![]() |
Osmanlı Devletinde tarım Sektörünün Durumu OSMANLI DEVLETİNDE TARIM SEKTÖRÜNÜN DURUMU Osmanlı Devleti, 19 ncu yüzyılda Batı'da meydana gelen sanayileşme devriminin dışında kalmış ve bu sebeple ekonomisi tarıma dayalı bir özellik taşımıştır. Bu özellik yüzyıllar boyunca değişmemiştir. Tarımsal üretim, devletin son döneminde milli gelirin % 65'ni oluşturmaktaydı. I.nci Dünya Savaşı öncesinde tarımsal üretimin ortalama %80'i bitkisel, %20'si ise hayvansal üretim olup tahıl, bitkisel üretimde %75'lik bir paya sahipti. Zaman içinde tarımsal üretimde sanayi bitkileri lehine bir gelişme olmuş, koza, pamuk, fındık ve tütün üretimi artmıştır. Bu tip üretim, devletin son döneminde, özellikle dış borçları ödeyebilmek amacıyla ihracata konu teşkil ettiği için, Duyunu Umumiye idaresi tarafından teşvik edilmişti. Bunun sonucunda tarımsal maddeler ihraç gelirlerinin toplam tarımsal gelire oranı 1899 yılında %12'den 1914'de %14'e yükselmiştir. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında toplam nüfusun % 80'i tarım kesiminde çalışmakta idi. Osmanlı Devleti, 20.nci yüzyıla, tarım sektörünü geliştirmek amacıyla bir reform programı uygulayarak girmiş, örnek çiftlikler kurulmuş, tarım okulları açılmış ve sulu tarım teknikleri uygulamaya konulmuştur. Yüzyılın başında, tarımsal makineler ülkeye girmeye başlamış, fakat sayı yeterli seviyeye ulaşamamıştır. 19 ncu yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanan pulluklar, hiçbir zaman karasabanın yerini alamamıştır. Karasaban, döğen ve kağnıdan oluşan bir tarımsal altyapıda, tarımsal üretimi arttırmak mümkün olamamıştır. Pamuk ekim ve üretiminde prodüktiviteyi yükseltmek için İngiltere ve Almanya, sömürge tipi çiftçilik kurma yoluna çok az gitmişler ve işin ticaretine daha çok önem vermişlerdir. Bununla beraber, 1878 yılında İzmir bölgesinde tarıma elverişli toprakların tamamı İngilizlerin eline geçmiştir. 1880 yılında Aydın ve yöresinde toplam 2.2 milyon dönüm toprak sulamaya açılmış, 1883'de bu alan 4.1 milyon dönüme çıkmıştır. Yabancı çiftçiliklerde özel sulama yöntemlerine başvurulmuş, Aydın-İzmir demiryolu, yörede üretilen ürünlerin taşınmasına katkıda bulunmuştur. Tarımda ilk makineleşme hareketi de bu yörelerde başlamıştır. Bu özel durum dışında genelde Osmanlı Devleti'nde ulaşım ve haberleşme yetersizliği, çiftçiyi pazara değil, kendi tüketimine yönelik üretime yöneltmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da çiftlikler 50 dönüm ve daha büyük iken, Batı Anadolu'da işletme büyüklükleri küçülmüştür. Bunun başlıca sebebi, miras yoluyla toprağın paylaşılmasıdır. Osmanlı Devleti'nde genelde tarım sektöründe, küçük üreticilik ve aile işletmelerinde iç tüketim için üretim yapısı egemen olmuştur. 1838 Ticaret Anlaşması sonucunda ülke liberalizme açıldığı için, tarım sektörü korunamamıştır. Yabancılara sağlanan ticari ayrıcalıklar ve kapitülasyonlar sonucunda, 1878-1913 döneminde her yıl ülkeye ortalama 75.000 ton un, 65.000 ton pirinç ve 10.000 ton buğday ithal edilmiştir. |
Osmanlılarda ekonomi aslında tarıma dayanmasına rağmen, tarımsal üretimin temelini oluşturan toprak mülkiyeti, 19.ncu yüzyılda temelden değiştirilmiş ve bu durum üretimin düşmesine yol açmıştır. Osmanlı'da toprak rejimi dirlik sistemine dayanmakta ve bu sistem aracılığıyla devlet, ekonomik, mali, askeri ve sosyal hayatı kontrol etmekte idi. Dirlik sisteminde tımar: 3.000 - 20.000 akçe, zeamet: 20.000-100.000 akçe, has: 100.000 akçeden daha fazla ödenti anlamına geliyordu. Savaşlardan ganimet olarak alınan topraklar, verimlerine göre tımarlara ayrılarak askeri görev karşılığı sipahilere veriliyordu. Arazi rejimi, toprak ürünlerinin almış biçimi açısından "öşriye", "haraciyye" ve "arzı miri" olarak üçe ayrılmıştı. Arazi rejimi, arzı miri denilen topraklarda uygulanıyordu. Devlete ait olan bu topraklarda köylü, kiracı niteliğinde idi. Devlet giderlerinin zamanla artmasına paralel olarak tarımda miri sistemden iltizam usulüne geçilmiş ve devlet, tarım gelirlerini askerin elinden alarak belli bir kira karşılığında ihale yöntemiyle mültezimlere bırakmıştır. Fakat mültezimlerin aşırı kâr hırsı, sistemi zayıflatmıştır. 19.ncu yüzyılın ikinci yarısında bu düzen değiştirilince toplumdaki tüm dengeler yerinden oynamıştır. Bu boşluktan yararlanan ağalar, beyler, ayanlar ve güçlü devlet memurları Doğu ve Güney Doğu'da köylüyü üzerinde ekip biçtiği arazi ile birlikte sahiplenmişlerdir. Bunun sonucunda köylü, "maraba" durumuna düşmüştür. Diğer bir deyişle, yetiştirdiği ürünün toplamı üzerinden pay alan üretici olmuştur. Ayrıca bu kesim, toprak mülkiyetine el koymuş ve 1808 Senedi İttifak kararıyla bu durumu devlete kabul ettirmişlerdir. Fakat arazinin hukuki mülkiyetine sahip olamamışlardır. Osmanlılarda toprakların büyük bir kısmı, miri arazi olup sonuçta mülkiyeti devletindir. Çıplak mülkiyeti (rakabesi) devlete ait olan arazi, işletilmek üzere bir bedel (tapu) karşılığında köylüye verilmekte idi. Köylü kendi ihtiyacı kadar toprağı, devlet görevlisi olan sipahiden tapu resmi olarak bilinen peşin kira ödeyerek kiralardı. Eğer kiralama şartlarına uymayacak olur ise, kiraladığı toprağın elinden alınmasına ve ödediği resmin yanmasına razı olurdu. Köylü, işlediği toprak karşılığında onda bir ile onda beş oranındaki bir payı (çift akçesi), devlete verirdi. Köylü, toprağı üç yıl boş bıraktığı takdirde, toprak elinden alınır ve bir başkasına verilirdi. Toprak, babadan oğula mülk şeklinde geçer, erkek çocuk olmaması durumunda erkek kardeşe veya yakın akrabalara yeniden kiralanırdı. Devlet, araziyi çıplak mülkiyet (rekabe) hakkına dayanarak her zaman geri alabilirdi. Bu sistem 16.ncı yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başlamış, miri toprak düzeni orijinalliğini kaybetmiş, tımar sahipleri arazinin sahibi gibi hareket etmeye başlamışlardır. |
Batılılardan gelen baskılarında etkisiyle Osmanlılarda geçerli olan tarımda devlet mülkiyeti (miri arazi) sistemi yerine, tarımı özel mülkiyete açmayı, toprağı fiilen işleyenin mülkiyetine bırakmayı amaçlayan ve 1858 Arazi Yasasıile miri arazinin hukuki rejimi yeniden belirlenmiştir. Yasada küçük çiftçileri koruyucu, toprakların belli ellerde toplanmasını önleyici, toprağın alım satımını yasaklayıcı, yabancıların tarım arazisi almasına engelleyici hükümler bulunmasına rağmen, daha sonra tüm kısıtlayıcı hükümler ortadan kaldırılmıştır. 1866 yılında çıkarılan bir Yasa ile yabancılara toprak alma hakkı tanınmış ve izleyen yıllarda Batı Anadolu'da yabancıların eline geçen topraklar, 56 milyon dönüme ulaşmıştır. Arazi Yasası, köylülerin işledikleri topraklar üzerinde fiili denetim kuran toprak ağalarının gücünü meşrulaştırmıştır. Ayrıca Yasa, miri arazilerin mültezimler, esnaf, nüfuzlu kamu görevlileri ve paşalar tarafından paylaşılmasına yol açmıştır. Bu dönem, 4.10.1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanun'a kadar devam etmiş ve bu Yasa ile mutlak mülkiyet esası getirilmiştir. Devlet böylece, rakabe hakkına dayanarak araziyi geri alma hakkını kaybetmiştir. Sonuçta, miri arazi değil, mülk arazisi toprak mülkiyetinin esasını oluşturmuştur. Medeni Kanun, on yıl nizasız ve fasılasız hüsnüniyetle ve malik sıfatıyla tasarruf edilen arazinin tapu dairesine zilyetleri namına tescil edilmesini kabul ederek, arazi üzerinde özel mülkiyet hakkını tesis etmiştir. Böylece, piyasa ekonomisine geçişte önemli bir adım atılmıştır. OSMANLI DEVLETİNDE SANAYİ SEKTÖRÜNÜN GELİŞİMİ Osmanlı Devleti'nin ekonomisi tarıma dayalı bir yapıda olduğu için, sanayi sektörü nisbi olarak ikinci planda kalmış ve içinde bulunulan şartlarda sanayileşme çabaları başarıya ulaşamamıştır. Dolayısıyla bugün Türkiye'nin sanayileşme seviyesinin, Batılı gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmasının en önemli sebebini oluşturmuştur. Aslında Batı'da sanayileşme devrimi başlamadan önce 15-18.nci yüzyıllarda Osmanlı imparatorluğu dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri idi. Lonca örgütlenmesiyle çinicilik, dokumacılık, gemi yapımı alanlarında oldukça ileri bir durumdaydı, İngiltere'de 18.nci yüzyıl ortalarında buharın makineye uygulanması sonucunda başlayan "sanayi devriminden" Osmanlılar, gerekli şekilde haberdar olamamışlardır. Bu durum sanayileşme sürecinin ülkeye gelmesini engellemiştir. Böylece ekonomide makine gücüne dayanan bir sanayi kurulamamış, geleneksel sisteme dayanan yerli sanayi de hızla gerilemiştir. |
Adam Smith'in liberal ekonomi kurallarının, Batı'nın baskısı sonucunda özelikle 1838 Osmanlı İngiliz Ticaret Anlaşması ile Osmanlı Devleti'nde uygulanmaya çalışılması, Osmanlı döneminde sanayiin daha doğmadan ölmesine yol açmıştır. Nitekim bu durumu Ahmet Mithat, 1889 tarihinde aynen şöyle ifade etmiştir: "Adam Smith'in serbest-i mübadele usulü bugünkü günde umum Avrupa mekteplerinde ekonominin suret-i ahiresi olmak üzere tedris olunur. Fakat Avrupa Hükümetlerinin hiçbiri nezdinde tatbik için kabul olunmamıştır. Hürriyet-i mutlaka-i mübadeleyi bugünkü günde Avrupa'da kabul edebilecek ne bir devlet ne bir millet yoktur. Her gün gazetelerde gördüğümüz himay~i sanayi, muhafaza-i ticaret, nahoşnudi-i amele vesaire mebahisi bunu müeyyiddir. Adam Smith'in ekonomisini mekteplerde tedris etmek kiliselerde "size en büyük fenalık edenleri ezdilü can seviniz! Bir yanağınıza tokat vuranlara diğer yanağınızı da çeviriniz!" diye verilen vazü nasihatlara benzer... Bizim mekâtibi âliyemizde Adam Smith ekonomisinin güya bir kanun, bir düştürül amel suretinde telâkki edilmesi teessüf-ü az'mi muciptir..." Bu olumsuz gelişmede, özellikle İngiliz ve Fransızlarla imzalanan ticari anlaşmalar sonucunda bu ülkelere sağlanan ayrıcalıkların, koruyucu bir gümrük sisteminin uygulanmasına imkan tanımamasının da etkisi olmuştur. Sanayileşme imkan ve fırsatını kaçıran Osmanlılar, ülkenin, kısa sürede sanayileşerek zenginleşen Batı'nın bir "açık pazarı" olmasına engel olamamışlardır. Aslında Osmanlı aydınları arasında da, ikinci Meşrutiyet'e (1908) kadar, ekonomik gelişme için sanayileşmenin gerekli olduğuna inanan iktisatçı ve devlet adamı da pek yoktur. Büyük çoğunluk, sanayileşmeyi kaynak israfı olarak görmüşlerdir. Buna rağmen devletin ve ordunun temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere bazı küçük ölçekli sınai tesisler kurulmuştur. Mesela 1810 yılında devlet sermayesi ile Beykoz Tesisleri (askeri kundura, çizme, palaska, fişeklik imalatı), 1835'de Feshane Tesisleri (çuha, fes, battaniye üretimi) gibi. |
