Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Eğitim Öğretim > Dersler - Ödevler - Tezler - Konular > Felsefe

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 20-01-2007, 09:56   #1
imparator
Guest
 
imparator - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Felsefe ve Ahlak

FELSEFE VE AHLAK
Şüphesiz ki, Ahlak konusu kendisini birçok gayretlere rağmen, Felsefeden ayıramamıştır. Şunu söyleyelim ki, Ahlak felsefeden ayrılmış olsa bile, felsefenin ahlak problemlerinden hemen hemen imkansız gibidir.
Eskiden felsefe bütün ilim dallarını içine almıştı; sonradan her ilim felsefeden ayrılmıştır. Bu kanaat birçok yanlışlıklara sebep olmuş, manevi ilimler gibi bir ayağı daima felsefi sahada olan bilgi dallarında da, analoji yolu ile, tabiat ilimlerinde olduğu tarzda, felsefeden ayrılma tasavvur ve iddia edilmiştir. Sadece fizik hadiselere, felsefelerin dışında, yeni bir bakış gelmiştir.Yani felsefenin tavrı yanında ilmi tavır teşekkül etmiştir.
Bu izahatımızdan şu anlaşılmaktadır ki, bir anlamda, hiçbir ilim felsefeden ayrılmamıştır. Çünkü, felsefe, fizik tabiat karşısında yine kendi sorularını sormakta ve cevaplandırmakta devam ediyor. Çünkü ilimle felsefenin sahaları, hadiselere bakış tarzı aynıdır. Fakat ilmi bakış tarzı, fizik tabiatta büyük başarılar sağlamasına rağmen, biyolojik, psikolojik ve sosyal tabiatta aynı kesinlik elde edilememektedir. Bu da sosyaltabiatolaylarının, fizik tabiat olayları gibi şematize edilememesi ve çok karmaşık bir manzara göstermesi yüzündendir.
Fizik ve Sosyal Tabiatın Karakteri
Fizik tabiat mekanda devam eder. Bir fizikçi, müşahede ettiği bir hadiseyi tekrar edebilir.Bir kimyacı iki madde arasında meydana gelen terkibi yeniden tecrübe etmek imkanına sahiptir.
Halbuki, sosyal saha, her ne kadar bir mekanda cereyan ederse de, bu mekan bize fizik tabiatta olduğu gibi, sosyal hadiselerin tekrarını vermez. Gerçi sosyal hadiselerde coğrafi faktörün de rolü düşünülmüştür. Fakat,bu coğrafi faktörün, sosyal hadisede sadece bir sebep olarak alınmıştır. Halbuki, fizik tabiatta mekan, hadiselerin illeti olarak değil şartı olarak düşünülür. Fizik tabiatta hesaba katılmayan bir unsur, sosyal tabiatta ön planda bulunmaktadır. Oda, sosyal olaylarda bir hürriyet prensibinin mevcudiyeti; fizikçi maddenin hürriyeti var mıdır, yok mudur, düşünmez. Halbuki, sosyal tabiatta insan hürlüğü ve cemiyetin sosyal iradesi hesaba katılmadanen ufak bir izah yapmak mümkün değildir.
İnsan İlimleri ve Sosyoloji
İnsan çok karmaşık bir varlık olduğundan, onun incelenmesi bir taraftan biyolojik hadise ile ilgili olduğu için hayvan alemine diğer taraftan, o, birtakım kıymetlerin yaratıcısı olarak düşünüldüğü için, cemiyet sahasına kadar uzanmaktadır. Böylece Biyoloji ile Psikoloji, psikoloji ile sosyoloji arasında köprüler kurulmaktadır.
Psikoloji insanı fert olarak inceler; Sosyoloji ise insanı bir cemiyet olarak düşünür. İnsan nasıl bir vakıa ise cemiyet de o kadar tabii bir vakıadır. Bu yüzden fert mi cemiyeti meydana getirmiştir yoksa cemiyet mi ferdi yaratmıştır gibi sorular bizi daima bir sonuca götürecektir; ve lüzumsuzdur.
Daha doğrusu, psikoloji ve sosyoloji insan carlığının iki manzarasını inceler; ne yalnız başına psikoloji insan sahsını inceleyebilir; ve ne de yalnız başına Sosyoloji, Psikolojinin yardımı olmadan Sosyal hadiseye ışık tutabilir.
Eser karakteri itibariyle, ne bir sosyolojik malzeme deposudur, ne de bir sistematik neticeyi ihtiva eder. Ona daha fazla bir deneme demek daha doğrudur. Zira biz sadece ahlakla ilgili hadiseleri yoklamakla yetineceğiz.
Ahlakla ilgili bilgi dalları
1. Felsefe
2. Psikoloji
3. Sosyoloji
Ahlak, “hürriyet” ve “irade”gibi iki temel unsuruyla her çağın felsefesini meşgul etmiştir. Bunlar, aynı zamanda, Psikolojik bir vakıa olduğu için, bu ilim onu kendi konuları arasında düşünmüştür. Sosyolojiye gelince, ona göre ahlak, ferdi bir davranış olduğu kadar sosyal bir hadisedir. Sosyal münasebetleri ortadan kaldırdığımız taktirde ahlaki hadiseyi de yok etmiş oluruz. Çünkü ahlak “ben” ve “başkası” olmadan kurulamaz. “Ben” ve “başkası” felsefi bir problem olarak karşımıza çıkar. Sosyoloji ve psikolojinin vazifesi bu “ben” ve “başkası” kavramlarını incelemektedir.
Fakat ahlak konusunda, filozofu uğraştıran mesele ile, Sosyologu uğraştıran mesele arasına fark vardır. Filozof kozalite prensibine tabi olan fizik tabiatının karşısına “hürriyet” prensibine göre hareket eden insanı koyar; ve bu farktan hareket eder. Halbuki, sosyolog, hürriyeti bir ahlaki hadise, ahlaki hadiseyi de sosyal hadisenin bir parçası olarak düşünür. Filozofun ahlak karşısındaki tavrı metafiziktir.
Ahlakın metafizik ve Sosyolojik karakteri
Metafizik ahlak, yani ethique insanın üç fonksiyonu arasında ahlaka bir saha ayırır. İnsan:
a) bilen ve düşünen
b) hareket eden
c) yaratan bir varlıktır.
İşte, Klasik felsefe disiplini, bu üç sahayı kendisine konu yapar. Bilen varlık olarak ele alınan insan,felsefe bilgi nazariyesi ve Mantık’ın konusudur.
Kant felsefenin bu üç konusu için, üç ayrı kitap yazmıştır.Saf Aklın tenkidi bilgi problemini inciler; bilgimizin hudutlarını tayin eder.Pratik Aklın Tenkidi ahlak konusuna tahsis edilmiştir; ve nihayet Hüküm Melekesinin Tenkidi Sanat ve Estetik problemine inceler. Ahlak felsefenin bir dalı olarak düşünüldüğü zaman, ona pratik felsefe adı verilir. Bu anlamda ahlak fiil ve hareketle, bilgi problemi arasındaki münasebetleri inceler; ve kendiliğinden felsefenin bütün problemlerini kuşatır.
Ahlakın sosyolojik karakterine ve telakkisine gelince bu ahlak felsefesinden daha ayrı bir yön takip eder. Nazari ahlak yani ethique, birtakım ahlak normları inşa eder. Ve nihayet nazari ahlak müşterek bir normda birleşmez, Ne kadar filozof varsa o kadar da ahlak görüşü vardır. Daima ferdi bir ahlak inşası göze çarpar. Halbuki sosal ahlakın hedefi, bir takım normlar eldi etmek değildir. O, sadece,cemiyette mevcut olan bir takım ahlak kaidelerini müşahede ve tespit eder. Burada, sosyal ahlak değimiyle, sosyolojiye dayanan ahlakı kastedmiyoruz. Sosyal ahlakla biz, ahlakı, din, hukuk, örf ve adet gibi sosyal hadiselerden biri olarak düşünüyoruz.Bu sözden “Ethique” yani metafizik ahlakı değil, yani “Morale”ı kastediyoruz. Bu bakımdan ahlakı, fizik tabiatın bir unsuru olarak görüyoruz.
Ahlak incelemesinde fert yokmuş gibi düşünmek, bizi, cemiyeti hesaba katmayan ahlakın düşmüş olduğu hayata sürükler. Tam tersine, bütün kudretini ve değerini ferd’de bulan ve insanın ahlaki şahsiyetindeki bütün ve ahengi teşkil eden ahlak idealine dikkat etmemek, ahlak konusunu zorla dar bir görüşün içinde hapsetmek olur.

Yaşanmış Ahlak
Ahlak felsefesinin ve Sosyolojik ahlak görüşünün ihmal edemeyeceği bir üçüncü tip ahlak anlayışı vardır ki buna; “yaşanmış ahlak” diyebiliriz. Yaşanmış ahlak nazari ahlakla, sosyal münasebetleri düzenleyen pratik ahlak arasında bir nevi aracı rolünü oynar.Yaşanmış ahlak bir teori değil, bir tip, bir örnektir. Bunlar ahlakı içten yaşayan v çevresinde müridleri bulunan ahlak kahramanlarıdır.
