gibi Simdi Herkes Yoğun Yorgun Ve Tek başına |
Bahar Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, Afrodizyakların en etkilisi, sevdanın suç ortağısın. Yapma bunu bana!.. Bahar, yalvarırım çek git isine!.. Salma üstüme çiçeklerini, aklimi çelme!.. Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde; Sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor.. Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek... Kavaklar kıpır kıpır, islik ıslığa meltem... Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu, toprakta türlü çeşit börtüböcek... Yapma bunu bana bahar, Böyle üstüme gelme!. Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı... Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime... Kalbimin buzları erimiş. Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir.. Bir de sen çıldırtma beni... Krizdeyim ben... Tembelliğin sırası değil, uyamam sana... Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hakim ol. Meltemlerine söyle, deli gibi islik çalıp sokağa çağırmasınlar beni.. Bulutların üşüşmesin başıma... Girme kanıma benim... yoldan çıkarma!.. Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, afrodizyakların en etkilisi, Sevdanın suç ortağısın. Kıyma bana!.. Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; Gövdemi azdırıp sonra birden çekip gideceksin. Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, Beni bir kuraklığın ortasında terk edeceksin... O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman... Ne o delişmen sabahlar kalacak, Ne günaha çağıran çapkın eteklerin uçuştuğu günbatımları... Tembel kuşların şakımaktan bitap, ebruli çiçeklerin kokmaktan... Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgarlarında... Yeşerttiğin çiçekler yürekler solacak; damar damar çatlayacak ruhumuz.. Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden... yüreğim viraneye... Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da... Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak. İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar... İş açma başıma... Git isine! Yoldan çıkarma beni!.. |
İlk yarı bitti : Hayat:1 - Ben:0...!!!... Ama belliydi böyle olacağı Nicedir başlamıştı belirtiler: Yolda çocuklar "Amca şu topu atıversene" diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin... Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü, Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış. Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk yerine... Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine... Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde, -Hayret daha dün değil miydi benimkisi?- Yıllar yılı dudak büktüğüm "ölümden sonra hayat" masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye... İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim. Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim... Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan; Biri, "daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor hayat!... Bundan sonrası rahat!" Lakin "Buydu görüp göreceğin" diye efkarlanıyor öteki... ikinci yarı geçer hızla, yaşlanırsın zamanla... Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak "Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler. 35'le çoktan tanış olanlarsa "Hayata hoşgeldin" pankartlarıyla karşılamadalar... İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın... Bense şaşkın... devre arası bilançolarındayım. Son dönemde kimbilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde?... Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?... Ve sustum vicdan sorgularında... Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli... Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun... Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun... Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık, şaşıp kalıyorsun... Oysa -herkes bilmezden gelse de- skoru bellli oyunun: 30'larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40'larda anneni ve babanı... Ve 70'lerde kendini... Şimdi devre arası, yolun yarısı... Bugüne dek ancak tanıştık hayatla... Ben ona kendimi tanıttım, O bana kendini... Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı... Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları... Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı... Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı... Dönmesin diye başım... Ben istikballe arkadaşım... Ne var ki herşey yarım... Hayat da yarım, sevdalar da... Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin... İhanetlerin hesabı sorulmadı... Nazım'ın dedidği gibi "Kopardım portakalı dalından ama, kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı..." "Doydum diyen görmedim ki ben zaten..." Lakin gel de zamana anlat bunu... Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin... Baktım ikinci yarı kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın... Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını. Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde... Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler... Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmıştakvimlerimi, Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını... İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak... Kazada ilk açılacak... Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime... "Çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler Ya da, "Sebepsiz alçalmış... Bile bile vurmuş kendini dağlara!..." Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin... Kalanı benimle gelecek... Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı... Reyhanlar saklayacak sırlarımı... Skoru birtek Ege'nin suları bilecek... Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir... HAYAT : 0 - BEN: 1 |
Özledim seni... Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir... Beynimi uyuşturuyor özlemin... Çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlıyorum. Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp sürekli bir boşluğa dönüşüyor. Sabahlara seni okşayarak başlamaları, akşamları her işi bir kenara koyup seninle baş başa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, sevimli haşarılığını, çocuksu küskünlüğünü... Nasıl da serttin başkalarına karşı beni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken... Ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken... Hasta olduğunda, o korkunç kriz gecelerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında... O şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek... "Atlattı" müjdesini kutlarken yorgun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi: "Yaşayamaz artık bu evde... Yüksek binalar ve beton duvarların gri kentinde" dedi, "O gitmeli... Ve kendine yeni bir hayat çizmeli..." Bilsen ne zor, gitmen gerektiğini bile bile "Kal" demek sana... Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unutmandan geçtiğini bilmek... Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden "Git artık" demek... "Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa" demek sana ne zor... Sesimi, kokumu çekip alıvermek beyninden, sesin, kokun hala beynimdeyken... Seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden... Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek... Ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlikte güneşlendiğimiz onca yazı, yan yana titreştiğimiz onca kışı, paylaştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, arkadan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor... Ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre "Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git" demek... Yokluğunu beklemek, ne zor... Bunları düşündükçe, şu anda uzaklarda bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engelleri aşıp, terk edilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları, yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geliyor içimden... Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum. Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terk etmişlere özgü bir terk edilme korkusunu da yüreğimin derinliklerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve "Dön bebeğim" demek istiyorum: "Geri dön... Kulüben seni bekliyor..." |