İkinci Meşrutiyet'in 1908'de ilan edilmesiyle, sanayileşme olmadan ülkenin kalkınamayacağını ileri süren fikir ve devlet adamlarının sayısı artmaya başlamıştır. Gelişen milliyetçilik akımları, ekonomi alanında da kendini hissettirmiş ve ekonominin korunması ve sanayiin teşvik edilmesinin gerekliliği üzerinde durulmaya başlanmıştır. Bu ortamda Aralık 1913 tarihinde, iktidardaki ittihat ve Terakki Hükümeti sanayileşmeyi teşvik etmek amacıyla Teşviki-i Sanayi Kanunu Muvakkatini (Geçici Sanayi Yasasını) yürürlüğe koymuştur. 1914 yılında Yasanın tüzüğü, 1917'de ise yönetmeliği çıkarılarak kapsamlı bir mevzuat hazırlanmış fakat araya giren I.nci Dünya Savaşı dolayısıyla bu düzenlemelerden yeterince yararlanılamamıştır. Bu mevzuat, daha sonra 1927 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nde yeniden düzenlenerek yürürlüğe konmuştur. Yasa, beş beygir gücü enerji kullanarak ham ve yarı mamul maddelerin şeklini değiştiren, en az bin liralık araç ve gerece sahip olan ve yılda 750 işgücü tutarında işçi çalıştıran işyerlerini kapsamıştır. I.nci Dünya Savaşı esnasında, Yasa değiştirilerek, yabancı kuruluşlar teşvik kapsamından çıkarılmış ve ayrıca Batılılara verilen kapitülasyonlar kısmen kaldırılarak gümrük oranları arttırılmıştır. Yasa, vergi muafiyeti, bedava arazi, geçici gümrük muafiyeti, kamunun öncelikle bu tesislerin ürünlerini satın alma zorunluluğunu getirmiştir. Fakat bu ayrıcalıklardan daha çok yabancılar yararlanmışlardır. Yasa, sanayi kuruluşlarını finanse edecek bir kredi kuruluşuna yer vermemesi ve milli sanayi kesimini dış rekabete karşı koruyacak önlemleri içermemesi açısından eleştirilmiştir. Yayınlanmasından sonra 117 kuruluş, teşviklerden yararlanmak için başvurmuştur. Bunların %55'ni oluşturan 65 adedi, İstanbul ve civarında idi. Osmanlı Devleti'nin son yıllarında sanayiin durumu ve gelişimi konusundaki bilgiler, 1913 ve 1915 yıllarında Ticaret ve ZiraatVekaletleri tarafından İstanbul, Bursa, Bandırma, İzmir, Uşak gibi Batı Anadolu’yu kapsayan illerde yapılan sanayi sayımlarına dayanmaktadır. En az 10 işçi çalıştıran ve Teşviki Sanayi Kanunu kapsamına giren kuruluşların sayım sonuçları, 1917 yılında yayınlanmıştır. Buna göre Osmanlı Sanayi, tüketim malları üretmekte, ara ve yatırım malları üreten sanayi dallarına sahip bulunmamaktadır. Sanayinin hammaddesi tarıma dayanmaktadır. Sanayi kuruluşları aşırı derecede Batı Anadolu'da yoğunlaşmıştır. Mesela bunlardan %55'i İstanbul, %22'si İzmir'de toplanmıştır. Sayımlarda yer alan 264 kuruluştan %19'u (50 adet) devlete veya anonim şirketlere, %81'i ise (214 adet) gerçek kişilere aittir. Son grubun %20'si (42 adet) Türk ve Müslümanlara geri kalan %80'i (172 kuruluş) ise Rum, Ermeni, Yahudi ve yabancı olarak gayrimüslimlere aittir. |
1915 sayımına göre Osmanlı Sanayiinde Türkler, sermayedar ve işçi olarak %15 oranında yer tutarken, Rumlar sırasıyla %50 ve %60, Ermeniler %20 ve %18 ve Yahudiler de %95 ve %10 oranında bir paya sahiptirler. Büyük sanayi tesisleri, kamu tarafından ordunun ve sanayiin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuşlardır. Sanayide, yabancı sermayenin payı düşük, çevirici güç yetersiz, teknoloji geri idi. 264 sanayi kuruluşunda toplam 20.977 beygir gücünde çevirici güç kullanılmıştı. Bu gücün %76'sı buhar makinelerinden, %13'ü petrol kullanan içten yanmalı motorlardan ve %6.5'ide elektrik motorlarından sağlanıyordu. Enerji daha çok kol gücüne dayanıyordu. Osmanlı Devleti'nde ilk elektrik enerjisi üretim birimi, 1902'de Adana'da kurulmuş ve 1913 yılında İstanbul'da bir benzeri faaliyete geçmiştir. 1913-1915 sanayi sayımları sonuçlarına göre, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Osmanlı Devleti arazisinde kurulmuş sanayi tesisleri şunlardır: - Fabrikalar:2 makarna, l bira, 6 konserve, 7 yünlü dokuma, 2 pamuk ip lik ve dokuma, 1 iplik dokuma, 5 çeşitli dokuma, 8 sigara kağıdı, 5 madeni eş ya, l kimyasal ürün, - İmalathaneler:l buz, 3 kireç. 3 tuğla, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen, - Diğerleri:20 un değirmeni, l1 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 30 ham ipek atölyesi, 35 matbaa. OSMANLI'DAN KALAN A. GİRİŞ Ekonominin bugünkü yapısı ve sorunları, tarihsel gelişme süreci içinde açıklanabilir. Ekonomik gelişmeyi belirleyen iç ve dış etmenlerin saptanması, bunların zaman içinde evrimi temel yöntem olarak benimsendiğinde çözümlemeye Osmanlı ekonomisiyle başlamak gerekmektedir. Cumhuriyet dönemindeki ekonomik gelişme, İmparatorlukları devir alınan bir yapı üzerinde oluşmuştur; onun bir uzantısıdır. Bu durum, yalnız üretim yapısı için değil, ekonomik gelişmenin diğer öğeleri için de geçerlidir. Bu nedenle bu bölümde Osmanlı ekonomik ve toplumsal yapısının son dönemlerine kısaca değinilecektir. Osmanlıda üretim çok büyük ölçüde tarıma dayalıdır. Sanayi gelişememiş, buna karşılık özellikle ticaret, ulaştırma ve bankacılık gibi hizmet kesimleri İmparatorluğun son 50-60 yılında önemli sermaye birikimine konu olmuştur. Bu kesimler çok büyük oranda azınlık ve yabancı sermaye egemenliğindedir. |
"Etkin ve ileri" sayılan Osmanlı yapısının, sanayileşme yönünde dönüşüm sağlayamaması, kapitalist yoldan gelişememesi değişik iç ve dış etmenlere bağlanmaktadır. Bunların göreli önlemlerinin belirlenmesi yerine kısaca sıralanmaları, bu çalışma için zorunluluktur. Onaltıncı yüzyılın sonlarında İmparatorluk yeni toprak kazanımının sonuna gelmiş ve bu yoldan sağlanan gelirler kesilmiştir. Bununla eşanlı olarak dünya ticareti Akdeniz limanlarının dışına kaymıştır. Altın ve gümüş miktarının, Yeni Dünyanın sunumu sonucu artması para-fiyat dengesini sarsmıştır. Bu sırada İngiltere'de başlayan yeni üretim biçimi ve teknolojik gelişme karşısında Osmanlı'nın pazarını yabancı sınai ürünlere, "dışa" açması, varolan sanayii yıkıma sürüklemiştir. Neredeyse süreklilik kazanan savaşlar, merkezi yönetimin elinde toplanan tarımsal artığın yeniden üretime dönüşmesine olanak vermemektedir. Ayrıca Osmanlı'da bu dönüşümü sağlayacak yeni örgütlenme süreci ortaya çıkmamakta; değişik etnik gruplardan oluşan toplumsal yapı bu alanda ekonomik İşbölümüne dayanmaktadır: Tarımsal üretimde Türkler, sanayi ve hizmetlerde azınlık ve yabancılar egemendir, çoğunluktadır, imparatorluğun değişik etnik grupları siyasal ve ekonomik bağımsızlık peşindedir ve bu girişimler dönemin büyük devletlerince açıktan desteklenmektedir. Osmanlı,varlığını sürdürmek için, sermaye birikimi için değil, sürekli savaşmak durumundadır. Sonuçta, bu savaşları kazansa da kaybetse de, kaybetmektedir. Osmanlı'nın son döneminde (son 50-60 yılında) sermaye kaynaklarının ilginç bir görünümü vardır; hükümet, kamu maliyesini, dış ticareti ve para sunumunu denetleme yetkilerinden bile yoksundur. Kamu gelirlerinin giderleri karşılamaması sonucu ağır koşullarla dış borçlanmaya gidilmektedir. Tarımsal ürün fazlası sanayie aktarılamazken, sanayi ve hizmet kesimlerini ellerinde bulunduranlar kârlarını yeniden üretimde kullanmamaktadır. Bu olguda o dönemin uluslararası sermayesinin niteliği ve Osmanlı'ya güvensizlik etkili olmuştur, denilebilir. Türdeş olmayan toplumsal-ekonomik yapı, bir yandan artık kitle üretimine dayanan yabancı sınai malların pazarı durumuna gelmiş diğer yandan da Batı Anadolu tarımıyla tüm hizmet kesimlerini yabancı sermayeye açmıştır. Bu ekonomik ve toplumsal yapı makro-ekonomi politikalarının ülke içinde oluşturulmasına olanak vermemektedir. |
Önce, İmparatorluk ekonomiyi tümüyle düzenleyecek maliyepolitikası araçlarından yoksundur. Azınlık ve yabancılara tanınan ayrıcalıklar kamu gelirlerinin çok büyük ölçüde tarımdan sağlanmasını zorunlu kılmaktadır, örneğin kamu gelirlerinin 1909-1910'da yaklaşık yüzde 40'ı aşar ve hayvan (ağnam) vergilerinden oluşmaktadır. Ek olarak, arazi, bina, tütün, ipek ve tuz gibi mallardan alman vergiler de dikkate alınırsa, kamu gelirlerinin yarısından fazlasının kırsal kesimden sağlandığı sonucuna varılır. Buna karşılık kırsal kesime yapılan kamu harcaması çok azdır. Diğer yönden, tüm yabancılar, azınlık grupları (askerlik bedeli olan ve 1909'dan sonra kaldırılan cizye dışında) vergi vermemektedir. Ek olarak tüccar, sanayici grupları, serbest meslek sahipleri ve İmparatorluğun son yıllarına kadar İstanbul halkı-vergi vermemektedir. Bu konudaki yeniden düzenleme girişimleri etkisiz kalmıştır. Osmanlı'da toplam vergi yükü "ağır" sayılmazsa da bunun çok eşitsiz dağıldığı açıktır. Kaldı ki, tarımdan alınan vergilerin de, katkılı üretim değeri üzerinden (masraflar çıkarılmadan) alınması sonucu, üretim üzerine etkisi olumsuzdur. İkinci olarak, Osmanlı'nın para durumu da denetim dışı bir özellik taşır. Para düzeni, değişik madeni paralar ve Osmanlı Bankası'nın çıkardığı banknotlara dayanmaktadır. Bunlarla birlikte, birçok yabancı para da kullanılmaktadır. Hükümet para konusunda sık ak yeniden düzenlemelere gitmişse de bu girişimler etkili olamamıştır. Madeni paralar, 1881'de altın liranın 7,216 gram altın karşılığı olarak tanımlanması (bu 18 İngiliz Şilin'i ya da 4,40 ABD dolarına eşitti) ve bunun 100 kuruş sayılmasıyla yeniden belirlendi. Gümüş mecidiye 20 kuruş karşılığı olarak tanımlanıyordu. Ancak gümüşün değer kaybetmesi ve bakır mecidiye basılması, Osmanlı'da biri altın (gerçek, sağ kuruş) diğeri de gümüş (çürük kuruş) olmak üzere ikili para yapısına yol açtı. Para birimi farklılıkları, madeni paraların eritilerek yenilerinin çıkarılmasına neden oluyor, ayrıca para üzerinde spekülasyona yol açıyordu. Osmanlı Bankası banknot çıkarımını iç ve dış piyasa koşullarına göre düzenliyordu. I. Dünya Savaşı sırasında hükümet banknot çıkarma yetkisini üzerine aldı ve banknot miktarını yaklaşık 1,5 milyondan 160 milyon dolayına çıkardı. Bu uygulama yalnız enflasyonu körüklemekle kalmadı, altın lirayı da kullanımdan kaldırdı. Osmanlı'da sermayenin dışkaynaklan önemli ve belirleyicidir. Bunlar, dış borçlar ve yabancı sermayedir. Dış borçlar da özel kaynaklardan sağlandığından, dış sermayenin kaynak farkı yoktur. |