Bütün peygamberler, manevi liderler, evliyalar ve ahlak kahramanları, ahlak nazariyesi kurmaktan ziyade, ahlak ideallerini yaşayan ve şahıslarında muzaffer kılan ve onu sosyal bir değer haline getiren büyük örnekleridir. Cemiyetin içinde büyük dalgalanmalar yapan, pratik ahlakın dayandığı kadroları kıran ve genişleten bir örnek tipler;
Çünkü ahlak, bir bilgi sahası değildir.; bir inanç sahasıdır. En teorik normlardan en pratik kaidelere kadar ahlak sahasıyla ilgili fiil ve hareket sistemlerine düşünecek olursak, bunları icra ederken, irademiz üzerinde akıldan ziyade, inancın rol oynadığını görürüz. Bilgi sahasında ölçü, doğru-yanlış olduğu halde, ahlak sahasında ölçü insanın kendi kendisiyle tutarlı, yani sözü özüne denk olmasıdır.
İptidai topluluklara gidildikçe, ahlaki otoritenin örf ve adetlerdeki otorite ile karıştığına görürüz. bu otorite ferde dışardan tesir eder. Ahlaki otoritenin sübjektifleşerek, ferdin içine intikal etmesinde, manevi ahlak liderlerinin büyük rolü olmuştur. Daha doğrusu iptidai hayatta müşahede ettiğimiz kollektif heyecan sübjektifleşerek, ferdi vicdana ve ahlaki şahsiyetin doğmasına yol açmıştır.
İsa ile Muhammed, Hallaç ile Sokrat arasındaki ahlakı yaşama tarzı başka başkadır. İs ve Muhammed’de cezbe,Hallaç’da mutlak saadet olan şey, Sokrat’da bir nevi ahlaki neşe olur.
Ahlak Nedir?
Ahlak nedir sorusuna çeşitli cevaplar vermek mümkünse di, gerek metafizik ahlak da olsun ve ilimci ahlak denemelerinde olusun, her türlü ahlak anlayışında, şu müşterek noktayı bulmaktayız: O da, ahlakın insan hareketleriyle ilgili olması; fakat, insan hareketleri nevi nevidir. Her harekete biz bir ahlaklık izafe etmiyoruz. Onlardan ancak bazılarına ahlaki, yahut gayri ahlaki diyoruz.

Ahlaki hareket hakkında daima hüküm veren bir suje (ben) olduğuna göre, bu hareketlerin istikametlerine dikkat etmek gerekir.Objelere ait hareketler onlara dışardan verilmiştir. Acaba ahlaki hareketler de bize dışardan mı verilmiştir?Yoksa bizim yaratılışımızın bir neticesi midir? Acaba biz, bilgi için doğru –yanlış ahlak için iyi- kötü; sanat için güzel – çirkin hükümlerini nasıl veriyoruz?
Elbette ki bunların her üçü de, idrak eden bir beni şarta koşar. Mesela, bilginin dokumasında suje olan “ben” ile, bir obje vardır. Bu obje bizim dışımızdaki dünyaya aittir. Gerek yaratmak ve gerekse hareket ilk merhaleden bir idrak konusudur.Yani, bilgi objesi gibi biz onu dışardan alırız. Bir sanat eseri evvela bizim dışımızda bir objedir.Bir ahlaki aksiyonunu da önce biz dışardan bir tavır ve davranış, objesi olarak idrak ederiz. Gerçi ahlaki aksiyonu biz, aynı zamanda, içimizde de yaşarız. Fakat norm olarak o daima bizim dışımızdadır.
Hülasa ferdin idrake eklediği şeyin kaynağı sosyal tabiattadır. Daha felsefi bir dille, güzel – çirkin hükümlerinin gerisinde incelmiş ve sübjektifleşmiş bir sosyal tavır vardır.
Ahlaki hareket içinde hadise aynıdır.
Hareketin İdraki
Bir hareket, dışardan şuura gelişinde, eğer şuur alıcı bir ayana durumunda düşünülürse, bize bir otomatizm gibi gelir. Bir rakkasın hareketi, bir makinenin hareketi ile onlar arasında bir fark görülmez.Bu hareketleri otomat olmaktan çıkaran şey nedir? Hareket karşısında almış olduğumuz tavır.
Bir hareket karşısında red –tasvip tavrı aldığımız zaman ahlaki sahaya girmiş oluruz. Bir hareketin red veya tasvip edilmesi, onun mahiyetine ait bir vasıf değildir. Bunu o harekete biz etkiliyoruz Elinde balta ile **** yaran bir adam tasavvur edelim;baltayı ****a vuracağı yerde bir insana yada bir hayvana vurduğu zaman red ve tasviplerimiz başka başkadır.
Acaba hareketler içinde, bazılarının bizi red veya tasvip tavrına sürüklemesi nereden geliyor?Hoşlanma – nefret Psikolojik bir tavırdır. Yani ahlaki hareket karşısında kalan şuur, mahiyeti icabı mı hoşlanma, nefret, red veya tasvip tavırlarından birini alıyor? Bunu psikolojik yaratılışımızın tabii bir neticesi kabul ettiğimiz taktirde, ahlaki hareketlerin doğuştan olduğunu, ruhun iyi ve kötüyü, hoşlanma ve nefreti ayırdığını kabul etmemiz lazım. Rastyonalist felsefe, psikolojik ahlak nazariyeleri, faydacı ahlak görüşleri, ahlaki hareket karşısında alınan red ve tasvip, hoşlanma –nefret tavırlarını, psikolojik (motif) izah etmeye çalışırlar.Bir kısım filozoflar iyi – kötünün şuurun mahiyetinde mevcut olduğunu ileri sürerler. Bir kısım ahlakçılar da onları, haz ve elem gibi daha iptidai bir ruhi hadiseye bağlarlar. Yalnız haz eleme bağlı hoşlanmaların kökü içeridedir. Fakat bunların tayininde de dış tesirin rolü mühimdir.
Bu “dışarı” nedir? Bizim dışımızda, iki dünya veya muhit vardır:
1. Fizik Muhit
2. Sosyal Muhit
Fizik Muhit cansızdır ve bizim için sadece bir idrak (algı) objesidir.Hareketlerin idraki bizde sadece mekanik bir tesir bırakır ve onlar arasında bir fark gözetmez. O halde red ve tasvip ettiğimiz hareket nevileri fizik tabiattan gelmiyor.
İkincisi sosyal muhittir. Sosyal muhit birtakım kaidelerin, adetlerin, müesseselerin mevcut olduğu bur muhittir. Kaideler cemiyetin münasebetlerini düzenleyen bir takım değerlere bağlıdır. Bu kaideler bir takım emirler ve yasaklar sistemidir.Bazı hareketleri red bazı hareketleri ise tasvip eder. O halde,hareketler karşısında almış olduğumuz red ve tasvip tavırlarının gerisinde cemiyet vardır.Cemiyet kendi kaidelerini ferde fısıldamaktadır. Red ve tasviplerimizin kaynağı cemiyet olunca, biz, cemiyetin önceden konulmuş kaidelerini kendi şuurumuzda bir ölçü olarak alıyoruz demektir. Demek ki iyi ve kötünün kaynağı da bize dışardan gelmektedir.
O halde, ahlaki harekette dışardan aldığımız iki unsur var.a) Bilgi objesi olan hareketin idraki, b) Bizim hareketi eklediğimiz red ve tasvip; bu da bize dışardan geliyor; kaynağı, cemiyet.
Buraya kadar vermiş olduğumuz açıklama bize şunu öğretmiş bulunuyor. O da, ahlaki hareketlerin bir nevi red ve tasvip hareketleri olduğu;fakat bizim red ve tasviplerimiz çeşitlidir. Bizim iyi-kötü karşısında olduğu gibi güzel- çirkin, faydalı-faydasız, doğru –yanlış, günah –sevap gibi bir takım red ve tasviplerimiz var. Niçin bazı hareketler karşısında red ve tasvip, yahut başka bir değimle, iyi- kötü hükümlerinde birini vermek zorunda kalıyoruz?. Bizi buna zorlayan nedir?
Burada karşımıza iki problem çıkıyor.

1. Red ve tasvibi yapabilmek için bu red ve tasviplerin, iyi ve kötü hükümlerinin bize önceden öğretilmiş olması lazım ve bu, ferdin içinde yaşadığı cemiyetten gelmektedir.
O halde, her ahlaki red ve tasvip fiilinde şu unsurlar bulunmaktadır.
a) Bunun insan hareketleri karşısında alınmış bir tavır olması,
b) Red ve tasvibin doğuştan değil kazanılmış olması ve cemiyet tarafından bize telkin edilmesi
c) Cemiyet tarafından bir şeyin telkin edilebilmesi için onda herkes tarafından kabul edilmiş müşterek ve objektif bir vasfın olması gerekmektedir. Yani, hareketler hakkında önceden konulmuş bir takım kaideler vardır.
d) Red ve tasvibin insan hareketlerine tatbik edilmesi, ferdi bir şuuru şart koşar
e) Her red ve tasvibin gerisinde, hareketlerin muayyen kaidelere uygunluğunu isteyen bir yaygın emir vardır. Daha doğrusu bu otorite, kaidelerin mahiyetinde gizlidir.
1. Ahlaki red ve tasvip, sadece hareketlerin bir nevine tatbik edilmektedir. Çünkü örf ve adet hukuk, moda gibi bize dışardan baskı yapan bir takım red bu tasvipler vardır. Ahlakla örf ve adetlerin, hukukun red ve tasvibi arasında ne fark vardır? Fark red ve tasvip fiilinde mevcut olan müeyyide ve “otorite” den ileri gelmektedir.O halde red ve tasvip, yalnız ahlak için değil, hukuk,din, adet, moda olayları karşısında da ortaya çıkmaktadır. Niçin her nevi hareket değil de sadece bir nevi hareket, ahlak sahasına dahildir ve bu bir nevi hareketin, diğer hareketler arasındaki özelliği ve kesinliği nedir?