Aşık Olmadan Bir Düşün Diyor Can Dündar Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin... Sokağa fırlayacaksın... Sokaklar da dar gelecek... Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi... Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü... Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin... Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan... "Önemli olan sağlık." "Yasamak güzel." "Bos ver, her şey unutulur." Sen hiçbirini duymayacaksın... Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin... Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin... Hep ondan bahsetmek isteyeceksin... "Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet kopacakmış" deseler başını kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın... Yalnız kalmak isteyeceksin... Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak... İkisi de yetmeyecek... Geçmişi düşüneceksin... Neredeyse dakika dakika... Ama kötüleri atlayarak... Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin... Gittiğin yerlere gitmek... Bu sana hiç iyi gelmeyecek... Ama bile bile yapacaksın... Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese,kaçacaksın... Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yasamak için direneceksin... Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin.... Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin... Herkesi ona benzetip... Kimseyi onun yerine koyamayacaksın... Hiçbir şey oyalamayacak seni... İlaçlara sığınacaksın... Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan… Sadece bir müddet buzlu camin arkasından seyrettiren... Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek... Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin... Uyumak zor, uyanmak kolay olacak... Sabahı iple çekeceksin... Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksin... Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler... Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin... Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek... Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin... Her sıçrayarak uyandığında onun adini söylediğini fark edeceksin... Telefonun çalmasını bekleyeceksin... Aramayacağını bile bile... Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek... Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla... Yüreğin burkulacak... Canin yanacak... Bir daha sevmemeye yemin edeceksin... Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden... Onun sesini bir kez daha duymak için yani tutuşacaksın... Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için nefret edeceksin... Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin... Onunla hiçbir aninin olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek... Ama bir umut... Onunla bir gün bir yerde karsılaşma umudu... Bu umut seni gitmekten alıkoyacak... Gel gitler içinde yaşayacaksın... Buna yasamak denirse... Razı mısın bütün bunlara...? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...? O halde aşık olabilirsin |
Can Dundar'dan Sil? Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün... Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok... Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi: "- Cem Karaca?" "- Yok!" "- Barış Manço?" "- Yok!" "- Erol Mutlu?" "- Yok!". "- Melih Kibar?" "- Yok!" * * * Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor. Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk... * * * Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon... Başparmağın ucunda bir ömür... Can, bir tuş mesafesinde... "Sil" komutuna elim varmıyor. "Sil"mek ihanet gibi geliyor. * * * Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce,ha 5 gün sonra..." Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda... Rasgele arıyorum yitenlerden birini... Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor: "Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor." Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum. Denemeye söz veriyorum. > >Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde... * * * Hep merak ederim: Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar... Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?.. Uzay boşluğunda dağılır mı? Yoksa bir yerlerde saklanır mı? Bir gün yeniden toplanır mı? Silinmiş yazılar diyarında... Bir pişmanlık kurultayında... Ya ölenler? Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?.. * * * Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar. Bilgisayar gibi değil insan hafızası... Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor. Emir, ferman dinlemiyor. Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor". Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor. İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor. Sözün özü, demem o ki; Unutmazsak yaşatırız! |
Öyle Bir ilişkiye En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin nedeni; yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkalarınızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak... Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; “Ölmek var, dönmek yok”tur. Gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını... Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya Şurasından, burasından eleştirmeye başlarsınız; “Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...” Başkalarını örnek göstermeye, “Bak onlar nasıl yaşıyor” demeye başlarsınız Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını arasınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık yanlışını görür düzeltmek istersiniz. “Eskiden böyle miydi ya...” diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirilerin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından... Böyle sürmeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. “Ya sev böyle ya da terk et” diye gürler... Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze... Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder; mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden... “İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için...” dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız, yaşayamayacağınızı bilirsiniz, ama öyle de sevemezsiniz. İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek terk edersiniz... “Madem öyle...”nin çağı başlar ondan sonra... Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde “Günah sizden gitmiştir” Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece... Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre... Ne var ki unutamazsınız, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Delikanlılar, elikanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini... Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye... Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... “Bana ne... kendi seçimi” diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre... Ama sonra... Ansızın kulağınıza çalan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden... Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi... Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...dönüp “Seni hala seviyorum” diye bağırmak geçer içinizden... dönemezsiniz. Görmedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir ç****iz aşktır bu, ne onunla, ne de onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, Hem “Ne olacak sonunda” kuşkusu... Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz, sürünür gidersiniz. |
