|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
22-01-2007, 17:17 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
ANAYASA VE ANAYASA KAVRAMININ DOĞUŞU Anaysa, ileride çıkarılacak yasaların uymak zorunda olduğu temel ilkeleri gösterir. Hiçbir yasa yada başka bir kural anayasaya aykırı olamaz. Bu yönüyle, anayasa bir ülkenin üstün yada temel yasasıdır.[1] Siyaset ve anayasa teorisinde bir gelenek anayasa kavramını eski yunan dönemine kadar geri götürmektedir. Bu görüşe katılan yazarlar anayasa terimini Aristo’nun politeia kavramına dayandırırlar. Bu görüş modern anayasacılığın temel fikri açısından bakıldığında pek doğru değildir. Çünkü politeia yalnızca bir siyasi toplumun kuruluş biçimiyle ilgili olup belli bir etik ve siyasal toplumu ifade eder. Bundan da anlaşıldığı gibi Aristo’da bugün ki anlamda bir anayasa fikri yoktur. Çünkü anayasa her han gibi bir siyasal sistemi değil, keyfi iktidarın sınırlandırılması amacıyla teşkilatlandırılmış bir siyasal toplumun çerçevesini ifade eder [2]. Anayasa deyimi 18.yy dan önce Amerika Birleşik Devletlerinde, ortaya çıkmıştır[3]. Modern çağın bir ürünü olarak ortaya çıkan anayasa kavramı, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ile siyasi iktidarın keyfi yönetiminin önlenebileceği düşüncesinden doğmuştur. Avrupa’da mutlakıyetçiliğin gerilemesi ile devlet gücünün denetlenmesini gerçekleştirebilecek teknikleri ifade etme arayışı sürerken, ilk kez Amerikalılar 1787 anayasasının hazırlık döneminde, bu teknikleri anayasa olarak adlandırmışlardır. Devletin temel organlarını, bu organların yetki ve görevlerini düzenleyen bir takım kuralları açıkça tespit edip bir araya getirerek belli bir düzen içinde yazılı bir temel yasa olarak ilk kez ortaya koyan 1787 tarihli Amerika Birleşik Devleri anayasasının, büyük devrimin ürünü 1791 Fransız anayasası izlemiştir. Fransızlar, önceleri anayasa kavramını kralın iktidarını sınırlayan bir belge, daha sonraları ise siyasi özgürlük anlamında kullanmışlardır. 1920’lerden sonra tüm dünyada yayılmaya başlayan anayasa kavramı, devlet iktidarını sınırlayan, kişisel özgürlükleri güvence altına alan hukuki bir çerçevenin yanı sıra devletin örgüt yapısını da gösteren bir belge olarak anlaşılmaya başlanıştır[4] . “19.yy Avrupa’da ki anayasacılık hareketleri hızlanmış, Fransız devriminden etkilenen Hollanda da 1789 yılında kabul edilen anayasayı 1812 İspanyol anayasası, 1815 ve 1848 İsviçre anayasaları, 1830 Belçika anayasası, 1849 Danimarka anayasası, 1850 Prusya anayasası, 1867 Kuzey Almanya Birliği anayasası izlemiştir. Amerika kıtalarında ise, Meksika anayasası 1857’de, Arjantin anayasası 1860’da, Brezilya anayasası 1891’de kabul edilmiştir. Osmanlı devletinde 19.yy ortalarında başlayan anayasacılık hareketleri 1876 yılında yürürlüğe konan kanuni esasi ile sonuçlanmıştır”.[5] TÜRKİYEDE ANAYASA GİRİŞİMLERİ VE ANAYASAL HAREKETLER OSMANLI İMPARATORLUĞU DÖNEMİ ANAYASACILIK HAREKETLERİ Osmanlı devletinin yönetim sistemine baktığımızda mutlak monarşi olduğunu görürüz bu sistemde ise padişahın yetkilerini sınırlandıra bilecek mekanizmalar yoktur. Padişah tüm görev v yetkileri kullanma ve paylaşma yetkisine sahipti mutlakıyetçi bir yapının anayasal sürece adım atması, bu açılardan ancak 19. yüzyılda mümkün olabilmiştir.[6] Osmanlı devletinde anayasal gelişim süreci Batı’daki gibi halkın isteği ile mücadeleler sonuncunda ortaya çıkmamıştır. Tam tersi halkın isteği alınmadan tepeden inme şeklinde hem devlet içerisinde ki aydınların batılılaşma fikrini yayma çabaları hem de imparatorluk içindeki Hıristiyan kesimin Avrupa devlerinin ilgi odağı haline gelmesi bir takım düzenlemelerin yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. 