Hareket Nevileri
Saik (motif) – niyet – gaye – irade
Bizim dışımızda üç türlü hareket görürüz.
1. Fizik hareketler
2. Hayvan hareketleri
3. İnsan hareketleri
Her türlü hareket şuurun varlığı sayesinde kavranır. Fakat şuurun hareketlere ait idraklerini değerlendiren bir tavrı daha vardır. Buna değerlendiren şuur diyoruz.

Fizik hareketler
Kendiliğinden (Spontane) değildir. Maddeler bir başka şey tarafından harekete sevk edilir, çünkü maddenin ne canı nede şuuru vardır. Şuuru olmadığı içinde herhangi bir niyeti, bir gayesi yoktur. Bundan dolayı madde sahasına ait hareketlerde ahlaklılık araştırılmaz.
Hayvan Hareketi
Hayvan eşya gibi dışardan değil, içerden , yani kendiliğinden hareket eder. Acıkınca yiyeceğe, susayınca suya yönelir. O halde hayvanda hareketin iki saiki vardır.
a) Bir objenin bulunması
b) Bir objeye yönelme
Fakat bu saik, susama, acıkma gibi, bir ihtiyaç içgüdüsüne dayandığı için harekete sevk eden amilin kaynağı psikolojik olmaktan ziyade biyolojiktir. Bu bakımdan hayvan hareketlerinde de niyet, gaye ve irade gibi ahlaki hareketlerin temel kavramlarını bulmaya imkan yoktur. Hareketlerini ne kendisi, ne de bir başkası değerlendirir. Hayvan hareketlerine de iyi ve kötü ölçülerini tatbik edemeyiz. Hayvanı kendi hareketlerinden dolayı sorumlu tutamayız.
İnsan Hareketi
İnsan da, hayvan gibi, kendiliğinden hareket eden bir varlıktır. İnsanın hareketlerinin bir kısmına iyi – kötü dememiz, kendisini bu hareketlerin sorumlusu kabul etmemizin bir neticesidir.Gerçi, insanı harekete sevk eden amiller arasında bir takım içgüdülerde vardır. Fakat o, hayvandan fazla olarak niyet ve gayeye sahiptir. Bu niyet ve gaye onu biyolojik kozalitenin dışına çıkarır.
Zira hareket insanın niyet ve gayeleri olmasaydı onda “irade” den bahsedilmezdi. Hayvanda, kendisini harekete sevk etmek “güc” ü vardır. Fakat, hayvanın iradesinden bahsedilmez. Halbuki, insanın yapma gücüne biz “irade” deriz. O halde “irade” , niyet ve gayeye yönelmiş bir “güç”tür. Daha doğrusu iradeyi harekete getiren bu niyet ve gayelerdir. Çünkü, biz insanda mevcut her türlü hareket faaliyetine “irade” adını vermiyoruz. Esasen irade içimizdeki “yapma” kudretinin adıdır. Bununla beraber, her iradi hareket ahlaki değildir.Bu bize ahlaki iradenin irade nevilerinden biri olduğunu gösterir. O halde, insanın iradi hareketlerini iki kısma ayırmak lazımdır.
Müeyyideli ve Müeyyidesiz Hareketler
Müeyyideli hareketler red ve tasvip ettiğimiz hareketlerdir. Fakat, her red – tasvip ettiğimiz hareket müeyyideli değildir. Müeyyideli hareket bir sorumluluk ihtiva eden harekettir. Örneğin evden çıkıyorum, kitapçıya uğruyor, parasını verip bir kitap alıyorum; veya bir makale yazmak için masamın başına oturuyorum. Bu hareketler bir takım niyet ve gayelerle yapılmıştır. Amma bunları yapmış olmam veya yapmamam hiçbir red ve tasvip ihtiva etmediği gibi, herhangi bir müeyyideyi de ihtiva etmez. Fakat, kitapçı dükkanından kitap aldığım zaman, parasını vermez onu çalarsam, bu hareket derhal müeyyideli olur. Yazdığım makaleyi o gün bir gazete veya dergiye vereceğimi vaade etmişsem, bu şart, yazılan yazıya herhangi bir değişikliğe sebep olamadığı halde hareketimi müeyyideli yapar.
Hareketlerimizden bazılarının müeyyideli ve bazılarının müeyyidesiz olması, yani bazı hareketlerin bizi sorumlu kılması, onları yapıp yapmamakta bizim hür olduğumuzun kabul edilmesi demektir. Çünkü, ancak bir hareketi yapıp yapmamak bizim elimizde olduğu taktirde, bu hareketlerden biz sorumlu oluruz. Demek ki, ahlaki irade bir takım sorumluluğu şart koşuyor. Madem ki, ahlaki irade sorumludur, o halde bu iradenin gayesi, müeyyidelerin, emir ve yasaklar sistemine göre olacaktır. Bunun için ahlaki iradeye istikamet veren; ona “yapma yapma “ diyen bir otoritenin olması lazımdır; ta ki irade ona göre yönelsin.
Yalnız şu noktaya işaret etmek gerekir ki, bu müeyyidelerin gerisinde otorite. İster akıl, ister tanrı ve isterse cemiyet olsun,hepsinde müşterek olan bir taraf vardır; o da insan iradesini hür kabul etmektir. İster bu emir hukuki olsun isterse örf ve adetlerin, veya aklın veya dinin emri olsun her emirde insan hürlüğünün tasdiki vardır.Çünkü “yapma yapma” demek, tabiat kanunlarının dışına çıkarak iradeyi bir emre tabi kılmak demektir.Bu emirler ister Kant’ın söylediği gibi kategorik ister hipototik olsun her emirde emri veren; emri icra edenin hürlüğü devam eder. Aksi halde iradenin sorumluluğunun bir manası kalmaz. Çünkü sorumluluk iki şekilde ortadan kalkar.
a) İnsan tabiat kanunlarının bağlı olduğu kozalite prensibine tabi olduğu zaman,
b) Veya emri veren otorite ile kendisi arasında bir efendi –esir münasebeti vardır; bu taktirde sorumluluk emri icra edene değil, emri verene ait olur.
c) Müeyyideli hareketler arasında başka sahaları ilgilendiren hareketlerde vardır. Hukuk, din, örf ve adet hatta moda hareketlerimize birtakım müeyyideler koyar.
O halde müeyyideli hareketleri bir tasnif edelim.
I- Hukuki müeyyide
II- Dini müeyyide
III- Örf ve adet müeyyidesi
IV- Moda
V- Ahlaki müeyyide
Her müeyyideli harekette şu unsurların bulunduğunu unutmamak lazımdır;
a) Müeyyidenin kaynağı, veya otorite, yani emreden,
b) Emredilen, yani kaide,
c) Ferdin sorumluluğu,
I-Hukuki Müeyyide :
Hukuk da insan hareketleri arasında bir takım red ve tasvip tavrına sahiptir.; ve müeyyidelidir.; yani hukuki emirleri bozanlar cezalandırılır.
II- Dini Müeyyide :
Dini müeyyidenin gerisinde tanrı bulunur. Yani burada otoritenin kaynağı, insan üstü bir varlıktır.Dinin de kendisine mahsus bir teşkilatı vardır.Bu teşkilat hakim, rahip veya hocadır. Din adamının hukuk adamından farkı , o, hakim gibi hüküm vermez; ve arkasında bir polis teşkilatı ve hapishane yoktur.O sadece ikaz ve irşad eder. Asıl hakim Tanrıdır.Mükafat ve mücazat veren O dur.Dinin mahkemesi Tanrı mahkemesidir. Bu mahkeme dünya hayatında değil ölümden sonra ki hayatta kurulmuştur.Dünya iyi ve kötü için insan oğluna verilmiş bir fırsattır. Ruhun ebediliği esasına dayanır.. Hukuki sistemde hareketlere konulan müeyyide mükafat yoktur ki dini müeyyide de iyi hareket mükafatlandırılıyor., kötü hareketler cezalandırılıyor.Bu yüzden dini müeyyide insan hareketleri karşısında Sadece menfi değil aynı zamanda yapıcıdır.Ahlaki irade tercih ve seçmede tamamiyle hür değildir. Emredileni tercihe zorlanmalıdır.Emredileni tercihe zorlanmalıdır. Fakat hukuki müeyyide gibi tek taraflı bir cebir yoktur İradeye günah ile sevap arasında bir tercih hakkı tanınmış ve iyi hareket mükafatlandırılmıştır.

Dini müeyyidenin diğer müeyyidelerden üstünlüğü insanda mevcut bir endişe ve korkuyu cevap vermektedir.Ruhun ölmezliği iyi hareketlerin mahvolmayacağı fikri. Bundan dolayı ahlakın kökü din olmasa bile en büyük dayanağı din olmuştur.
III- Moda Müeyyidesi :
İnsan hareketlerini düzenleyen müeyyidelerden bir de modadır.O da ferde dışardan baskı yapar. Onun dini ve ahlaki hadiseyle hiç ilgisi yoktur. Moda örf ve adetlere benzemez. Örf ve adetler ağır değiştiği halde,moda çabuk değişir. Modanın red ve tasvibi yayılmış veya yayılmamış olmasına bağlıdır.Ve bütün bu tesirliğini buradan alır. Moda yayıldıkça müeyyidesinin artması bakımından örf ve adetleri hatırlatır; fakat örf ve adetlerde “yaygılık” vasfı ile birlikte “eskilik” de şarttır.Eski olmayan ve eski nesillerden gelmeyen şey adet olamaz. Moda ise yeni olmayı şart koşar. Yeni olamayan devam eden şey moda sayılmaz. Moda devamı müddetince müessirdir. Her modayı yeni bir moda ortadan kaldırır.