TANRI'NIN GÖKTAŞLARI Önceki gece,kutsal katında sıkkındı Tanrı... Dev aynasının karşısında oturmuş elindeki taşlarla oynuyordu.Yine böyle sıkıntılı bir anında yarattığı insanoğlu,başlı başına sıkıntı vesilesi haline gelmişti. Kulları aşağıda yoksul yanlız ve mutsuzdu. Acı çekiyor,kan döküyor,eziyor öldürüyorlardı.Sevgiden ziyade nefret kusuyor,sevaba değil günaha sarılıyorlardı. Şeytan,zulmün bayrağını dikmişti yerküreye... "Bıktım diye mırıldandı Kainatın efendisi,"...yoruldum asırlardır aynı filmi görmekten!Bilseniz kaç nesilde böyle kaç savaş,kaç yangın izledim ben." Kederle avucunda çevirdiği taşları,yerküreye doğru attı. Taşlar;karanlıkta alevli ışıklar saçarak süzüldü aşağıya.. Aşağıda umutla pencerelere üşüştü Ademoğullar.. Kainatın ışıkla dansı başlamıştı. Bu ışıltı "yıldız yağmuru'na türlü çeşit manalar vehmettiler. Toprağa yanyana uzanıp gözlerini gökyüzüne diktiler ve kayan her yıldız için ayrı dilek tuttular. "Sevdiğime kavuşayım " dedi biri,"yoksulluktan kurtulayım"diye yalvardı öteki... Gökyüzünün "taş yağmuru"nu,yeryüzü "dilek yağmuru" ile yanıtladı sanki. "Acı çekmeyeyim",Yanlız kalmayayım", "Mutsuz olmayayım". Acı ile güldü Tanrı yukarıda.. "Ah kullarım dedi,"Buradan ne kadar zavallı görünüyorsunuz. Göktaşları,gözyaşlarınızı dindirir mi sanıyorsunuz.Bu mu onca asırda yaratabildiğiniz uygarlık?Yağanın taş olduğunu biliyor,ama hala o taşlardan medet umuyorsunuz.Derdinizin devasını onlarda arıyorsunuz.Oysa attığım taşlardan duvar ören sizsiniz.Birbirinin önüne setler çeken siz.. Alçakgönüllülük istedim sizlerden;gönülsüz davrandınız,geriye kala kala alçaklık kaldı." "Ah zavallı ümmetim"diye dertlendi Tanrı, "yıldızlara baktığınız kadar,birbirlerinize baksanız daha çok mutlu olacaksınız. Benimle konuştuğunuz kadar birbirinizle konuşsanız hiçde yanlız kalmayacaksınız. Gökyüzünde arayıp durduğunuz çareyi kendinizde,birbiriniz de bulacaksınız. Sonra efkarla dev aynasına çevirdi yüzünü...Yanlızlığını savmak için onunla dertleşmeye başladı: "Onca kalabalıkta kendilerini yanlız sanıyorlar.Asıl ebedi yanlızlığa mahkum olan benim,bilmiyorlar" diye iç geçirdi. Ayna da kendini süzdü uzun uzadıya... Sonra aşağıya baktı. Yeryüzünde ç****iz gözbebeklerinden uçsuz bucaksız bir samanyolu vardı. Milyonlarca çift göz ,yanlızlığından kurtulmak için umutla kendisine çevrilmiş bakıyordu. Aniden aynasını çevirip dünyaya tuttu. Milyonlarca ışıltı gözbebeği yansıdı göğün yüzünden... İnsanlar,gökkubbenin aynasında kendi gözbebeklerinin ışığını görüp,takım yıldızı sandılar. "Tanrım bu ne mucizevi güzellik,keşke bizde yıldızların gibi ışıldayabilseydik"diyerek hayran hayran dilek tutup duaya daldılar. Bulutlandı Tanrı'nın yüzü.... Tuvalindeki resme kızan ressam gibi,çevirdi aynasını geri... Söndü gökkubbenin ışıkları..... Sabah oldu. |
HAYAT... -ASIK OLMAK. -ILK ÖPÜSME. -YÜZ KASLARINIZ AGRIYANA DEK GÜLMEK. -SICAK BiR DUS. -GÜZELZEL BiR BAKIS. -MAiL ALMAK. -MANZARALI BiR YOLDA ARABA KULLANMAK. -RADYODA EN SEVDiGiNiZ KiSiNiN SARKISININÇ ALMASI. -YATAGINIZA UZANIP YAGMURUN SESiNi DiNLEMEK. -YENI ÇIKMIS SICAK BiR HAVLU. -SATIN ALMAK iSTEDiGiNiZ KAZAGIN %50 iNDiRiME GiRDiGiNi GÖRMEK. -UZAKTAKi BiR ARKADASINIZLA TELEFONDA KONUSMAK. -KÖPÜK BANYOSU. -KIKIR KIKIR GÜLMEK. -GÜZEL BiR SOHBET. -KUMSAL. -GECEN KIS GiYDiGiNiZ MONTUN CEBiNDEN ON MiLYON ÇIKMASI. -KENDiNiZE GÜLMEK. -GECE YARISI SAATLERCE TELEFONDA KONUSMAK. -SU FISKiYELERiNiN ARASINDA KOSMAK. -DURUP DURURKEN GÜLMEK. -YANINIZDA SiZE GÜZEL OLDUGUNUZU SÖYLEYEN BiRiNiN OLMASI. -HAKKINIZDA GÜZEL SÖZLER SÖYLENDiGiNE KULAK MiSAFiRi -OLMAK. -UYANIP DAHA UYUYACAK BiRKAÇ SAATiNiZ OLDUGUNU FARKETMEK. -YENi ARKADASLAR EDiNMEK. -ESKi ARKADASLARINIZLA ZAMAN GEÇiRMEK. -YAVRU BiR KÖPEKLE OYNAMAK. -ODA ARKADASINIZLA GECE YARISI SOHBETLERi. -GÜZEL DÜSLER. -ARKADASLARINIZLA ARABA YOLCULUGU YAPMAK. -SEVGiLiNiZLE YORGANA SARILIP iYi BiR FiLM SEYRETMEK. -ÇOK GÜZEL BiR KONSERE GiTMEK. -ÇİiKOLATALI KURABiYE YAPMAK. -SEVDiGiN iNSANA SIKICA SARILMAK. -İİSTEDiGi ARMAGANI ALAN KiSiNiN YÜZÜNDEKi iFADEYi GÖRMEK. -GÜNESiN DOGUSUNU SEYRETMEK... -VE BIR SÖZ;Text "ALDIGIN HER NEFESI FIRSAT BIL, OT DEGILSIN YENIDEN BITMEZSIN..." |
Bu yılınızı iyi geçirdiniz mi? Sağlıklı olduğunuz için hiç sevindiniz mi? Bu yıl hiç gün ışığı ile uyandınız mı? Kaç kez güneşin doğuşunu izlediniz? Bir neden yokken kaç kişiye hediye aldınız? Kaç sabah yolda bir kediyi okşadınız? Bu yıl yeni doğmuş bir bebek parmağınızı sıkıca tuttu mu hiç? Ve siz onu hiç kokladınız mı? Yaz gecelerinde ne çok yıldız olduğuna hiç şaşırdınız mı? Kendinize bu yıl kaç oyuncak aldınız? Kaç kez gözlerinizden yaş gelinceye kadar güldünüz? Yaşlı bir ağaca sarıldınız mı bu yıl? Çimlere uzandığınız oldu mu? Çocukluğunuzdan kalan bir şarkıyı söylediniz mi hiç? Hiç suda taş kaydırdınız mı bu yıl? Kaç kez kuşlara yem attınız? Bir çiçeği dalındayken kokladınız mı? Bu yıl kaç kez gökkuşağı gördünüz? Ya da hediye alan bir çocuğun gözlerindeki ışığı? Kaç kez mektup aldınız bu yıl? Eski bir dostunuzu aradınız mı hiç? Kimseyle barıştınız mı bu yıl? Aslında mutlu olduğunuzu kaç kez farkettiniz bu yıl? İyi bir yılın, bunlar gibi birçok "küçük şeye"e bağlı olduğunu hiç düşündünüz mü bu yıl? Yayılın çimenlerin üzerine..... Acele edin.... Er veya geç... Çimenler yayılacak üzerinize... |
Aşkla, özgürlük halef seleftir; tıpkı güneşle ay gibi: Tek tek ikisi de güzel oldugu halde, birarada var olmazlar. Biri doğdu mu,diğeri silikleşir. Aşk boyun eğip kalmaksa Özgürlük alıp başını gitmektir Ya gönüllü itaat, Ya nihayetsiz seyahat Seyahati seçerseniz aşk sapkasını alıp gidecek. Aşk'a düşerseniz,özgürlüğe yolculuk bitecek. Çünkü nasıl özgürlük aşkın zeminiyse, aşk da özgürlüğün finalidir. Bu kadar özgürlük yeterrrrrrrrr!... Ben artık bile bile tutsak olmak istiyorummmmm... |
şk da Deprem Gibidir Ne zaman kimi vuracağını asla bilemezsiniz . Geceyarısı aniden , dipten yükselen coşkulu bir dalga gibi kabarır içinizde . Toprak ayağınızın altından kayıyor gibi olur ve en hazırlıksız olduğunuz anda bütün şiddetiyle vurur . Sarsılır , neye uğradığınızı şaşırırsınız . Heyecan , korku , kararsızlık , cesaret , acı , öfke , hüzün , merhamet , şiddet kaplar bir anda dünyanızı . Eş dost yardıma koşsa da kolay toparlanamazsın . Bittiğinde ağır bir enkaz bırakır geride . Daha kötüsü , " tamamen bitti " sandığınız sarsıntı , hafif bir şiddette artçı şoklar halinde yıllarca sürebilir . Kalbinizdeki kırık hat ara sıra yoklar yeniden ... |
Nasil hissedecegimizi kontrol edemesek de, o hislerle nasil basa çikacagimizi kontrol edebiliriz. Hepimiz zirvede olmak isteriz, ama asil keyif oraya tirmanirken yasadiklarimizdadir. Ögrendik ki... Yumusak kelimeler kullanmak,onlari yutmamiz gerektiginde isimizi kolaylastiracaktir. Kibar olmak, hakli olmaktan çok daha önemli. Inkar edip içimizde sakladigimiz seyler gerçekliginden hiçbir sey kaybetmiyor Hayat sartlari bizi ne kadar ciddi görünmeye zorlasa da, herkes çilginliklarini paylasacak birini ariyor. En büyük pismanlik, birine son bir kez "seni seviyorum" diyememis olmaktir. Parayla "klas insan" olunmuyor. Gün içinde basimiza gelen küçücük seyler gün sonunda koca bir mutluluk hissettiriyor. Biriyle dalastigimizda tek basardigimiz onun bize daha çok zarar vermesini saglamaktir. Her yarayi saran zaman degil sevgidir. Olgunlasmanin en kisa yolu bizden daha zeki insanlardan çevre edinmektir. Asik oldugunda ne yaparsan yap gizleyemiyoruz.[ Birine asik oldugumuz ana kadar, hiç kimse mükemmel degildir. Firsatlar asla yok olmaz. Bizim kaçirdiklarimizi yakalayan biri daima olacaktir. Bir gülümseme, daha güzel bir görüntüye kavusmanin bedava yöntemidir. Veee... Ögrendik ki... Zaman alismayi ögretir, ama unutmayi asla...!!!!! |
Evlenmek isterdim, süper bir dügünüm olsun, bembeyaz, sirti acik bir gelinligim olsun, annem sevincinden aglasin diye.. Kivircik sacli bir kiz cocugum olsun ve bana anneler gününde carpik curpuk yazisiyla okulda yaptiklari karti getirsin diye... Geceleri gök gürleyip firtina ciktiginda korkarak yastigima sarilmayayim diye... sevdigim erkek bana: canim karicigim desin diye... Artik yemek yapmayi ögreneyim, devamli yumurta ve makarna pisirmeyeyim diye... Ama EVLENMIYORUM: Sevdigim erkegin kirli iccamasirlari, Lavobodaki sakal artiklari, Kaprisleri, küfürleri, vurdumduymazliklari ve yalanlari arasinda onu neden sevdigimi unutmayayim diye... Isin icine para ve cikar hesaplari girdigi zaman büyük asklarin nasil kücüldügünü görmeyeyim diye.. Aldatilmanin dayanilmaz hafifligi(!) ile tanismayayim diye... Canim babacigimdan kalan tek sahip oldugum seyi, soyadimi verip yerine bana soyadindan baska verecek cok büyük birseyi olmayan birininki almayayim diye.... Gece kizarkadasim aglayarak bana telefon actigi zaman kedime ertesi gün icin mama koyup geceligim ve dis fircamla onun evine gidebileyim diye.. Ben olgusunu daha yeni yeni ögrenmisken, bunu Biz olgusuna degismeyeyim diye... |
Aşka ve Terke Dair... Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında... En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınız da, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak... Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur. Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını... Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..." Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız. Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından... Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz. O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. "Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze... Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden... "İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz. İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz... "Madem öyle..." nin çağı başlar ondan sonra... Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmistir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece... Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini... Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne...kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre... Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden... Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi... Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye... Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir ç****iz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu... Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz. Sürünür gidersiniz... |
YALNIZLIĞIMIZ OLGUNLAŞIRKEN...* Can Dündar Hayatımız boyunca ne kadar çok insana rastlarız, ne kadar çok insanla konuşuruz ve onlara dokunuruz, ama onlardan sadece bazılarını arzularız ve sadece birkaçına ya da birine aşık olabiliriz. Aşk seçicidir çünkü. Bazen hoşlandıklarımızla ve arzuladıklarımızla bir daha karşılaşma şansımız olmaz. Bazen onlarla tekrar karşılaşırız belki ama, çok küçük ayrıntılarda belirebilen aşk vaatlerini göremeyiz. Gerçekliğin, aslında hayal gücünden ne kadar daha zengin olduğunu kestiremeyiz, bir anıya bile dönüşemeden bir bir çekip gider ihtimaller ve aşksız ayrıntılar. Yalnızlığımız, biz farkına varmadan, usul usul olgunlaşmaya başlar böylece. Düzeltme imkanı bulamayacağımız hatalarımızdan ne kadar korksak da, cesaret göstermekten de o kadar korkarız bazen. Yıllar geçtikçe hepimizin hayatında yarım kalmış,yaşansaydı ne olurdu bilinmez yakınlıklar birikir durur bu yüzden. Kaçırdığımız 'an'lar, sahip olamadığımız gizemli anıları çoğaltırken, biz ertelemeye devam ederiz. Karşısına çıkan bir aşk ihtimaline, kendisini hiç esirgemeden sunan kaç kişi vardır? "Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür" der Pavese. Bu pek sık rastlanır bir şey değildir aslında. Sakınmadan sevenlerin hikayeleri bu yüzden edebiyatın ve sanatın vazgeçilmez temaları arasındadır. Böyle hikayeler kuşaklardan kuşaklara anlatılarak, hiç değilse duygusu yaşatılmaya çalışılır. Bir bakıma "aşk"ın varlığını kanıtlamaya çalışan kederli hikayelerdir onlar. Ama bir çoğu gerçektir, tıpkı Brahms'ın hayatı gibi. Brahms, hiçbir sakınma duymadan, karşılıksız ve delicesine sevmişti Clara Schumann'ı. Brahms, büyük bir hayranlık ve saygı duyduğu besteci Robert Schumann'ın karısı Clara'ya aşık olduğu zaman henüz yirmi yaşındaydı. Schumann'ın, yeni Alman ekolüne karşı çıkarak Brahms'ın eserlerinden övgüyle söz etmesi ve hakkında olumlu makaleler yazması, müzik dünyasında genç bestecinin adının çabucak duyulmasını sağlamıştı. Brahms, Robert Schumann'a tapıyordu. Bu yüzden Clara'ya olan aşkını kalbine gömdü, onun için besteler yaptı, intermezzolar yazdı ve başka hiçbir kadına ilgi duymayarak ve evlenmeyerek ölünceye kadar ona sadık kaldı. Robert Schumann'ın ölümünden sonra her zaman Clara'nın yanındaydı ama ona olan aşkını hep tek başına yaşamak zorunda kaldı. Brahms, Clara'ya aşık olmayı seviyordu. Aşık olduğu kadın ondan 14 yaş daha büyüktü. Clara Schumann 75 yaşında öldüğü zaman Brahms öylesine üzülmüştü ki, onun cenazesine giderken yanlış trene bindi. Frankfurt'a ulaşabilmek için iki gününü tren değiştirmekle geçiren besteci geldiğinde, cenaze töreni çoktan bitmişti. Brahms, ancak mezarlığa yetişebildi ve sevdiği kadının tabutu üzerine bir avuç toprak atabildi. Trenlerde geçirdiği kırk saat boyunca, son bestesinin "Ah Dünya Senden Ayrılmak Zorundayım" adlı koral prelüdünü yazan Brahms, Clara'nın ölümünden sonra ancak bir yıl yaşayabildi. Clara, Brahms'ın karşısına çıkan ilk aşk ihtimaliydi. Brahms, bu ihtimali aşka çevirdi ve kendini hiç sakınmadan sevdi. Pavese, "Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür" der. Brahms da ödemişti. Ama o, ödemelerini; senfonilere, konçertolara, sonatlara, prelüdlere ve şarkılara çevirmişti. Hiçbir sakınma duymadan sevmek, (Pavese'nin yaşadığı) modern zamanlarda bile karşılığı durmadan ödenen bir lüks ise şayet, post modern zamanların sonunda, ne anlam ifade edebilir ki? Hiç. Şimdiki zamanlarda, sakınmadan sevebilmek özel bir kabiliyet işidir çünkü. Böyle bir kabiliyet sahibi bulunsa bile, karşılığı durmadan ödenecek olan duygusal birikimler lüksü, kimde mevcut ki zamanımızda? Bu düzende aşk işleri de sisteme uygun, kırık dökük yürüyor işte... |
İLK GÖRÜŞTE AŞK * Can Dündar Son zamanlarda dillerde gezen Akbank reklamı, "İlk görüşte aşk böyle başladı" diye giriyor söze... İki gencin pek hızlı gelişip nihayete eren aşk hikayelerini hızla özetliyor. Gençler "ilk görüşte vuruluyorlar" birbirlerine... "adı üstünde yıldırım aşkı...". Ve tabii "hemen evlilik, hemen balayı"... Lakin çok çabuk geçiyor, "cicim ayları..." Anlaşılıyor ki, kızımız dışarıda kolayla hamburger dişler, rock pop, asit dinlerken, kocası evde klasik müzik dinliyor, patlıcanlı pilavlı, enginarlı mükellef sofralar düşlüyor. "Ayrı dünyaların insanları" oldukları ortaya çıkınca "anlaşarak" ayrılıyorlar. * * * "Yıldırım aşkı", "sevişerek evlenmek" vs. bizim kuşağın pek aşina olduğu laflar... Hele "ayrı dünyaların insanları olmak"... Türk filmlerinin siyah beyaz perdelerinden feryat figan evlerimize dökülüp saçılmış bu ifade: "Biz ayrı dünyaların insanlarıyız Hatice!.." O filmlerde olmayıp, günümüzün reklam filmlerinde rastlanan şey, "anlaşarak ayrılmak"tır. Bizim kuşağı bugünkülerden ayıran da budur zaten... Bekir Yıldız'ın "Evlilik Şirketi" ile yetişen bizimkiler, evliliği şahitler huzurunda devralınan ve ömür boyu taşınacak olan bir kutsal emanet saydılar. O emaneti yaşatabilmek uğruna enginar ya da hamburger sevgilerini, klasik ya da rock tercihlerini içlerine gömdüler ve "evliliğin bekası" için kendilerinden vazgeçtiler. Böylece bizim kuşakta evlilik, hamburger arzulayıp sofrada patlıcanlı pilav kaşıklayan kadınların ya da komşu gezmesindeyken pijamayla evde oturmayı düşleyen kocaların "birbirine tahammül müessesesi" haline geldi. O yüzden bugün "Aaa, sen enginar seviyormuşsun, hadi ayrılalım" deyip bavul toplayan nesle aşina değiliz biz... * * * Reklamın beni asıl vuran yeri finali: "Ayrı dünyaların insanları", daha badanası kurumadan kutu kutu toplanmış evlerinde "arkadaşça" vedalaştıktan sonra, yağmurlu bir günde bir banka önünde yeniden karşılaşıyorlar. Neden acaba? Çünkü bankacılık, "farklı dünyalara saygı duymakla başlıyor". Peki ya evlilik?.. Bankanın iftiharla sunduğu bu "hizmet", evlilikleri de ilelebet yaşatacak anlayışın formülü olmasın sakın?.. Belki ailenin aradığı huzurun anahtarıdır bu "saygı"... "Ayrı dünyaların insanları"na aynı çatı altında kendi ayrı dünyalarını tavizsiz yaşama şansı verecek bir "buluşma"dır belki aranan formül... .."evlilik"ten, birinin mutsuzluğu pahasına her gün enginar yenen bir evi değil, isteyenin enginar, isteyenin hamburger yediği, farklı tatları buluşturan bir birlikteliği anlayan bir zihniyettir. Belki sadece evlilikte değil, her türden birliktelikte ve genelde toplumsal örgütlenişte de mutluluğun yolu "farklı kimliklere, farklı renklere saygı"dan geçiyordur. Belki evliliği, bambaşka kişilikleri bir potada eriten bir tavizler silsilesi olarak gören bizim kuşakla, "Farklıyız, ayrılalım" diyen ve evlilikleri sapır sapır dökülen bugünkü kuşağın deneyimlerinden doğacak yeni ilişkinin tohumu, bir bankanın hizmet anlayışında gizlidir. O tohum, zoraki benzerlikler yaratarak tüketilmeye değil, mevcut farklılıkları koruyarak zenginleşmeye dayalı bir evlilik ve toplumsal düzen vaadidir. |
