![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Oyun Alanı | Ajanda | Arama | Bugünkü Mesajlar | Forumları Okundu Kabul Et XML | RSS | |
![]() | #61 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | GAYR-I MÜEKKED SÜNNET: Müekked olmayan sünnet. Resûlullah efendimizin bâzan yapıp, bâzan yapmadığı ibâdet ve tâatler. (Bkz. Sünnet) GAYR-İ MÜSLİM: Müslüman olmayan. Gayr-i müslimlerin yüzüne karşı; "Yâ kâfir!" demek günâhtır. Çünkü onlar kendilerini kâfir bilmiyor ve kâfir denilince inciniyorlar. (Alâüddîn Haskefî) Müslüman olsun, gayr-i müslim olsun hiçbir insanın malına, canına ve ırzına, nâmusuna dokunmak câiz (uygun) değildir. (Muhammed Hâdimî) GAYÛR: Gayreti çok olan. Kötülük ve çirkinlikleri şiddetle reddeden. (Bkz. Gayret) Resûlullah efendimiz bir defâsında Ensâra (Medîneli müslümanlara) buyurdu ki: "Reîsinizin sözünü işitiniz!O çok gayûrdur. Ben ondan daha çok gayûrum. Allahü teâlâ, benden daha gayûrdur." (Berîka) GAZÂ: İnsanların İslâmiyet'i işitmeleri, müslüman olmakla şereflenmeleri yâhut müslümanların dînine, vatanına ve nâmusuna tecâvüz eden düşmanı kovmaları için yapılan muhârebe. Kim evinde oturduğu hâlde Allah yolunda mal infak ederse, (harcarsa), onun her dirheminin (4.8 gram gümüş) karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Bizzât Allah yolunda gazâya gider ve bu yolda da infakta (harcamada) bulunursa, onun her dirhemine karşılık yedi yüz bin dirhem vardır. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd) Denizde cihâd edenin karadakine üstünlüğü, on gazâ yapmak kadardır. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd) Gazâ Ordusu: Allahü teâlânın rızâsı için O'nun dînini yaymak, din, nâmus ve vatanı korumak için düşmanla savaşan müslüman askerler. Gazâ ordusu, duâ ordusuna muhtaçtır. (İmâm-ı Rabbânî) GAZAVÂT: Gazâ kelimesinin çoğulu. (Bkz. Gazâ) GAZAB: Hiddet, öfke, kızgınlık. (Bkz. Gadab) GÂZİ: Allahü teâlânın dînini yaymak, din, nâmus ve vatanına saldıran düşmanı kovmak için savaştıktan sonra geri dönen müslüman. (Bkz. Mücâhid) Bir gâziye veya mücâhide yardım edeni, Cenâb-ı Hak mahşerde (gölge olmayan günde) gölgelendirir. (Hadîs-i şerîf-Tergîb-ül-İbâd) Ey mes'ûd ve bahtiyâr kardeşim! Amel ve ibâdet, niyet ile olur. Kâfirlere karşı savaşa giderken, önce niyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra sevâb kazanılır. Muhârebeye (savaşa) gitmekten maksad; Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek , din düşmanlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır; adam öldürmek, can yakmak niyeti ile cihâda gitmemelidir. Gazâdan selâmetle çıkan gâzi olur, mücâhid olur. Ölen, hâlis şehîd olup, en büyük sevâblara, nîmetlere kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî) GIBTA:İmrenmek. Kişinin, başkasında bulunan iyi bir şeyin ondan gitmesini istemeyip, benzerinin kendisinde de bulunmasını istemesi. İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim) Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyet'in ahkâmına yâni farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa riâyet eden, gözeten sâlih (iyi) kimseye gıbta etmek gerekir. Dünyâ nîmetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur. (Ebû Sa'îd Muhammed Hâdimî) GILMAN:Allahü teâlânın Cennet'tekilere hizmet için nûrdan yarattığı hizmetçiler. Güler yüzlü ve tatlı dilli olan gılmanlar, Cennet'te oturanlara hizmette en ufak bir kusur etmezler. (İmâm-ı Gazâlî) Kabrimiz îmân ile pürnûr kıl, Mûnis-i Gılmân ile hem hûr kıl. (Süleymân Çelebi) GINÂ: 1. Şarkı, tegannî, müzik perdelerine uygun ses; çalgı ile birlikte şarkı, müzik. Tegannî de denir. Gınâ, kalbde nifâk (münâfıklık) hâsıl eder. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Gınâ, kalbi karartır. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Âbidîn) Gınânın haram olduğunu bütün âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. İsrâ sûresinin altmış dördüncü âyetinin gınâyı haram ettiğini bildiren âlimler vardır. Gınânın haram olduğunda ihtilâf yoktur. (Abdullah Dehlevî) Gınâ, bala ve şekere karıştırılmış zehir gibidir. (İmâm-ı Rabbânî) Gınâ haram olduğundan, bir şarkıcıya, ne güzel söyledin veya herhangi bir teganniye iyi diyenin küfründen, îmânının gitmesinden korkulur. (İmâm-ı Rabbânî) 2. Zenginlik. Gınâ sâhibine tevâzû edenin, yâni zengine zenginliği için alçalanın dîninin üçte ikisi gider. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî) Asıl gınâ kalb zenginliğidir, mal zenginliği değil. (Hadîs-i şerîf-Mesnevî) Gınâ ehlinin ve dünyâya bağlananların sohbeti öldürücü zehirdir. (İmâm-ı Rabbânî)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
|
![]() | #62 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | GÖTÜRÜ SATIŞ:Alış-verişte bir malı tartı veya ölçü ile olmayarak toptan pazarlık sûretiyle almak veya satmak; kabala. Satılan mal ile karşılığında verilecek mal veya para aynı cinsten değilseler ölçmeden götürü olarak toptan gösterilip verilebilir. Paket kutu içinde ölçmeden alınan şeyler, miktârı yazılı olsa bile, söylenmedikçe götürü satış demektir. (Dâmâd) Bir kimse malları götürü satın alsa, ölçmeden tartmadan önce o mal üzerinde tasarruf (kullanma) hakkına sâhiptir. Meselâ on ölçektir zannıyla götürü olarak satın aldığı buğday yığını on beş ölçek gelse, fazlası yine alana âittir. (İbn-i Âbidîn) GULÂT:Taşkınlık gösteren, azgın. Sapık fırkalardan küfre varanlar. Gulât-ı Şîa:Allah, hazret-i Ali'ye hulûl etmiş girmiştir; hâşâ, hazret-i Ali tanrıdır diyenler. Gulât da denir. Hazret-i Ali'yi sevme husûsunda en çok aldanan Gulât-ı şîa, ilâhî bir parçanın imâmlara hulûl ettiğine ve onların bedenine büründüğüne inanırlar. (Hâşâ) Allahü teâlânın insan şeklinde olduğunu kabûl ederler. Rûhların bir bedenden bir bedene geçtiğini kabûl edip, kıyâmeti inkâr ederler. (İsferâînî, Şehristânî, Bağdâdî) GURRE:Düşürülen bir cenine (ana rahmindeki çocuğa) karşılık verilmesi gereken mâlî tazmînât. Cenin hakkında gurre, köle olsun, câriye olsun onun kıymeti beş yüz dirhemdir. (Hadîs-i şerîf-Nasb-ur-Râye) Bir kimse hâmile kadının karnına vurarak veya kadın ilâç ile çocuğu düşürürse, gurre vâcib olur. Gurre, erkeğin diyetinin (kâtilin vereceği para cezâsının) yirmide biridir ki beş yüz dirhem eder. Çocuk diri düşüp sonra ölürse tam diyet gerekir. (İbn-i Âbidîn) Zevcinden (kocasından) izinsiz çocuk aldıran veya ilâçla veya başka sûretle ölü olarak düşüren kadının âkılesi (yardımcıları veya yardımcı olan akrabâları) diyetin yirmide biri olan beş yüz dirhem gümüşü kadının zevcine (kocasına) gurre olarak verir. Zevcin izni ile düşürürse bir şey lâzım gelmez. Gurre bir senede ödenir. (Molla Hüsrev, M. Mevkûfâtî) GUSL:Boy abdesti. Cünüb olan her kadın ve erkeğin, hayz (âdet) ve nifası (lohusalık hâli) sona eren kadınların ağzı ve burnu ile birlikte, iğne ucu kadar kuru bir yer kalmayacak şekilde, bütün bedenini yıkaması. Kirlenince çabuk gusül abdesti alın! Çünkü (herkesin yanında bulunan) kirâmen kâtibîn melekleri cünüb gezen kimseden incinir. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli) Gusül abdesti almaya kalkan bir kimseye, üzerindeki kıl adedince (yâni pekçok) sevâb verilir. O kadar günâhı affolur. Cennet'teki derecesi yükselir. Guslü için ona verilecek sevâb, dünyâda bulunan her şeyden daha hayırlı olur. Allahü teâlâ meleklere, bu kuluma bakınız! Gece üşenmeden kalkıp, benim emrimi düşünerek, cünüblükten guslediyor, temizleniyor. Şâhid olunuz ki, bu kulumun günâhlarını afv ve mağfiret eyledim buyurur. (Hadîs-i şerîf-Gunye) Namazın doğru olması için, abdestin ve guslün doğru olması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn) Kâfir, müslüman olunca gusl abdesti alması müstehâbdır, sevâbdır. (İmâm-ı Rabbânî) GÜLŞENİYYE:Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. İbrâhim Gülşenî Mısır'a yerleştikten sonra Memlûk hükümdârı Sultan Gavri (Gûrî) başta olmak üzere pek çok kimse Gülşeniyye yoluna girdiler. Gelenlerin çok olması üzerine Sultan Gavri Müeyyediyye'de bir medrese yaptırdı. İbrâhim Gülşenî oraya giderek Ehl-i sünnet îtikâdını (inancını), dînin emir ve yasaklarını anlattı. (Muhyî Gülşenî) GÜNÂH:Dinde yasak olan şeyler. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli bulur. (Nisâ sûresi: 110) Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhtır. (Hadîs-i şerif-M. Ma'sûmiyye) Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Günâh işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş'ale tutan köre benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez. (Sâdi-i Şîrâzî) Günâh işlemeye devâm ettiği hâlde, günâhımın Allahü teâlâya ne zarârı var, o beni affeder demek münâfıklık alâmetidir. (Abdullah-ı Dehlevî) Günâhlar eğer zinâ etmek, içki içmek, şarkı ve çalgı âletleri dinlemek, haramlara bakmak, abdestsiz mushafa dokunmak ve bid'at îtikâdı (bozuk, yanlış inanışlar) gibi Allahü teâlânın hakkı olup, kul hakları ile ilgili değilse, onların tövbesi, pişmanl ık, istiğfâr ve yalvararak Allahü teâlâdan özür dilemekle olur. Ama farzları terk etmişse, meselâ namazlarını kılmamış, oruçlarını tutmamışsa tövbe ve istiğfâr bunları kazâ ettikten sonra olur. Kul hakkı ile ilgili olanlarda, hakları sâhiblerine veya vârislerine verip helallık dilemelidir. Vârisi bilinmezse, sâhibine niyetle fakirlere sadaka olarak vermelidir. (İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Sinânüddîn) Günâh-ı Sagîre:Küçük günah. (Bkz. Küçük Günah) Günah-ı sagîreye devâm, büyük günâha yol açar. (İmâm-ı Rabbânî) Günâh-ı Kebîre:Büyük günah. Günâh-ı kebîreye devâm, küfre yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #63 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | -H- HABÂİS:Kötü, alçak, pis şeyler, haramlar. Habîsin çoğulu. (Bkz. Habîs) HABER:Herhangi bir konuda alınan yazılı veya sözlü bilgi. 