1808 yılında, padişah ile Ayan temsilcileri arasında imzalanan ve siyasal bir anlaşma niteliği taşıyan sened-i ittifak’ın anayasal hareketler açısından büyük bir önemi vardır. Bu belgede padişah ilk defa egemenlik hakkını paylaşmış ve ayanların siyasal gücünü kabul etmiştir. Böylece mutlak iktidar ilk defa sınırlandırılmıştır. Yani, padişah artık eskiden olduğu gibi, dilediği şekilde hareket hakkına sahip değildir. 1808 yılında imzalanan sened-i ittifak merkezi hükümetin ne kadar zayıfladığını ortaya çıkaran bir belge olarak büyük önem taşır ve Türk anayasacılık hareketinin ilk basamağıdır[7]. Yine anayasa hareketleri açısından Osmanlı döneminin ikinci önemli belgesi 1839 tarihli Tanzimat fermanı veya diğer adıyla Gülhane Hattı Hümayunu’dur. Gülhane’de yabancı devlet temsilcileri önünde okunan bu fermanla Osmanlı vatandaşlarına can ve mal güvenliği konusunda güvenceler verilmiş; askerlik ve vergi konularının daha adil bir şekilde düzenlenmesi ön görülmüştür. Sened-i ittifak’ın padişahla ayanlar arasında imzalanan iki taraflı bir anlaşma olmasına karşılık Tanzimat fermanı, padişahın tek taraflı iradesi ile halkına tanığı hakları içeren bir belgedir. Bu açıdan Tanzimat fermanı hukuk devletine geçisin ilk basamağıdır. Ancak bir anayasa niteliği taşımaz[8]. Bu fermanın tek olumlu yönü ise ülkemizi meşrutiyet devrinin anayasasına ve bazı siyasi, hukuki ve kültürel müesseslerine götüren bir köprü olmasıdır[9]. 1856 yılında batılı devletlerin baskısı altında ilan edilen ıslahat fermanı ile Tanzimat fermanında vaat edilen haklar doğrulanmış; Müslüman ve Hıristiyan uyruklar arasındaki hak, askerlik, kamu hizmetlerine girme ve vergi toplama hususlarını tekrar düzenlemiş ve Hıristiyan halkın haklarını genişletmiştir. Tanzimat ve Islahat fermanı ile gelen bu gelişmeler Osmanlı devleti içinde bir anayasacılık akımı doğurmuştur. Genç Osmanlılar adı verilen bu grup Osmanlı imparatorluğunun çöküntüden kurtula bilmesi için, meşruti bir monarşiye geçilmesini, yani padişahın yetkilerinin kurulacak bir meclisle sınırlandırılmasını gerekli görüyordu. Bu akımın etkisi ile, 1876 yılında ilk Osmanlı anayasası (Kanun-i Esasi) ilan edilmiştir. Kanun-i Esasi ile yasama yetkisi, Meclis-i Umumi adı verilen Heyet-i Ayan ile Heyet-i Mebusan adlarında iki meclisten oluşan bir organa verilmiştir. Yani 1961 anayasasında olduğu gibi iki meclis sistemi kabul edilmiştir[10]. Heyet-i Ayan adını taşıyan meclisin bütün üyeleri padişah tarafından atanıyordu. Heyet-i Mebusan üyeleri ise, halk tarafından iki dereceli seçimle seçiliyordu. Anayasa parlamentonun yetkilerini dar tutmuştur. Örneğin bir parlamento üyesinin kanun teklif edebilmesi için, önce padişahtan izin alması gerekmektedir. Her iki meclis tarafından kabul edilen tasarılar, padişahın onayı olmadan yürürlüğe girememektedir. Hükümetin Heyet-i Mebusan’a karşı sorumluluğu anayasada açıkça belirtilmemiştir. Ayrıca padişah istediği zaman Heyet-i Mebusan’ı feshedebilmektedir. Nitekim ikinci Abdülhamit anayasanın bu niteliğinden yararlanarak 1878 yılında Mebusan meclisini dağıtmış ve ülkeyi tekrar mutlakıyetle yönetmeye başlamıştır[11]. Bu anayasada padişaha çok önemli bir yetkide 113. madde ile tanınmıştır. Bu maddeye göre padişah, hükümetin güveliğini tehdit ettikleri anlaşılın kişileri ülkenin çok uzak yerlerine sürgüne gönderme hakkına sahiptir. Nitekim padişah bu yetkisine dayanarak bir çok kişiyi sürgüne göndermiştir[12]. 1876 Anayasası 1903 ve 1914 tarihlerinde iki kez değişikliğe uğramıştır. 1909 değişikliğinde meclisin feshi ile ilgili 35. madde değiştirilerek meclisin ağırlığı artırılmış ve feshi zorlaştırılmıştır. Bunu yanı sıra padişaha vatandaşları sürgün etme yetkisi veren 113. maddede yürürlükten kaldırılmıştır. Ayrıca kanun teklifinde bulunabilmek için padişahtan izin alma zorunluluğu da kaldırılmıştır. Böylece yapılan bu değişikliklerle padişahın yetkileri sınırlandırılmış ve parlamenter rejime geçiş için önemli bir adım atılmıştır. ULUSAL KURTULUŞ MÜCADELESİ DÖNEMİ VE 1921 ANAYASASI Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 tarihi ulusal egemenliğe geçiş çabasının ilk basamağıdır. 