AŞKTA TERÖRİZM * Can Dündar Gelin bir oyun oynayalım. Şimdi yazacağım soruyu önce kendinize, sonra eşinize sorun. "Eşiniz çok hasta... Acilen ilaç lazım. Çabuk olmazsanız onu kaybedebilirsiniz. Evden fırlayıp bir eczaneye dalıyorsunuz. İlaç eczacının elindeyken fark ediyorsunuz ki, cebinizde 5 kuruş yok. Ne yaparsınız?" Cevap için üç yıldızlık bir ara veriyorum. *** Cevaplar tamamsa, kendi verdiğiniz cevapla, eşinizinki arasındaki farka şaşmış olmalısınız. Çünkü kriz durumlarında kadın ve erkek davranışlarını karşılaştıran bir araştırmada sorulan bu soru, kadınlar ve erkeklerden tamamen farklı yanıtlar aldı. Soruyu yanıtlayan erkeklerin tamamına yakını söyle dediler: "İlacı eczacının elinden kapar kaçarım". Kadınların yanıtı ise çoğunlukla şöyleydi: "Eczacıya durumu anlatır, ilacı parasız vermesini rica ederim. Olmazsa kapı önüne çıkar birilerinden borç isterim. Alır kaçarsam, yakalanıp eşimi hepten ölüme terk etme tehlikesi vardır". *** Bu kısa test bile, kadınlarla erkeklerin hayata nasıl farklı yaklaştıklarını kanıtlıyor. Erkeklerin fevriliğine karşı kadınların sorun çözmedeki soğukkanlılığı ve değişik çareler deneme ısrarı kayda değer... Farklı cinslerin, "kriz yönetimi"ndeki farklı tavırlarına ilişkin bu deneyi bana hatırlatan, Levent Kırca ile Oya Başar'ın boşanma üzerine sergiledikleri "son parodi"leri oldu. Boşanmalarına ilişkin basın toplantısında Kırca "ilacı kapıp kaçma" telaşındaydı. Başar ise "eşi can çekişirken eczacıya soğukkanlılıkla dert anlatmaya çalışan bir kadın" görünümünde... İzlerken, "Aşkta masumiyeti yitirdik" cümlesi döküldü ağzımdan... Bu bir süre önce okuduğum bir kitabin ilk cümlesiydi. "İkili İlişkilerde Terörizm" (Varlık Y. Ist. 1997) başlıklı bu kitapta psikoterapist Michael Vincent Miller neredeyse tam da ekranda izlediğimiz tartışmayı anlatıyordu. *** Aslında Kırca ve Başar'ın tartışmada kullandıkları üslup ve geliştirdikleri suçlama-savunma mekanizmaları çoğumuza tanıdık gelmiş olmalı. Çünkü bunlarda, modern bir evliliğin bütün klişeleri, hataları, çıkmazları vardı: Ses yükseltmeler, karşıdakinin ağzının payını vermeler, çözüm yerine suçlu aramalar, sorunun nedenini bir dedikoduya veya "Beni bunun için mi boşadın"a indirgemeler, buz dağının altında yatan sorunları görmek istemeyip, suyun üzerindekine ilişkin laf oyunları yapmalar, hem barışmak isteyip hem tribünler önünde kuyruğu dik tutmaya çalışmalar... vs... Miller, boşanma kararından hemen önce "son bir umut"la kendisine terapiye gelen çiftlerin genellikle "para, cinsel uyumsuzluk, ev işlerinin dengeli paylaşılmaması" gibi ikincil nedenleri öne sürdüklerini, ancak aslında bunların altında bir başka neden yattığını söylüyor: "İktidar çatışması..." Miller'a göre günümüz beraberliklerini "iki kişilik bir iç savaş"a dönüştüren en önemli etken bu... Amerikalı psikolog, sadece aile içi kavgaların değil, sevgi dolu aşk sözcüklerinin altında da bu güç mücadelesinin yattığına, "artık sevginin iktidar savaşından ayrılamaz hale geldiğine" inanıyor. *** Aşk, uzun yıllar baskı altında tutuldu. Bugün "aşkta özgürleşme" çağı yaşanıyor. Ancak Miller, bu özgürlük görüntüsünün altında çiftlerin "maske" takıp birbirlerine rol yapmaya başladıkları ve manipülasyona dayalı yeni bir baskı dönemi yarattıkları kanısında... O anlamda, çiftler arası her iletişimin "denetimi kim ele geçirecek" sorusunda düğümlendiğine inanıyor. Miller'a göre kadınlar daha çok yakınlık, erkekler daha çok özgürlük istiyor. Biri terk edilmekten, diğeri esir edilmekten korkuyor. O yüzden de, birbirlerinden en çok istedikleri şey, yani sevgi, onları en çok kaygılandıran şeye dönüşüyor. Ne birbirlerine yakınlaşabiliyor, ne uzaklaşabiliyorlar. Bir soğuk savaşı yaşayıp gidiyorlar. Bıçak kemiğe dayanınca da terapiye geliyorlar. *** Ben son izlediğimiz basın toplantısının "Kırca'ların halka açık terapi seansı" olduğunu düşünüyorum. İki karizmatik kişiliğin medya önünde sürmüş ilişkileri, medya önünde bir "iktidar hesaplaşması"yla sonuçlanıyor. Anlaşılan o ki, günümüz aşıklarının asıl sorunu sevgiyi, iktidar savaşının elinden kurtarabilmek olacak. Yöntemi nasıl olursa olsun aslolan, hastaya ilacı yetiştirebilmektir çünkü... Aslolan hastayı sevmektir. |
AŞKA AŞIK, AŞIĞA DEGİL!!!! * Can Dündar Günümüz insanı aşka aşık, aşığa değil! Aşıkların kısa dönem askerlik gibi kısa sürmesinin nedeni herhalde bu. Zaplanan aşıklar dönemi bu dönem! Kanaldan kanala geçer gibi aşıktan aşığa geçiliyor. Peki bu neden böyle oluyor? Çünkü insan insana sevgisiz, insan insana tahammülsüz, insan insan için fedakarlık duygusunu yitirmiş, insan insana kendini adamaktan kaçıyor. Oysa fedakarlık, adanmışlık varsa vardır aşk. Fedakarlığın, adanmışlığın yaşamadığı yerde yaşamaz aşk. Ne yazık ki uğruna kendini adadığı ne bir ideali var günümüz insaninin... Ne de uğruna kendini adadığı bir aşkı. Nerde ideali, aşkı uğruna her şeyden vazgeçen dünün insani... Nerde hiçbir şey için hiçbir şeyden vazgeçmeyen bugünün insani. , Bugünün insani aşkta da köşe dönmeci. Emek harcamadan yaşamak istediği gibi, emek harcamadan aşk yaşamak istiyor. Sevmeden sevilmek, vermeden almak istiyor. Hiç değilse bir koyup üç almak istiyor. Bir koyup üç alamadı mı ilişki bitiyor. İlişkiler çıkar, menfaat üzerine kurulu. Elektriklenmeler kısa devre. Bir günlük elektriklenmeler, bir gecelik sevişmeler aşk sanılıyor. Sevgili bayanlar baylar, aşka ayıp oluyor!!!!!! |
ASLOLAN "Aşkın en sağlam sigortası mesafedir" der Enis Batur, Cogito'nun "Aşk" sayısına yazdığı önsözde... Yıllar yılı hasretle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince... Sanki özlemdir aşkın çimentosu; özlem çekildi mi aşk, kumsalda şehvetinden soyunmuş yatan çıplak bir beden kadar sıradanlaşır, ehlileşir, söner. Belki ondandır aşkların en güzelinin mektuplara yazılmış, şarkılara dökülmüş, telefonlarda söylenmiş oluşu... Mutlu aşkta yazılacak bir şey bulunamamıştır çünkü... * * * Nazım Hikmet'in hayatı bu tezin ispatıdır adeta... Nazım'ın hep uzağındaki kadınları sevdiği söylenebilir. Piraye ile 1935'te evlendi. Ertesi yıl tutuklanarak içeri girdi. "Adını kol saatinin kayışına tırnağıyla yazdığı" bu kadınla 1950'de çıkana kadar yazıştılar. 17 yıllık ilişkileri boyunca yazılan 581 mektubu Piraye Hanım'ın oğlu Memet Fuat yayınladı geçenlerde... Nazım, karısına şöyle yazıyordu: "Seni nasıl seviyorum biliyor musun? Ot yağmuru nasıl severse, ayna ışığı nasıl severse, balık suyu ve insan ekmeği nasıl severse, sarhoşun şarabı, şarabın billur kadehi sevdiği gibi, annenin çocukları, çocukların anneleri sevdikleri gibi, Lenin'in inkılâbı ve inkılâbın Marx'ı sevdiği kadar, velhasıl seni Nazım Hikmet'in Hatice Zekiye Pirayende Piraye'yi sevmesi gibi seviyorum." O mektuplardan birinde Nazım, "Çıkarsam ve sana kavuşursam, bu öyle dayanılmaz bir saadet olacak ki, gebereceğim diye korkuyorum" diyordu. Oysa öyle olmadı. Taze bir ekmek hayaliyle yıllar yılı aç yaşayan biri, hasretle dişlediği somunun dördüncü diliminde ne hissederse onu hissetti Nazım; ot yağmura, ayna ışığa kavuştuğunda ne olursa, o oldu. Alışıldı. Sarhoş şaraptan bıktı, şarap kadehten taştı, inkılâp Marx'ı aştı. Aşk bitti ve ayrıldılar. Nazım yeni bir aşktaydı çoktan... 