1. Sünnet, hadîs-i şerîf. Şüyû bulma (herkesçe duyulma, yayılma bilinme) derecesine göre haber; ya mütevâtir (Resûlullah efendimizden, birçok kimsenin rivâyet ettiği hadîs), ya meşhûr (ilk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs), ya müstefîz (söyliyen leri üçten çok olan hadîs), ya garîb (yalnız bir kimsenin bildirdiği hadîs), yâhut da azîz (iki veya üç kimsenin naklettiği hadîs) olur. (İmâm-ı Süyûtî) Her hadîs-i şerîf haberdir ancak her haber hadîs-i şerîf değildir. (İmâm-ı Süyûtî) Haberde " Tövbekârlarla sohbet edin, zîrâ onların kalbleri daha yumuşaktır" diye vârid olmuştur (gelmiştir). (İmâm-ı Gazâlî) 2. Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden bildirilen söz. Haber-i Meşhûr:Başlangıçta râvîsi (rivâyet edeni, bildireni) sınırlı iken, sonraki devirlerde, daha çok kimse tarafından nakledilen haber, hadîs-i şerîf. Haber-i meşhûrun, hadîs-i şerîf olduğunu kabûl etmeyerek inkâr eden, bid'at sâhibi olur. (İbn-i Kudâme) Haber-i Mütevâtir:Yalan üzerinde ittifâk etmeleri (birleşmeleri) mümkün olmayan bir cemâat (topluluk) tarafından nakledilen, bildirilen haber, hadîs-i şerîf. "Delîl getirmek dâvâcıya, yemîn etmek dâvâlıya düşer" hadîs-i şerîfi haber-i mütevâtirdir. (Teftâzânî) Haber-i Vâhid:Bir kişinin ettiği rivâyet, verdiği haber, hep bir kimse tarafınan fakat Peygamber efendimize kadar, rivâyet edenlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Buna, haber-i âhad da denir. Haber-i Vâhid, Kur'ân-ı kerîm ve meşhur sünnete aykırı olmamalıdır. (İbn-i Melek) HABÎB:Sevgili mânâsına Muhammed aleyhisselam. Öğünmek için söylemiyorum. Allahü teâlânın habîbiyim, peygamberlerin reisiyim. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî) Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Habîbidir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Âdem aleyhisselâm Cennet'te iken, Cennet'in her yerinde ve Arş üzerinde "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılı gördü. (Abdülhâk-ı Dehlevî) Yâ İlâhî ol Muhammed Hakkıçün, Ol şefâat kânı Ahmed Hakkıçün. Afv edip isyânımız kıl rahmeti, Ol Habîbin yüzü suyu hürmeti. (Süleymân Çelebi) HABÎBULLAH:Allahü teâlânın sevgilisi manasına, Muhammed aleyhisselâm. (Bkz. Habîb) Allahü teâlâyı seven Habîbullah'ı da sever. Habîbullah'ı seven O'na salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder. (İsmâil Fakîrullah) Hidâyete ermek için, Habîbullah, verdi imkân, Habîb ne demek? Düşünse kemâlini anlar insan, Yâ Râb! Büyük nebîdir O; köleleri olur sultan, Bir kalbe sevgisi dolsa; eder envâr ondan feyzân (mânevî ilimler feyzler). (M. Sıddîk bin Saîd) HABÎR (El-Habîr):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyin hakîkatini, kâinâtın, varlıkların, görünen ve görünmeyen her şeyi hakkıyla bilen, hiçbir zerrenin hareketi ve hareketsizliği ilminden hâriç olmayan, nefslerin ne ile mutmain (huzurlu) ne ile huzursuz olduğundan, sükûnete kavuştuğundan her zaman haberdâr olan. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Allahü teâlâ Alîm'dir (her şeyi bilendir), Habîr'dir. (Hucurât sûresi: 13) HABÎS: 1. Kötü, alçak, pis, âdî, bayağı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Ey îmân edenler! (Hak yolunda) infâkı (harcamayı), kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız (mahsûllerin) en iyisinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek habîs şeyleri vermeye kalkışmayın... (Bakara sûresi: 267) İnsanların en kötüsü, habîsliği sebebiyle kendisine ikrâm olunandır. (Hadîs-i şerîf-Ez-Zevâcir) Boyun eğdirme yâ Rab bir habîse, Şükr edeyim lütfuna her ne ise. (Muhammed bin Receb Efendi) 2. Haram. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Yetimlere (babası veya anası ölmüş çocuklara; rüşdüne gelince) mallarını verin. Temizi (helâlı), habîse değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, muhakkak büyük bir günahtır. (Nisâ sûresi: 2) HABLULLAH:Allahü teâlânın ipi, Kur'ân-ı kerîm veya İslâm dîni. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Hepiniz Hablullah'a sımsıkı sarılınız. (Âl-i İmrân sûresi: 103) Kur'ân-ı kerîm hablullah-il-metîndir. Allahü teâlânın sağlam ipidir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî) HAC:İslâm'ın beşinci şartı. Gerekli şartları kendinde bulunduran (bülûğa ermiş yâni ergen, hür, zengin, aklı başında) her müslümanın ömründe bir defâ ihramlı (dikişsiz) bir elbise ile Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyâret etmesi ve Arafât denilen yerde bir mikt âr durması ve bâzı vazîfeleri yerine getirmesi. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin o Beyt'i (Kâbe'yi) h ac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır. (Âl-i İmrân sûresi: 97) Hac edip de beni ziyâret etmeyen kimse, beni incitmiş olur. (Hadîs-i şerîf-Dâre Kutnî) Allah'ım! Hac edeni ve onun af ve mağfiret olunmasını istediği kimseyi af ve mağfiret eyle. (Hadîs-i şerîf-Lübâb-ül-İhyâ) Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık) Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde (fazla) ise, sevâb kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. (Alâüddîn-i Haskefî) Kulun haccının kabûl olduğunun alâmeti, hacda Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanarak, dönmesi, günâha hiç yaklaşmaması, kendini hiç kimseden üstün görmemesi, ölünceye kadar dünyâya meyletmemesidir. Haccının kabûl olmadığının alâmeti de, hacdan döndüğünde evvelki hâli üzere bulunmasıdır. (Ali Havvâs) Hacc-ı Asgar:Ömre. Hac zamânı olan beş günden (Arefe günü ile dört bayram günlerinden) başka senenin her günü ihrâm (dikişsiz elbise) ile Mekke'ye gelip, Kâbe'yi tavâf (etrâfında yedi kere dolaşmak), sa'y yapmak (Safâ ve Merve tepeleri arasında gidip gelmek) ve t raş olmak. Hacc-ı Ekber:Farz olan hac. Hacca giden müslümanların hacı olabilmeleri için şartlarını yerine getirmeleri lâzımdır. Arefe günü Cumâ'ya rastlarsa yetmiş hac sevâbı meydana gelir. Halk arasında buna hacc-ı ekber deniliyor. Bu söz doğru değildir. Hacc-ı ekber farz olan hacdır. (İbn-i Âbidîn)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #64 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | Hacc-ı İfrâd:İhrâma girerken, yalnız hacca niyet edilerek yapılan hac. Bu haccı yapana müfrid hacı denilir. Mekke'de oturanlar yalnız ifrâd haccı yaparlar. Hacc-ı ifrâd, fazîlet bakımından temettu' haccından aşağıdadır. (M. Mevkûfâtî) Hacc-ı Kıran:Hac ile ömreye birlikte niyet ederek ihrâm giyip, ömrenin vazîfelerini yaptıktan sonra ihrâmını (hac elbisesini) çıkarmayarak aynı elbise ile hac vazîfelerini de yapmak. Bu haccı yapana kârin hacı denilir. Hacc-ı kıran'a niyet şöyle yapılır: "Yâ Rabbî! Ömre ile haccı berâber edâ etmeye niyet ettim. Onları bana kolaylaştır ve benden kabûl et." (Saidüddîn Fergânî) Hacc-ı kıran sevâbı, hacc-ı ifrâd ve hacc-ı temettu'dan çoktur. (İbn-i Âbidîn) Hacc-ı Mebrûr:Şartlarına dikkat edilerek hiç günâh işlemeden yapılan ve kabûl olan hac. Hacc-ı mebrûr yapanın dünyâya yeni gelmiş gibi, günâhları affolur. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı mebrûrdur. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ) Hacc-ı mebrûr, kazâya kalmış farzlardan (vaktinde kılınmamış, sonraya bırakılmış namaz, oruç, zekât) ve kul haklarından başka günâhların affına sebeb olur. (Hâdimî) Hacc-ı Temettû':Hac mevsiminde (Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce aylarında) önce ömre için niyet edilerek ihrâma girilip ömre yapıldıktan sonra memleketine dönmeyerek, yeniden ihrâma girip hac yapmak. Bu haccı yapana mütemetti hacı denir. Hacc-ı temettû' sevâbı ifrâd hacdan çoktur. (İbn-i Âbidîn) Hâccü'l-Haremeyn:Hac farîzasını yaptıktan sonra Medîne'ye gelip kabr-i saâdeti de ziyâret eden hacı. Çün rûz-ı ezel kısmet olmuş bize devlet Takdîre rızâ vermeyesin buna sebeb ne Hâccü'l-haremeynim diye dâvâlar çekersin Ya saltanat-ı dünyâ için bunca talep ne! (İkinci Bâyezîd Han-ı Adlî) HACÂMAT:Hacâmat bıçağı denilen bir âletle, vücûdun deriye yakın damarlarını keserek kan alma. Kan almaya fasd da denir. Bütün meleklerden işittim ki, ümmetine söyle hacâmat yaptırsınlar, dediler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Arabî ayın on yedinci veya on dokuzuncu veya yirmi birinci günleri hacâmat olunuz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Kan aldırmak sünnettir. Peygamber efendimiz her ay hacâmat olurdu. (Zehebî) HACB:İslâm mîrâs hukûkunda bir vârisi (hisse sâhibini) diğer bir vârisin bulunmasından dolayı kısmen veya tamâmen mîrastan menetmek. Bir vârisi mîrâstan kısmen (payının azalması şekliyle) mahrûm etmeğe hacb-i noksan, mîrastan hiç alamamak şeklinde mahrûm etmeğe hacb-i hirman denir. Erkek vârislerden oğul, baba, zevc (koca) ile kadınlardan kız, ana, zevce (hanım); yâni bu altı kimse hacb-i noksan ile payları düşebilirse de tamâmen mîrastan mahrûm olmazlar. (Muhammed Mevkûfâtî) HÂCE:Müderris, hoca, efendi mânâsına ilim sâhibi kimselere verilen Farsça bir ünvan. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr buyurdu ki: Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi (geleceğimi) karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları ve çirkinlikleri ve rseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler hiç üzülmem. (İmâm-ı Rabbânî) Hâce-i Âlem:Âlemin, kâinâtın mürşidi, rehberi, yol göstericisi mânâsına Resûlullah efendimize mahsûs bir ünvan. Hâce-i âlem, gelmiş ve gelecek, yaratılmış ve yaratılacak olanların en üstünü, en iyisidir. (İmâm-ı Gazâlî) Hâce-i Kâinât:Hâce-i âlem. HÂCEGÂN YOLU:Daha çok nübüvvet kemâlâtına (olgunluklarına, üstünlüklerine) kavuşturan Hazret-i Ebû Bekir'den gelen yolun, Yusuf-ı Hemedânî hazretlerinden îtibâren aldığı isim. Bu yol sonradan Nakşibendiyye adını almıştır. Hâcegân yolunun büyüklerinden Abdülhâlik Goncdüvânî hazretleri vasiyetnâmesinde buyuruyor ki: Her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol, İslâm âlimlerinin kitaplarını oku. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçılardan sakın, şöhret yapma, şöhrette âfet vardır. Arslandan kaçar gibi câhillerden kaç. Bid'at sâhibi inanışları bozuk olan sapıklar ile ve dünyâya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme. (Mevlânâ Sâfî) HACER-ÜL-ESVED:Kâbe-i muazzamanın doğu köşesinde bir buçuk metre kadar yükseklikte bulunan ve Cennet yâkutlarından olan parlak, siyah taş. İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu İsmâil aleyhisselâmın birlikte Kâbe'yi inşâ ettikleri sırada, melekler taş getirerek İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-esvede gelince, İbrâhim aleyhisselâm; "Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâ ret olsun" buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; "Bundan daha iyi bir taş getir" buyurunca; Ebû Kubeys dağından; "Cebrâil aleyhisselâm, tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!" diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-esved taşı Ebû Kubeys dağından alınıp, Kâbe'deki yerine yerleştirildi. (Azrakî) Hazret-i Ömer, Hacer-ül-esved taşına, karşı; "Sen bir şey yapamazsın, fakat Resûlullah'a uyarak seni öpüyorum" dedi. Hazret-i Ali bunu işitince, Resûlullah'ın "Hacer-ül-esved, kıyâmet günü insanlara şefâat eder" buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de hazret-i Ali'nin bu sözüne teşekkür etti. (Dâvûd bin Süleymân) Tavâfa (Kâbe'nin etrâfında dönmeye) Hacer-ül-esvedden başlamak ve burada bitirmek sünnettir. (Zeylâî)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #65 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | HAÇ:Birbirini dik olarak kesen iki doğrunun meydana getirdiği, hıristiyanlık dîninin sembolü olarak kabûl edilen şekil. Buna salîb ve istavroz da denir. İnsanların doğuştan günâhkâr olduğuna inanan hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın bu günâhlara keffâret olarak kendini fedâ ettiğini, haça gerilmek sûretiyle öldürüldüğünü kabûl ederler. Îsâ aleyhisselâma yapılan işkencenin, dolayısıyla onu kurtarmanın sembolü olarak kabûl edilen haç ile ilgili yaygın hıristiyan inanışı yanlıştır. (Harputlu İshak Efendi) Kur'ân-ı kerîm, hazret-i Îsâ'nın haça gerilerek öldürülmediğini, diri olarak göğe çıkarıldığını açıkça haber vermektedir. Dîninden dönerek ufak bir menfaat karşılığı hazret-i Îsâ'yı Romalılara haber veren Yehûdâ, Allahü teâlâ tarafından Îsâ aleyhisse lâmın şekline benzetildi. Romalı askerler. Yehûdâ'yı yakaladılar ve haça gerip öldürdüler. (Rahmetullah Efendi) HAD:İslâmiyet'te miktârı kesin olarak bildirilen cezâ. Beş günah için had cezâsı vardır:Zinâ, şarab içmek, alkollü içki ile sarhoş olmak, kazf (iffetli erkek veya kadına zinâ etti diye iftirâda bulunmak), hırsızlık, yol kesicilik. (İbn-i Âbidîn) Had, günâhın temizlenmesine sebeb olmaz. Günâhtan kurtulmak için ayrıca tövbe etmek de lâzımdır. (İbn-i Âbidîn) Hadd-ı Bülûğ:Ergenlik çağı; cünüp olup, gusül abdesti almaya başlama zamânı. (Bkz. Sinn-ı Bülûg) Hadd-i Kazf:İffetli, temiz olan erkek veya kadına zinâ isnâd etmek (zinâ ettiğini söylemek) sebebiyle verilen cezâ. Kazf (temiz erkek veya kadına zinâ isnâd etmek), İslâm dîninde büyük günâhtır. İki şâhidin haber vermesi veya suçlunun bir kere söylemesi ile sâbit olur, bilinir. Hadd-i kazf, seksen sopa vurmaktır. Hadd-i kazf, kazf olunan kimsenin isteği üzerine ta tbîk edilir. Hadd-i Sirkat:İslâm hukûkunda başkasının az veya çok malını gizlice, haksız olarak veya rızâsı olmayarak almak sebebiyle verilen cezâ. Akıllı ve erginlik çağına gelmiş erkek, kadın, köle, efendi, müslüman veya zımmî (müslüman olmayan vatandaş), on dirhem (33 gr. ve 65 santigram) gümüş parayı veya değerinde olan mütekavvim (kıymetli, kullanılması câiz ve mümkün) ve durmakla bozulmaya n bir malı, müslüman veya zımmî olan sâhibinin mülkünden dâr-ül-İslâm'da (müslüman memleketinde), hepsini bir defâda gizlice alırsa ve mal sâhibi de dâvâ ederse, hadd-i sirkat uygulanır ve suçlunun sağ eli bilek mafsalından kesilir. İkinci defâ çalan ın sol ayağı oynak yerinden kesilir. Üçüncüsünde bir yeri daha kesilmeyip, tövbe edinceye kadar hapsedilir. Hırsızlık, çalanın bir kere söylemesi veya iki âdil erkek şâhidin haber vermesi ile belli olur. (İbn-i Âbidîn) Et, sebze, meyve, süt, ****, ot, kuş, tavuk, kireç, kömür, tuz, saksı, ekmek, her çeşit kitab vb. çalmakla hadd-i sirkat lâzım gelmez. (İbn-i Hümâm) Hadd-i Zinâ:Akıllı olan, ergenlik çağına gelen ve konuşabilen müslüman veya müslüman olmayan kadın ve erkeğe, dâr-ül-İslâm'da (İslâm memleketinde), tehdîd edilmeden, arzûlariyle, zinâ yaparken yakalandıklarında verilmesi gereken cezâ. Evli olmayan kimse için hadd-i zinâ, yüz sopa vurulmasıdır. (İbn-i Âbidîn) HADES:Abdestsizlik veyâ cünüblük hâli. Hades; küçük hades ve büyük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Küçük hades; bevl etmek, herhangi bir yerden kan çıkması ve abdesti bozan diğer durumlarla meydana gelen manevî kirlilik hâlidir. Namaz abdesti almakla temizlenilir. Büyük hades ise, cünübl ük, hayız ve nifas hâlleri ile meydana gelen manevî kirliliktir. Boy abdesti alarak ağızı, burnu ve bütün bedeni yıkamakla ondan temizlenilir. (Mehmed Zihnî Efendi) Hadesten Tahâret:Namaza başlamadan önce yerine getirilmesi gereken farzlardan biri. Abdesti olmayan kimsenin abdest alması, cünüb olanın, hayız ve nifas hâli sona eren kadının boy abdesti alması. HÂDÎ (El-Hâdî):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarından dilediğine doğru yolu gösteren, kullarının havâssına (seçilmişlerine) doğrudan insanların avâmına (havâsstan aşağı derecede olanlara) yarattıkları varlıkları vâsıtasıyla kendini tan ıtan yüce Allah. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Rabbin, Hâdîdir, (düşmana karşı) yardımcı olarak yeter. (Furkan sûresi: 31) Allahü teâlânın isimleri vardır. İsimleri aynı zamanda sıfatlarıdır. Allahü teâlânın Hâdî ve Mudıl (dalâlete götürücü) sıfatları vardır. İnsanlardan bâzılarına Hâdî, bâzılarına Mudıl sıfatı ile tecellî eder. Biz, niye böyle olduğunu anlayamayız. (Abdülhakîm Arvâsî) HÂDİS:Yaratılmış. Yok iken var, var iken yok olabilir. Sonradan olan. Âlemin hâdis olduğunu gösteren ikinci bir delil de âlemin her zaman bozularak değişmesidir. (Kemahlı Feyzullah) HADÎS:Peygamber efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de mani olmadıkları şeyler. Uydurduğu bir süzü, hadîs olarak söyleyen kimse, Cehennem'de azâb görecektir. (Hadîs-i şerîf-Buhârî) Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî) İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği, bildirdiği) bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır. Bir kimse ki, Kur'ândan, hadîsten anlamaz, Cevâb vermemek gibi, ona cevâb bulunmaz. (Şeyh Sa'dî) Hadîs Âlimi:Hadîs-i şerîf sahasında mütehassıs kimse. Hadîs-i Âhâd:Hep bir kimse tarafından rivâyet edilen, bildirilen, müsned-i muttasıl (Resûlullah efendimize varıncaya kadar, rivâyet edenlerden yâni nakledenlerden hiçbiri noksan olmayan) hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Âmm:Herkes için söylenmiş hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Cibrîl:Peygamber efendimiz Eshâbı (arkadaşları) ile otururlarken, Cebrâil aleyhisselâmın insan sûretinde gelip; İslâm'ı, îmânı ve ihsânı sorduğunda Resûlullah efendimizin verdiği cevabları bildiren hadîs-i şerîf. Cibrîl hadîsinde o zât-ı şerîf (Cebrâil aleyhisselâm) ellerini Resûl-i ekremin mübârek dizleri üzerine koydu ve Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem buyurdu ki: " İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, vakti gelince namaz kılmak, malının zekâtını vermek, Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak ve gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir." Îmânın şartlarını sorduğunda; "Allahü teâlâya inanmak, O'nun meleklerine inanmak, indirdiği kitablarına inanmak, peygamberlerine inanmak, âhiret gününe inanmak, kadere, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır" buyurdu. "İhsân nedir? diye sorduğunda da; "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görür" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Hadîs-i Garîb:Yalnız bir kişinin bildirdiği sahîh hadîs. Yahut, aradaki râvîlerden (nakledenlerden) birine, bir hadîs âliminin muhâlefet ettiği hadîs. Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî (sonsuz) olarak, kâfire yetmiş sene çıkış ve o kadar sene de iniş yaptırılacaktır. Bu hadîs, hadîs-i garîbdir. (Tirmizî) Hadîs-i Hâs:Bir kimse için söylenmiş hadîs-i şerîfler. Her ümmetin bir emîni vardır. Ey ümmetim! Bizim emînimiz de Ebû Ubeyde bin Cerrâh'tır. Bu hadîs, hadîs-i hâstır. (Sahîh-i Müslim) Hadîs-i Hasen:Bildirenler (râvîler) sâdık (doğru) ve emîn (güvenilir) olmakla beraber hâfızası, anlayışı sahîh hadîsleri bildirenler kadar kuvvetli olmayan kimselerin bildirdiği hadîs-i şerîfler. YüceAllah, can boğaza gelmedikçe, (îmânlı) kulunun tövbesini kabûl eder. Bu hadîsi Tirmîzî rivâyet etmiş ve; "Bu hadîs, hadîs-i hasendir" demiştir. (Hadîs-i şerîf-Riyâzü's-Sâlihîn) Hadîs-i Kavî:Resûlullah efendimizin, söyledikten sonra, peşinden bir âyet-i kerîme okuduğu hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Kudsî:Mânâsı, Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri ise, Resûl-i ekrem sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber efendimizi bir nûr kaplardı ve bu, hâlinden belli olurdu. (Abdülhak Dehlevî) Hak teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurdu ki: Kulum bana, farz namazda olduğu kadar, hiçbir amel ile yakın olamaz. (Buhârî) Lâ ilâhe illallah kal'amdır. Bunu okuyan kal'ama girmiş olur.Kal'ama giren de azâbımdan emin olur, kurtulur. (Seâdet-i Ebediyye) Hadîs-i Maktû':Söyleyenleri (râvîleri), Tâbiîn-i kirâmakadar bilinip, Tâbiîn'den rivâyet olunan hadîs-i şerîfler. Tâbiîn'den rivâyet edilen, bildirilen maktû' hadîslerin sonraki râvîleri (nakledenleri) Ehl-i sünnet âlimlerinden iseler, bunlar hakîkaten hadîs-i maktû'dur. Mevdû sanmamalıdır. (İbn-i Kudâme-Buhârî) Hadîs-i Mensûh:Peygamber efendimiz tarafından ilk zamanda söylenip, sonra değiştirilen hadîsler. Hadîs-i Merdûd:Mânâsı olmayan ve rivâyet şartlarını taşımayan söz. Hadîs-i Meşhûr:İlk zamanda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan, yâni bir kimsenin Resûl-i ekremden, o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittiği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i meşhûra inanmayan kâfir olur. (İbn-i Âbidîn) Hadîs-i Mevdû:Bir hadîs imâmının şartlarına uymayan hadîs-i şerîfler. Bir müctehid (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlim), bir hadîsin sahîh (doğru) olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için; "Benim mezhebimin usûlünün kâidelerine göre mevdûdur" der. Yoksa; "Resûlullah'ın sallallah ü aleyhi ve sellem sözü değildir" demez. (Dâvûd-ül-Karsî) Hadîs-i Mevkûf:Eshâb-ı kirâma kadar râvîleri (nakledenleri) hep bildirilip, sahâbî olan râvînin, Resûl-i ekremden işittim demeyip, böyle buyurmuş dediği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Mevsûl:Sahâbînin (Resûlullah efendimizin arkadaşları); "Resûlullah'tan işittim, böyle buyurdu" diyerek haber verdiği hadîs-i şerîfler. Bunda, Resûl-i ekreme kadar rivâyet edenlerin hiç birinde kesinti olmaz. Hadîs-i Muddarib:Kitab yazanlara, çeşitli yollardan, birbirine uymayan şekilde bildirilen hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Muhkem:Te'vîle (yoruma, açıklamağa) muhtaç olmayan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Mu'allak:Baştan bir veya birkaç râvîsi(rivâyet edeni, nakledeni) veya hiçbir râvîsi belli olmayan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Munfasıl:Aradaki râvîlerden (nakledenlerden), birden ziyâdesi (fazlası) unutulmuş olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Müfterâ:Müseylemet-ül-Kezzâb'ın ve ondan sonra gelen münâfıkların (kalbiyle inanmayıp, sözleriyle inandık diyenlerin), zındıkların (kâfirlerin), müslüman görünen dinsizlerin uydurma sözleri. Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah efendimiz, dört halîfesinin ve ashâbının arkadaşlarının yolunda olan âlimler), müfterâ hadîsleri aramış, bulmuş ve ayırmışlardır. Din büyüklerinin kitablarında böyle sözlerden hiçbiri yoktur. Hadîs-i Mürsel:Sahâbe-i kirâmın ismi söylenmeyip, Tâbiîn'den (Sahâbeyi görenlerden) birinin, doğruca Resûl-i ekrem buyurdu ki dediği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Müsned-i Münkatı':Sahâbîden başka bir veya birkaç râvîsi (nakledeni) bildirilmeyen hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Müsned-i Muttasıl:Peygamber efendimize kadar râvîlerden (nakledenlerden) hiçbiri noksan olmayan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Müstefîz (Müstefîd):Söyleyenleri üçten çok olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Müteşâbîh:Te'vîle (açıklamaya, yorumlamaya) muhtâç olan hadîs-i şerîfler. Hadîs-i Mütevâtir:Bir çok Sahâbînin Peygamber efendimizden ve başka bir çok kimsenin de bunlardan işittiği ve kitâba yazılıncaya kadar, böyle pek çok kimsenin haber verdiği hadîs-i şerîfler. Mütevâtir hadîsleri rivâyet edenlerin yalan üzerinde sözbirliği yapmaları müm kün değildir. Hadîs-i mütevâtire muhakkak inanmak ve bildirilenleri yapmak lâzımdır. İnanmayan kâfir olur, îmânı gider. (İbn-i Âbidîn) Hadîs-i Nâsih:Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, son zamanlarında söyleyip, önceki hükümleri değiştiren hadîs-i şerîfleri. Hadîs-i Sahîh:Âdil ve hadîs ilmini bilen kimselerden işitilen, müsned-i muttasıl (Resûl-i ekreme kadar, rivâyet edenlerin hepsi tam olup noksan bulunmayan), mütevâtir (bir çok sahâbînin rivâyet ettiği) ve meşhûr (önceleri bir kişi bildirmişken, sonraları şöhret bu lan) hadîsler. Hadîs-i Şâz:Bir kimsenin, bir hadîs âliminden işittim dediği hadîs-i şerîfler. Hadîs-i şâzlar kabûl edilir, fakat sened (vesîka) olamazlar. Âlim denilen kimse meşhûr bir zât değilse, kabûl olunmazlar. Hadîs-i Zaîf:Sahîh ve hasen olmayan hadîs-i şerîfler.Zaîf hadîsi bildirenlerden birinin hâfızası, adâleti gevşek olur veya îtikâdında (inancında) şübhe bulunur. Zaîf hadîslere göre fazla ibâdet yapılır; fakat ictihâdda bunlara dayanılmaz. Hadîs İmâmı:Üç yüz binden çok hadîs-i şerîfi, râvîleri (rivâyet edenleri, nakledenleri) ile birlikte bilen büyük hadis âlimi. Buna, hadîs müctehidi de denir. Hadîs imâmlarının en büyüklerinden olan İmâm-ı Buhârî'nin rivâyet ettiği (naklettiği) bir hadîs-i şerîf şöyledir: Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu düşman eline vermez (himâye eder, korur). Her kim müslüman kardeşinin yardımında bulunur ve onun ihtiyâcını te'min ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın sıkıntılarından birini giderirse, cenâb-ı Hak buna mukâbil (karşılık), ondan kıyâmet sıkıntılarından birini giderir. Her kim, bir müslümanın aybını (kusûrunu) örterse Allahü teâlâ âhirette onun (kusur) ve kabâhatlerini örter. Hadîs imâmlarından İmâm-ı Müslim'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf ise şöyledir: Herhangi bir müslümanın başına; yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, acı, diken batmasına kadar, her ne gelirse, Allahü teâlâ bunları; o müslümanın hatâlarına keffâret kılar. Hadîs-i Nefs:Kalbe gelip de, yapmakla yapmamak arasında tereddüde sebeb olan düşünce. Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, uzaklaştırılır. Buna hâcis denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, hadîs-i nefstir. Dördüncüsü, yapılması tercîh edilir. Buna hemm denir. Beşinci derecede bu ter cîh kuvvetlenip, karar verilir. Buna azm ve cezm denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene (iyilik) ise yazılır. Seyyie yâni kötülük ve günah ise, terk edilince, sevâb yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlenmezse bu da affolur. (Abdülganî Nablüsî) HADSÎ:Zihnin sür'atli fakat doğru bir şekilde netîceye ulaşması ile bilinen şey. Güneşe olan yakınlık ve uzaklığına göre, ayın ışığının değişmesi, azalıp çoğalması, aralarına dünyânın girmesiyle kararmasından, ayın, ışığını güneşten aldığının bilinmesi hadsîdir. (Molla Fenârî) Tasavvuf büyüklerinin eserden (yapılan işten) müessiri (bu işi yapanı, yaratıcıyı) anlamaları hadsîdir. Hattâ bedîhîdir yâni meydandadır, apaçıktır. Diğer insanların, eseri görüp, müessiri anlıyabilmeleri ise, düşünmekle, incelemekle olur. (Ahmed Fârûkî) Allahü teâlâdan başkasının ibâdete hakkı olmadığı meydandadır. Hattâ hadsîdir. Bir kimse, ibâdetin mânâsını iyi anlasa ve Allahü teâlânın sıfatlarını iyi düşünse, O'ndan başkasının ibâdete hakkı olmadığını hemen bilir. (Ahmed Fârûkî) HAFAZA MELEKLERİ:Koruyucu melekler, her insanın hayır (iyi) ve şer (kötü) işlerini yazan; ikisi gece, ikisi gündüz gelen ve kötülüklerden ve cinlerden koruyan melekler. Bunlara Kirâmen kâtibîn melekleri diyenler olduğu gibi, onlardan başka olduğunu söyleyenler de olm uştur. (Bkz. Kirâmen Kâtibîn) Hafaza melekleri, insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. (İmâm-ı Birgivî, Kâdızâde) HÂFİD (El-Hâfid):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, yâni öldükten sonra mahlûkât (yaratılmışlar) diriltilip, herkes dünyâda iken yaptığının hesâbını verirken, kâfirleri ve kötü kimseleri en aşağı seviyeye indiren, huzûrunda düşmanl arının başlarını aşağı eğdiren. El-Hâfid ism-i şerîfini söyliyen zararlardan korunmuş olur. (Yûsuf Nebhânî) HÂFIZ:Hıfz eden, ezberleyen. Râvileriyle (rivâyet edenlerle) birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen hadîs âlimi. Kur'ân-ı kerîmi ezberleyene hâfız denmez, kârî denir. Bugün hadîs-i şerîfleri ezbere bilen bulunmadığı için, kârî yerine, yanlış olarak hâfız denmektedir. (Muhammed Tâhir) Hâfız-ı Kur'ân:Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen. (Bkz. Kârî) İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hattâ, İslâm tâcirleri, ticâret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaktır. Sonra, hâfız-ı Kur'ân olan kimseler çıkacak, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennem'in ****ları bunlardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Hâfız-ı Kur'ân pazarlık etmeden, Allah rızâsı için hatm, cüz veya mevlid okursa, okutanın hediye ettiğini alması câiz olur. Îtirâz ederse aldığı harâm olur. (Muhammed Hâdimî) HÂFIZA:Hıfz etme (ezberleme) ve hatırda tutma kuvveti. His organları ile duyulmayan fakat duyulanlardan çıkarılan mânâları saklayan mânevî duygu merkezlerinden biri. Hocam Vekî'e hâfızamın zayıflığından şikâyet ettim. Günâhları terketmemi söyledi. (İmâm-ı Şâfiî) Az yemek yiyenin bedeni kuvvetli, kalbi nûrlu, hâfızası kuvvetli olur. Geçimi kolay olur, işlerinde lezzet bulur. Allahü teâlâyı çok anmış olur. Âhireti düşünür, ibâdetten aldığı lezzet her şeyde isâbeti (doğruyu bulması) ve irşâdı (yol göstermesi) ç ok, ahirette hesâbı kolay olur. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî) HAFÎ:Gizli, kapalı. 1. Usûl-i fıkıh ilminde, mânâsı açık olduğu hâlde söyleyenin maksadını ifâde etme husûsunda kapalı, gizli söz. "Kâtil mîrâsçı olamaz" hadîs-i şerîfinde kâtil lafzı hafîdir. Bu kelimenin, kasten bilerek adam öldürenin mîrâsçı olamıyacağı husûsunda mânâsı açık olduğu hâlde, hatâ ile öldürenin de bu hükmün altına girip girmediği husûsunda kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle âlimler bu konuda farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî) Mâide sûresinin otuz sekizinci âyet-i kerîmesinde hırsıza verilecek cezâdan bahsedilmektedir. Âyet-i kerîmedeki sârık (hırsız) kelimesi hafîdir. Çünkü tarrâr (yankesici) ve nebbâşı (kefen soyucuyu) da içerisine aldığı hususunda kapalıdır. Bunun için, âlimler, âyet-i kerîmede hırsıza verilecek cezânın, yankesiciye de verileceğinde sözbirliği ettikleri halde, kefen soyucu hakkında ihtilâf etmişler, farklı hükümler bildirmişlerdir. (Serahsî, Molla Hüsrev) 2. Tasavvufta âlem-i kebîrdeki beş latîfeden biri. Kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ latîfelerinin asılları, kökleri âlem-i kebîrdedir. İnsanın dışındaki varlıklara "âlem-i kebîr" denir. (İmâm-ı Rabbânî) Hafî Okumak:Namazda sessiz okumak. İmâmın öğlen, ikindi ve üç ve dört rek'atlı namazların üç ve dördüncü rek'atlarında sessiz okuması. Hafî okunacak yerde cehrî (açık), cehrî okunacak yerde hafî okunursa secde-i sehiv lâzım olur. (Halebî) HAFÎF İKRÂH:Şiddetli olmayan zorlama. Canın veya uzvun telefine yol açmayan, yalnız acı ve eleme sebeb olacak derecedeki dövme ve hapsetme gibi şeylerle yapılan zorlama. (Bkz. İkrâh) Hafif ikrâh karşısında kalan kimsenin riyâ yâni gösteriş yapması câiz değildir. (Muhammed Hâdimî) HAFİF NECÂSET:Eti yenen dört ayaklı hayvanların bevli (idrarı) ve eti yenmeyen kuşların pisliği. Hafif necâsetlerden bir uzva veya elbisenin bir kısmına bulaşınca bu kısım veya uzvun dörtte biri kadarı namaza zarar vermez. (İbn-i Âbidîn) HAFÎF-ÜL-HÂZ:Zevcesi (hanımı) ve çocuğu olmayan. İki yüz yılından sonra, sizin en iyiniz, hafîf-ül-hâz olandır. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ) Hicretten (Resûlullah efendimizin Mekke'den Medîne'ye göç etmesinden) iki yüz sene sonra gelenler arasında bulunan; Bişr-i Hâfi, Bâyezîd-i Bistâmî ve Ebü'l-Hüseyn Nûrî gibi büyük âlimler hafîf-ül-hâz idiler. (Saîdüddîn Fergânî) HAHAM:Yahûdî din adamı. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Ey îmân edenler! Muhakkak ki; hahamlardan ve râhiplerden bir çoğu, bâtıl sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah'ın yolundan alıkorlar. Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara pek acıklı bir azâbı müjdele. (Tevbe sûresi: 34) Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tevrât kitabını (yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni sözlü emirleri de verdi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn ve Yûşâ (aleyhimesselâma) bildirdi. Bunlar da kendilerinden sonra gelen peygamberlere bild irdiler. Bu bilgiler nesilden nesile yâni hahamlardan hahamlara nakledildi. Bunlara zamanla yahûdîlerin âdetleri, kânun müesseseleri, hahamların bir mevzûdaki tartışmaları ve şahsî görüşleri de karıştırıldı. Böylece hahamların şahsî görüş ve münâkaşalarını ifâde eden bilgiler yahûdî kitablarına girdi. Yahûdî hahamlarından Akilos bunları topladı ve kısımlara ayırdı. Talebesi haham Meir bunlara ilâveler yaparak basitleştirdi. Daha sonraki hahamlar bu rivâyetlerin te'lifi (birleştirilmesi) ve topla nması için çeşitli usûller ve şartlar koydular. Böylece pekçok rivâyetler ve kitaplar ortaya çıktı. (Harputlu İshâk Efendi) HÂİD:Hayız (âdet) gören kadın. (Bkz. Hayz) HÂİN:Birine kendini emin (güvenilir) tanıttıktan sonra o emniyeti, güveni bozacak iş yapan. Eminin zıddı. Cimriler, hîlekârlar (aldatıcılar), hâinler ve kötü huylu insanlar Cennet'e giremezler. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî) Ümmetim belki her günâhı işleyebilir ama, yalan söyliyemez ve hâinlik yapamaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Kibri, hâinliği ve kul borcu olmayan mü'min hesabsız Cennet'e girecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka) İki günahtan çok kork! Birisi emrinde olan insanlara zulmetme! En büyük zulm, onların İslâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mâni olmaktır. İkincisi din ve dünyâ yolunda hâin olma! Her günahtan kork! Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a'lâda bir köşk ihsân eder.Bir müslüman sana zarar verirse sen ona iyilik et! Hiç kimsenin ayıblarını yüzüne vurma. (Süleymân bin Cezâ) HAK (El-Hakk): 1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Vâcib-ül-vücûd yâni varlığı lâzım olan, hiç yok olmayan, dâimâ var olan ve kendisinden başkası yaratmaya lâyık olmayan. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: ...Allah, Hak'dır. (Müşriklerin) Allahü teâlâdan başka taptıkları bâtıldır (yok olucudur). (Hac sûresi: 62) Her gün el-Hak ism-i şerîfini bin defâ söyliyenin huyu ve ahlâkı güzelleşir. (Yûsuf Nebhânî) Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Mevlâ görelim n'eyler, N'eylerse güzel eyler. (İbrâhim Hakkı Erzurûmî) Aklın varsa ey kardeşim Hakkı sevmek olsun işin Aşk tadını tatmıyanın Kalbi temiz olmaz imiş. (M. Sıddîk bin Saîd) 2. İslâmiyet. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Hak gelince, bâtıl (şirk, puta tapmak) gider. Bâtıl, her zaman gidicidir. (İsrâ sûresi: 81) 3. Gerçek, doğru. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: Cennet ehli (Cennet'e girince) Cehennem ehline; "Biz Rabbimizin bize vâdettiğini (sevâbı) hak bulduk. Siz de Rabbimizin size vâdettiğini (azâbı) hak buldunuz mu? diye seslenir. (Onlar da) evet derler. (A'râf sûresi: 44) Ölüm haktır, kabr haktır. Kabirde, Münker ve Nekir denilen iki meleğin meyyite (ölüye) suâl sorması haktır. Haşr (kabrden kalkıp Arasât meydanında hesâb vermek için toplanmak) haktır. Neşr haktır. Dünyâda yapılan amellerin işlerin hesâbını vermek hak tır. Amellerin tartılması haktır. Cehennem üzerinde bulunan ve üzerinden geçilecek, Sırat denilen köprü haktır. Cennet'in mü'minler (inananlar) için, Cehennem'in de kâfirler için olduğu haktır. (Nesefî) 4. Alacak. Bir kimse, peygamberlerin alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vesselâm yaptığı ibâdetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennet'e giremeyeceği bildirilmiştir. (İmâm-ı Rabbânî) 5. Pay, hisse. Bâyi' (satıcı)den başka bir kimsenin hakkı bulunan bir malın satılması, o kimsenin izin vermesine bağlıdır. Yâni izin vermezse müşteri (alıcı) o mala mâlik, sâhib olamaz. (İbn-i Âbidîn) 6. Hâtır, hürmet. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahümme innî es'elüke bilhakkıssâ'ilîne aleyke" yâni; "Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hakkı için, senden istiyorum, derdi ve böyle duâ ediniz!" buyururdu. (İbn-i Mâce) Yâ ilâhî ol Muhammed hakkı çün Ol şefâat kânı Ahmed hakkı çün Biz âsî mücrim kulları Yarlığayûb günâhlardan berî Kabrimiz îmân ile pür nûr kıl Mûnis-i gılmân ile hem hûr kıl. (Süleymân Çelebi) 7) İnsanın yapması lâzım gelen şey. Müslümanın müslüman üzerine beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastalığında arayıp sormak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükellah diye karşılık vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim) Hak Teâlâ:Yüce Allah. Allah celle celâlühü. (Bkz. Allah) Hak teâlâ, intikâmın kul eli ile alır İlm-i hâli bilmiyenler, onu kul yaptı sanır. (M. Sıddîk bin Saîd)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #66 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | Hakk-ul-Yakîn:Bir şeyin hakîkatine kavuşma, mâhiyetine erişme, bulma, tatma. Allahü teâlânın beğendiği ahlâk ile ahlâklanıp, kalb gözünün açılması ve mânevî perdelerin kaldırılması neticesinde elde edilen kesin ilim, bilgi. Evliyânın çoğu, ancak öldükten sonra hakk-ul-yakîn makâmına varmaktadır. Bu dünyâ hayâtında hayâlden kurtulmak imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukla rı hâlde, bilgilerine hayal karışmaz. (İmâm-ı Rabbânî) İlmi ve ameli şerîat gösterir. İlmin ve amelin rûhu ve kökü gibi olan ihlâsı (her şeyi Allah için yapabilmeyi) elde etmek için tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. Güçlükle ve çalışarak ele geçen ihlâs devamlı olmaz. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir . Zahmet çekmeden ele geçen ihlâs devamlıdır. Zahmet çekerek elde edilen, devâmsız ihlâsın sâhiplerine muhlis denir. Devâmlı ihlâs sâhiplerine muhlas denir. Muhlas olana ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle bir ihlâs, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Bu ihlâs ile insan hakk-ul-yakîn mertebesine kavuşur. (İmâm-ı Rabbânî) HAKEM (El-Hakem): 1. İki tarafın, hükmüne rızâ göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ile haksızın ayrılmasında aracılık eden kimse. Resûlullah efendimiz otuz beş yaşındayken yağmur ve seller Kâbe'nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Bu sebeble Kureyş kabîlesi Kâbe'yi yeniden inşâ eyledi. Ancak kabîleler, Hacer-ül-Esved'i yerine koymak husûsunda anlaşamadılar. Aralarında neredeyse s avaş çıkacaktı. Bunun üzerine yaşlı bir zât; "Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın" diyerek, Benî Şeybe kapısını gösterdi. Orada bulunanlar teklifi kabûl ettiler. Nihâye t kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını her zaman taktîr ettikleri ve el-Emîn (Güvenilir, itimada layık) dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler ve O'na durumu anlattılar. Peygamber efendimiz yere bir örtü serip Hacer-ül-Esved'i üzerine koydu. Sonra her kabîleden bir kişiye bir ucundan tutturup taşı konulacağı yere kadar kaldırttı ve kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan çarpışmanın önüne geçerek herkesi memnun etti. (İbn-i Hişâm) 2. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından; hükmedici, hak ile bâtılı ayırıcı. HAKÎKAT: 1. Bir lafzın (sözün) asıl mânâsı. Aslan denilince, bilinen yırtıcı hayvan kastedilir, bu mânâda kullanılırsa, hakikat olur, cesur insan mânâsında kullanılırsa, mecâz yâni hakîkî mânâsının dışında kullanılmış olur. (Molla Hüsrev) 2. Gerçek. Fizik ve kimyâ reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir. Lavoisier adındaki Fransız kimyâgeri; "Kimyâ tepkimelerinde, madde gayb olmaz ve yoktan meydana gelmez." hakîkatini tecrübe ile isbat etmiş ise de, her şeyin kimy â tepkimesi, kimyâ kânunu ile yapıldığını zan ederek; "Tabiatta bir şey yaratılmaz ve hiçbir şey yok edilemez" demiştir. Bugün, yeni keşf edilen çekirdek olayları, nükleer reaksiyonlar, maddenin enerjiye döndüğünü, yok olduğunu, Lavoisier'in aldanmış olduğunu göstermektedir. (M. Sıddîk bin Saîd) Alan sensin veren sensin kılan sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var. Hakîkat üzre anlayıp bilen sen, Ne verdinse odur dahi nemiz var. (Azîz Mahmûd Hüdâyî) 3. Kötülüklerin kalbden tekellüfsüzce, zorlanmadan gitmesinin gerçekleşmesi, fenâ(Allahü teâlâdan başka her şeyi unutma) mertebesi. Tarîkat ve hakîkatten maksat, ihlâsı (her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma hâlini) elde etmektir. (İmâm-ı Rabbânî) Şerîatin (dînin) emirlerini yapmak, tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi, yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlaması içindir. Nefs temizlenmedikçe ve kalb Allahü teâlâdan başkasının sevgisinden selâmet bulmadıkça, kurtulmadıkça hakîkî îmân hâsıl olmaz, ele geçmez. Felâketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmâna kavuşmak lâzımdır. (İmâm-ı Rabbânî) 4. Mâhiyet. Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir kuluna bildirmemiştir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız peygamberlerine bildirdiği esrâr (sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, pe ygamberine bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emretmiştir. (Hâdimî) Hakîkat-i Câmia:Toplayıcı hakîkat. Tasavvufta kalb. İnsan, âlem-i kebîrde yâni insan dışında bulunan her şeyi kendinde topladığı için, mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi, hakîkat-ı câmia olan kalb de Âlem-i sagîrdeki yâni insanda bulunan her şeyi kendinde topladığı için çok kıymetlidir. (Ahmed Fârûkî Serhendî) İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça, kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça seâdetten, mutluluktan mahrûmdur, uzaktır. Hakîkat-ı câmia denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi, onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizl eyicilerin en iyisi, sünnet-i seniyye-i Mustafaviyyeye (Peygamber efendimizin bildirdiklerine) uymaktır. Sünnet-i seniyyeye tâbi olmak, uymak, nefsin âdetlerini (alışkanlıklarını), kalbi karartan isteklerini yok eder. (Ahmed Fârûkî)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #67 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | HAKÎM (El-Hakîm): 1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hikmet sâhibi, ilmi kâmil, işi güzel, uygun işler yaratıcı ve kullar arasında hükmedici. Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki: Allahü teâlâ hakkıyla bilendir ve Hakîmdir. (Hucurât sûresi: 8) Biz hiçbir peygamberi kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki emr olunduklarını onlara apaçık anlatsın. Artık Allah kimi dilerse saptırır, kimi de dilerse doğru yola götürür. O, her şeye gâlibdir ve hakîmdir (İbrâhim sûresi: 4) Günâhtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret, ancak azîz ve hakîm olan Allahü teâlânın yardımı iledir. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel) Allahü teâlâ kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiştir. Nitekim Nisâ sûresi yirmi sekizinci âyetinde meâlen; "Allah (ü teâlâ) size emirlerinin kolay, hafîf olmasını diledi (istedi). Çünkü insanlar zayıf olarak yaratılmıştır" buyurmaktadır. Allahü teâlâ hakîmdir; her şeyi yerinde uygun olarak yapar. Raûftur, acımaya lâyık olmayanlara da acıyıcıdır. Rahîmdir, âhirette sevdiklerine yâni nîmetine şükreden mü'minlere Cennet'i ihsân edicidir. (İmâm-ı Rabbânî) El-Hakîm ism-i şerîfini söyliyen, hikmete kavuşur ve kendisine gizli mânâlar açılır. Geceleyin abdest alıp büyük bir teslimiyetle el-Hakîm ism-i şerîfini söyliyenin kalbini Allahü teâlâ mânevî sırlar hazînesi yapar. (Yûsuf Nebhânî) 2.Hikmet ehli. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbât eden âlim. HÂKİM:Haklı ve haksızı ayırıp, hak ve adâlet üzere hükmeden, karar veren. Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten (Allah yolunda harb etmekten) daha çok severim. (Hadîs-i şerîf-Berîka) Hâkim-i Mutlak:Tam ve gerçek hükmedici olan Allahü teâlâ. Akıllı o kimsedir ki, nefsine hâkim olur da ölüm sonrası için hazırlanır. Âciz ve ahmak olan o kimsedir ki, nefsinin yularını salıverir ve Hâkim-i mutlak (olan) Allahü teâlâya karşı boş ümitlere kapılır. (İmâm-ı Rabbânî) HÂL:Durum, vaziyet, tavır. Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kalbine gelen sevinç, hüzün, darlık, genişlik, arzu ve korku gibi mânâlar. Bunlar kulun gayreti ve çalışması olmadan kalbe gelir. Bu yönden makam ile arasında fark vardır. Makam, tasavvuf yolun da bulunan kimsenin çalışmakla kazandığı mânevî derecedir. Hâller ve vecdler (kendinden geçmeler), matlûbun yâni ele geçirilmek istenilenin başlangıçlarıdır. Maksat değildir. (İmâm-ı Rabbânî) En güzel hâl; şerîate (dînimizin emir ve yasaklarına) uymaktır. (İmâm-ı Rabbânî) Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin bilgileri hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst, doğru olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller birçok şeyleri öğrenmelerine sebeb olur. (İmâm-ı Rabbânî) Hâl Ehli:Hâli tavrı güzel olan gönül sâhibi kişi. Velî zat. (Bkz. Evliyâ) Almayı, vermekten daha tatlı gören hal ehli olamaz. (Ebû Medyen Mağribî) HALÂL (Helâl):Yasak edilmiş olmayan, yâhut yasak edilmiş ise de, İslâmiyet'in özr, mâni ve mecbûriyet saydığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeyler. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Ey mü'minler! Allahü teâlânın size helâl ettiği tayyib yâni güzel şeyleri kendinize haram etmeyiniz! Helâllere haram demeyiniz! Allahü teâlâ helâl ettiği şeylere haram diyenleri sevmez. (Mâide sûresi: 87) Duânın kabûl olması için helâl lokma yiyin. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ıSeâdet) Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet (faydalı ilim) akıtır. Dünyâ muhabbetini, kalbinden giderir. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet) Allahü teâlâ, peygamberlerine emrettiğini, mü'minlere de emretti ve buyurdu ki: "Ey peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih (iyi) işler yapınız!" (Mü'minûn sûresi: 51) Mü'minlere de emretti ki; "Ey îmân edenler! Sizlere verdiğim rızıklardan helâl olanları yiyiniz." (Bekara sûresi: 172) (Hadîs-i şerîf-Câmi-ul-Usûl, Mişkât, Müslim) Allahü teâlâya itâat etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarının dişleri de helâl lokmadır. (Yahyâ bin Muâz) Haram yiyenlerin yedi âzâsı, istese de istemese de günâh işler. Helâl yiyenlerin her âzâsı ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir. (Sehl bin AbdullahTüsterî) Bizim yolumuzda el, helâl kârda (işte); gönül ise hakîki yârdadır (Allahü teâlâdadır). (Ubeydullah-ı Ahrâr) Her gün helâlinden alış-veriş yapmam, geceleri ibâdet, gündüzleri oruçla geçirmemden bana daha sevimlidir. (Muâviye bin Kurre)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #68 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | HALEF-İMÜTTEKÎN:(Bkz. Halef-i Sâdıkîn) HALEF-İSÂDIKÎN:Selef-i sâlihînden yâni Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri. Halef-i sâdıkîn, îmân (inanç) ve amel bilgilerinde ve kalb bilgilerinde, hep Selef-i sâlihîne (Hicrî ilk iki asırda yaşayan müslümanlara) tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. (İbn-i Asâkir) HÂLET-İ NEZ':Ölürken rûhun çıkacağı an. Allah'ım! Bizi ve dînimizi her türlü zarardan koru. Hâlet-i nez'de îmânımızı alma. O anda şeytanı bize musallat etme. Bizi dünyâ ve âhiret hayırları ile rızıklandır. Allah'ım! Sen her şeye kâdirsin. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) HALF ETMEK:Yemin etmek. (Bkz. Yemin) HÂLIK (El-Hâlık):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi taktîr ve tâyin eden, yaratan. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: O öyle Allah ki, Hâlıktır, Bâridir (yaratan var edendir), Musavvirdir (bütün varlıklara şekil verendir), Esmâ-i hüsnâ (en güzel isimler) O'nundur. Bütün göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbîh eder. OAzîzdir (her şeye gâlib ve her kemâle sâhibdir), Hakîmdir (hikmet sâhibidir). (Haşr sûresi: 24) O'ndan başka ilâh yoktur. Her şeyin hâlıkı ancak O'dur. ( En'âm sûresi: 102) Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın (evrenin) bir hâlıkı ve anlamağa aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu hâlıkın hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte bu hâlık, Allahü teâlâdır. (Ahmed Âsım Efendi) Rahmân, Kuddûs, Müheymin ve Hâlık (yaratıcı) gibi yalnız Allahü teâlâya mahsûs olan isimleri insanlara isim yapmak haramdır. (A. Nablüsî) Gece yarısı bir miktar zaman el-Hâlık ism-i şerîfini söyleyen kimsenin kalbi ve yüzü nûrlanır. (Yûsuf Nebhânî) Hâlıkın dururken mahlûka tapma, Şeytana uyup da yolundan sapma. (Lâ Edrî) HÂLİD BİN SİNÂN ABESÎ ALEYHİSSELÂM:Îsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerden. Îsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasında geçen fetret devrinde, Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir. Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı. Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hâlid bin Sinân aleyhisselâm, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve "Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz" buyurarak yakın zamanda vefât edeceğini bildirdi. Vefâtından sonra cenâzesini defn etmelerini ve kabrini kırk gün gözetmelerini, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrinin yanına gelince kabrini açmalarını vasiyyet etti. Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildir di. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü'minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; "Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler" diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler. Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Peygamber efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; "Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!" buyurdu. (İbn-ül-Esîr-Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) HÂLİDİYYE:Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin tasavvuftaki yolu. Nakşibendiyye yolunun bir kolu olan Hâlidiyye yolu daha çok Anadolu, Irak ve Sûriye taraflarında yayılmıştır. Hâlidiyye yolunun büyüğü olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri; "Bizim büyüklerimizin yolunda tasavvuf, İslâm dîninin emirlerini yapmak içindir. Ama tasavvufu hakkıyla yapmak da herkesin işi değildir. Bu yolun büyükleri kendilerine bağlı olanlardan gâfil değildirler. Hangi şekilde olursa olsun bu büyüklere bağlılık büyük nîmettir" buyurdu. HALÎFE:Birinin yerine geçen. 1. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vekîlî ve yeryüzündeki bütün müslümanların reîsi (başı). Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonraAli halîfe olsun. Melekler dedi ki: "Yâ Muhammed! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. (Hadîs-i şerîf-Gunyet-üt-Tâlibîn) Peygamber efendimiz, hazret-i Muâviye'ye; " Halîfe olduğun zaman, yumuşak ol veya güzel idâre et!" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ) Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ'dan sonra müslümanların halîfesi, müslümanların reîsi Ebû Bekr-i Sıddîk'tır. Ondan sonra halîfe, Ömer-ül-Fârûk'tur. Ondan sonra Osmân-ı Zinnûreyn, ondan sonra Ali bin Ebî Tâlib'dir (radıyallahü anhüm). B u dördünün üstünlük sıraları, halîfelik sıraları gibidir. (Bkz. Hilâfet) (Ömer Nesefî) 2. Bir tasavvuf büyüğünün yetiştirip, hayâtında veya vefâtından sonra insanları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle vazîfelendirdiği talebesi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden Muhammed Ma'sûm hazretleri şöyle buyurdu: "Dünyâ hayâtı gâyet kısadır. Ebedî saâdete kavuşmak, dünyâ hayâtına bağlıdır. Saâdetli kimse; bu kısa dünyâ hayâtındaki fırsatı ganîmet bilip, âhirette kurtuluşa sebep olacak işleri yapan ve âhiret azığını hazırlayandır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye) Halîfe-i Âdile:Halîfe olacağı, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfin işâreti ile anlaşılan halîfe. Hazret-i Ebû Bekr'in halîfeliği böyledir. Halîfe-i Câbire:Halîfeliği kuvvet zoru ile ele geçiren. Halîfe-i Râşide:İnsanlara, İslâm dînini anlatma vazîfesini Peygamber efendimiz gibi yapan ve âyet-i kerîmelerde veya hadîs-i şerîflerde halîfe olacağı işâret olunan halîfe. Buna, Halîfe-i âdile de denir. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn) HALÎL:Dost. Kelime-i tevhîdi (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah sözünü) çok söyleyenlerde, Allahü teâlâya karşı fevkalâde sevgi hâsıl olmaktadır. Artık o, Allahü teâlânın halîlidir. Her kim, nefsinin boş arzularından sıyrılırsa, artık onda, Allahü teâlâdan başkasına bağlılığa yer kalmaz. (İmâm-ı Süyûtî) HALÎLULLAH:Allahü teâlânın dostu mânâsına İbrâhim aleyhisselâmın lakabı. Halîlürrahmân da denir. İbrâhim aleyhisselâm Halîlullah'tır. Çünkü, bunun kalbinde, Allah sevgisinden başka hiçbir mahlûkun (yaratılmışın) sevgisi yoktu. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, kendi kavmine, Allah'tan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe (Allah'a eş, ortak koşmağa) yol açacak kapıların hepsini kapadı. (Ahmed Fârûkî) İbrâhim Halîlullah, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın ecdâdındandır, yâni Efendimizin mübarek, pak, temiz soyu ona dayanır. (İbn-i Hişâm) İbrâhim Halîlullah, Habîbullah'ın yâni Resûlullah efendimizin ümmetinden olmayı temennî buyurmuştur. (İmâm-ı Rabbânî)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #69 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | HAMİYYET:Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir. Hamiyyet sâhibi kişi dâimâ şehvete götüren yollardan nefsini korur, hamiyyet duygusu ona bekçilik eder. Hamiyyeti olmayan, mukaddes şeyleri korumak isteğini taşımayan kimse ise şehvete götüren işlerden kaçınmak şöyle dursun, kendi şahsiyetini hattâ b elki din, devlet ve milletini bile fedâ eder. (Celâleddîn Devânî) HAMR:Şarab, sarhoşluk veren içki. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: Ey îmân edenler! Hamr, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, ezlâm (fal okları) ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, hamrda ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz hepiniz (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi? (Mâide sûresi: 90, 91) Her sarhoşluk veren şey hamr (şarab) dır. Ve her sarhoşluk veren şey haramdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim) Hamr içen ile arkadaşlık etmeyiniz! Cenâzesine gitmeyiniz! Buna kız vermeyiniz ve onun kızı ile evlenmeyiniz. Muhakkak biliniz ki, hamr içen kıyâmet günü mezardan yüzü kara, gözleri mâvi olarak kalkar. Dili sarkmış pis kokulu olur. Herkes pis kokusundan kaçar. (Hadîs-i şerîf-Riyâdün-Nâsihîn) Hamr dört mezhebde de haramdır. İçmesi ve her türlü kullanılması günâhtır. Yalnız sirke yapılması ve susuzluktan ölmek üzere olanın ölmiyecek kadar su yerine içmesi câizdir. (Senâullah Dehlevî) Alkolü az olan hamr da haramdır. Sarhoş etmese de damlasını içmek haramdır. Helâl diyenin îmânı gider. Hamr, idrar gibi kaba necâsettir. Her türlü kullanmak, ilâç yapmak, buruna çekmek, söz birliği ile haramdır. Satması câiz değildir. Parası haramdır . (İbn-i Âbidîn) HANBELÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebine mensub kimse. Hanbelî Mezhebi:Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört hak mezhebinden biri. İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır. (M.Tâhir Sünbül Mekkî) Âlimlerin çoğuna göre altın ile gümüş her ne hâl ve şekilde olursa olsun, her ne niyetle saklanırsa saklansın zekâtı verilir. Hanbelî mezhebinde kadınların zînet (süs) olarak kullandıkları altının ve gümüşün zekâtı verilmez. (Alâüddîn-i Haskefî, Abdurrahmân Cezîrî) HANEFÎ:Ehl-i sünnetin ameldeki dört hak mezhebinden biri olan Hanefî mezhebine mensub kimse. Hanefî Mezhebi:Ehl-i sünnetin amelde (yapılacak işlerde)ki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebi Osmanlı Devleti zamânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün dünyâ yüzünde bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî) HÂNEKÂH (Hânegâh):Tekke, dergah. İrşâd (doğru yolu gösterme) ve sohbet ile insanları olgunlaştırma hizmetlerinin yapıldığı yer. (Bkz. Tekke ve Zâviye) HANÎF:Sapıklıktan, yanlış inanışlardan Hakk'a, doğruya meyleden, dönen, müslüman. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da putlara tapmayıp, hazret-i İbrâhim'in dîni üzerine bulunanlara verilen isim. Çoğulu hunefâ'dır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: İbrâhim ne yahûdî idi, ne de hıristiyan idi. O hanîf idi. (Âl-i İmrân sûresi: 67) Hanîflerin en meşhûrlarından birisi Arab hatîblerinden olan Kus bin Sâide'dir. Onun Mekke-i mükerremede kurulan Ukaz panayırında meşhûr konuşmasının bir kısmı şöyledir: Her şey fânîdir (geçicidir). Bâki (devamlı olan) ancak Allahü teâlâdır. Birdir, ortağı ve benzeri yoktur. İbâdet edilecek ancak O'dur. Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Büyük-küçük hep göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Kesin olar ak inandım ki, herkese olan bana da olacaktır. (Ben de öleceğim). (Ahmed Cevdet Paşa) Hanîf Dîni:Doğru yol, İslâmiyet. HÂNİS:Yemîninin gereğini yapmayan. Bir kimse, semâya çıkacağım veya şu taşı altın yapacağım diye yemîn edince, yapmadığı için, hânis olup yemîn keffâreti verir. (İbn-i Âbidîn) HANNÂNE:Resûlullah efendimizin dayanarak hutbe okuduğu, Mescid-i Nebevî'de dikili bulunan hurma kütüğü. Resûlullah efendimiz, Medîne'de Mescid-i Nebevî'de, hutbeyi, Hannâne'ye dayanarak okurlardı. Minber yapılınca, Hannâne'nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemâat işitti. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz minberden inip, Hannâne'ye sarı lınca, sesi kesildi; "Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyâmete kadar ağlardı" buyurdu. (Nişâncızâde) HANNÂS:İnsanların kalblerine vesvese veren sinsi şeytan. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: (Ey Habîbim!) De ki: İnsan ve cinden olan ve insanların göğüslerine (îmân ve îtikâdına) vesvese veren hannâsın şerrinden insanların mâbûduna ve insanların bütün işlerinin sâhibine ve insanların Rabbine sığınırım. (Nâs sûresi: 1-6) Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Ba şka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. (Muhammed Hâdimî) HARAC:Güçlük, sıkıntı, eziyet. 1. Bir farzı yapma veya haramdan sakınma esnâsında karşılaşılan güçlük. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Allah (ü teâlâ) din husûsunda üzerinize bir harâc yüklemedi. (Hac sûresi: 77) Bir işin yapılmasında harâc bulunursa ve kendi mezhebine göre yapmaya imkân olmazsa, bu işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmek lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimleri, böyle işlerde, diğer mezhebleri taklîd etmeğe fetvâ (izin) vermişlerdir. (İbn-i Âbidîn) Her müslümanın ibâdet yaparken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebi âlimlerinin "fetvâ böyledir", "en iyisi budur", "en doğru söz budur" gibi bildirdiklerine uyması lâzımdır. Kendi arzusu ile yaptığı bir şey, buna uymasına mâni (engel) olur ve bu mâ ni olmanın önlenmesinde harac, meşakkat bulunursa, kendi mezhebinde doğru olduğu bildirilen başka bir söze uyması lâzımdır. (Abdülhakîm-i Arvâsî) 2. Müslüman olmayan vatandaşlardan seneden seneye alınan toprak vergisi. Zor ile alınıp da, kâfirlere bırakılan veya barış yoluyla alınıp, kâfirlerin olan topraklardan harac alınır. (İbn-i Âbidîn) HARÂM:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeyler. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifakı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhan indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allahü teâlâya isnâd etmenizi, harâm etti. (A'râf sûresi
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() | #70 | ||
![]() Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 38 ![]() ![]() | HASLET:İnsanın yaratılışındaki huy, mîzâc, tabîat, karakter. Şu dört haslet kimde varsa o hâlis münâfıktır. Bunlardan bir tânesi kendisinde bulunan kimse, onu terk etmedikçe, kendisinde münâfıklıktan bir haslet bulunur. Birincisi emânete hıyânet etmek, ikincisi konuşunca yalan söylemek, üçüncüsü sözünde durmamak, dördüncüsü başkalarına devâmlı kötülük yapmak. (Hadîs-i şerîf-Tebyîn) Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allah katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. Birincisi hilm (yumuşaklık), ikincisi ilim, üçüncüsü cömertlik, dördüncüsü güzel ahlâk sâhibi olmak. (Cüneyd-i Bağdâdî) Türkleri maddeten yıkmak ve ezmek mümkün değildir. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukâvemetli (dayanıklı) insanlardır. Kuvvetli îmân sâhibidirler. Çok çalışkan ve zekîdirler. Bu hasletleri; dinlerine bağlılıklarından, kadere rı zâ göstermelerinden, devlet adamlarına itâat duygularından gelmektedir. Türkleri parçalamanın ve yenmenin tek yolu; evvelâ itâat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini (sağlamlığını) zaafa uğratmak (zayıflatmak)tır. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mânevî duygularına uymayan hâricî (yabancı) fikirler ve hareketlere alıştırmaktır... (Patrik Gregoryus-Rus sefîri İgnatiyef'in hâtıralarından) HÂSS: 1. Tek başına bir mânâ karşılığında konmuş lafız (söz). Hâss, kat'î (kesin) mânâ ifâde eder. Sözden maksat, tek şeydir. Ahmed, Yûsuf gibi özel isimler; insan, ağaç, meyve gibi cins isimler; bir, iki, üç gibi sayı isimleri hep hâss lafızlardır. "Her kırk koyunda bir koyun zekât olarak verilir" hadîs-i şerîfinde; kırk, hâss lafızdır. Bu sebeple koyunun zekât nisâbı (ölçüsü) kırktır. Ondan az veya çok olması ihtimâli yoktur. (Serahsî) 2. Geliri yüz bin akçeden fazla olan dirlikler. General toprağı. HAŞEVİYYE:Allahü teâlâyı mahlûklara,yaratıklarına benzeten, madde, cism diyen bozuk fırka, topluluk. Haşeviyye, "Rabbinin vechi bâkî kalır" meâlindeki Rahmân sûresi yirmi yedinci âyetinin ve "Allah'ın yedi onların ellerinin üstündedir" meâlindeki Tâhâ sûresi onuncu âyetinin zâhir (görünen) mânâsını kabûl ederek, Allahü teâlâya cism demişlerdir. (İmâm-ı Gazâlî) Allahü teâlâyı mahlûklara, cisimlere benzetme fikri ilk olarak Haşeviyye tarafından ortaya atılmış, sonra bu bozuk inanış şîa ve diğer bozuk fırkalara geçmiştir. (Şehristânî) Ehl-i sünnet âlimlerine göre; peygamberler günâh işlemekten mâsumdurlar (korunmuşlardır). Fakat bu konuda Haşeviyye aksi kanâattedir. Onlara göre peygamberler günâh işlerler. (Teftâzânî) HÂŞİMÎ:Peygamber efendimizin dedesi Hâşim bin Abdi Menâf'ın soyundan gelen. (Bkz. Benî Hâşim) HAŞR:Toplanma, bir araya gelme. Allahü teâlânın bütün insanları, melekleri, cinleri, şeytanları ve diğer hayvan ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere Arasât denilen meydanda toplaması. Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız. (Bekara sûresi: 203) Doğru tüccâr, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir) Ey ümmetim ve Eshâbım! Siz ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar. (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî) Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar. (Hadîs-i şerîf-Dürret-ül-Fâhire)
__________________ Besiktas JK . | ||
![]() | ![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
| |
![]() | ![]() |