Adetlerin müeyyidesi fertler arasında bir ayırma yapmadığı halde, moda bir ayırma yapar. Cins ve yaş farkı moda da önemlidir.
Bazen moda devamlı bir vasıf kazanarak, cemiyetten adet ve gelenekleri arasında yer alır. Muayyen bir çağın veya milletin kıyafet, o milletin veya o çağın, bir nevi özelliği olur.Bazen modayla ilgili kılık kıyafet, din ve adaletle karışarak moda olmaktan çıkar. Adetlerin geleneklerin bir parçası haline gelir. Memleketimizde yapılmış olan kıyafet reformu, bunun tipik örneğidir. Bu reform aslında resmi otoriteler tarafından empoze edilen bir kıyafet değiştirme hareketidir. Umumi giyinişin aksine bir giyiniş tarzı teklif ederken karşısında kaynağı dini olan bir muhafazakarlık bulmuştur.
Moda müeyyidesi de örf ve adetlerin müeyyidesi gibi yaygındır ve baskısı ferdi değil, kollektiftir.
IV- Örf ve Adet Müeyyidesi :
Örf ve adetlerin müeyyidesi dini ve hukuki müeyyideden tamamıyla ayrıdır.Örf ve adetlerde otorite yaygındı..Bunu cemiyetin red ve tasvibi tayin eder. O da ferde dışardan baskı yapması bakımından, dini ve hukuki müeyyidelere benzerse de örf ve adetlerin ne hakimi, ne mahkemesi ve ne de hapishanesi vardır. Öyle iken örf ve adetlerin ferdi irade üzerindeki otoritesi dini ve hukuki otoritelerden çok daha tesirledir. Bir adet bozukluğu zaman zaman karşımıza, cemiyetin müşterek ve inanılmış değerleri ortaya çıkar. Sosyal münasebetlerimizi ve sosyal hareketlerimizi o tayin eder.Hiç kimse mevcut ve muteber olan adetlere karşı gelmeye cesaret edemez.
Hukuk tamamen rasyonel karakterdir. Halbuki, adetler rasyonel değildir. Bir takım yaşanmış değerlendirilmiş kıymetlerdir. Adetleri ferdi irade arasında daima bir uzlaşma vardır.Daha doğrusu ferdi iradenin red veya tasvipleri, adetlerin red veya tasvipleriyle çatışmaz; tam bir ahenk halinde bulunur. Gerçi ferdin içinde adetlerle çalışan bir takım arzu ve istekler vardır. Bunlar çoğu zaman adetlere karşı isyan etmek ister. Fakat, bu isyan, daima ferdi temayüller arasında bir çatışmadır. İptidai topluluklarda adetler sanki ferdi iradenin kendiliğinden gayesi, adetlerin red ve tasvip ettiği şeylerden ayrı değilmiş gibi görünür.Bu noktaya daha dikkat etmek gerekir ki adetlerle fert arasında bir çatışma vukua geldiği zaman bu aynı zamanda ahlakla fert arasında bir çatışma olarak da gözükür. Yani ahlaki irade ile adetler ferdi temayüllere karşı birleşirler. Çünkü ahlaki iradenin gayesi temayüllere, ihtiraslara, arzulara karşı gelen kuvvettir. O halde adetlerin ferdin şuurunda bir taraftarı vardır, o da ahlaki iradedir.
İşte adetlerin ne polisi ne de mahkemesi ve nede mükafat için cenneti, mücazat için cehennemi olduğu halde onun fert üzerinde daha müessir olmasının sebebi ahlaki irade ile uzlaşması ve söz birliği etmesidir.
Niçin adetler ahlaki irade üzerinde müspet bir role sahiptir? Bunu biraz derinleştirmek için adetlerin mahiyet ve karakterini yakından inceleyelim.
Henüz umumiyetle adetler sosyal hayatta düzen ve huzur, ferdi hayatta güven ve kolaylık veren değerlerdir. Adetleri de iki kısma toplamak mümkündür.
1.Müeyyidesiz adetler”: “folkways”:
İnsanın deneme ve yanılmalarının bir neticesi olarak elde edilen bir takım değerlerdir. Usul yol manasına gelir. Önceden hazırlanmış faaliyet yollarıdır. Fert doğduğu zaman bunları hazır bulur. Bunlar sanki doğuşunun tabii bir neticesi gibi, fertle beraber yaşar ve ona yardım eder. Evlenme, kız isteme, nişanlanma, düğün merasimi bir takım usul ve kaidelere bağlıdır. Komşuluk münasebetlerinde riayet edilecek kaideleri biz, çocukluğumuzdan itibaren, hissedilmeden kazanırız .
İşte bunların hepsine ister teknik kazançlar olsun isterse sosyal münasebetlerde alışık olduğumuz hareket tarzları olsun, usul, yol adet “folkways” deriz Fakat adet kelimesini bu hareket tarzları içinde daha fazla sosyal münasebetlerimize ait kaideler için kullanırız. Bunlar ferdi iradeye herhangi bir şey emretmezler. Bir nevi sosyal itiyatlar, teknik kazançlardır
2. Müeyyideli Adetler :“mores” yahut “moerus”
Bunlar ferdi temayüllerimize rağmen, kendilerini kabul ettiren adetlerdir. Bu neviden adetler karakterleri icabı emredicidirler. Onların bozulması sosyal huzur ve emniyeti sarsar, ferdi sosyal hayatımızda bizi çevreleyen yaşayışımıza ve münasebetlerimize bir düzen ve ahenk veren bir çok adetler müeyyidelidir. Fakat biz onların müeyyideli olduğunu ancak bozmaya kalktığımız zaman anlarız. Bu müeyyideli olan adetler içinde iki cins otorite hissedilir. Bazılarının bozulması insanı sadece gülünç mevkie sokar, bunu yapan küçük görülür ve ayıplanır. Bazıları ise sosyal bir tehdidi ihtiva eder.Mesela düğün adetlerinde yapılan merasimlere ait bazı usul ve kaideye riayetsizlik yapanları gülünç mevkie düşürür, Gelinin alışılmış kıyafetlerin dışındı giyinmesi, derhal davetliler tarafından yadırganır. Fakat bu yadırganma müeyyidesi hiçbir zaman ahlaki müeyyide ile karıştırılmaz , böyle hareket edenlere böyle hareket edenlere herhangi bir ahlaki ölçü tatbik edilmez.Demek ki adetlerden bazılarının ihlali, bizde bir red ve tasvip uyandırdığı halde, ahlaki red ve tasvip ve ahlaki müeyyide bunlara susmaktır.
Fakat cinsi hayatın bir nevi organizasyonu olan evlenme müessesesinde, bizzat cemiyetin koymuş olduğu cinsi yasaklar, ihlal edildiği taktirde , derhal ahlaki müeyyide harekete geçer. Bir genç kızda, iffet bekareti cinsi ahlakın başında gören bir cemiyette, bunun dışına çıkılması ahlaki otoriteyi harekete getirir. Hatta bazen bu konuda kanuni bir kayda rastlanmasa dahi sosyal reaksiyon ahlaki otoriteyi ön plana geçirir.
Adetlerin otoritesi günlük hayatı tanzim eden çeşitli müeyyide derecelerinden ahlaki hayatı düzenleyen adetlere doğru yükseldikçe şiddetlenmektedir.Bu yaygın ve şiddetli otorite ferdin ahlaki iradesine istikamet vermektedir.Hatta ahlaki irade adetlerin hakimiyeti altına girmektedir. Fakat bu hakimiyet ve tesirlik, irdeye zorla kabul ettirilmek şöyle dursun, ferdi iradeler na bir kat daha şiddet kazandırmaktadır. Ferdin şeref, namus, haysiyet duygularını tamamen adetler gelmektedir.
Adetlerin gerisinde daima düzen vardır. Bundan dolayı adetler , tıpkı ahlak gibi ferdi temayüllere ve içgüdülere karşı sosyal düzeni korur.

Bir an için cinsi hayata ait usul ve kaidelerin kaldırıldığını farz edelim. Cemiyet azgın ve tehlikeli ihtirasların tehdide karşısında bütün düzenini kaybeder; ve ruhları anarşik bir hava kaplar. Bundan dolayı bir cemiyette adetlerin çözülmesi kanunların ilgasından çok daha tehlikelidir. Kanunların çiğnenmesi bir cemiyette ancak umumi ve dış düzeni sarstığı halde adetlerin çözülmesi ferdi ve cemiyeti içinden yıkar.
Görülüyor ki adetlerin müeyyidesi, hukuki ve dini müeyyideden farklı olarak yaygın olmasına rağmen, dinamiktir. Derhal bozduğu ve bundan dolayı herhangi bir vicdan üzüntüsüne veya ayıplamaya uğramadığı halde adetleri bozarlar, hem dış baskıya hem de iç baskıya maruz kalırlar.
Adetler gayet dikkatli şekilde, bizim hareketlerimizi kontrol ederek ahlaki müeyyideyi diğer adet müeyyideleriyle karıştırmaya çalışırlar. Adetlerin müeyyidesinde ki bir şiddetin bir sebebi de müsahasız oluşudur. Ahlakı koruyan adetlerde müsamaha ve gevşeme başladığı anda, fert küstah benliği ile ortaya çıkar. Adetlerin muteberliği devam etse dahi onlar fertlerin şuurunda ahlaki irade ile ortak bir reaksiyona sebep olmuyorsa, orada, ahlakı tutan sosyal değerler dejenere olmuş ve müeyyidesini kaybetmiştir. Çünkü ahlaki müeyyide kuvvetinin adetlerin müeyyidesinden alır ve ona dayanır.
Ahlaki müeyyidelerin hukuk, din örf ve adetlerden farkı üç kıymette otoritenin dışarıdan içeriye doğru olmasıdır. Bunlar ferdi iradeye dışardan baskı yaparlar Halbuki ahlaki müeyyide içerden dışarıya doğrudur.Otoritenin kaynağı ahlaki şuur veya vicdan dediğimiz kaynaktır. İyi ve kötü hareket karşısında red veya tasvip eden hakim, vicdandır. Ahlaki iradeyi bir takım niyet ve gayelere sevk eden yine odur.
Ahlaki Müeyyide de insan kendi kendisine karşı sorumlu kılınmıştır. Bu sorumluluk ki iki şekilde meydana çıkar;”nedamet” ve “vicdan azabı” Demek ki vicdan azabı ahlaki müeyyidenin bir nevi hapishanesi ve cehennemidir. Vicdan azabının dışarıya penceresi yoktur; tek teselli kaynağı nedamet yani yapılan hareketten pişman olmak; bu, insanı kötü hareketten alı koyan kuvvettir. Görülüyor ki ahlaki müeyyidenin amiri, hakimi ve polis ve hapishanesi hep insanın içindedir. İnsan kötü hareketlerinden dolayı kendi kendisini mahkum etmektedir. İnsanın kendi kedisini hareketlerinden sorumlu kılması kendi kendisini mahkum etmesi olmadıkça saf ahlaki aksiyonu yakalamaya imkan yoktur.
Her müeyyidede ki bunlar bir takım red ve tasviplerimizin karşısına çıkan yaptırıcı kuvvetlerdi, şu üç unsur bulunuyordu.
1.Emreden otorite yani müeyyidenin kaynağı
2. Emredilen şey,yani ahlak kaideleri
3.Dini şuur,
4. Ahlaki şuur, vicdan
Psikolojik Şuur
Bu şuur dışarıya yönelmek suretiyle dış alemi, kendi içine dönmek suretiyle şuur olaylarını bilir. Kendi kendisini de bir obje olarak tahlil eder.
Estetik Şuur
İnsan şuurunun bir başka tavrı daha vardır. Okuduğumuz bir şiir, gördüğümüz bir resim veya dinlediğimiz bir melodi şuurumuzu, psikolojik şuur halinden başka bir istikamete yöneltir. Şuur burada kendisine akseden bu objeler karşısında kuru ve yavan bir tahlilci tavrı almaz. Tam tersine kendisini onların tesirine terk eder.
Şiir, musiki, resim ruhu ürperten bir ahenk manzumesi halinde hissedilir. Bütün sanat eserleri bu duyan ve heyecanlanan şuura hitap ederler.Bilen şuur analitik olduğu halde sanat şuuru estetiktir.Estetik şuur, sezen ve yaratan şuurdur. Bu şuurun kendi içine dönmüş toparlanmış halidir. Burada sanatkarın şuuru ile, sanat şuurunu birbirinden ayırmak lazım.Sanatkarın şuuru yaratan şuur, sanat şuuru ise duyan şuurdur.
Dini Şuur
Dindar adamın tavrı, ruhani ve mistiktir.Mutlak varlığın karşısında, şuurun temaşa halidir. Mistikler de bu Tanrı ile aynileşmek, maddi alemden, maddenin kalıplarından kurtularak, sonsuz olan Tanrı’ ya ulaşmaktır.Dini şuur, ruhun madde karşısında tavrı ve ondan kaçması olması bakımından, bedene ait temayüllere karşı gelir, bu suretli ahlaki aksiyon ile dini aksiyon birbirine karışır.
Dini şuur Mücerred bir cezbe şuurudur.Aşkın olana yönelmiştir.Dini şuur kollektif ibadet tarzlarında tam bir coşkunluk halini alır.Mistik şuurla dini şuurda ibadet ve aksiyonun istikametleri birbirine zıttır.Dini şuur, kollektif aksiyonla heyecanlandığı halde, mistik şuur, tersine bir içine kapanma metodu takip eder., Birincisinin en yüksek merhalesi cezbe, ikincisinin en yüksek merhalesi temaşadır, mutlak varlıkta dağılmaktır. Her iki şuur halinde de, iyi-kötü tezatı ortadan kalkar, ruh ahlaki kemale ulaşır. Bütün peygamberler ahlak kahramanları ve mütesavvuflar mistik şuur sayesinde ahlaki iyiye gerçekleştirirler. Dini şuur kollektif heyecanlardan sıyrıldığı nispette, mistik şuura ulaşır. Dini şuur, Kollektif ibadetler ve ayinlerle meydana gelir.
Ahlaki Şuur - Vicdan
Ahlaki şuur psikolojik şuurdan hareketleri bir değer ölçüsü almakla ayrılır. Gerek başkalarının ve gerekse kendi hareketlerimizin karşısında ahlaki şuurun tavrı, bir nevi kanun koruyucudur.
Vicdanın Unsurları
Klasik ahlak kitapları vicdanda şu unsurların bulunduğunu söyler:
1.Zihni unsur
2.Teessüri unsuru
3. Heycani unsur
4.Faal, aktif unsur.
Zihni Unsur
Vicdanda zihne unsur, bize kendisini bir kanun koyucu bir hakim olarak hissettirir.Ahlaki emirlerdeki katılık, kaidelere itaati emreden ses, bu zihni unsura aittir. Her emredilmiş kaide de bir otorite vardır, bize yap-yapma diye emreder.. Ahlaktan bu emredici vasıf kalktığı anda, o artık ahlak olmaktan çıkar.
Zihni unsurun ahlaki şuurda vazifesi şudur: O bize vazifemizin ne olduğunu ne şekilde hareket edeceğimizi gösterir.Aksiyonun icrasından sonra da hareketleri değerlendiren bir hakim rolünü oynar. Müeyyideleri göstererek hareketlerimizin bir takdir veya tekdire değer olup olmadığını söyler. Eğer Ahlaki şuur sadece zihni unsundan ibaret olsaydı. Ahlakın emirleri hukuki karakterde katı,ve sevimsiz olacaktı. O zaman ahlaki heyecanı, ahlaki neşeyi izaha imkan olmayacaktı.
Ahlaki Otoritenin Kaynağı
Vicdanındaki zihni unsurun karakteristiği olan bir kanun koruyucu gibi bize yapılacak olanla yapılmayacağı emreden otorite doğuştan gelme bir yeti ise, bu otoritenin iradeye teklif ettiği emerlerin ferdi şuurlarda müşterek bir tasvip vya uğraması lazımdı.Yani Kant’ın şartsız olarak muteber gördüğü “öldürülmemelisin yalan söylememelisin “ “çalmamalısın” emirleri her şuurda, her cemiyette ve her mekanda cari üniversel ahlak kaideleri olması gerekirdi. Bu kaidelerin her zamanda ve her cemiyette muteber olduğunu tahkik etmeye imkan yok. Gerçekten Kant’ın dediği tarzda üniversel bir takım emperatifler olsaydı, öldürmenin bazı yerlerde gayri ahlaki olmak şöyle dursun, ahlaki bir vasıf olmasına imkan yoktu. İslam ahlakı, din uğrunda dövüşenleri ve ölenleri şehit telakki eder. Şehadet öyle bir rütbedir ki bu şerefe ulaşanların yeri cennettir.Harpte büyük yararlık gösteren yani öldürüp mağlup eden kimseleri her cemiyet kahraman olarak telakki etmektedir.Kahramanlar, daima ahlakın ön palanında yer almış en şerefle insanlardır. İptidai topluluklara gidildikçe, insan öldürmenin çok tabii bir hadise olduğu görülür.
Misalleri daha fazla çoğaltmak lüzumsuzdur.Ahlakın eğer yaradılıştan gelen bir otoritesi olsaydı, elbette bir yerde fazilet sayılan diğer bir yerde rezalet sayılmazdı.İyi olan şey bütün vicdanlarda müşterek bir red ve tesvibe uğradı. Bu misaller gösteriyor ki vicdanda, doğuştan gelen iyi hareketler olmadığı gibi, ahlaki iradeyi onlara tabi kılan ve kötü hareketlerden alıkoyan bir otorite de mevcut değil.
O halde vicdanın unsurları arasında bulunan ve bize yap-yapma diye emir veren otoritenin kaynağı dışardan gelmektedir. Ahlaki şuur ve vicdan kanun koyucu rolünde olduğu zaman o, kendisinde olmayan ve dışardan gelen bir otoritenin emrini ahlaki iradeye dikte ediyor demektir.Vicdan cemiyet tarafından emredilen şeylerin dışına çıkamaz. Öyle ise, vicdandaki zihni unsur, yani otorite, kanun koyucu olarak, hakim olarak ve nihayet müeyyide olarak, ferdin içinde yaşadığı cemiyetin değerlerini ahlaki iradeye teklif etmektedir.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Bir vicdandaki ses Tanrı tarafından ilham edilen bir şey olmasın? Bu bir bakıma doğru bir bakıma yanlıştır.Yanlıştır, Çünkü Tanrı deyince aklımıza mükemmel bir varlık gelir. Bu mükemmel varlık için ayrı ayrı cemiyetlere mensup fertlerin vicdanına, birbirine zıt, şeyleri ilham etsin? Bir cemiyette iyi diye buyurduğu şeyi niçin diğer bir cemiyette kötü diye ilham etsin ve nihayet, bazı şartlarla adam öldürmek iyidir, bazı şartlarda kötüdür desin?..
Bir bakıma ahlaki iradeye emir veren, vicdandaki ses, Tanrı tarafından hemen ilham edilmiştir.Amma bu Tanrı her cemiyetin kendi tasavvurlarına göre ayrı ayrı olan, hususi bir tanrı veya tanrılardır. Esasen Tanrı tasavvurları tıpkı ahlak tasavvuru gibi cemiyetten cemiyete değişmektedir; İptidainin Tanrısı ayrıdır.. Eski Yunanlıların eski Romalıların çeşitli tanrıları vardı Nihayet Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamlık gibi büyük dinlerin tanrı tasavvurları vardır.Tek tanrı telakkisine sahip olan bu üç dinde birbiriyle ulaşmazlık halindedir. Birisi “bir yanağına tokat vurursa öbür yanağını uzat” der; diğeri, din uğruna şehit olanların cennetin kestirme yolunu gösterir.
Biz burada dini ve tanrıyı bir inanç olarak değil, sosyolojik bir problem olarak düşünüyoruz. Hiçbir ferdin dilini, dinini, milliyetini tayin etmesi mümkün değildir. Onlar önceden, içinde yaşanılan cemiyet tarafından tayin edilmiştir. Bir çocuk, anası, babası Müslüman olduğu için Müslüman’dır; Türk olduğu için Türk’tür.
Ahlaki iradeye otoritesini kabul ettiren Tanrı’dır derken dini, sosyal bir değerler müessesesi olarak düşünüyoruz. Ahlaki otoritenin kaynağı cemiyettir;fakat cemiyet veya Durkheim’in dediği gibi kollektif şuur, otorite ve müeyyidelerini tanrı kavramına bağlamak suretiyle, ferdi belirli bir sorumluluk karşısında bırakmıştır.Tanrılar ahlak, hukuk, adet gibi cemiyetten cemiyete değişmektedir.
Vicdanın Gelişmesi:
Vicdanın unsurları arasında saymış olduğumuz teessüri “affectif”, heyecani “emotionnal” ve aktif unsurlar, ahlaki otoritede temel unsur olan zihni unsura tabi olarak gelişmişlerdir.Bunlardan bazıları cemiyetin bünye ve karakterine göre, daha ön planda veya daha zayıf olarak rol oynamışlardır. Fakat, bu unsurların hepsi ahlaki iradeyi sevk ve idare eden otorite unsurunun yardımcıları olmuşlardır.
Ahlaki şuurun muhtevası cemiyetten cemiyete değiştikçe, ahlaki otoritenin emirleri, iyi-kötü karşısındaki tavrı, hareketlere tatbik ettiği müeyyideler değişmektedir.Ahlaki otoritenin yaptırıcı kudreti de cemiyetlerin adet ve geleneklerindeki red ve tasvibi kendi otoritesinin sınırları altına almaktadır.
İptidai vicdanda ahlaki otoritenin emerleri cemiyetin red ve tesvibine göre değişmekle beraber, daima vicdanındaki emredici unsurun birinci planda olduğu da görülmektedir. Ahlaki iradeye tayin eden otorite, ferde dışardan baskı yapmaktadır.
Ahlaki otoritenin kaynağını cemiyet olarak gösterdik. Fakat cemiyet bir takım değerler manzumesidir. Acaba ahlaki şuur veya vicdan dediğimiz şey, dini müeyyidelerin şekil değiştirerek, subjektifleşerek insanın içine sinmesi neticesi mi meydana gelmiştir? Gerçi iptidai hayatta dinin fert üzerinde çok yaygın bir rolü vardır.Fakat iptidai hayatta dinin otoritesinden farklı ve onu aşan diğer bir takım müeyyideler daha görülmektedir.Mesela, sihri otorite veya ölü ruhları..
Dini otoritenin gerisinde totem veya Tanrı bulunur. Sihri otoritenin gerisinde demonlar, kötü ruhlar, kötülük tanrıları vardır. Bundan başka örf ve adet otoritesi de bu otoriteden farklı bir takım hususiyetler gösterir. O cemiyetin bütün iç düzenini kuşatan seramonileri, ayinleri içine alır. Dini otorite ile sihri otoriteyi ve onların temsilcisi olan rahip ve sihirbazı, çoğu zaman, birbirinden ayırmak güç olur.Hukuki, ahlaki otorite, iptidai topluluklarda, aynı otoritenin iki manzarası olarak görülür. Bunları birbirinden ayırmak güç olmakla beraber, iptidai hayatta suç olmadığı halde fertlerin riayet ettikleri bazı kaidelerde vardır.
İptidai topluluklarda fertlere verilen vazifeler karşısında müeyyidelerin şiddet derecesi aynı değildir. Mesela dışardan evlenme “exogamia” kaidesinin ihlalinde dini, hukuki, ahlaki müeyyidelerle örf ve adetler müeyyidesi birbirine karışarak, birbirine eklenerek, ferdin üzerinde çok şiddetli bir otorite kuruyor. Exogamia kaidesinin bozulması, utandırıcı bir hadise olarak görülmesi bakımından, ahlak ve adet müeyyidesine hareket getirmektedir. Malinowski’nin “iptidailerde cürüm ve adetler” adlı kitabında zikretmiş, yasaklara riayetsizliğin sadece sosyal bir suç olmayıp aynı zamanda ferdin ruhuna işlemiş bir ahlaki utanmayı ihtiva ettiğini gösteriyor.
İptidai vicdanda dini, sihri müeyyidelerin yananda bir de örf ve adet müeyyidesi vardı. Diğer müeyyideleri ihlal eden fert, birinci planda, totemden tanrılardan demonlardan ve nihayet öl ruhlarından korkuyor ve hareketlerine bunlar baskı yapıyor, nasıl ve ne tarzda bir yol takip etmesi gerektiğini onlar gösteriyordu. Onlarda sosyal baskıda çok fert ve cemiyet dışı kuvvetler görülüyordu. Halbuki adetler doğrudan doğruya ferdi çevreleyen sosyal inanç ve kaidelerin fert üzerinde bir baskısı şeklinde gözüküyor. Adetler sadece düşünce, inanış v ahlaki hayatı düzenlemekle kalmaz aynı zamanda ferdin teessüri hayatına da istediği istikameti verir. Düzen ve ahenk manzumesidir.
Adetlerin tesirsiz kalması anarşiye sebep olur. Fertler temayül ve ihtiraslarına dizgin vuracak olan baskılardan mahrum kalır. Bundan dolayı iptidai hayatta adetleri bozmak en büyük suç sayılmıştır.Adetler cemiyetten cemiyete değişir; fakat her adet kendi çevresi içinde en tesirli otoriteye sahiptir. Adetlerin otoritesi ahlakın otoritesi ile aynıdır; ve bu otorite dini, hukuki, sihri otoritelerden kesin olarak ayrılır. Hiç kimse cemiyetin kendisine empoze ettiği ahlak kaidelerini bozduğu zaman dini bir korkuya düşmez; cemiyetle karşı karşıya gelir.Cemiyetin ahlaki müeyyidesi olan utanma, ayıplama ve ******** bir duruma düşme gibi haller ferdin ruhunu doldurur.
Gaziantep’in dağ köylerinde inceleme yaparken bana köy odasında şöyle bir hadise anlattılar:
Bu köyde genç bir kız bir delikanlı ile sevişiyor.Burada “sevişiyor” sözünü sadece birbirlerine karşı meyilleri olduğu hissedilmiş manasına kullanıyoruz. Örf ve adat orada bunu bir aile için en büyük ********lik telakki etmektedir. Kızın yakın akrabaları bir gün onu öldürüyorlar. Bütün köy hadiseyi bildiği halde kimse katili ele vermiyor.Herkesin gözü önünde işlenen cinayet her türlü tazyik ve tahkikata rağmen, resmi makamlar tarafından meçhul kalıyor. Kızın kardeşi insan içine çıkamıyor . Köyü terk ediyor. Burada da adet ve ahlakın içi içe iki manzarası görülüyor.Birisi, müşterek sosyal hissiyat; diğeri, ahlaksızlık sayılan bir fiilin ailenin diğer fertleri üzerinde uyandırmış olduğu utanç ve ********lik duygusu. Görülüyor ki adetlerin dikte ettiği baskı, ferdi ta içinden yakalıyor. Cinayet ferdi vicdanlarda müşterek bir tasvip olarak hukuki kaideleri hiçe sayıyor; ve yine iptidai vicdanda adetlerin dikte ettiği şeyle ahlaki iradenin yöneldiği gayenin bir ve aynı olduğuna şu misal de açık bir delildir.
Buraya kadar yapmış olduğumuz inceleme bize şu hususları açıkladı:
1. Ahlaki şuurda ki otoritenin kaynağı ile adetlerdeki otoritenin aynı şey olduğu; yani içimizdeki kanun koyucu ve hakim rolünü oynayan sesin adetlerden geldiği.
2. Ahlaki kaideyi biz yaratmıyoruz.Onlar adetlerde formüle edilmiştir.
3. Ahlaki şuurdaki otoritenin din, hukuki,sihri otoritelerden ayrı olduğu ve onlardan müstakil olarak geliştiği.
Burada ahlaki emirlerin, dini ve hukuki emirle uzlaşması bahis konusu değildir.Üzerinde durmak istediğimiz nokta, ahlaki şuurun, mahiyet bakımından dini ahlaktan ayrı olduğudur. Bu ayrılık iptidai topluluklarda açık olarak görülmektedir.