Osmanlı dış borçları ülkenin kaynaklarını yabancılara aktarmanın bir aracı niteliği taşımış, alınan borçlar yeniden üretimde kullanılamamıştır. Daha çok hükümetin cari giderlerinde kullanılan dış borçlar, bir yandan birikimli olarak artmış, diğer yandan da kamu gelirlerinin önemli bir kısmına yabancıların doğrudan el koymasına yol açmıştır. Osmanlı'nın ödeme olanağı kalmadığım bildirmesi üzerine 1881'de Muharrem Kararnamesiyle kurulan ve yabancı ve Osmanlı temsilcilerinden oluşan Düyun-u Umumiye İdaresi diş borç anapara ve faizlerini karşılamak üzere vergi gelirlerine el koyabiliyordu. Dış borçların kesin miktarı tartışmalıdır. Son yıllarda yapılan araştırmalar toplam borç miktarının 399,5 milyon lira olduğunu, bunun yüzde 45'inin eski borçların ödenmesinde, yüzde 6'sının askeri harcamalarda, yüzde 5'inin yatırımlarda kullanıldığını, yüz de 34 gibi bir bölümünün de komisyon ve (borç senetlerinden doğan) değer kaybını karşıladığını göstermektedir. Kalanı hükümetçe diğer işlerde kullanılmıştır. Osmanlı borçlarının Lozan'da belirlenen miktarı 129 348 910 altın liradır ve bunun 85 milyon dolayında bir bölümü Türkiye'nin payına düşmüştür. Kısaca bu ağır borçlanmanın ekonomiye kaynak kaybından başka katkısı olmamıştır. Sermayenin ikinci dış kaynağı yabancı sermaye yatırımlarıdır. Eldeki verilere göre yabancı sermaye, çok büyük ölçüde ulaştırma, banka-sigorta, elektrik-su ve ticaret gibi hizmet kesimleriyle madenciliği yeğlemektedir (Tablo: II.1). Yabancı sermayenin adı geçen sektörlerde yoğunlaşması, ekonominin niteliğinden, iç etmenlerden çok, kendi gelişme düzeyine bağlıdır. Tarımda, yalnız Batı Anadolu'da görülen çok sınırlı yabancı sermaye bir tarafa bırakılırsa, yabancı sermayenin, madencilik dışında, üretime katkısı olmamıştır. Yabancı sermaye yatırımlarının sektörel dağılımı, sanayide getirişinin göreli olarak yüksek olmasına karşın, yalnız yüzde 8 dolayında bir bölümünün bu kesime gittiğini göstermektedir. Yabancı sermayenin kaynak ülkelerine göre dağılımı Osmanlı'nın dış ekonomik ilişkileri konusunda bir fikir verebilir. Yabancı sermayenin yüzde 44 dolayında bir bölümü Fransız, yüzde 34 gibi bir kısmı Alman ve yüzde 17 dolayında bir bölümü de İngiliz kökenlidir. Kalanı ise Belçika, ABD gibi ülkelerden kaynaklanmıştır. Dış borçların ülke kökenleri oldukça farklıdır; yüzde 53,8 Fransız, yüzde 11,2 İngiliz, yüzde 10,4 Alman ve yüzde 24,5 diğerleri. Toplam yabancı sermaye konusunda değişik tahminler yapılmaktadır. Ancak El-dem (s. 190-191)'de aynı sayıları belirtmekte, yalnız devlet borçlarını 149,48 yerine 96,6 milyon almaktadır. Ayrıca belirtilmelidir ki burada verilen dış borç sayıları, biraz önce sözü edilen miktardan farklıdır. Diğer yönden Eldem'e göre, demiryolu yatırımlarının 33,7 milyon lirası, banka-sigorta yatırımlarının 5,6 milyonu, elektrik-su yatırımlarının 3,1 milyonu ve ticaret sermayesinin 2,1 milyonu şimdiki sınırlar içindedir. |
Yabancı sermaye yatırımlarının çok büyük bir bölümü, yüzde 68 gibi bir kısmı, demiryollarına yapılmıştır. Demiryolu yapımının o dönemde ekonomik gelişmenin bir göstergesi sayıldığı göz önünde tutulursa, Osmanlı'nın bu alanda belli bir çabaya girdiği sonucuna varılabilir. Ancak bu süreci besleyecek üretim dönüşümü sağlanamamıştır. Demiryollarından sonra gelen ikinci önemli alan bankacılık ve sigortacılıktır. Bu durum Osmanlı'da para ticaretinin çok kârlı olduğunu, ek olarak da sermayenin 'güvence' aradığını gösterir. Yabancı sermaye yatırımlarının, yıllık net getirişinin sektörel dağılımı ilginç ipuçları vermektedir. Getiri oranı bankacılık ve sigortacılıkta yüzde 10'dan fazladır ve bunu yüzde 8,7 ile devlet borçlan izlemektedir. Kısaca Osmanlı Devleti'ne borç verme yabancılar için en kârlı yatırım alanlarından biridir. Yıllık getiri ayrıca ülke dışına kaynak aktarılmasının da bir göstergesidir. Nitekim yabancı sermaye yatırımları ve devlet borçlan karşılığı olarak ödenen miktar yılda 16 milyon Osmanlı lirasından fazladır. Buna 8 mil-yon dolayındaki dış ticaret açığının eklenmesiyle 24-25 milyon Osmanlı lirasına ulaşılır. Aynı yıllarda Osmanlı toplam yurt içi ulusal gelirinin 203,690 milyon Osmanlı Lirası olduğu düşünülürse bunun yüzde 12's.i gibi bir bölümünün yurt dışına aktarıldığı sonucuna ulaşılır. TABLO: II.1. Osmanlı imparatorluğunda Yabancı Sermaye Yatırımları (Bin Osmanlı Lirası Olarak) Yatırım miktarı Yatırımların yıllık net getirisi (2/1).100 53.310 1.040 1,95 5.700 170 2,98 4.700 160 3,40 6.500 560 8,61 2.660 --- --- 3.580 230 6,42 8.200 890 10,85 --- 420 --- 84.660 3.370 3,98 149.480 13.000 8,70 234.140 16.370 6,99 Kaynak: Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c. 2, İstanbul: Gözlem, 1975, s.949. |
Kısaca özetlenen sermaye kaynakları ve bunların kullanımı, Osmanlı'da belirli bir ekonomik gelişme politikasının düzenlenemeyeceğini gösterir. Bu sonuç alt sektörlerin incelemesiyle daha da açıklık kazanacaktır. Ancak bu yargı, Osmanlı'da ekonomiyi bütünüyle yeniden düzenleme, ya da ekonomik gelişme politikası oluşturma doğrultusunda çaba harcanmadığı anlamına gelmez. Vurgulanmak İstenen, sermaye mülkiyetinin ve sermayenin kullanımının bir ekonomik gelişme politikası oluşturmaya uygun olmadığıdır. Bir başka değişle Osmanlı yönetimi ile sermaye kaynaklan arasında uyuşmazlık vardır. Bu uyuşmazlığı sermayeye sağlanan ayrıcalık ve güvenceler de giderememiştir. Osmanlı ekonomisinin göreli olarak en gelişmiş kesimi olan hizmetlerde egemen olan yabancısermaye, çıkış ülkesinin ekonomik konumuna uygun bir işbölümü yapmıştır: Ticaret kesiminde İngiliz, borç verme ve para işlemlerinde Fransız ve demiryollarında Alman sermayesinin göreli üstünlüğü. Yabancı sermaye doğal olarak, ekonomik yönden görece gelişmiş olan, belirli bir sermaye birikimine sahip azınlık gruplarıyla işbirliği içindedir. Hizmet Sektörleri Tarım, sanayi ve madencilik dışında kalan ve bugün sektörler ayırımında hizmet sektörü içinde yer alan, bankacılık, ulaştırma ve ticaret vb. gibi iktisadi faaliyet alanları, Osmanlı Devleti'nde Birinci Dünya Savaşı arifesinde, GSMH'nın yaklaşık %33'ünü sağlıyordu. Hizmet sektörü Osmanlı Devletinin son döneminde hızlı bir gelişme göstermiştir. Ekonominin adeta açık pazar haline dönüşmesi ile bankacılık, demiryolu işletmeciliği ve dış ve iç ticarette önceki dönemlerde görülmemiş bir gelişme kaydedilmiştir. Genellikle, doğrudan üretken sayılmayan hizmet sektörünün gelişmesi, büyük ölçüde üretken sektörlerin gelişmesine bağlıdır. Üretken sektörlerdeki gelişme ve canlılık hizmetlere olan talebi artırır ve bu talebi karşılamak için hizmet arzı artar. Fakat üretken sektörlerle hizmet sektörü arasındaki bu ilişki tek taraflı değildir. Hizmet sektöründeki gelişme üretken sektörler için gerekli sosyal ve ekonomik alt yapının oluşmasını sağlar: Üretken sektörler böylece bir dizi dışsal ekonomilerden yararlanırlar. İşte bu nedenle piyasa ekonomisine dayalı iktisadi kalkınma plânlarında devlet hizmet sektörünün gelişmesi için alt yapı yatırımları yapar, teşvikler uygular. |
Osmanlı Devletinin son döneminde demiryolu işletmeciliği, bankacılık ve ticaret alanındaki gelişmelerin ülke içerisinde tarım ve sanayi sektörlerindeki gelişmelerden kaynaklandığını ileri sürmek mümkün değildir. Bu sektörlerin gelişmesinde ekonominin dışa açılması ve Batılı kapitalist ülkelerin Osmanlı Devletindeki iktisadi çıkarlarını artırmak için bu alanlara yaptıkları yatırımlar birinci derecede rol oynamıştır. Bunun yanında, özellikle demiryolları yapımında Osmanlı Devletinin çabalarını unutmamak gerekir. Osmanlı Devleti, içe kapalı tarım alanlarını piyasaya açmak, madenlerin işletilmesini kolaylaştırmak için demiryolu yapımına büyük önem vermiştir. Bu amaçla yabancılara verilen ayrıcalıklar, teşvikler olağanüstüdür. Bu politika ile Osmanlı Hükümetleri bilinçsiz olarak yabancılara verilen kapitülasyonları artırmışlar, yabancı şirketlerin Osmanlı topraklarında devlet İçinde devlet olmaları yolunu açmışlardır. Bankacılık ulaştırma ve ticaret alanındaki gelişmeler Osmanlı ekonomisinde tarım ve sanayi sektörlerini tamamlamaktan çok, kapitalist Batı ülkelerinin Osmanlı Devletindeki ekonomik hakimiyetini pekiştirmiştir. Osmanlı ekonomisinin Batıya bağımlılığı artmıştır. Batının Osmanlı üzerindeki emperyalist emelleri giderek gen işlemiştir. Osmanlı Devletine yabancı sermaye yatırımları 19. yüzyılın ikinci yarısında dış borçlanmanın başladığı yıllarda girmiştir. Batının Osmanlı İle yaptığı ticaretin kapsamı genişledikçe yabancı sermaye bu ticareti kolaylaştıracak hizmet alanlarına yatırımlarını artırmıştır. 1914 yılına kadar Osmanlı Devletine 74.3 milyon İngiliz sterlini (81.7 milyon lira) yabancı sermaye yatırımı yapılmıştır. Bu yatırımın 61.3 milyon sterlini demiryolu inşaatı, bankacılık ve ticaret faaliyetinde toplanmıştır. |
Yabancı sermaye Osmanlı Devletinde 1914 yılına kadar demiryolu inşası için 46.9 milyon sterlin yatırım yapmıştır. Bu yatırımın %49.6 sı Fransızlara, %36.8'i Almanlara ve %9.8 i İngilizlere ait idi. Demiryolu yapımı ve işletmesi yabancı sermayedarların en cazip buldukları ve kendi aralarında kıyasıya rekabet ettikleri alan idi. Yabancı sermayenin demiryolu yapımı ve işletmesinde çok istekli davranmalarının birinci nedeni bu amaçla Osmanlı Devleti ile yaptıkları imtiyaz anlaşmalarının çok geniş kapsamlı tutulmasıdır. Yabancı sermayedarlar inşa ettikleri demiryolu güzergâhında ticaret yapma imtiyazına sahip olmakla yetinmemişler, tüm yerüstü, yeraltı zenginliklerini de kontrollerine almayı ve nüfus bölgeleri kurmayı da istemişlerdir. Ve bunda başarılı da olmuşlardır. Bağdat demiryolu hattının yapımı için Almanlarla yapılan imtiyaz antlaşması bu konuda çok açık bir örnektir. Bağdat demiryolu hattı imtiyazının ele geçirilmesi için Batılı kapitalistlerin Osmanlı Devleti üzerindeki baskıları ve kendi aralarındaki rekabetleri ayrı bir araştırmaya konu olacak kadar zengindir. Birinci Dünya Savaşının nedenleri arasında Bağdat demiryolu imtiyazı mücadelesini gösterenlere katılmamak mümkün değildir. Batılı kapitalistler için Osmanlı topraklarında demiryolu inşasını cazip hale getiren ikinci neden "km garantisi" denilen yöntemdir. Osmanlı Devleti yapılan demiryollarına borçlanarak sermaye katkısında bulunduğu gibi, yabancı şirketlere km başına bir teminat ödemeyi de kabul etmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti demiryolu inşaat ve işletmesinin mutlaka kâr etmesini teminat altına almıştır. Birinci Dünya Savaşından önceki 30-40 yıllık dönemde yabancı sermaye yatırımlarının demiryollarında yoğunlaşması Osmanlı topraklarına has bir durum değildi. Yabancı sermayenin Osmanlı Devletindeki sektörsel dağılımı, 19. yüzyılda dünya çapındaki genel dağılımına ana hatları ile benzemektedir. |