1949'da Bursa cezaevinde dayısının kızı Münevver'e tutulmuştu. Boşandığı 1951 yılında Münevver'den bir oğlu oldu. Yeniden içeri alınacağını hissedince, "7 tepeli şehrinde bırakıp gonca gülünü" yurtdışına kaçtı. Vatandaşlıktan çıkarıldı ve yeniden başladı hasret mektupları... Bu kez mektupların üzerinde Münevver'in adresi yazılıydı: Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli Belini sarmayalı Gözünün içinde durmayalı Aklının aydınlığına sorular sormayalı Dokunmayalı sıcaklığına karnının Yüz yıldır bekliyor beni Bir şehirde bir kadın Aynı daldaydık, aynı daldaydık Aynı daldan düşüp ayrıldık Aramızda yüz yıllık zaman Yol yüz yıllık Sonra yüz yıldır bekleyen o kadın, oğlunu sırtlayıp çıkageldi bir gün; yüz yıllık yolu aşarak... Lâkin hasret bitince bitti aşk. Nazım yeni bir aşktaydı çünkü... 1959'da Vera ile evlendi. 1963'te öldü. * * * 3 Haziran, 35. ölüm yıldönümü Nazım'ın... Tesadüfe bakın ki, uzaktaki bir kadına yazdığı mektupların yayınlandığı hafta, "yüz yıldır bekleyen" öbür kadının ölüm haberi geldi uzaklardan... Münevver'in kansere yenik düştüğünü öğrendiğimiz hafta Piraye'ye yazdığı mektuplar vardı gazetelerde... Şöyle diyordu mektuplardan biri: "Canım karıcığım. Birbirimizden uzak olmak, birbirimize sokulamamak ne korkunç şey, fakat bu korkunçluğun ne tuhaf, ne acı bir tadı var." Galiba en çok bu tadı sevdi Nazım... Aslında O'nun sevdiği, kadınlar değil, sevme fikriydi... Kadınlar sadece öznesiydi o sevginin; nesnesi oldukları anda değiştirdi onları... O'na aşkı anlatabilmek için vesileler, ilhamlar lâzımdı... Son şiirlerinden birinde, "Üstümüze yazdıklarımın hepsi yalan" dedi, "Onlar olan değil, olmasını istediklerimdi aramızda..." Sevgiyi, yaşamaktan çok yazmayı sevdi... Ve onca aşktan damıttığını iki sözcüğe sıkıştırıp özetledi: "Aslolan hayattır". |
HER SEÇİM BİR KAYBEDİSTİR Her seçim bir kaybediştir. Her tercih bir vazgeçiştir çünkü... Sabah ise gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik fırsatından vazgeçmiş olursunuz. Kalkar kalkmaz hayat bin bir seçeneği dayar burnunuzun ucuna... 'Ne giysem' telaşından, öğle yemeğinde 'Ne alırdınız? ' diye başucunuzda biten garsona, 'hangi kanaldaki filmi izlesem' kararsızlığından, 'bize oy verin' diye bağrışan partilere kadar her şey, herkes, her an sizi ısrarla bir tercihe zorlar. Yastığınıza teslim olmuşsanız, belki dışarıda ışıl ışıl bir günden vazgeçmiş olursunuz. Bahar esintileri taşıyan bir elbise belki o gün yaşamınızı ışıldatabilecekken, ağırbaşlı bir sadeliğe karar vermekle muhtemel bir tanışıklığı tepersiniz. Belki yemediğiniz musakka, ısmarladığınız İzmir köfteden daha lezzetlidir. Ya da öbür kanaldaki film, o anki ruh halinize daha uygundur. Ama yasam, vazgeçtiğiniz şeye ilişkin ipucu vermez. Geri dönüp, o günü gökkuşağı desenli bir elbiseyle yeniden yasama şansınız yoktur. Bu seçim oyununda vazgeçtiğiniz şey, seçtiğinizden daha değerliyse pişmanlık kaçınılmazdır. Ama neyin değerli olduğunun kararı da yine size aittir. Ve vazgeçtiğiniz şey bazen bir saray, bazen şöhret sahnesinin parıltılı neonları da olsa, çoğu zaman gözünüz hiç arkada kalmaz. Çünkü duvarlarına sevdiğinizin kokusu sinmiş bir ev ya da sevdiğiniz kadınla paylaşamadığınız bir saray sizin borsada kolay feda edilebilir değerlerdendir. Hayata bir başka gözle bakmayı öğrendiyseniz, bu seçimde kazandıklarını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz. Her şeyin sıradanlaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir. Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir. |
Cogumuz (genellikle de erkekler) duygularimizi saklamanin daha dogru oldugunu sanip ne kadar yaniliyoruz degil mi? Oysa sevgi beslenmeli, karsilikli özveriyle desteklenmeli. Her gün yeni bir sürpriz için caba sarfedip sevgiyi yasatmak icin emek vermeli. Ama ne yazik ki evliliklerde garanti gozuyle bakip hic emek harcamadigimiz gibi hesapsizca tuketip, har vurup harman savuruyoruz sevgileri. Ne yazik... Oysa ne zor bulunur sevgiler. Ozellikle karsilikli olani yakalamak ne kucuk bir olasilik. Ama kaybetmek ne kadar kolay ve cabuk. Koca bir sevginin katili oluveriyoruz carcabuk. Bence sevgi katilleri de yargilanmali ve cezaya carptirilmali. Cunku kapanmasi ve onarimi olanaksiz bir ton yara birakiyor ardinda. Sonra bir ton da yarali insan. Olecegiz zannedip ölmüyoruz acisindan. Ama surum surum surunuyoruz. Sonrasinda yeni sevdalara kuskuyla bakip olasi mutluluklara kapatiyoruz pencerelerimizi. Korunmak adina anlamsiz kacak guresler daha da yoruyor insani. söyle kararli, tutup kopariverecek, ayaklarimizi yerden kesecek kadar cesur birini bekleyip omur tuketiyoruz. Bir de bakiyoruz ki yolun sonuna gelivermisiz. Ne cabuk gecmis zaman. Ne kolay tuketilmis sevdalar. Ne hesapsiz harcayip ne derin yaralar acmisiz. Bir o kadar yara da biz edinmisiz hayattan. Hayatin son duraginda, mevsim coktan kisa donmus, gelecek vasitayi bile kestiremez olmusuz. Neyin adina peki?.. Ahh Korunma ic gudusuyle sakladigimiz seviler ahh... Ustelik taze tuketilmesi gerekirken saklamaya kalkistigimiz, hem de saklama kosullarina da uyulmadigindan curumus, kokusmus, curudukce de etrafini curutmeye devam eden, tumorlesen, duygu depocuklari ne cok canimizi acitmis. Bize sunulmadan bayatlamis ve sunuldugunda da besin zehirlenmesine yol acmis seviler. Hayat ne bayat noktasina gelmisiz bu yuzden. Ve ne kadar gec kalmisiz hayata. Iste hayat bu. Ben de galiba hayat ne bayat noktasinda, gelecek vasitayi kestiremiyorum artik.Umarim siz tazeyken tuketmeyi becerebilirsiniz duygularinizi ve hayat arkadasinizi besin zehirlenmesinden kurtarirsiniz. Cok mutlu olmaniz dilegiyle.... |
Tıkanıp kaldığında hayat... Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde, Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını, Dağlara dönmeli yüzünü insan. Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak; Yeni insanlarla 'tanışmalı, yeni kesifler yapacak.... Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, Gerçekleştirmeyi denemeli! Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir, Kendisinin bir sal olup da, O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı. Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler, Her aksam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa, Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri; Küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, bir kaç durak önce inip Servisten, otobüsten; yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini; Gördüğünü hissedebilmeli! Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce, Değerli olabilmeli hayat! İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için! Başkasının yerine koyabilmeli kendini; Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli! Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli! Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; Sevgisiz, soysuz kalarak! Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden, Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine... Günesin doğusunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını... Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda; Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın! Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği; Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli! Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu Olmayı beklememeli! Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı; Bir fırsat yasamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı! Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç Ç****iz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; ağlamayı bilmiyorsan, Neşesizdir kahkahaların; Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların... Ne, herkesi düşünmekten kendini, ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı! Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için... Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil, Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli! Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere... Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için! Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak! Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi; Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin; Zaman bulabilsin; Bir teşekkür, bir elveda için... Yasam dedikleri bir sınavsa eğer; Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten; Ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan! Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi... Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...! |