Madem ki ahlaki emirler ve onları ferdi iradeye dikte eden otoritenin kaynağı adetlerdedir; o halde ahlaki iradenin niyet ve gayeleri dışardan tayin edilmektedir. Daha doğrusu o adetlerde ifadesine bulan ahlak kaidelerini icra etmekle vazifelidir.
Sosyal psikolojinin son araştırmaları fert ve cemiyet münasebetlerine yeni bir ışık tutmuştur. Bu sayede adetlerin yalnız sosyal bir takım normlar olarak kalmayıp onların ferdi psikolojide ki macerasını kolayca takip etmek mümkün olmaktadır.

Ahlak gerek psikolojinin gerekse sosyolojinin müşterek konusudur.Ahlaki iradeyi harekete getiren niyet ve gayeler bir manzarasıyla psikolojik diğer manzarasıyla sosyolojik bir olaydır. Niyet ve gaye iradenin bir yönelme hareketidir.İrade neye yönelmekte ve neyi icra etmektedir. İrade bir objeye değil bir takım değerlere yönelmektedir. Bu değerlerin nevilerini ve bunlar arasında ahlaki iradenin karakteristiğini yukarıda açıklamıştık. İptidai cemiyetlerde açık olarak ahlaki şuurun birtakım adetlere göre, ferdin hürlüğünden söz açmak ne dereceye kadar mümkündür, sorusunu sormuştuk. Bir noktaya burada dikkati çekmek adetlerle fert arasındaki münasebeti görmeye yeter. Adetlerin fert üzerinde yapmış olduğu bu baskı ferdin şuuruyla çatışmaz. Onlar ferdin garı şuuru hayatına sinmiştir. Ancak bozuldukları zaman onların bir baskı kuvvetine sahip olduğu görülür.
Her fert bir cemiyet içinde doğar ve doğduğu cemiyetin bütün değerlerine, bilgi ve davranışlarına adapte olur. İnsan tabiatını yapan cemiyetin kendisidir.İnsanın doğuş halindeki tabiatı ne iyi ne de kötüdür. O neutre bir vasıf gösterir. Hatta değil sadece sosyal değerler, bizzat idrak verileri dahi ferdin içinde yaşadığı kültür çevresine göre değişir Bir adım daha ileri giderek, ferdin bizatihi şuurunun teşekkülünde cemiyetin büyük rolü olduğunu söylemek mümkündür.
Bir kelimeyle fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün davranışlarını kendisinde aksettirir. Cemiyet ferdin benliğine o kadar sinmiş ve onu öyle yoğurmuştur ki, onu, nazari olarak fertten söküp attığımız taktirde geriye birtakım iç güdüler ve temayüller kalır.O kadar ki aynı trafik kaidelerine aynı cins arabayı kullanan bir İngiliz’in, bir Fransız veya Türk’ün araba sürmeleri başka başkadır. Ferdi davranışlar, gayrı şuuri bir şekilde, aynı içtimai grubun gelişmesine tabi olarak değişir; ve bir cemiyette mevcut sosyal faaliyetlerin nevine ve özelliğine göre şekil alır.
Cemiyet sadece şuurun teşekkülünde rol oynamakla kalmıyor, aynı zamanda, ferdin idrakleri de algı cemiyete bağlı olarak değişiyor; daha doğrusu aynı idrak objesi birbirinden farklı kültür gruplarına mensup fertlerde, farklı idraklere sebep oluyor.
Kültürün ve içtimai faaliyetlerin hususi dallarında çalışanlar kendi sahalarına ait şeyleri, onun dışında kalanlara nazaran daha iyi idrak ederler. Bir çoban bizim için birbirinden farklı olan koyun seslerini kolayca ayırır. Usta bir şoför başkalarının idrak edemediği seslerden motordaki arızayı kolayca anlar. İdrak (algı) ferdi çevreleyen kültür ve adetlerle sıkı sıkıya bağlıdır. Dünya ve kainat tasavvuru gerek çocukta gerekse iptidai topluluklarda cemiyetin kültürüne, örf ve adetlerine göre değişmektedir. İptidai dinlerdeki animisme, alemi canlı tasavvur eder. İptidailer için gayri şahsi bir dünya hemen hemen yok gibidir. Biz burada idrak edilen şeyin ve idrak edilen süje’nin hangi şartlar içinde neyi ne şekilde idrak ettiğinin münakaşasına yapacak ve akla gelen itirazları cevaplandıracak değiliz. Biz sadece ferdin içinde yaşadığı cemiyetin mahsulü olduğunu onun tarafından istenilen kalıba sokulduğunu göstermek suretiyle ahlaki hareketin kaynağı olan vicdanda otoritenin mahiyetini öğrenmek istiyoruz .Ferdin şahsiyetini ören ikinci halka his ve heyecan hayatıdır. His ve heyecanın bir kelimeyle teessüri hayatın, cemiyetten neler aldığına dikkat etmek bizi hem şahsiyetin nasıl teşekkül ettiğini görmeye ve hem de ahlaktaki heyecani unsurun kaynağını tanımaya götürecektir.
Korku, sevinç, ıstırap gibi heyecan hallerinin gerek duyması ve gerekse ifadesi cemiyetten cemiyete değişmektedir. Teessüri haller elbette ki ferdi yaradılışın bir vasfıdır.Fakat ne gibi olaylar sevinç, ne gibi olaylar hiddet ve ıstırap vereceğini telkin eden ve ferdin gayrı şuuruna sufle eden cemiyettir.Her topluma ve onun kültürüne göre heyecan halleri değişmektedir.
Cemiyet sadece heyecanları, duyguları düzenlemekle kalmaz; aynı zamanda bunların ifadesinde de rol oynar. Her yerde sevinç ifadesi aynı değildir. Istırap her yerde aynı yüz ifadesini yaratmaz. Bir toplumda cenaze törenleri sürekli matem ayinidir. Yüzlerdeki ifadeler dahi cemiyet tarafından tayin edilmiştir. Japonlar keder ve ıstıraplarını dudaklarında gülümseme ile ifade ederler. Arnavutlar ölünün arkasından bütün meziyetlerini sayarak sessizce ağlarlar.
Bu misaller bize açıkça göstermektedir ki ferdin heyecan hayatı cemiyet tarafından idare edilmektedir. Daha doğrusu toplumdaki genel düşünce, kanaat ve tavır sübjektifleşerek fertte ifadesini bulmaktadır.
Fert ve Şahsiyet
Fert, insanın doğuştan getirdiği nev’e mahsus özelliklerdir. O, şahsiyete ait hiçbir vasfı doğuştan getirmez. Doğan çocuğun hareketleri ne iyi ve ne de kötü kadrosuna girer; varlığı ahlak dışıdır. Ferdin içinde iyi ve kötü’ye ait hiçbir müeyyide bulunmaz. Çocuk büyüdükçe içinde yaşadığı cemiyetin değerleri, hareketlerine ve düşüncesine adapte olur; cemiyetin müşterek kıymetlerini hareketlerinde ölçü olarak alır. Ferdi şahsiyet haline getiren, onda vazife ve sorumluluk duygusu uyandıran bu sosyal çevrenin değerler toplamına kültür denir.
Ferdi kuşatan bütün maddi ve manevi değerler onda şahsiyetin gelişmesini sağlar. Şahsiyet, kültür özellikleriyle ilgilidir.
Kültür Çevresi Nedir?
Bir kültürde bulunan değerleri şu üç esasta toplamak mümkündür:
a. Ferdin hareketleriyle ilgili değerler,
b. Ferdin düşüncesiyle ilgili değerler,
c. Ferdin yaratmasıyla ilgili değerler.
Böyle bir ayırmayı sadece kültürün karakteristliğini belirtmek için yapıyoruz. Yoksa bununla, ferdin hareketleriyle ilgili değerlerin, düşüncesiyle ilgili değerlerden tamamıyla ayrı bir vasıf gösterdiğini söylemek istemiyoruz. İnsan yaşamak için çevresi tarafından devamlı olarak değiştirilir. dış dünya ile yaptığı bütün temaslarda fert kendisine ikinci bir çevre yaratır.
Kültürün ilk belirtisi ve özelliği dil ile başlar. Her dilin bir hususiyeti, vurgusu vardır. Gırtlaktaki seslerin tonları ayrı ayrıdır. Dile refakat eden bir takım jestler konuşma tarzına ve ifadeye özellik verir.
Dil bir takım kelimelerden ibarettir. Onlar eşyanın bir takım sembolleridir. Kelime, hiçbir zaman, delalet ettiği eşyanın ne şeklini ve ne de mahiyetini aksettirir. Öyle iken kelimeler aynı kültür çevresinde daima delalet ettiği eşya ve mana ile beraber şuura aksettiği için, her kelimenin söylenişinde, sanki kelimede eşyanın bir hayali varmış gibi bir idrak hadisesi ile karşı karşıya kalırız. Bu organizmadaki can, kültürden başka bir şey değildir. Kelimeler bir takım boş şişelere benzemez. İçleri daima belli bir kültürle doludur. Bu kültür sayesinde, onlar hem canlı, hem de manalıdır.