1914 yılına kadar Osmanlı toprakları üzerinde 6107 km demiryolu inşa edilmişti. Bunun 4037 km si yabancılar tarafından yapılmış ve işletilmişti. 1899-1909 döneminde yabancı demiryolu şirketlerinin 26 milyon sterlin kâr ettikleri, ayrıca Osmanlı hükümetinden 10 milyon sterim km. garantisi aldıkları tespit edilmiştir. Bu verilere göre, yabancı şirketler demiryollarına yaptıkları 46.9 milyon sterlin tutarındaki yatırımın çok büyük bir bölümünü kısa sürede ve doğrudan geri almışlardı. Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine 4100 km. demiryolu intikal etti. Cumhuriyet hükümetleri bu demiryollarını satın alarak millileştirdi. Tüm bu çabalara ve verilen ölçüsüz taviz ve imtiyazlara karşılık geniş Anadolu toprakları üzerinde demiryolu hattı çok yetersizdi. Bu konuda bir fikir vermek düşüncesi ile 1911 yılında Avrupa'da demiryolu uzunluğunun 338.9 bin km. olduğuna değinelim. 1920'lerde kara ve denizyolu ulaştırmasının daha da geri olduğu söylenebilir. Cumhuriyet döneminde özellikle 1939' a kadar demiryollarının geliştirilmesi politikası devam etmiştir. Osmanlı'dan devir alınan hatlarda bakım ve onanın faaliyetleri sürdürülmüş, demiryollarının uzunluğu yeni hatların eklenmesi ile iki katına çıkarılmıştır. Yabancı sermayenin Osmanlı Devletinde kârlı buldukları diğer bir alan bankacılık sektörü olmuştur. Osmanlı Devleti ile ticaret ilişkisi kuran hemen her Batılı kapitalist ülke Osmanlı Devletindeki kârlı para ticaretinden pay kapmak için Osmanlı topraklarında banka şubesi açmışlardır. Bu alanda ulusal kuruluşların gelişmemiş olması yabancı bankaların faaliyetlerini kolaylaştırmış ve genişletme imkânı vermiştir. Yabancı bankalar dolaysız yabancı sermaye yatırımlarına katılmıştır, özellikle tahvil ve hazine bonosu satın alarak devlete borç vermeyi cazip bulmuşlardır. Yabancı sermaye 1914 yılına kadar Osmanlı Devletinde bankacılık sektöründe 9.8 milyon Lira (9.8 İngiliz Sterlini) tutarında yatırım yapmıştır. Bu alanda en büyük pay %38.2 ile Fransızlara ait idi. İkinci sırada %33.1 ile İngiliz sermayesi, üçüncü sırada %19.7 ile Alman sermayesi gelmekte idi. Yabancı bankalar Osmanlı Devletinde ticaretin geliştiği ve tarımsal üretimin pazara açıldığı bölgelerde yabancı ve gayrimüslim tüccarlarla işbirliğine giderek tarımsal ve madensel hammaddelerin ucuza kapatılması operasyonuna katılmışlardır. Ulaştırma ve madencilik alanında yatırım yapan yabancı sermayeye aracılık etmişlerdir. |
Osmanlı Devletinde yerli (milli) sermayeye dayalı ilk bankacılık girişimi Mithat Paşanın 1863'de kurduğu Tarım Kredi Kooperatiflerinin Ziraat Bankasına dönüştürülmesidir. Ziraat Bankası tarım sektörüne ucuz kredi sağlamak için örgütlenmiş bir devlet bankası idi. Osmanlı Devleti döneminde bankacılık alanında etkili bir rol oynadığı söylenemez. Ulusal bankacılık sermaye ve girişimci eksikliği yüzünden gelişmemiştir. Bankacılık alanında İkinci Meşrutiyete kadar yabancı sermaye mutlak olarak hakimiyetini sürdürmüştür. Osmanlı Devletinde yabancı bankaların özellikle Fransız-İngiliz ortaklığı ile kurulan Osmanlı Bankasının (Bank-ı Osmani-i Şahane 1863) etkisi çok fazla idi. Osmanlı Bankası Devletle yaptığı 1875 imtiyaz antlaşması ile devlet bankası görev ve yetkilerine sahip olmuştur. Osmanlı Bankası Osmanlı Devletinde emisyon yetkisini ele geçirmiş ve kullanmış bir bankadır. Bankanın bu imtiyazı Cumhuriyet döneminde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) kuruluncaya kadar devam etmiştir. Osmanlı Bankası kuruluşundan itibaren Osmanlı iktisadi ve mali yaşamına etkili biçimde katılmıştır. Osmanlı Devletinin dış borçlanmasını yönlendirmiş, DUİ'nin kurulmasında rol almış, Tütün Rejisinin kurulmasına katılmıştır. Osmanlı Bankası, DUİ ile birlikte Osmanlı maliye ve ekonomisini yönlendiren etkili bir kuruluştu. Daha doğru bir ifade ile, Kapitalist Batı Ülkeleri sözü edilen kuruluşlar ve şirketleri aracılığı ile Osmanlı ekonomisini kontrollerine almışlardı. Ekonominin diğer alanlarında olduğu gibi bankacılık alanında da İkinci Meşrutiyet döneminde bir milli uyanış olduğu görülmektedir. İttihat ve Terakki Hükümetleri ülkede sermaye birikimini gerçekleştirmek, Müslüman-Türk unsurların sanayi ve ticaret sektörlerine girişini teşvik etmek için yerel ve milli bankalar kurulmasına öncülük etmiş, bu yöndeki girişimleri desteklemiştir. Hükümet para ve kredi piyasalarını millileştirmeyi amaçlamıştır. Özellikle, piyasaya açılmaya başlayan Batı Anadolu'da kurulan milli sermayeli yerel bankalar tütün, pamuk, kuru üzüm, kuru incir, zeytin vb, ürünlerin üreticilerine daha uygun şarlarda kredi açarak köylüyü gayrimüslim ve yabancı tüccarların elinden kurtarmaya çalışmıştır, ittihat ve Terakki Hükümeti çeşitli güçlüklere, engellemelere ve karşı çıkmalara rağmen savaş yıllarında devlet bankası olarak tasarlanan Osmanlı İtibar-ı Milli Bankasını kurmuştur (1917). Fakat Hükümet, Osmanlı Bankasının ayrıcalıklarına son vererek devlet bankası görev ve yetkilerini bu bankaya o yıllarda devredememiştir. |
Dış Ticaret ve Dış Borçlar Osmanlı Devleti 19. yüzyılın ikinci yarısında Kapitalist Batı ülkeleri ile arka arkaya serbest ticaret antlaşmaları imzalayarak açık pazar haline gelmişti. Bunun sonucu olarak; dış ticaret bilançosu giderek büyüyen açıklar vermeye başladı. Bu ticaret açıklarına devlet bütçesi açıkları da eklenince gelir-gider dengesizliği büyüdü. Açıklarını başka türlü finanse edemeyen Osmanlı Devleti istemeyerek borçlanmaya başladı. İlk borcun 1854 de alınmasından sonra borçlanmanın arkası kesilmedi. İlk dış borçlanma Kırım Savaşından hemen sonra gerçekleşti. Osmanlı Devleti, İngiltere Hükümetinden 2.5 milyon altın lira aldı ve 3.3 milyon altın lira borçlandı. Bu borca Mısır vergisi karşılık gösterildi. Bu ilk borçlanmayı ertesi yıl yeni borçlanmalar takip etti. Mevcut dış ticaret istatistikleri 1870'li yıllardan başlayarak bize Osmanlı Devletinin dış ticaretindeki gelişmeleri göstermektedir. 1873-1890 yıllarını kapsayan dönemlerde yıllık ortalama ithalatı 19.9 milyon Osmanlı Lirası ihracatı ise 11.5 milyon Osmanlı Lirası idi. 12 yılda yaklaşık 100 milyon Osmanlı Lirası dış ticaret açığı vermişti. Osmanlı Devletinin dış ticaret hacmi düzenli olmayan bir genişleme eğilimi göstermiştir. İthalat ile ihracat arasındaki mutlak fark giderek açılmış, ihracatın ithalatı karşılama oranı düşmüştür. 1890-1908 yıllarını kapsayan dönemde ortalama ithalat 25.5, ortalama ihracat 15.8 milyon Osmanlı Lirası olmuştur. Bu dönemde dış ticaret açığı toplam 180 milyon Osmanlı Lirası'na ulaşmıştır. 1908-1914 dönemi İmparatorluğun normal son dönemidir. Bu dönemde yıllık ortalama ithalat 39.9 ihracat 21.9 milyon Osmanlı Lirasıdır. Dikkat edilirse bu dönemde hem ithalat hem ihracat artmıştır, fakat ihracatın ithalatı karşılama oranı %55'e gerilemiştir. Yukarıda Osmanlı dış ticaretinin dalgalanan bir gelişme trendi gösterdiğine deyinilmiştir. Bu konuda ek olarak şunlar söylenebilir: Osmanlı Devleti sanıldığından daha fazla dışa açık bir ekonomiye sahip idi. Kapitalist Batı dünyasındaki konjonktür dalgalanmaları Osmanlı dış ticaret hacmini, milli gelirini ve iç fiyatlarını etkiliyordu. Öte yandan, Osmanlının son 35-40 yılı iç ve dış olaylarla istikrarsızlık İçinde geçmiştir. Siyasal istikrarsızlıklar ve savaşlar dış ticaretin gelişmesini etkilemiştir. Nihayet, demiryolları ve bankaların gelişmesi dış ticaret hacminin genişlemesine olumlu katkı yapmıştır. |
İncelenen dönemde (l873-1914), ithalatın ihracattan daha büyük oranda arttığı, bu gelişmenin, dış ticaret açığını hem mutlak hem de nispi olarak yükselttiği anlaşılmaktadır. Burada Osmanlı dış ticaret politikasının önemli bir özelliğine değinelim. Osmanlıda sadece son dönemde değil, fakat her zaman ithalat ihracattan daha fazla desteklenmiş, ihracat üzerinden alınan vergiler ithalattan alınan vergileri genellikle aşmıştır. Osmanlı dış ticaret politikasının geleneksel bir özelliği, ülke içinde mal arzını artırarak ekonomik istikrarı koruma temel amacına uygun bir yaklaşımla, ihracatın sınırlanması, ithalatın teşvik görmesidir. 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren serbest dış ticaret antlaşmaları ile ithalat ihracata karşı otomatik biçimde özendirilmiştir. Dış ticaret açıklarının yükselmesini ve bu açıkların finansmanında büyük güçlüklerle karşılaşılmasını takiben ve geleneksel sanayiinin yok olduğu görülerek ithalatın vergilendirilmesine çalışılmıştır. Dış ticaret ile ilgili mevcut veriler Osmanlı ithal malları fiyat endeksinin ihraç malları fiyat endeksinden daha hızlı yükseldiğini, başka deyişle dış ticaret hadlerinin uzun dönemde aleyhe geliştiğini göstermektedir. Dış ticaret hadlerinin Osmanlı Devleti aleyhine gelişmesinin şaşılacak bir yanı olmaması gerekir. Osmanlı dış ticaretinin ürün birleşimine bir göz atarsak ithalatın çok büyük bir oranının mamul mallardan, ihracatın ise işlenmemiş tarımsal ve madensel (birincil) ürünlerden oluştuğunu görürüz. 1905-1914 döneminde ithalatın ortalama %34.3'ü gıda, %33.6'sı giyim maddelerinden ve %9.7'si yatırım mallarından oluşuyordu. İhracat gelirlerinde ise tahılların %45, sınai bitkilerin %38 ve kimi mamul malların %13 payı vardı. Bu dış ticaret yapısı dış ticaret hadlerinin Osmanlı Devleti aleyhine gelişmesinde birinci derecede etkili olmuştur denilebilir. Öte yandan, sözü edilen dönemde, Osmanlı Devleti dış ticaretinde rekabet şartları Osmanlının aleyhinde idi. İhracat ve ithalat daha güçlü partnerlerle gerçekleştirilmişti. Osmanlının ticari partnerleri karşısında fazla pazarlık gücü yoktu. Osmanlıya kredi açan veya topraklarında yatırım yapan şirketler aynı zamanda dış ticaretin bir yanında alıcı veya satıcı olarak bulunuyordu. Ayrıca ülkede toptan ticaret yabancıların ve gayrimüslimlerin kontrolünde idi. |
Dış ticaret hadleri 1873-1914 döneminde Osmanlının aleyhine gelişmişti. Bu uzun dönemin ilk alt dönemi olan 1873-1896 arasında Osmanlı ihraç ürünleri fiyatında %58'e varan düşmeler saptanmıştır. İthal ürünleri fiyatında nispeten daha ılımlı gerilemeler olmuştu. Bu dönem Büyük Dünya Bunalımı dönemidir. Bu dönemde Osmanlı dış ticaret hadleri %25 oranında aleyhe gelişmiştir. Buna karşılık, 1896-1913 alt döneminde hem birincil malların, hem de sınai malların fiyatlarında yükselme eğilimi olmuştur. Bu dönemde tarımsal ve madensel ürünler talebi ve fiyatı görece daha fazla yükselmiştir. Osmanlı ithal mallan fiyatı %12, ihraç malları fiyatı %28 artmıştır. Dolayısıyla, dış ticaret hadleri %14 düzelmiştir. Bu alt dönem 1873-1914 uzun döneminde dış ticaret hadlerinin Osmanlı lehine geliştiği tek alt dönemdir. Fakat dış ticaret hadlerinin uzun dönemli eğilimi Osmanlı Devleti aleyhine olmuştur. Osmanlının her türlü dışsal sömürülmesine bir de dış ticaret hadlerinin aleyhe işlemesinden kaynaklanan mekanizma eklenmiştir. Osmanlı dış ticaretinin ülkeler itibariyle dağılımı incelendiğinde İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan'ın Osmanlı Devletinin en eski ve en önemli ticari partnerleri olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin yüzyılın başında bu ülkelerin Osmanlı ihracatındaki paylan sırası ile %25.9, %19.2 ve %7.8 idi. İthalattaki paylan ise aynı sıra ile %29.8, %10 ve %14.5 olarak kaydedilmiştir. Bu üç ülkenin Osmanlı dış ticaret hacmindeki payları toplamı yaklaşık olarak %55'e ulaşıyordu. Burada da önemli bir eğilim dikkati çekmektedir: 1880'li yıllardan itibaren İngiltere ve Fransa'nın Osmanlı dış ticaretinde görece paylarının daraldığı, buna karşılık Almanya ve İtalya'nın, özellikle de Almanya'nın görece payının olağanüstü oranda arttığı gözlenmiştir. Örneğin Almanya'nın ithalattaki payı yüzyılın başında %1.4'den ibaret iken 1913/1914'de %11.8'e yükselmiş, ihracattaki payı ise aynı dönemde %3.1'den %5.7'ye ulaşmıştır. Bu gelişmeyi Almanya'nın dünya dengesindeki yükselişi ile açıklayabiliriz. Almanya 19. yüzyılın ikinci yarısında giderek güçlenmişti. Fakat, sömürgelerin paylaşılmasında geç kalmış, yeteri kadar pay alamamıştı. Bu nedenle Ortadoğu'yu kendi nüfus alanı olarak görüyordu. Bu bölgede İngiltere ve Fransa ile çok çetin ve saldırgan bir mücadeleye girişti. Bağdat demiryolu hattı imtiyazının alınmasında, Osmanlı ordusunun donatımında Alman Hükümeti, Deutschbank (Alman Bankası) ve Alman şirketleri işbirliği içinde tek vücut gibi hareket ettiler. Alman Bankası Osmanlı Devletinin Almanya'dan yaptığı ithalatın finansmanı için kredi açıyordu. Osmanlı toprakları Almanların, İngiliz ve Fransızlarla dünya çapında giriştiği ticari rekabetin yoğun olarak geçtiği ve onlar aleyhine kazançlı çıktıkları bölgelerden birisi oldu. Osmanlı Devleti ile Almanya'nın ticari alanda artan bu işbirliği askeri ve kültürel alanlarda da sürmüştür. İki devlet bu işbirliğini Birinci Dünya Savaşında silah arkadaşlığı ile zirveye ulaştırmışlardır. |
Dış ticaret hacminin genişlemesi, dış ticaret açıklarının mutlak ve nispi olarak büyümesi, içerde Devlet bütçesinin artan açıkları ile birleşince Osmanlı Devleti o zamana kadar karşılaşmadığı bir mali krizin ortasına düştü ve 1854 den itibaren dışarıya borçlanmaya başladı. Hesapsız ve ağır şartlarla alınan borçların faiz ve ana para taksitleri, devam eden bütçe açıkları, giderek genişleyen dış ticaret açıkları ve bunlara ek olarak alınan borçların verimli alanlarda nemalandırılması yerine lüks tüketime ve askeri harcamalara gitmesi Osmanlıyı kurtulamayacağı dış borç batağına sürüklemiştir. Osmanlı borçlar tarihinde 1854-1874 dönemini ilk dönem saymak mümkündür. Bu dönemde çok hızlı bir borçlanma süreci yaşanmış ve ilk borcun alınmasının üzerinden 20 yıl bile geçmeden Osmanlı Devleti iflas ettiğini ilân etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğunda ilk dış borç 1854 yılında Kırım Savaşından hemen sonra İngiltere hükümetinden alınmıştır. İlk borçlanma akdi ile 2.5 milyon altın lira alınmış ve 3.3 milyon altın lira borç altına girilmiştir. Bu borca karşılık Mısır Vilayeti vergi gelirleri teminat gösterilmiştir. Bu ilk borçlanmayı ertesi yıl yeni dış borçlar izlemiştir. 1854-1877 yıllarını kapsayan bu birinci dönemde toplam 344.3 milyon Osmanlı altın lirası borçlanılmıştır. Fakat ele geçen para sadece 228.1 milyon altın liradır; 116 milyon altın lira faiz yükü altına girilmiştir. Her alınan borç için bir bölge veya vilayetin geliri karşılık gösterilmiştir. Daha önce deyinildiği gibi, Osmanlı borçlarının idaresi ve düzenli ödenmesi için alacaklı devletlerin katılması ile DUİ kurulmuştur. Devlet ekonomisini resmen Batılı devletlerin, şirketlerin ve bankaların vesayetine terk etmiştir. Osmanlı Devleti dış borçların ana para ve faiz taksitlerinin ödenmesi için bazı vergi gelirlerini DUİ ne bırakmıştır. DUİ'nin Osmanlı mali teşkilatı içindeki yeri zamanla genişlemiş ve İkinci Dünya Savaşı arifesinde bu idare ikinci bir maliye bakanlığı haline gelmiş, topladığı gelirler Devletin bütçe gelirlerinin %30'unu aşmıştır. 1914-1915 bütçe gelirlerinin %34.3'üne DUİ el koymuştu. Devlet borcunu ödemek için durmadan yeni dış borç tahvillerini piyasaya sürmek zorunda kalınca tahvilleri piyasada itibari değerinin çok altında satılıyordu. Böylece borcun gerçek faizi yükseliyordu. Öte yandan, her tahvil satışında borcun faiz ve ana para ödemelerini güvence altına almak için belli bütçe gelirlerinin ipotek edilmesi, Devleti düzenli bütçe gelirlerinden yoksun bırakıyordu. Özetle , Osmanlı Devleti 1854-1914 yılları arasında Y.S. Tezel'in tespitlerine göre net 359 milyon Osmanlı Lirası borçlanmış, buna karşılık 222 milyon Osmanlı Lirası kullanabilmiştir. İsmail Cem ise aynı dönemde dış borç olarak fiilen kullanılan parayı 243 milyon Osmanlı Lirası, borçlanılan parayı 409 milyon Osmanlı Lirası olarak vermektedir. |
Osmanlı dış borçlanmasında 1882-1914 yılları ikinci dönemi oluşturmaktadır. Bu dönemde, 1901 yılına kadar, yeni alınan borçlar nispeten sınırlı kalmıştır. 1901'den sonra ise hem yeni borçlanmada hem de borç ödemeleri hacminde hızlı bir artış görülmüştür. Bu ikinci dönemin en Önemli özelliği borç ödemelerinin yeni borçlanma yolu ile giren miktarı büyük ölçüde aşmış olmasıdır. Başka deyişle, Kapitalist Batı Ülkeleri kurdukları güçlü denetim sayesinde net fon akımının yönünü kendilerine doğru çevirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İmparatorluğun mali durumu çok sıkışıktı. Eski borçların ana para ve faiz taksitlerinin ödenmesi ve artan askeri harcamaların karşılanması için Devlet durmadan kısa vadeli kredi arayışı içinde idi. Yeni bir iflasın ilânını Birinci Dünya Savaşının patlaması engellemişti. Osmanlı'da dış ticaret ile dış borçlar arasında organik bir bağ olduğu kesindir. Bu bağ iki yönlü işleyen bir mekanizma ile somutlaşmıştır. Bir yandan dış ticaret açıkları dış borçları büyütürken bir yandan da artan dış borçlar dış ticaretin genişlemesine imkân vermiştir. Dış borçlar kısmen de olsa ithalatın finansmanında kullanılmıştır. Örneğin, askeri malzeme ve silah satın alımında. Burada üzerinde durmak istediğimiz husus dış borçların ödenmesi için ihracatın teşvik edilmesidir. Örneğin DUİ idaresine verilen imtiyaz tütün ve İpek kozası üretiminin ve ihracatının artmasında etkili bir rol oynamıştır. Borçlanma-geri ödeme mekanizması ile, Osmanlı ekonomisinde yaratılan iktisadi artığın İmparatorlukta faaliyet gösteren yabancı şirketlerin faiz ve kâr gelirleri şeklinde sermaye getiren ülkelere fazlası ile geri döndüğü saptanmıştır. Osmanlı Bankasının ve diğerlerinin büyük kârlarının başta gelen kaynağı dış borç İşlemlerine aracılık yapmaları idi. Bu nedenle Avrupalı aracılar Osmanlı Devletini sürekli borç almaya teşvik ettiler. Öyle ki bu teşvikler Osmanlı devlet adamlarını tehdit derecesine ulaşmıştı. |
1914 yılında Osmanlı İmparatorluğunun 156.4 milyon Osmanlı Lirası (veya 142.2 milyon Sterlin) dış borç bakiyesi olduğu tespit edilmiştir. Buna kısa vadeli (veya dalgalı) borçlar dahil değildir. Normal borçların alacaklı ülkelere göre dağılımı şu şekildedir: Osmanlı Devletinde yabancı sermaye yatırımlarında olduğu gibi, dış borçlarda da en büyük pay Fransızlara ait idi. Fransızların Osmanlılardan alacağı 82.8 milyon Osmanlı Lirası idi. Bu miktar toplam borçların %53'ünü teşkil etmektedir. Dış borç hesabında Fransızlardan sonra %21 (3.2 milyon Osmanlı Lirası) pay ile Almanlar, %14 (21 milyon Osmanlı Lirası) pay ile İngilizler gelmekte idi. Ş.S. Aydemir diyor ki: "Cumhuriyet eski saltanat idaresinden ancak; İktisadi esaret şartları ile iktisadi ve mali perişanlık, yokluk, cihazsızlık ve bir de ağır borçlar devralmıştı". Osmanlı dış borçları Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinde en çetin tartışma konulardan birisi olmuştur. Bu borçlar, 1928 yılında yapılan anlaşma ile mirasçı ülkeler arasında dağıtılmış ve en büyük pay (84.6 milyon TL.) Türkiye Cumhuriyeti'nin omuzlarında kalmıştır. Genç Cumhuriyet, Osmanlı borçlarından payına düşeni, taksitlerini aksatmadan ödeyerek, 1954 yılında tasfiye etmiştir. Osmanlı Devletinde 1800'lerdeki Durum : 600 yıldan fazla bir süre hayatiyetini korumuş ve sınırlarını Asya ortalarından Cebelitarık Boğazı'na kadar genişletmiş, dünyanın en büyük devleti haline gelmiş bir devletin hayatının son 120 senesini, ekonomik yapı bakımından ele almak hatalı görülebilir. |
Çünkü, ekonomik yapı da sosyal yapı gibi bir birikme ile meydana gelmektedir. Üst üste konulan ufak tuğlalardan meydana getirilen gökdelenlere benzetilebilir. Gökdeleni ortaya çıkarmakta nasıl her temel taşının veya duvar tuğlasının rolü varsa, bir ülkenin ekonomik ve sosyal yapısının meydana gelmesinde de kuruluş, düzen ve felsefesinin, sonraki her gün, ay veya yılının önemli rolü vardır. Hatta buna, kuruluş öncesindeki durumu ve devralman mirasını da ekleyebiliriz. Ama, ne var ki, konumuzu Cumhuriyet Dönemi'nin Ekonomik ve Toplumsal Yapısı'nda odaklaştıracağımız için, Osmanlı Döneminin altı yüzyıllık hayatını odağımızın öncesine yerleştirmemizin, bir ağırlık kaymasına sebep olmamasını istedik. Bu sebeple, Cumhuriyetin miras olarak devraldığı mevcutların son yüz senelik süre içindeki durumunu ele almakta fayda gördük. Sanayileşme, 18. yüzyılın sonlarında İngiltere'de tekstil sanayi dalında başlamıştır. 1775'de başlayan bu ilk sanayi dalgasını bir rastlantı olarak her 25 yılda bir dalga takip ederek, 1800'lerin başlarında demir ve çelik, 1820'lerde ulaştırma alanı, 1850'lerde kimya sanayii, 1875'lerde elektrik sanayii, 1900'lerin başında da benzinli motorlar sanayii dalgası takip etmiştir. İngiltere'de başlayıp Avrupa'da yayılan bu sanayileşmede dalgalan, Osmanlı Devletindeki üretim kuruluşlarının tutucu yapısı sebebiyle etkili olmamıştır. Esnaf ve sanatkârların «Lonca» olarak isimlendirilen kuruluşlarının kapalı ve disiplinli bir topluluk ruhunu yansıtması. Lonca sisteminde her türlü yeniliğe, değişme ve başkalaşmaya kapılarını sımsıkı kapamış bir üretim işlemi ve tekniğinin bulunması sanayiinin Osmanlı ülkesine de yayıl-masının en önemli engellerindendir. |
Halbuki, daha 18.nci yüzyılda bile sanayileşmeye geçişte önemli desteği görebilecek, işgücü ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayabilecek iş ve meslek kolları bulunmaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır : Camcılar Boyacılar İnşaatçılar Debbahlar Kazancılar Kuyumcular Sabuncular Mermerciler Dokumacılar Sicimciler Kilitçiler Marangozlar İpekçiler Avrupa sanayiinin bol ve ucuz üretimi karşısında dayanamayan Osmanlı el sanayiinin gerileme göstermesi üzerine, Tanzimat döneminin canlılık kazandırdığı fikir ortamında, Avrupa benzeri bir sanayileşmenin Osmanlı Devletinde de başlatılması konuşulmaya ve yazılmaya başlanılmıştır. Nitekim, Şerif Efendi, Tercüman-ı Ahval gazetesinde sanayi ve tarımdan hangisinin daha faydalı olacağı hakkında, bu alanda ilk sayılabilecek yazıları yazıyor ve «sadece tarım ülkesi olma yerine, halkın sanayie yönlendirilmesi» gereğinin savunmasını yapıyordu. Bu sıralarda Ahmet Mithat Efendi ve Musa Akyiğitzade gibi düşünürler de yazılarında sanayileşmeye dikkati çekmekte, iktisadi bağımsızlığın sanayileşmekle gerçekleşeceğini ileri sürmektedirler. Sosyal çöküşle birlikte iktisadi çöküşün de artması bir takım tedbirlerin alınmasına yol açmıştır: |
1. Gümrük vergi ve resimlerinin artırılması (Gümrük resmi 1862 yılında % 5'den % 8'e çıkarılmıştır). 2. Sergilerin açılması (1863 yılında Sultanahmet'te açılan bir sergide ilk olarak yerli ürünler ile yabancı mallar ve makinalar sergilenmiştir). 3. İstanbul ve öteki İllerde Sanayi Okulları'nın açılması (1867 yılında İstanbul'da bir İslah-ı Sanayi Mektebi açılmıştır). 4. Şirketler kurulması (Esnafları şirketler halinde birleştirerek üretim kooperatifleri kurmak). 1800'lerin ikinci yarısında bu hareketler görülmesine karşılık, o sıralarda ülkeyi sanayileşmeden hiç nasibini almamış olarak görmek de isabetsizliktir. Nitekim, 1856'da Paris'te açılan bir sergiye katılan fabrikalar ve mamüller şunlardır. a. İzmit Fabrikası : Çuha askeri elbiseler, b. Basmahane fabrikası; Fanila kumaşlar, c. Zeytinburnu fabrikası : Pamuk bezi empirmeler, alacabez, çoraplar, d. Hereke fabrikası : Kadife, Şam usulü çiçekli ipekli kumaşlar, seten tafta, tülbentler, e. Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası : Askeri kunduralar, çizmeler, palaskalar, fişeklikler, f. Tophane fabrikası : Tüfekler, tabancalar, g. Beykoz İnce köy fabrikası : Porselen, cam ve fincanlar. Görüldüğü gibi sergiye mamülleriyle katılan fabrikalar hep İstanbul bölgesinden olup, bunun dışında bir o kadar da sergiye katılmayan öteki illerdeki fabrikalar mevcuttu. 1800'lerin 2. yarısının ortalarında görülen bu sanayileşme seviyesini yeterli kabul etmek mümkün değildir. 1800'lerin Başında Sanayileşme Hareketleri: 14 Mart 1909 tarihinde yayınlanan Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi sanayinin gelişmesindeki yetersizlik ve yavaşlığı şöyle açıklamaktadır: |
«Sanayiin meşrutiyet öncesi gelişmesine, fabrikaların açılmasına engel olan sebepler «tabii» değil, taşımacılığın yetersizliği, tekel yöntemi müstebit yönetimler gibi «arızî» idi. Oysa, Meşrutiyet yönetimiyle birlikte bu«arızî» sebeplerin pek çoğu ortadan kaldırılmış, sanayi'in gelişmesi için «teşebbüs noksanlığı»'ndan başka bir engel kalmamıştı. Bu engelin aşılması da Osmanlı sermayedarına düşüyordu». 1908'deki İkinci Meşrutiyetin hemen sonrasında sanayileşmeye hareket kazandırmak için gerekli kanun düzenlemelerine geçildiği görülmektedir, 1913 Aralık ayında yürürlüğe konulan Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkati (sanayi desteklemesi geçici kanunu), 1914 yılının ilk aylarında yürürlüğe konulan Teşvik-i Sanayi Talimatnamesi ile Ocak 1917'de yürürlüğe konulan Teşvik-i Sanayi Kanun-u Muvakkatin Suret-i Tatbiki (uygulama şekli) Hakkında Nizamname bu bunun desteklemelerinin başlıcalarındandır. 1913 Yılı Sanayi Sayımı Sonuçları: Gerek 1800'lerdeki gayretler, gerekse 1900'lerin başındaki kanun desteklemeleriyle ulaşılan durum, 1913 yılındaki Sanayi Sayımı ile ortaya konulmuştur. Bu sanayi sayımında 10 veya daha fazla işçi çalıştıran kuruluşlar dikkate alınmıştır. Türkiye'nin 1923 sınırları içinde kalan yerlerde, yukarıda belirtilen İşçi büyüklüğüne sahip 560 imalat sanayii işyerinin mevcut olduğu ve bu işyerlerinde toplam olarak 35.000 işçinin çalıştığı tespit edilmiştir. Bu sanayi sayımında tespit edilen 560 işyerinden 239 tanesine ait olarak yayınlanmış bulunan sonuçlara göre sanayi kesimi, kuruluş ve işçi sayıları (Tablo: 1.1) deki gibidir. |
Sanayi Kesimi Kuruluş Sayısı İşçi Miktarı Tekstil ve Elbise 61 7.800 Gıda ve Tütün 71 4.300 Kağıt ve Matbaacılık 51 1.900 Çimento ve Toprak Ürünleri 16 1.000 Ağaç İşleme 19 700 Dericilik 11 900 Kimya 10 400 239 17.000 Tablo: 1.1. 1913 Sanayi Sayımı Sonuçları 1913 yılındaki sayım sonuçları gerek kuruluş sayısı, gerekse işgücü sayısı bakımından yığılmanın tekstil ve gıda sanayi dallarında olduğunu ortaya koymaktadır. 1915 Yılı Sanayi Sayımı Sonuçları: 1915 yılında Birinci Dünya Savaşı sebebi ile askerî ihtiyaç için kullanılanlar dikkate alınmayarak yeni bir sanayi sayımı daha yapılmıştır. Aynı sınır ve büyüklük ölçüleri dikkate alındığında; elde edilen sonuçlar da (Tablo : 1.2) de görülmektedir. Sanayi Türü Kuruluş Sayısı İşçi Miktarı Dokuma Sanayii 78 6.760 Gıda Sanayii 78 3.960 Kağıt ve Matbaacılık 55 1.260 Çimento ve Toprak S. 21 330 Ağaç Sanayii 24 380 Deri Sanayii 13 1.270 Kimya Sanayii 13 130 TOPLAM 282 13.980 Tablo: 1.2. 1915 Sanayi Sayımı Sonuçları |
1915 yılı Sanayi Sayımı'nda tespit edilen 282 sanayi kuruluşunun ülke yüzeyine dağılışı da (Tabla: 1.3) deki gibidir. İstanbul ve Diğer Sanayi Türü Çevresi İzmir Yerler Toplam Dokuma Sanayii 15 8 55 78 Gıda Sanayii 45 23 10 78 Kağıt ve Matbaacılık S. 44 11 — 55 Çimento ve Toprak S. 20 1 — 21 Ağaç Sanayii 15 9 — 24 Deri Sanayii 11 2 — 13 Kimya Sanayii 5 8 — 13 TOPLAM 155 62 65 282 Tablo: l. 3. Sanayi Kuruluşlarının Bölgelere Göre Dağılışı Tablo : 3'de Sanayiin kuruluş yeri olarak öncelikle İstanbul'u seçtiği, daha sonra da İzmir'de yoğunluk gösterdiği görülmektedir. Öteki bölgelerde sayıma alınan 65 kuruluştan pek çoğu Marmara Bölgesinde olup, tamamına yakın bir kısmı da Batı Anadolu Bölgesine yayılmıştır. Bu durumda Batı Anadolu dışında kalan bölgelerin sanayileşmeden hemen hiç pay alamadığı da ortaya çıkmış olmaktadır. Tablo : 1.3'de verilen sanayi kuruluşlarının, yurt-içi tüketim ihtiyacını karşıladığı da söylenemez. 1913 ve 1915 sanayi sayımları sonucunda sanayinin yurt-içi tüketim ihtiyacını karşılamaktan oldukça uzak kaldığı görülmektedir. Hâttâ, pamuklu iplik, yağ, sabun, kireç, tuğla ve un gibi tüketim maddelerinin bile yurt-içi tüketim ihtiyacının önemli miktarda gerilerinde kalındığı sayımlar sonucunda ortaya konulmuştur (Tablo : I.4). |
Tüketimi karşılama Üretilen maddeler Oranı (%) Yağ üretimi 3,1 İpekli dokuma üretimi 4,5 Pamuklu dokuma üretimi 9,5 Sabun üretimi 18,9 Pamuk ipliği üretimi 20,6 Tuğla-Kiremit üretimi 32,1 Deri üretimi 40,2 Marangozluk 41,2 Aba, şayak, çuha üretimi 41,3 Değirmencilik 59,4 Kireç üretimi 64,4 Çimento üretimi 69,8 Makarna üretimi 93,0 Kutu üretimi 94,5 Buz üretimi 103,1 Şekercilik ve Tahin 131,3 Tablo:I.4. 1913-1915 Sanayi İstatistikleri Üretim-Yurtiçi İhtiyaç Karşılaştırması. OSMANLI İMPARATORLUĞU Osmanlı ekonomisi, "kapitülasyonlar ve dış borçlar gibi uzun tarihsel süreçler sonunda, Avrupa ülkelerinin denetimi altına girmişti. "Kapitülasyonlar, gümrüklerde koruma önlemleri alınmasını engellerken, dış borçlar da ekonominin tam bir batışa yönelmesine yol açmıştı. |
"KAP1TÜLASYON"LAR VE DIŞ BORÇLAR Aslında "kapitülasyonlar, Haçlı Seferlerinden beri, Akdeniz ticaretinin ayrılmaz bir parçasıydı. Haçlı ordularından arta kalan serüvenciler, Doğu Akdeniz'de yerleşmişler ve ticaretle uğraşmaya başlamışlardı. Bunlara, çeşitli vergi indirim ve bağışıklıkları ve kendi mahkemelerini kurma gibi türlü ayrıcalıklar tanınmıştı (Çavdar, 1970:12). Osmanlılar, Akdeniz çevresine yayılan imparatorluklarını kurmadan önce, "kapitülasyonlar bu bölgenin kurumsal nitelikleri arasına girmişti. Bu nedenle imparatorluğun oluşması sırasında, çöküşü hazırlayacak öğelerden biri olan "kapitülasyonlar da, bölgenin öteki nitelikleriyle birlikte Osmanlılar tarafından devralındı. Osmanlılar tarafından ilk "kapitülasyonlar, Fatih Sultan Mehmed eliyle Venediklilere verilmişti. Osmanlılar, "kapitülasyon"ları, önceleri, Avrupa'da izledikleri dış siyasetin bir aracı olarak kullandılar, örneğin, Kanunî Sultan Süleyman, Osmanlılara saldırmak için oluşturulacak bir Hıristiyan birliğini önlemek amacıyla, Almanlara karşı Fransızlar! desteklemiş ve onlara birtakım ayrıcalıklar vermişti. Akdeniz ticaretine ilişkin bu ayrıcalıklar, daha sonra, Yeni Dünya bulununca, bölgedeki ekonomik etkinlikleri canlı tutmak amacıyla genişletilmiş ve yaygınlaştırılmıştı. Bu arada, askerî bakımdan güçlenen Avrupa ülkeleri, askerî güçleriyle orantılı olarak artan siyasal etkilerini, ekonomik, ticarî ve hukuksal ayrıcalıklarını çoğaltmak için kullanmaya başlamışlardı. Sonuç olarak, Batı'nın gerçekleştirdiği sanayi devriminin dışında kalan Osmanlılar, yarı-sömürge durumuna düştüler. Pamuk'un "çevreleşme" dediği bu süreç sonunda imparatorluk, gümrük duvarları ve vergi organları üzerinde bile denetimini yitirdi (Pamuk, 1994:1-15). |
OSMANLI BORÇLARININ KÖKENİ: SAVAŞLAR VE REFORMLAR İÇİN KAYNAK GEREKSİNİMİ Bu ayrıcalıklara ek olarak dış borçlar da Osmanlı ekonomisini büyük bir baskı altında tutuyordu. Bu baskı, sonunda ekonomik ve malî yıkıma kadar gitti. 19. yüzyılın ortalarına doğru, Osmanlılar kendi imparatorlukları üzerindeki denetimlerini bütünüyle yitirmişlerdi, İngiliz Elçisi Sir Stratford Cunning, imparatorluğa kendisinin önerdiği yenilik atılımlarının (reformların), malî olarak desteklenmesi için dış borçlanmaya gidilmesini öğütlüyordu (Çavdar, 1970:39). Padişah ve vezirleri, ilk başta, malî bağımlılığın, siyasal bağımlılığa yol açacağı kaygısı içinde bu öğüde uymak istemediler. Fakat sonradan, 1852 yılında, ilk dış borç anlaşması yapıldı. Kırım Savaşı'ndan sonra da, 1854'ten başlayarak tahvil karşılığı borçlanmalar sürekli bir yükselme gösterdi (Minibaş, 1994:42)."Osmanlı ekonomisinin yapısı ve kötü yönetilen hazine, bu yükselmenin ardında yatan nedenler arasındaydı. Osmanlılar için bir başka kısırdöngü başlamıştı. Her kez, daha pahalı koşullarla alınan dış borçlar, ekonominin üzerine ek bir baskı yapıyordu. Ekonomi, dış borçların ana para ve faiz ödemeleriyle, daha da güçsüzleştikçe, imparatorluk yeni borçlanmalara gidiyordu. Dış borçlanma yoluyla elde edilen kaynaklar, verimli alanlara yatırılmadığından, ekonomik durum gün geçtikçe kötüleşiyordu. Ekonominin ve borçlanmanın koşullan o derece kötüleşmişti ki, Osmanlılar kimi zaman kâğıt üzerinde borçlandıkları paranın ancak yarısını alabiliyorlardı (Eldem,1970:60-261). |
ÇİZELGE (V) - (1) OSMANLI BORÇLARININ DAĞILIMI 1881-1914 (Milyon İngiliz Sterlini Olarak) 1881 % 1890 % 1898 % 1914 % 45.0 34.3 44.6 37.6 53.4 42.2 75.3 53.0 43.5 33.2 27.4 23.1 22.6 17.9 19.9 14.0 8.3 7.5 13.8 11.7 19.0 15.0 29.9 21.0 6.6 5.0 10.3 8.7 14.4 11.4 12.0 8.4 7.9 6.0 7.7 6.5 7.5 5.9 7.0 5.3 5.3 4.5 3.5 2.8 5.1 3.6 5.4 4.1 3.2 2.7 1.0 0.8 7.3 5.6 6.2 5.2 5.0 4.0 131.0 100.0 118.5 100.0 126.4 100.0 142.2 100.0 KAYNAK: Pamuk, 1994:84. Sonuç pek doğal olarak, yıkıma gitti. Muharrem Kararnamesi adı verilen bir yönetmelikle, Osmanlı borçlan birleştirildi ve "Düyun-u Umumiye" yönetimi denilen bir örgüt ile, 1881 yılında, bu borçların ödenmesi için imparatorluğun malî kaynaklarına el kondu. "Düyun-u Umumiye" yönetiminin kuruluşu, Osmanlıların bütünüyle, yabancı denetimi altına girmesi demekti, örgüt, alacaklılar adına yedi temsilciden oluşuyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başında, Osmanlı borçlarının durumu Çizelge (V) -(l)'de gösterilmiştir. 1909 yılında, alacaklılara Ödenen para, tüm devlet giderlerinin yüzde 31.2'sine kadar yükselmişti (Eldem, 1970:244). Başlangıçta, yalnızca, devlet tekellerinden ve gümrük vergilerinden gelen paralar "Düyun-u Umumiye" yönetimine verilmişti. Fakat, bir süre sonra, bu kaynaklar, dış borçları ödemekte yetersiz kaldı. Bunun üzerine, doğrudan ve dolaylı başka vergiler de, Yönetim'in denetimi altına kondu. Böylece, "Düyun-u Umumiye" Yönetimi, imparatorluğun gelirlerinin üçte birine el koymuş bulunan dev bir örgüt niteliği kazandı (Eldem, 1970:265). Pamuk, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin kuruluşundan sonra, Osmanlı borçlarında ikinci dönemin başladığını söyler. Bu dönemin önemli özelliği, Batı ülkelerinin imparatorluk üzerinde kurdukları güçlü denetim sayesinde net fon akımlarının yönünün değişmiş olmasıdır. "Bu dönemde yeni dış borçlanma yoluyla giren miktarın iki katından fazlası dışarıya aktarılmıştır. Yeni borçlanmalar yoluyla hazineye giren miktar yılda ortalama 1.8 milyon sterlinde kalırken, toplam borç ödemeleri yılda ortalama 3.7 milyon sterline ulaşmıştır." (Pamuk, 1994:69) |
TİCARET: BAĞIMLILIĞIN TARİHSEL KÖKENÎ Türkler, Anadolu'ya geldikleri zaman ticaret Bizanslıların denetimindeydi. Selçuklular, Anadolu'yu aldıklarında, Müslüman tüccarlar, Venedikliler gibi Hıristiyanlarla doğrudan ticaret ilişkileri kurduklarından, Bizans ve Anadolu, ekonomik olarak zayıflamaktaydı (Akdağ, 1974a:431-432). 11. yüzyıl sonlarında Haçlılar, Suriye ve Antakya'yı alınca, Doğu Akdeniz ile Avrupa arasındaki ticaret, Bizans'ı dışarıda bırakan bir biçimde gelişti ve imparatorluğun ekonomik olarak çökmesine yol açtı (Goitein, 1970:55). Doğu Akdeniz'de küçük devletler biçiminde örgütlenen Haçlı kalıntıları, Batı'ya, Doğu ile doğrudan ticaret yapma olanakları sağlamıştı. Bu olanak 13. yüzyıl dolaylarında, Avrupa'da önemli ölçüde bir sermaye birikimine yol açtı, Doğu'nun (Anadolu'nun) örgütlenmemiş tüccarları, "kredi mektubu" gibi yeni yöntemler kullanan Batılı tüccarlar tarafından sömürülüyorlardı. 13. yüzyılda Doğu ve Batı arasında ekonomik ilişkilerin ardında yatan belirleyici temel öğeler şöyle özetlenebilir: Papa, Mısır'a ve öteki Müslüman ekonomilere karşı, Doğu Akdeniz ticareti üzerinde birtakım kısıtlamalar yapmıştı, İtalyan tüccarları sürekli olarak Doğu'dan (Bizans'ı da içeren bir biçimde) Batı'ya sermaye aktarıyorlardı. Ekonomik sömürü düzeni son derece özenle, sağlam bir biçimde kurulmuştu. Bu arada, Batı'da ortaya çıkmakta olan ulusal devletler, ticareti devlet eliyle de desteklemeye başladılar. Batı'nın sanayi merkezleri bakımından yoğun etkileşim, mamul maddeler ticareti bakımından Doğu'yu dışarıda bıraktı ve onu, bir hammadde üreticisi olarak, Avrupa'ya bağımlı kıldı (Akdağ, 1974a:439). Bütün bu öğelere ek olarak, Anadolu'nun Moğolların saldırısına uğraması, "Müslüman dünya"nın ekonomik kargaşalığını artırdı. Osmanlılar, Anadolu'yu ellerine geçirdikleri zaman, yüksek göç oranı ve Türklerle Bizanslılar arasındaki yeni işbirliği, yarımadanın ekonomisini geçici olarak yeniden canlandırdı. Bu canlanma, savaş sonucu ele geçirilen malların Kümeliden Anadolu'ya aktarılması ile de bir süre için pekiştirildi. Fakat, tarih içinde yerini şaşırmış denilebilecek bu canlanma bir süre sonra, zorunlu olarak sona erecekti. Çünkü bu canlanma Türklerin üstün yönetim yeteneklerinin bir ürünü olarak yapay bir biçimde gerçekleştirilmişti. Oysa, Doğu Akdeniz, çoktan, "kapitülasyonlar denilen ayrıcalıklar biçiminde kurumlaşmış ilişkilerle, Batı'ya bağımlı duruma gelmişti. Böylece, imparatorluğun her türlü sermaye birikimini engelleyici toplumsal ve siyasal yapışma ek olarak Akdeniz'de ve Anadolu'da çok önceden belirlenmiş olan ekonomik koşullar da, Batı'ya sermaye aktaran ticarî ilişkiler yoluyla, Osmanlı ekonomisinin kuyusunu kazıyordu. Ekonomiyi zayıflatan bu süreç, Batı, yeni ticaret yollarını bulduktan, Yeni Dünya'ya ulaştıktan, oralardan altın ve gümüş getirdikten ve "merkantilist" bir siyaset izlemeye başladıktan sonra daha da hızlandı. |
ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR: EKONOMİK BAĞIMLILIĞIN ONAYLANMASI Bütün bu olumsuz ve köstekleyici koşulların varlığına karşın, Osmanlılar, Selçukluların ve Bizanslıların çöküşünün bıraktığı boşluğu, Anadolu ve Balkanlar üzerinde bir imparatorluk kurarak doldurdular. Aslında, sonradan imparatorluğun çöküşüne yol açan ekonomik koşullar, başlangıçta oldukça olumlu ve yardımcı bir rol oynadı. Fakat Osmanlıların tımar düzenine dayalı yapısı dış dünyanın ekonomik baskılarına sonsuza kadar karşı koyamazdı, imparatorluk, hem iç hem de dış öğelerin etkisiyle siyasal gücünü yitirmeye başladı. Siyasal gücü zayıfladığı oranda ekonomik baskılar arttı. Örneğin, 1774'teki Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Osmanlılar, Karadeniz'deki ticaret tekellerini Ruslara verdiler, imparatorluğun ekonomisi üzerindeki dolaylı Batı denetimi, uluslararası antlaşmalarla doğrudan doğruya somut bir nitelik kazanıyordu. 1838'de İngiltere ile yapılan ticaret antlaşması, ekonomik ilişkilerde, Venediklilerin, Hollandalıların ve Portekizlilerin oynadıkları rolü, İngilizlere verdi. Bu antlaşma, imparatorluk üzerinde uzun yıllar sürdürülen ekonomik sömürüyü, uluslararası alanda hukuksallaştırıyordu (Hourani, 1957). Antlaşmanın birinci maddesi şöyle diyordu: "Mevcut Kapitülasyonlar ve Antlaşmalarla Büyük Britanya'nın teb'asına veya gemilerine tanınan ve işbu sözleşmede özellikle değiştirilenler dışındaki bütün hak, imtiyaz ve muafiyetlerin şimdi ve sonsuza dek süresiz taahhüt olunur ki, Bab-ı Âli tarafından herhangi bir diğer yabancı gücün gemilerine ve teb'asına şimdi bahşolunmuş veya ilerde bahşolunacak bütün hak, imtiyaz ve muafiyetler veya diğer herhangi bir yabancı Güç'ün gemilerinin ve teb'asının yararlanmasına sunulan müsamaha, aynen Büyük Britanya'nın teb'asına ve gemilerine de eşit biçimde bahşolunacak, uygulanacak, yararlandırılacaktır." (Ürünlü, 1975:15) |
Antlaşma, yalnızca eski "kapitülasyon"ları onaylamakla yetinmiyor, yeni ayrıcalıklar da tanıyordu. Madde 4, şöyle diyordu: "Eğer herhangi bir Türk üretim, imalat ve mamulü Britanyalı tacir veya onun mümessili tarafından ihraç edilmek üzere satın alınırsa, bu emtia herhangi bir gemiye yükleme yerine götürülecek ve emtia yüklendiğinde bütün iç vergiler yerine yüzde 9 oranında sabit bir ad valorem vergi ödemekle yükümlü olacaktır. "Sonradan ihraç edildiğinde, şimdi mevcut olan yüzde 3 vergi ödenecektir. Fakat limanlarda ihraç için satın alınmış ve halihazırda dahilî vergisini limana girerken ödemiş bulunan bütün mallar sadece yüzde 3 ihracat resmi ödeyeceklerdir." (Ürünlü, 1975:16) Böylece bütün imparatorlukta geçerli olmak üzere gümrük vergileri pek düşük bir düzeyde donduruluyor, bütün tekeller kaldırılıyor ve tüm Osmanlı ekonomisi İngiliz tüccarlarının denetimine veriliyordu (Bailey, 1970:119-128).Bekleneceği gibi, öteki Avrupa ülkeleri de çok geçmeden, bu antlaşmanın hükümlerinden yararlanmaya başladılar. Aslında, 1838 Balta Limanı Anlaşmasının etkileri, gerçekten çok derin yapısal sonuçlar doğuruyordu. Örneğin, Pamuk şu sözleriyle, sonradan Düyun-u Umumiye'ye kadar gidecek olan bir dış borç sürecinin başlamasını da 1838 Balta Limanı Anlaşması'na bağlar: "Ayrıca Osmanlı Devleti özellikle malî bunalım dönemlerinde başvurduğu önemli bir ek gelir kaynağını da kaybetmekteydi. Nitekim bir sonraki savaş döneminde, Kırım Savaşı sırasında, dış ticaretten ek vergi alınamayacak ve bunun da etkisiyle Avrupa para piyasalarında borçlanmanın yolu açılacaktır." (Pamuk, 1994:18) |