"Insanlarin birbirini tanimasi icin en iyi zaman, ayrilmalarina en yakin zamandir", der Dostoyevski... Veda acisi, kabugunu soyar insanin; yildizini kaziyip cirilciplak ortaya serer. Birlikteligin örttügü tüm kusurlari ayrilik sergiler. Bir ayrilik arifesinde helallesilir ve o an hakiki tabiatlariyla yüzlesilir. "Ölene kadar" diye söz verilmistir, ama "ölüm yolunda" baska tercihler belirmistir. Kararsiz prensesin vicdani azap cekerken 7 cücelerin somurtkani "aklini basina" al diye fisildar kulagina; haytasi ise "kalbinin sesini" dinle diye cekistirir eteginden. Hep hayran bakan gözlere, hatalar takilmaya baslar. "Ama"yla biter alelade iltifat cümleleri: "Sen iyi bir insansin, ama arkadaslarin kötü", "Seni seviyorum, ama bu iliskide mutlu degilim", "Ben baska türlü bir beraberlik düslemistim" vs..vs.. Sonra gelsin uykusuz geceler... bir türlü karar verememeler... ruhen gidip gelmeler... "Hele biraz daha zaman gecsin" diye nikah ertelemeler... Birlikteymis gibi yaparken,sevecek baska yüzler, yüzecek baska denizler kollamalar.. "Aslinda bütün bunlar bizim iyiligimiz icin"e kendini kandirmalar. Sonrasi hep ayni: Bekleyenin "Hani sonbaharda bulusacaktik. Hazan geldi gecti, sen gelmez oldun" sizlanmalari... Bekleyenin "Geliyorum az kaldi" oyalamalari... Bittigini bile bile isi uzatmalar; söyleyemedikce hepten bataga saplanmalar... Terke makul bir gerekce ararken hepten carsafa dolanmalar... Veda konusmasinda süslü iltifat cümlelerinin arasina, o cümleleri hiclestiren mayinlar serpistirmeler... Üzgün görünmeler... bagis dilenmeler... "...ama kacinilmazdi" demeler... "Sözünden caydin" yakinmalarini "Sen de eski sen degilsin. Degismissin" diye gögüslemeler... ....asıl kendinin degistigini bilmezden gelmeler... Ve son sahne: Terk edenin o mahcup "Yapamiyorum, dayanamiyorum..her seyi denedim.." itirafina karsilik terk edilenin kirik calimi: "ugurlar olsun! Ben yoluma devam ediyorum". Ihanetler hep böyledir: ilki, bir yenisine gebedir; ikincisi daha az aci verir. Ondan sonra dur durak yoktur: Güvenilmez asik, sevdikce kiran, gezdikce ardinda bir kirik kalpler mezarligi birakan bir dervise döner. Artik acilara hapsolmustur: Bulusmak istedikce ayrilacak, birlesmeye calistikca parcalanacak, sonunda terk ettiklerinin "ah"i tutup, terk edildiginde, mukadder yalnizligina kapanacaktir. |
Keşke... Teypte eski bir Cohen şarkısı: "Yolumu gözleyen bir kadını terk ettim / karşılaştık bir süre sonra / ‘Gözlerinin feri sönmüş’ dedi bana: / ‘Aşkım, ne oldu sana?’/ Böyle gerçeği söyleyince / ben de doğru söylemeye çalıştım ona / ‘Senin güzelliğine ne olduysa’ dedim, / ‘benim gözlerime de o oldu’. *** 8 - 10 dizeye sıkışmış hazin bir aşk hikayesi... Buruk; kırılmış oyuncaklar kadar... Ve yenik; "keşke"li cümleler gibi... Bu sözcüğü kaç konuşmanızın başına eklemişseniz onca ıskalamışsınızdır hayatı... Dört mevsimlik bir sene olsa ömür, "keşke", onun güzüne denk gelir. Hepten vazgeçmek için erkendir, telafi etmek için geç... Mağlubiyetin takısıdır "keşke"... Kaçırılmış fırsatların, bastırılmış duyguların, harcanmış hayatların, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılların, gecikmiş itirafların ağıtıdır. Çarpılıp çıkılmış bir kapıda, yazılıp yollanmamış bir mektupta, göz yumulmuş bir haksızlıkta, vakit varken öpülmemiş bir elde, dilin ucuna gelip ertelenmiş bir sözdedir. Feri sönmüş bir çift gözde ya da yitip gitmiş bir güzelliğin ardından iç çekişte... "Yolunu gözlemeseydim", "öyle demeseydim", "terk edip gitmeseydim", "en güzel yıllarımı vermeseydim" diye diye sızlanır gider. *** "Keşke"nin panzehiri "iyi ki"dir. İlki ne kadar pısırıksa, ikinci o denli yiğittir. "Keşke", çoğunlukla bir "ahhöla kopup gelir ciğerden... esefler, hayıflanmalar, yerinmeler sürükler peşinden... "İyi ki" ise, muzaffer bir "ohhöla büyür; cüretiyle övünür. "Keşke"li cümlelerde nasıl yaşanmamışlığın, yarım kalmışlığın o ezik tuzu kuruluğu varsa, "iyi ki"lilerde de göze alabilmişliğin, riske girebilmişliğin, tadına varabilmişliğin mağrur yaraları kanar. Okulu hiç kırmamışsınızdır, sinemada öpüşmemişsinizdir; dokundurtmamışsınızdır kendinize, bir kez olsun gemileri yakmamışsınızdır. Konuşmanız gerektiğinde susmuş, koşacağınız zaman durmuş, sarılacağınız yerde kopmuşsunuzdur. Bir insana, bir işe, bir davaya ömrünüzü adamışsınızdır. O insanın, o işin, o davanın, bunu hak etmediğini sezmenin hayal kırıklığındadır "keşke"... "Şimdiki aklım olsaydı" dövünmesindedir. Geriye dönüp baktığınızda, ayıplara, yasaklara, korkulara, tabulara feda edilmiş, "Ne derler"e kurban verilmiş, son kullanma tarihi geçmiş bir yığın haz, bilinçaltından el sallar. "Keşke"cilerin hayatı, kasvetli bir pişmanlıklar mezarlığıdır. "İyi ki" öyle mi ya!... Onda, yara bere içinde de olsa, yana yana, ama doyasıya yaşamış olmanın iç huzuru ve haklı gururu haykırır. *** "İyi ki"lerinizi toplayın bugün ve "keşke"lerinizden çıkartın. Fazlaysa kardasınız demektir. Aldırmayın yüreğinizdeki kramplara, mahzun hatıralara... Rüzgarlarla koştunuz ya... "Keşke"leriniz, "iyi ki"lerden çoksa... Telafi için elinizi çabuk tutun. Tutun ki, yolunuzu gözlerken terk ettiğinizle bir gün yeniden karşılaştığınızda siz susarken, feri sönen gözleriniz "keşke" diye nemlenmesin... |
BUGÜN SİZİN GÜNÜNÜZ O'nu hatırladıkca başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz ... Ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla o hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz ... Ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin ... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain ... Sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa , Ve O, her durduğunuz yerde duruyor, her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,hüzünlendikçe ağlıyorsa ... Dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse ... Hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse ... Elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü, O'nun yüzü pembeyse, Kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar... Her şiirde anlatılan O'ysa... Her filmin kahramanı O ... Her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa ... Bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa, iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa ... İştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa ... Eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla habire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın O olduğunu adınız gibi biliyorsanız ... Mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız ... Kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü ... Özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu ... Hem kimseler duymasın, hem cümlealem bilsin istiyorsanız ... O'nsuz geceler işsiz, sokaklar öksüzse ... Ayrılık ölüme, vuslat sehere denkse ... Gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de; bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine ... Uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa ... Dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa ... Nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız ... Kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim ... Gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir sarkı, bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa ... Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız, sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla ... ... o halde bugün sizin gününüz !.. "Çok yaşa"yın ve de "siz de görün" üz . |
Kapı çalar... Sabahın erken saatlerinde. Açarsınız. Sütçünüzdür gelen. Sütçünün litreliğinden kabınıza dökülen beyazlıkta sabahın güzelliğine kavuşursunuz. Gözünüzde pırıl pırıl bir sabah kahvaltısı canlanır. İçinizden "Bugün kahvaltıyı bahçede yapalım" diye geçirirsiniz. Kapı çalar... Gelen postacıdır. Kucağında büyükçe bir paket. Uzattığı kağıda imza atarsınız. Daha önceden ısmarladığınız kitaplara kavuşmanın sevincini yaşarsınız. Zaten tatilde olduğunuzdan bu kitaplara çok ihtiyacınız vardır. "Artık canım sıkılmayacak " deyip keyiflenirsiniz. En çok merak ettiğinizi alıp şezlonga uzanırsınız. Kapı çalar... Kapıya koşarsınız. Yıllardır görmediğiniz bir dost gelmiştir. Sevinirsiniz. Sohbetleriniz saatler boyu hatta bütün gün sürer. "Yaşamak ne güzel" dersiniz içinizden. Hele böyle dostlar varken. Kapı çalar... Dürbünden bakarsınız. Kimseyi göremezsiniz. Dönüp yeniden koltuğa gömülürsünüz. Bir daha çalar. Bakarsınız, yine kimse yok. Tam o sırada bir daha çalınca kapıyı açarsınız. Komşunuzun oğlu, elindeki sopayla zile uzanmakta. Meğer tuzları bitmiş. İçeriden tuz getirirken kendi kendinize söylenirsiniz. "Elbette göremem. Keratanın boyu bir metre." Bu küçük hadise neşelendiriverir ortalığı. Kapı çalar... Düşüp bayılacak kadar şaşırırsınız. Askerdeki oğlunuz haber vermeden izne çıkmıştır. "Oğlum benim" diye hasretle kucaklarken göz yaşlarınızı zaptedemezsiniz. Mutluluğunuz oğlunuzun izni kadar uzar... Kapının her çalışında sanki mutluluğa koşmaktasınız. Huzur tüter gözlerinizden. Her sessizlikte kulaklarınız zil sesi arar... Ve kapı çalmaz... O gün en büyük misafiriniz gelir. Adeta kapıyı kırmıştır. Alıp gider sizi, şaşırırsınız. "Niye haber vermedi?" diye içinizden geçirirken; "Doğduğundan beri zile basmaktayım" der. Bir şeyler söylemek istersiniz o an. Ama o andan sonra diliniz dönmez. Ölüm sessiz sedasız gelivermiştir. |
bir düş kazası Yağmurdan sokağa çıkamıyor bahar. "Cemreleri tanklar ezmiş" diyorlar. Havada, toprakta, suda, harpte ölmüş bebelerin ayazı... Ekranda bozgun artığı ordular; elimde hanidir aynı kitap var. * * * "Saklambaç oynayan bir çocuktu büyüttüğüm; babasının dudaklarına sıkışmış ve unutulmuş... sobelendim, saklandığım saydam düşlerin ardında. sunacak başka şeyim yoktu, bir çocuğun bayram sabahındaki beklentisini sundum yaşama ve tedirginliğini oğlu savaşta bir annenin. Uzak ezgisini dinleyerek bırakıp gitmelerin..." * * * Zafer Ekin Karabay bu mısraları yazdığında 28 yaşındaydı. Hayatın ağırlığı karşısında insanın hafifliğine dayanamadı. Son bir şiir yazdı. Ve büyük sırrını onun dizelerine sakladı: * * * "Nil güne akarken şubat gibi biriktim; dört yıl topladığı acısını yirmi dokuzuncu adımında gösteren. Ve çıktım yaşama onun sakladıklarını sunarak saklandığım yerden. Sonra kendime dönüp dinledim: yeniden acılarımı ve sordum: yaşamın neresine saklanmalı ozan, ya da nasıl saklamalı yaşamı? * * * "Gün'e akan Nil", Nilgün'dü aslında: Nilgün Marmara - "Hayatın neresinden dönülse kârdır" deyip 29'unda intihar etmişti. Şimdi "yirmi dokuzuncu adımında" sıra Zafer'deydi. "Daha ne kadar dayanabilirdi ki, herkesin, bir başkasının acısı pahasına mutlu olduğu yaşama..." Hayatta ne saklayacak bir şey, ne de saklanacak bir yer kalmıştı. Ölüme sığınmaya karar verdi. Önce kitabı "Şubatta Saklambaç" yayımlanacak ve o, 29. yaşının 29 Şubat'ında vedalaşacaktı hayatla... "Kitabına bir yığın sırla birlikte, intihar edeceği tarihi de gizlemişti". Şubatta (bu) saklambaç bitecekti. * * * Lakin yetişmedi kitap... 29. yaş, kapıya dayandı. Artık bekleyecek gücü kalmamıştı. "O kitabı görmeden ölmek bana nasıl acı veriyor bilemezsiniz" diye yazdı son mektubunda... "Beni affedin" dedi. Mektubunun Kül'de yayımlanmasını istedi. Ve eylülde Eskişehir'de intihar etti. Henüz 29'una basmamıştı. * * * Kül, Ekim 2002'de bastı mektubu. Kapakta Karabay'ın mahzun bir fotoğrafı vardı. Altında iki yitik mısra: "Oysa biz hep bir düş kazasında yitirdik arkadaşlarımızı... karşıdan karşıya geçerken eli bırakılan çocuklardık". * * * Zafer'in "Görmeden Ölmesem" dediği kitap, ölümünden 3 ay sonra, yayımlandı. (Mayıs yayınları, Ankara. Aralık, 2002) "Şubatta Saklambaç"ı şubatta okudum, ama üzerine yazı yazamadım. O ara bombalar düştü cemrelerin ardı sıra... Havada, toprakta, suda, karşıdan karşıya geçerken eli bırakılmış çocukların ayazı... 29'unda bir şair, ilk kitabını göremeden öldü bir düş kazasında... Belki de ondan; hanidir yağmurun iki eli, baharın yakasında... |
Sevdamız en büyük zaafımız Kedilerle ilgili bu durumu yeni ögrenmistim: Normalde sokak kedisi kendini saldirgan köpeklere karsi koruyabilirmis. Bu direnci kiran tek sey neymis biliyor musunuz: Sevgi... Insanoglu, eger bir sokak kedisinin basini oksar ve ona sefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altinda oldugunu zanneder ve sivri tirnaklarini içeri çekermis. Ve vahsi köpeklerin azgin dislerini girtlaklarinda veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini midesinde bulurmus. Küçücük bir dokunusta gardi düsen ve ölümcül yaralara açik hale gelen sarmanlarin kaderinde kendi ask hayatimizin hülasasini buldum.Biz de Eros'un sefkatine siginip, sevdalaninca en mahrem zaaflarimizi elevermiyor muyuz? Yillar yili ardina sigindigimiz barikatlarin anahtarini gönüllü teslim edip, tirnaklarimizi içeri çekmiyormuyuz? Sevginin bizi kollayacagina, sarip sarmalayacagina dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarimizi gönüllü kaldirip, yaralarimizi açik hale getirmiyor muyuz? Sonra neoluyor? Sevdamiz en büyük zaafimiza dönüsüyor. Saçimizi oksayan elin bizi ilelebet kollayacagina inaniyor, tatli sözlere kaniyoruz. Taklalar atip, cilveler yapiyoruz. Ve en ummadigimiz anda, en korunaksiz halimizle Kalaniyoruz askin hoyrat yüzüne... Sefkatimiz katilimiz oluyor. Ders almak mi? Ne münasebet!..Daha son ihanetin yarasi kabuk baglamadan, yeni yaralar için araliyoruz kalbimizin kapilarini... Zavalli bir kedi yavrusundan farkimiz yok askin karsisinda... Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sicak dokunusta çocukça uysallasip, her hayalkirikliginda "köpek gibi" pisman olarak, her terkediste aci çekip her dönüste biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "Bir daha asla"larla "Daima"lar arasinda yalpalayarak yara bere içinde yasiyoruz. O yüzden "Melek"ler, içe kivrik patilerle gömülüyor. Ve hayata "Seytan"lar hükmediyor. |
-----------Kadın Olmak----------- FIKRALARDA bile yoktur, yarim hamile olmak. Ama hayatta var. Bu devirde kadin olmak, yari hamile olmak gibi bir sey. Ayni anda hem hamile olmak, hem olmamak, hem de olmak-olmamak gibi yani... Hem seksi ve erkeksi savasci Zeyna, hem de giyinip suslenip Ken'i bekleyen Barbie Bebek olmak. Hem erkeklerle, ayni okullarda esit sartlarda okumak. Hatta daha iyi olmak. Hem de ise girebilmek icin patronlara 30'una kadar evlenmeme, cocuk yapmama sozu vermek. Her sabah cocuklarinin anasi,sevdiginin kadini olarak uyanmak. Tum disi icgudulerinle aynada hos birini gorene kadar cabalamak. Ve ardindan ekmegin pesine dusmek. Erkek gibi calismak. Isinde mantikli.Disarda duygusal olmak. Isinde atik, yirtici, tuttugunu koparan. Evinde narin, hassas, sefkatli olmak. Guzellik bir yere kadar deyip. O bir yere bir turlu varamamak. Hic bitmeyen guzel, bakimli, ince, genc kalabilme cabalari vermek. Kozmetiklere,estetik mudahalelere servet yatirmak. Nice okullar, universiteler okumak. Masterlar, doktoralar yapmak. Ama hayatin anlamini ille de bir erkekte bulmak. Hem saygideger es, muhtesem ev sahibi,basarili is kadini. Hem de ****** olmak. Cok ciddi toplantilar, buyuk pazarliklar yapmak. Bunlari yaparken giydigin ciddi pantolon takimlarin altina seksi jartiyer giymeyi unutmamak. Ah seni becermek icin ne taklalar atan bu adamlarin, senin namusunu korumak icin seferber olup kurallar koymasina gulmek. Bu devirde kadin olmak. Ardi ardina degisimler gecirmek. Bitmek tukenmek bilmeyen sizofreniler yasamak. Bu devirde kadin olmak. Dedim ya.. Yari hamile olmak gibi birsey. Ayni anda hem hamile olmak, hem olmamak, hem de olmak-olmamak gibi.... |
paylaşım için teşekkürler onur |
emeğine sağlık :) |
saol saol saolllll |
Türkiye`de Saat: 17:25 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2