Fert yalnız dil gibi duygu ve düşünceye yön veren kültür değerlerinde değil, teknik ve pratik ihtiyaçlarını karşılamaya kalktığı zaman da hazır bir takım kültür değerlerini kullanır. Yani kültür değerleri daima ayrı ayrı fertlerin elinde tekrarlanır. Bundan dolayı, bir kültür her nesilde aynı kalmaz, değişir.
Kültür dediğimiz sosyal çevre fertte ikinci bir tabiat yaratmaktadır. Fakat kültüre giren değerler karmaşık ve çeşitli olmakla beraber, her kültür, teknik değerlerden başlayarak, manevi değerlere kadar bir bütün ve ahenk teşkil eder.
Kültür ve Medeniyet
Bununla beraber, bazı sosyologlar ve kültür antropolojisi yapanlar ferdi çevreleyen sosyal değerler toplamını, vasıf ve karakterine göre kültür ve medeniyet diye bir ayırmaya tabi tutarlar.
Bu ayırma belki aslında yanlış değildir. Fakat birçok karışıklıklara sebep olmak gibi bir mahzuru ihtiva eder. Mesela; Ziya Gökalp, kültür ve medeniyetin ayrı ayrı şeyler olduğunu söyler; manevi değerleri kültüre, teknik değerleri medeniyete mal eder.
Hakikat şu ki, kültür ve medeniyeti birbirinden ayıramayız ve esasen ayıramamışız da. Din gibi, dil gibi teknik de belli bir kültürün malıdır. Ve bir ahenk teşkil ederler. Daha açık bir deyimle, manevi değerlerle maddi değerler arasında bir uyuşma, bir benzeme vardır. Biz sadece kültür kelimesiyle ferdi kuşatan bütün sosyal çevreyi belirtmekle yetineceğiz.
Her fert içinde yaşadığı kültür ve ahlaki değerler karşısında kendisine mahsus bir rol oynar ve bu, ferdi şahsiyetlerde çeşitliliği temin eder. Her insan:
a. Bir bakıma diğer insanlar gibidir.
b. Bir bakıma bir kısım insanlara benzer.
c. Bir bakıma da kendisinden başka hiç kimseye benzemez.
İşte, her şahsiyette bu üç unsur da bulunur ve rol oynar.
İnsan, bir bakıma kendisinden başka kimseye benzemez dediğimiz zaman onu, cemiyetin değerlerini sadece alıcı olarak değil, tam tersine, onları işleyen, değerlendiren, yaşayan canlı ve dinamik bir varlık olarak düşünüyoruz.
Aynı hadise, ahlakı değerlerde de ortaya çıkmaktadır. Cemiyetin dikte ettiği ahlaki emirleri her fert aynı şiddetle yaşamaz. Gerçi ahlaki emirlerin kaynağı dışarıdadır. Daha açık bir deyimle, ahlak kaidesi, ferdin dışında, önceden hazırlanmıştır. Fakat bu kaideler ferdi iradelerle temasa geldiği zaman onlar ferdin dışında bulunan cansız ve kuru emirlerle bir ve aynı şey değildir. Ahlak kaidesi yani töre (more) muhtevasını değiştirmiştir. Çünkü ona, evvelce kendisinde mevcut olmayan bir başka unsur eklenmiştir. Bu eklenen şey insan iradesidir.

Bu unsurlardan biri diğerinden üstün olursa, yani cemiyetten gelen töre daha ön planda rol oynarsa vazife ahlakı; ferdi unsur cemiyetten gelen kaideleri yaşamak suretiyle onları aşarsa idealist ahlak anlayışı yani hürriyet ahlakı vücut bulur.
Buraya kadar yapmış olduğumuz açıklama bize, cemiyet tarafından tertiplenen ve emredilen kaidelerin, ferdi şuurlarda yaşanmak suretiyle, sübjektifleşerek ahlaki şuurun kendi emri ve kendi otoritesi haline nasıl inkılap ettiğini göstermiş bulunuyor. Evvelce gördük ki, örf ve adetlerdeki daha açık bir deyimle, törelerdeki otoritenin niyet ve gayeleriyle ahlaki iradenin niyet ve gayeleri ferdi vicdanla bir ve aynı şey olmaktadır. Böylece onlar, ferdi iradeye dini ve hukuki otoritelerde olduğu gibi, dışarıdan değil, içeriden sesleniyorlar. Fert, hürriyetini ancak bu şekilde idrak ediyor ve yine ancak bu şekilde kendi hareketlerine karşı kendisini sorumlu kılıyor. Hatta o kadar ki fert, ahlaki hareketi icra ederken bunun kaynağının kendi vicdanından geldiği hissine sahiptir.
Buraya kadar olan açıklama ile biz, vicdandaki zihni unsurun, yani ahlaki otoritenin kaynağını, hürlüğünü izah etmiş oluyoruz. Fakat bu otorite vicdanda, hukuki otorite gibi, kendi başına kuru ve katı bir tavra sahip olsaydı o, hiçbir zaman sevilir olmazdı. Bu zihni ve emreden tavır vicdanın unsurları arasında bulunan ahlaki heyecanla beslenir. Bu heyecanın kökü de cemiyettir. Ahlaki heyecan, içtimai heyecanın ferdi şuurda bir görünüşünden başka bir şey değildir.
Ahlaki Şahsiyetin Gelişmesi
İster iptidai cemiyetlerde olsun, isterse çağdaş insanda olsun, fert kendisini daima hareketlerinde hür hisseder. Aradaki fark, daha fazla, cemiyetin suflörlüğündeki şiddet derecesinden ibarettir.
İptidai insan, kendisini çevreleyen örf ve adetlerin tesirini daha şiddetle yaşaması bakımından, tam bir ahlaki şahsiyete sahiptir, denebilir. Çünkü onda, doğuştan gelen herhangi bir temayül ile ahlaki kaide arasında bir çatışma görülmediği gibi, cemiyetin niyet ve gayelerine aklın herhangi bir itirazına da rastlanmaz.
Bizim burada söylemek istediğimiz, temayüllerle içtimai değerlerin çatışması değil, içtimai değerlerin ferdin şahsiyetinde bir malzeme haline gelmesidir.
Bu yönden estetik tavır ile ahlaki tavır arasında bir benzerlik vardır. Gerek sanatkar ve gerekse sanat terbiyesi mevcut sanat malzemesi üzerinde çalışır. Ahlak terbiyesi ise mevcut ahlaki değerlerin fertte bir senteze ulaşmasını sağlar. Aradaki fark, biri kültür malzemesi üzerinde yaratma denemesi yapar, diğeri ahlaki değer malzemelerini yaşar.
Ahlaki şahsiyet, cemiyette mevcut hareket kaidelerini yaşamak suretiyle onları aşma çabasıdır.
Ahlaki Şahsiyetin Dereceleri:
Ahlaki şahsiyet sadece bir dış baskının hissedilip edilmemesi değildir. Ahlaki hürriyet, cemiyetin ferde empoze ettiği niyet ve gayeleri benimsemesi ve onları icra etmekten zevk duyması da değildir. Ahlaki hürlük, ki bu şahsiyetin temelini teşkil eder, hareketlerin sorumluluğu esasına dayanır.
İnsanın kendi kendisini sorumlu kılması ahlaki şahsiyetin tamlığı demektir. Bu bakımdan, ahlaki şahsiyetin gelişmesine sorumluluğun gelişmesi gözü ile bakmak daha doğrudur. Fert kendisini cemiyete karşı sorumlu hissettiği zaman ahlakta vazife birinci planda rol oynar; fakat, kendisini kendisine karşı sorumlu kıldığı zaman, ahlakın ön planında hürriyet yer alır. Modern ahlak, bir hürriyet ahlakıdır. Çünkü insanın kendi kendine karşı sorumlu olması, ferdi iradenin hürlüğünün bizzat kendisi tarafından kabul ve tasdiki demektir. Demek ki ahlaki şahsiyetin, iptidai cemiyetten çağdaş cemiyete kadar bir gelişmesi vardır. Hür olmayan milletler tam bir ahlaki şahsiyete sahip sayılamazlar.
İptidai Cemiyetlerde hürriyet ve sorumluluk:
İptidailerde sorumluluk kollektiftir. Bu, cemiyette mevcut törelerin fert tarafından icra edilmesi esasına dayanır. İptidai ahlak, adetlerle hareketler arasındaki tutarlığa dayanır.
Öç almada müşahade edilen kollektif sorumluluk yalnız bir hak değil, aynı zamanda bir vazifedir.
Ahlak ve adetlerin mecbur ettiği bu kollektif vazife ve sorumluluk büyük dinlerde bile mevcuttur. Confucius, gayet açık bir dille bir babanın, bir kardeşin öç almak vazifesi olduğunu söyler. Japonlarda ise, babasının, kardeşinin veya efendisinin öcünü almayan kimseler çevrelerinden hakaret görmemek için saklanmak mecburiyetini duyarlar. Gerek Yahudilikte ve gerekse İslamlıkta, ölenin öcünü öldürenden almak bir nevi hak sayılır.
Bu örnekler bize açık olarak şu hakikati öğretiyor ki, iptidai vicdanda kollektif vazife ve sorumluluk, önce bir korkuya dayanmakta ve nihayet aşiret cemiyetlerinde bu korku yerini bir şeref ve namus duygusuna terk etmektedir. Fakat gerek korku ve gerekse adet ve törelerin baskısı olsun, her ikisi de henüz ferdi vicdanda kendi kendisini sorumlu, kendi kendisini vazifeli kılan bir ahlak anlayışından bizi bir hayli uzakta tutmaktadır.
.
  Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 08:07 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580