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum ve 4 Eylül 1919 tarihinde Sivas kongreleri bu çabayı destekleyen çalışmalardır. Yapılan tüm bu direniş hareketlerine engel olamayan İstanbul hükümeti Mebusan meclisi seçimlerinin yapılmasına izin vermek zorunda kaldı. Müdafaa-i Hukuk taraftarlarının üstünlüğü ve kazandığı seçimle sonucunda, çalışamaz duruma gelen meclis 28 Ocak 1920 tarihinde Misak-ı Milli’yi kabul ederek dağılmıştır. Mustafa Kemal bunun üzerine tüm illere bir genelge göndererek, Ankara’da toplanacak olan “Olağan üstü yetkileri haiz” bir meclis için seçimlerin 15 gün içerisinde yapılmasını istemiştir. Böylece, 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Bu meclis, hızlı karar alabilmek ve kararı uygulayabilmek için ilk iş olarak yürütme fonksiyonunu oluşturdu. Yürütme organını oluşturan icra vekilleri (bakanlar), meclis üyelerinden ve yine meclis tarafından seçiliyordu. Bir devlet başkanlığı makamının yaratılması da, siyasal nedenlerle uygun görülmemişti Osmanlı Türk anayasacılık tarihinde ilk kez, meclis hem yasama hem de yürütme yetkisini tek başına ele geçirmiştir[13]. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin dayandığı ilkeler 20 Ocak 1921 Tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile daha da açılığa kavuşturuldu. Kuruluş savaşı içindeki kuruluş yıllarının devlet yapısını belirleyen 1921 anayasası çok kısa bir belgedir. 23+1 ek madde olmak üzere 24 maddeden oluşur. Anayasaların geleneksel bölümlerinden yalnızca birini, devletin temel kuruluşunu gösterir. Hak ve özgürlükler bölümü, ön sözü, değiştirilme yöntemini gösteren hükümleri yoktur. Yani bu anayasa acil gereksinimleri karşılamak için geçici olarak hazırlanmış bir belge gibidir. 1921 anayasası, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etme esasına dayalıdır.” diye birinci maddesi ile Türkiye’de Cumhuriyeti yalnız fiilen değil hukukende kurmuştur. Şüphesiz 1921 anayasasının getirmiş olduğu en önemli yenilik “Milli Egemenlik” ilkesidir. Bu maddeye 1923 tarihinde eklenen “Türkiye devletinin Hükümet biçimi cumhuriyettir.” cümlesi adın resmen konmasından oluşmaktadır. 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1921 Anayasasının 1. maddesiyle Cumhuriyet esasını tanımlamış ve kabul etmiş bulunuyordu[14]. 1921 Anayasası güçler ayrılığı ilkesini değil, güçler birliğini kabul etmiş ve meclis hükümeti sistemini benimsemiştir. Meclis hükümet sistemi yasama ve yürütme yetkilerinin yasama organında birleşmesiyle oluşan kuvvetler birliği sistemidir. Bu yönetim biçiminde yasama ve yürütme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde toplanmıştır. Bir devlet başkanlığı kurumu oluşturulmamıştır. Bakanlar Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmekte ve istenildiği zaman yine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından değiştirilebilmektedir. Bakanlar kurulu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı herhan gibi bir hukuki yaptırım imkanına sahip değildir[15]. 1921 anayasası şekli ve içeriği ile o zaman ki olağan üstü ve acele ihtiyaçları karşılayacak sınırlı fakat gerekli hükümler içeriyordu. 1921 anayasası siyasi iktidarın icrasında sultana önemli bir yetki vermiş olan 1876 meşruti monarşisini şeklen yok etmeye cesaret edememiştir. Hatta son maddesi ile, 5 Eylül 1920 Nisab-ı Müzakereye kanunun kabul ettiği, meclisin amacı “ Saltanat ve Hilafeti kurtarmaktır.” diyerek bu makamın sahibi olarak milleti ilan etmekle monarşi ve saltanı ortadan kaldırmıştır. Ancak saltanat ve hilafet kurumlarına karşı mevcut olan geleneksel bağlılık ihtimalini göz önünde tutarak, ne devlet reisine ne de kabineye ayrı bir yer vermek olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının aynı zamanda bakanlar kurulunca reislik etmesi esasını benimsemiştir. 