OSMANLILARDA SANAYİ: DIŞA BAĞIMLILIĞIN YÜKSELİŞİ Aslında bu antlaşma, uygulamada Osmanlı ekonomisine yeni boyutlar kazandırıyordu. Bütün yaptığı, ticarî ve ekonomik etkinliklere karşı geleneksel Osmanlı tutumunun doğurduğu, yüzyıllar süren uygulamalar sonunda ortaya çıkmış bulunan durumu, hukuksal güvence altına almaktı. Fakat yine de, imparatorluğun çöküşünü hızlandırdığına hiç kuşku yoktur. 1856'da Ubicini şöyle yazıyordu:".. Osmanlı İmpatorluğu'ndaki imalat sanayii, eskisine oranla çok gerilemişti. Bugün, Türkiye'nin dışarı sattığı malların büyük bir kısmı, Avrupa'ya verdiği hammaddedir. Avrupa, bu hammaddeyi daha sonra mamul madde olarak Türkiye'ye geri satmaktadır. Eskiden, yalnızca imparatorluğun tüketimini karşılamakla kalmayan, aynı zamanda Doğu Akdeniz'in bütün bölgelerine ve Avrupa'daki kimi ülkelere de mal yollayan çok sayıdaki çeşitli imalatçılar artık ya çökmüş ya da bütünüyle yok olmuşlardı." (Issawi, 1966:43) Osmanlılarla, İngilizler arasındaki anlaşma, böylece, yeni doğmakta olan Osmanlı sanayiini de öldürmüştü. Emekleme döneminde olan sanayi, bu sıralarda, Batılılaşma akımı çerçevesinde girişilen çabalarla geliştirilmeye çalışılıyordu (Sarc, 1940). Fakat "merkantilist" hükümet yaklaşımını bilmeyen geleneksel Osmanlı Devleti karşısında, Batı'daki "sanayi devrimi" ve Batı'nın Osmanlılar üzerindeki ekonomik denetimi, imparatorluğun ekonomisine gelişme olanağı tanımadı. Osmanlı hükümetleri, başlangıçta "merkantilist" bir siyaset izlemeye istekli değillerdi. Son zamanlarda da böyle bir siyaseti izleyecek güçleri kalmamıştı. Böylece, Osmanlı pazarlarına mamul madde sürmek için baskı yapan ve buradan yün, pamuk ve tütün alan Avrupa, Osmanlı sanayisinin ortadan kalkmasına yol açtı. Aslında, imparatorluğun sanayisi 16. yüzyıldan beri, Avrupa'nın başa çıkılmaz baskılarıyla karşı karşıyaydı. Türk-İngiliz ticaret antlaşmasından sonra, Batı'ya açılan bölgelerde etkinlik gösteren Osmanlı küçük üreticileri, bu baskılara dayanamayarak işlerini bıraktılar. Güçlü bir sanayi yokluğu, Avrupa'nın sert baskısıyla da pekişince, Osmanlı imparatorluğu bütünüyle Batı'nın denetimi altına girdi. Osmanlılar ile Batı arasındaki ekonomik ilişkiler, Ubicini'nin belirttiği gibi, Batı'ya hammadde satmak ve oradan işlenmiş ürün almak biçiminde belirlenmişti. Pamuk, olayın pamuklu tekstil dalındaki ayrıntılı çözümlenmesinde, yıkılışı tüm çıplaklığı ile ortaya koyar (Pamuk, 1994:124-150). |
SANAYİNİN YAPISI Osmanlı sanayiinin genel nitelikleri şöyle özetlenebilir: imparatorlukta temel imalat etkinlikleri yoktu, örneğin bir maden sanayii kurulamamıştı, imalat etkinlikleri daha çok iç pazarlara tüketim maddeleri sağlamaya yönelmişti. Gıda üretimi ve ilgili etkinlikler, sanayiinin önemli bir kesimini oluşturuyordu. Ayrıca, sanayi ile maden çıkarma ve tarım etkinlikleri arasında bir uyum yoktu. Bir başka deyişle, tarım ve maden çıkarma etkinlikleri Avrupa ekonomisi bakımından gerekli olan işlevleri yerine getiriyordu. Bu nedenle de Osmanlı ekonomisine pek yararlı olmuyordu (okçun, 1970, IX-XI). Yabancı sermaye kullanılması yoluyla kurulmak istenen imalat sanayii çabaları da yukarda kısaca değinilen nedenler sonunda başarıya ulaşamamıştı (okçun, 1972). ÇİZELGE (V) - (2) OSMANLI SANAYİİNİN GENEL DURUMU (1915) Sanayi Dalı Kuruluş Sayısı Çalışan İşçi Sayısı ( 10.000 Kişi) İmalat Değeri (Milyon Osmanlı Kuruşu Olarak) imalat Değeri (Tümün Yüzdesi Olarak) 239 8.1 1055 50 32 1.0 14 0.6 21 2.0 87 4.0 29 1.0 14 0.6 131 9.2 124 6 61 1.5 51 2 18 0.2 22 1 34 1.5 112 5 17 6.8 120 6 250 9.0 500 24 835 40.3 2099 99.2 KAYNAK: Bidem, 1970:125'ten hesaplanmıştır. Osmanlı sanayiinin genel durumu Çizelge (V) - (2)'de özetlenmiştir. Gıda sanayiinin egemenliği çizelgeden açıkça görülmektedir, öte yandan, Trakya bölgesindeki 264 işletmeden yalnızca 22'si devletindi (Okçun, 1970:13). Devlet işletmelerinin üretim içinde ancak yüzde 2 payı olduğu bir mülkiyet dağılımı, Osmanlı sanayiinde devletin sahip olduğu yerin, etkisiz ve önemsiz niteliğini belirler. imalat etkinliklerinde bulunan işletmelerin sahipleri, genellikle gerçek anlamda şirketler değil, daha çok özel kişilerdi. Sanayi işletmelerinin sahipleri ile bu işletmelerde çalışan işçilerin etnik kökenleri Çizelge (V) - (3)'te gösterilmiştir. Çizelge, açıkça, Türklerin elinde sermaye birikiminin bulunmadığını ortaya koyuyor. Bu durum, yabancı denetimi altındaki Osmanlı ekonomisinin doğal bir sonucuydu, özellikle "kapitülasyon"lar, imparatorluğun Müslüman-Türk uyruklarına karşı olan son derece etkili bir silah olarak kullanılmıştı, örneğin, Müslüman olmayan pek çok tüccar, Osmanlı İmparatorluğu'nda doğduğu halde, bir yabancı konsolosluk yoluyla İngiliz ya da Fransız uyruğuna geçerek, "kapitülasyonlardan yararlanıyordu (Karpat, 1973a:97; Bağış, 1983:16). |
Aşağıdaki sözler Osmanlı ekonomisinin birtakım niteliklerini büyük bir açıklıkla ortaya koymaktadır. "Osmanlı yönetimi sırasında, Yunan ticaretinin gelişmesine yardımcı olan başka öğeler de vardı: Venediklilerin ticarî bakımdan Akdeniz'de egemen olmasıyla sonuçlanan Türk-Venedik çekişmesi, Karadeniz'in Osmanlı imparatorluğu dışındaki bütün gemilere kapatılması (1592-1774), Napolyon savaşları sırasındaki ekonomik ambargo, vb. bunların örnekleridir. Bu öğelerden kimisi, yalnızca Yunanlılara değil, aynı zamanda Sırplar ve Bulgarlar gibi, başka uluslara da yardımcı olmuştur." (Mouzelis ve Attalides, 1971:166) "Kapitülasyon"lardan dolayı, imparatorluğun Müslüman halkı, yukarıdaki olanaklardan, öteki etnik grupların yararlandıkları oranda yararlanamıyordu. ÇİZELGE (V) - (3) OSMANLI SANAYİ KESİMİNDE KAPİTALİSTLERİN VE İŞÇİLERİN KÖKENİ (1915) (Yüzdeler Olarak) Etnik Gruplar Kapitalistler İşçiler 15 15 50 60 20 15 5 10 10 — KAYNAK: Çavdar, 1970:115. EKONOMİK ETKİNLİKLERE KARŞI TÜRKLERİN TUTUMU: DEVLETİN ENGELLEMESİ öte yandan, hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu'nun toplumsal ve ekonomik yapısı da, Türklerin ekonomik etkinliklerde girişkenliği ellerine almasını engelleyici etkiler yapmıştı. "Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına kadar, Osmanlı Türkü Türkiye'deki tüccarlar arasında yer almaz." (Issawi, 1966:122) sözü bu açıdan, önemli bir gerçeği yansıtıyordu. Fakat Issawi'nin şu sözleri hiç de gerçeğe uygun değildi: "Hemen ve doğrudan doğruya amacına yönelik olan basit ve açık Türk kafası, uygulamalı gözlem yönetimine dayanan ve ince kâr hesaplarını içinde taşıyan kapitalist anlayıştan oldukça uzaktı." (Issawi, 1966:123) Aslında Türklerin ticarete karşı tutumları onların kişisel ya da doğuştan gelen kalıtımsal niteliklerinin bir sonucu değildir. Bu nedenle durumu kişilik özellikleriyle açıklamaya çalışmak yanlış olur. Türklerin ekonomik tutum ve davranışları, Osmanlı imparatorluğunun toplumsal ve siyasal yapısı tarafından biçimlendirilmişti, inalcık bu konuda şöyle der: "Osmanlıların ekonomik anlayışı, Ortadoğu'daki devlet ve toplum hakkındaki temel kavramlarla yakından ilişkilidir. Bu kavram, devletin son amacı olarak yöneticinin gücünün tümcü ve yaygın bir nitelik kazanmasına, bunun için de zengin gelir kaynaklarının ele geçirilmesine bağlıdır. Bu anlayış ise, üretici sınıfların zengin edilmesine dayalıdır. Böylece devletin esas işlevi, bu koşulların sürdürülmesini sağlamaktır. |
"Toplum, devlet felsefesi olarak, üretimle uğraşmayan ve dolayısıyla vergi ödemeyen yönetici sınıfla, üretici olan ve dolayısıyla vergi ödeyen halk arasında bölünmüştü. Halk ise, ticaret ve sanayi ile uğraşan kentliler ve tarımla uğraşan köylüler olarak ikiye bölünmüştü. Ortadoğu devletlerindeki inanç, devletin barış ve zenginliğinin, her yurttaşın toplum içinde sahip olduğu yerde tutulmasına dayalı olduğuydu. Ortadoğu devletlerinde, alınacak bütün Önlemleri belirleyen gerçek yönetici küttab'ın kafasında egemen olan devlet ve toplum kavramı işte buydu. Bu kavram, toplumun geleneksel örgütlenme biçimini değişmeden alıkoyacak ve halkın refahını bozmayacak biçimde, devlet gelirlerim olanaklı olduğu ölçüde artıran bir ekonomi ve bir ekonomik örgütlenme gerektiriyordu. "Devlet, ticarî merkezleri ve yolları geliştirecek, ülke içinde ekim yapılan alanın genişletilmesi için halka yardım ederek ve sömürgeleri yoluyla uluslararası ticareti destekleyerek, imparatorluktaki temel ekonomik işlevlerini yerine getiriyordu. Fakat bütün bu çabalar, yöneticinin içinde yaşadığı siyasal ve toplumsal düzen çerçevesinde, çağdaş bir kapitalist ekonomi ilkelerine göre gerçekleştirilecek malî ve siyasal çıkarları ortaya koyamıyordu. Oysaki böyle bir düzenin bilgi ve örgütlenmesine sahip olan Avrupa, Osmanlıların Ortadoğu imparatorluklarına karşı büyük bir tehdit oluşturmuştu." (înalcık, 1970b:217-218) İnalcık'ın sözlerinden de görüldüğü gibi, Osmanlı siyasal ve toplumsal yapısı, kapitalist ekonomik gelişmenin sağlanmasına uygun değildi. Bu nedenle, imparatorluğun ekonomisi cılız kaldı ve dışa bağımlı duruma geldi. Özet olarak, Türkiye Cumhuriyeti, bölgede egemen olan tarihsel koşulların ve imparatorluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısının ürünü olan güçsüz ve dışa bağımlı bir ekonomi devraldı. |
1950 YILINA DEĞİN İZLENEN EKONOMİK UYGULAMA VE EKONOMİK KOŞULLAR Bağımsızlık Savaşı kazanıldıktan sonra, ülkenin ekonomik görünümü son derece yoksuldu. Her ne kadar, "kapitülasyonlar, Lozan'da kaldırılmışsa da, barış antlaşmasının hükümlerine göre, yeni Cumhuriyet, gümrük duvarlarını, 1928 yılına kadar yükseltemeyecekti. Buna ek olarak, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun dış borçlarının, yeni devletin topraklarıyla orantılı olan bir kesimini ödemeyi de kabullenmişti. Bu borç ödemeleri, devlet bütçesinin yüzde 7.56'sından (1924 yılında), yüzde 17.8'ine kadar (1930 yılında) yükselen bir orandaydı. Aynı dönemde, örneğin Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi, bütçenin ancak yüzde 3 ya da 4'ü oranındaydı (Aydemir, 1968b:357). Böylece, süren Batı sömürüsü, genç Cumhuriyet'in sırtında önemli bir ekonomik yüktü. Dış ticaret, 1938 yılında yüzde 58.8 açık vermişti (Aydemir, 1968b; 458). Tarımsal üretim son derece düşüktü. Daha önce belirttiğim gibi, sanayi de hemen hemen yok denecek kadar güçsüzdü. Aslında, Türkiye Cumhuriyetinin ekonomisi, güçsüz oluşunun yanında, bütünüyle bir kargaşalık içindeydi. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, işte böyle bir ortamda ulusal ekonomik etkinlikler için bir bilinç yaratmaya çabalıyorlardı. "Yeni Türk Devleti cihangir bir devlet değil, iktisadî bir devlet olacaktır". "Türk tarihi incelendiği zaman, bütün yükseliş ve çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anlaşılır," sözleri hep Atatürk tarafından söylenmişti. Böylece, askerî ve siyasal başarısını, ekonomik kalkınma ile pekiştirmeyi amaçlıyordu. Fakat sorun aslında çok önemliydi: Sağlıklı bir ekonomi, hangi ilkelere göre yaratılacaktı? Ulusal sermaye birikimi hangi yollardan sağlanacaktı? Yeni devletin ekonomik düzeni ne olacaktı? Hızlı bir ekonomik kalkınma için "liberalizmin" geliştirdiği çözümler mi kullanılacaktı, yoksa "kolektivist" yöntemler mi uygulanacaktı? |
paylaşım için tşkler |
Türkiye`de Saat: 23:05 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2