1921 Anayasasının gerçek kimliğini ortaya koyan olay Lozan Konferansı’na İstanbul hükümet ininde çağrılması üzerine çıkarılan 30 Ekim 1922 tarih ve 307-308 sayılı meclis kararları olmuştur. Bunlara göre, 1921 Anayasası, egemenliği padişahtan alıp Osmanlı imparatorluğu’nun gerçek sahibi ve kurucusu olan millete vermiştir. O halde 1921 Anayasası ile Osmanlı imparatorluğu tarihe karışmış, yerine yeni ve Milli Türkiye Devleti gelmiştir. Bir geçiş döneminin temel ihtiyaçları için hazırlanan bu anayasa, cumhuriyet anayasacılığı açısından “kalıcı izler bırakmış, bunların başında devlet konusundaki devrimci değişim olan Türkiye devleti” yani yeni bir devlet, yeni egemenlik anlayışı, kuvvetler birliği ve meclis hükümeti bu anayasanın kendisine özgü bir yeniliği olan “yerel yönetimler ve özerklikler” gibi hususlar gelmiştir. Anayasanın Türkiye Devleti’nden söz etmesi, aynı topraklarda yeni bir devletin kurulduğunu ilan etmektedir. Türk Devleti’nden değil de, Türkiye Devleti’nden sözü edilmesi etnik kökeni, dili, kültürü ne olursa olsun, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesini ifade etmektedir. 13. maddesini “yerinden yönetim- yerel yönetim”e (madde 11- madde 23) ayıran bu anayasa, teorik olarak Geleneksel Merkeziyetçi sistemden ayrılmakla birlikte, ulusal iradenin tek temsilcisi olarak meclisi gören Mustafa Kemal, ağırlığını Merkeziyetçilikten yana koymuş, anayasanın vilayet ve nahiye şuraları gibi organları oluşturulmamıştır. 1921 Anayasası, 3 yıl 3 ay gibi kısa ömürlü olmuş ancak bu kısa zaman süresince kurtuluş savaşı başarıya ulaşmış, Saltanat ve Hilafet kaldırılmış ve Cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu anayasada en önemli değişiklik, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı yasa ile gerçekleştirilerek, Cumhuriyet ilan edilmiş ve böylece fiilen var olan cumhuriyetin adı konmuştur. Bu değişiklik 1921’in meclis hükümeti sisteminden 1924 Anayasasına geçişi sağlamıştır. “ Cumhuriyet, Ulusal Egemenlik ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin Üstün yeri” gibi esaslar 1921 kurtuluş anayasacılığına geçen miraslardır. 1961 ve 1982 Anayasalarının fesih deyiminden kaçınıp “seçimlerin yenilenmesi” deyiminin kullanmaları ve memleketimizdeki askeri müdahalelerin de kalıcı olmak niyetini güdememeleri de, bu güçlü mirasın bir sonucudur. 1921 Anayasası modeli olan “Meclis Hükümeti” olağan üstü koşullardan doğan geçici bir seçenek ve Mustafa Kemal içinde bir ara rejimi idi. Nitekim 1923 değişikliğiyle Yürütme ayrı bir organ olarak oluşturulmuş, 1924 Anayasası da bu yolu izlemiştir[16]. Sonuç olarak 1921 Anayasası olağan üstü şartlarda oluşturulmuş bir anayasaydı. Bu nedenle ayrıntılı hükümlere yer verilmemiştir. 1921 Anayasası yerini 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen 1924 Anayasasına yerini bırakmıştır. [1] anayasam.org [2] Erdoğan, M, Anayasacılık Parlamentarizm, Silahlı Kuvvetler, Siyasal Kitapevi Ankara, 1993, s.1. [3] Teziç, E, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, 1998, s.134 [4] Erdoğan, M., Anayasal Demokrasi,Siyasal Kitabevi, Ankara,1996, s.13. [5] Giritli, İ, Sarmaşık J, Anayasa Hukuku Beta Yayınları, İstanbul 2001, s.4. [6] Dikici, M. F. Anayasa Hukuku-İdare Hukuku, Seçkin Yayınevi, Ankara 2002, s.45. [7] Dikici. a.g.e. s. 47-48 [8] Gürbüz, Y. Anayasal Görüşler , Göztepe Yayınları, İstanbul, 1982, s.3-26. [9] Giritli, Sarmaşık a.g.e. s.135 [10] Gürbüz. a.g.e.10. [11] Özbudun E. Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 2000, s.26 [12] Gürbüz, a.g.e. s.15,16. [13] Dikici, a.g.e.,s.51,52. [14] Parla, T. Türkiye’de Anayasalar İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s.17-18 [15] Dikici, a.g.e s.51-52 [16] Girtli, Sarmaşık a.g.e s.172-175 | ||
|
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |