|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
|
Makaleler Medya dan Beşiktaşımız ile ilgili Köşe Yazılarının Tartışıldığı Platform. |
| LinkBack | Seçenekler | Stil |
01-12-2007, 15:30 | #1 | ||
Üyelik tarihi: Apr 2007 Yaş: 39
Mesajlar: 5.243
Tecrübe Puanı: 25 |
Doğumla ölüm arasına sıkışmıştır her canlının yaşam süresi ve insanlar her şeye rağmen yaşamayı bazen de yaşamı onurlu bir şekilde sona erdirmeyi yani ölümü tercih etmişlerdir. Ölüme giden yol, yaşamıma anlam katmışsa yaşama dair yaşanmışsa ne güzeldir. Zaman, anlayarak yaşanmışsa ömür de anlamlı olmuş, bu tür yaşamlar; şiirler ya da öykülerde derinlik kazanmış, edebi eserlere konu olmuştur. Bir tarafta ölüm varsa nasıl yaşandığını önemi yok diye düşünenler, yalnızca nefes alıp vererek yaşarken, kimileri de yaşamak için göze alınacak şeyler var diyerek gözünü kırpmadan kendini ölüme atmıştır. Yeter ki her şey yaşama dair olsun, zamana anlam katsın. Ölüm ve yaşam terazisi öyle kolay denklemlendirilebilecek bir şey değildir aslında. Çoğumuz duymuşuzdur, kimilerinin mezar taşlarında; “ bir gün yaşadı,” ya da “beş ay yaşadı,” “ o, hiç yaşamadı ki…”diye yazıldığını. O kişilerin yaşamının ne kadar anlamlı, değerli, ölüme değer yanının ne kadar olduğunu anlatmak için. İşte bu yüzden yaşam ve ölüm üzerine çok düşünmüş insanlar; ozanlar durumu şiirlerine dökerken filozoflar, ‘Varlık ve Yokluk’ zıtlığı üzerine kafa yormuştur. Bu iki olgunun birbiriyle ne kadar iç içe, akraba adeta zinciri birbirine bağlayan halkalar oluşu üzerinde durmuştur. Yaşam öyle gizemli bir oyun ki, başlangıcı ve sonu belli değildir. Öylece devinim içinde ve biz de onun herhangi bir yerinde nasıl bir nokta olarak yerimizi alacağımıza kendimiz karar veririz. Ölümü aşmak, yaşama tutunmak, ölümlü olduğunu bilincine varıp aklını devreye sokmak ve yaratmaya soyunmak insan bilincinin en erdemli yanı değil midir? Dünyaya gelişini anlamlandırmak için, insanlığın yaşamsal değerlerine sarılıp ölümün ayak izleri üzerinde sanat ve uygarlık yaratılmamış mıdır? Sıçrama tahtasının ucundasın. Yarattığın ve ürettiğin şeylerle; insanlığı ve yaşamı anlamlandıran sıçrayışı ne kadar yapacağına sen karar vereceksin. Ki adın, çağa tarihe, güne, topluma insanlığa yazılsın. Burada Gazi Mustafa kemal geliyor usuma, zaten hiç çıkmayan… “Ölümü göze almazsan adam gibi yaşayamazsın,” diyen Hamlet’e karşın Halikarnas Balıkçısı, “yaşamın tanımı yoktur,”demiştir. Siz hangisini seçerseniz… Boşa geçirilmiş bir ömür, daha doğar doğmaz ölmeye başlamaktır bence. Yaşamı değerli kılan şey sonunda ölümün oluşu değil de nedir? Bilinmesi gereken şey dünyaya bir kez gelindiği ve onun bir kez yaşanıldığı ama yaşamdan korkup her gün ölmek de var işin içinde. “Ölüm, başka bir yaşamın kaynağıdır,” diyen değerli deneyimci Montaigne gibi dingin bir yaşam ve felsefesini edinebilmek ne güzeldir. Ölüm eşitlikçidir aslında yaşamda hiç olmadığı gibi. Victor Hugo, “Ne hükümdar tanır ne soytarı; herkesi aynı iştahla yutar.”diyerek belki de ölümü yaşamdan daha yüce tutmuştur. Bütün filozofların ağababası ve Anadolu’nun en büyük düşünürü Yunus Emre ölüm ve yaşamı eşitlemiş ve insanı ön plana çıkmıştır aşağıdaki dizelerinde. “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç huri birkaç melek/İsteyene ver sen anı/ Bana seni gerek seni./ İnsan ne düşünürse onu yaşar bir başka anlamda. Cahit Sıtkı Tarancı hep ölümü düşünmüş ve ölümü korkuturcasına ölümden korkmuş ve çok erken yaşlarda da ölmüştür.”Yaş otuz beş yolun yarısı eder/ Dante gibi ortasındayız ömrün. ‘Ölüm gelmiş Cihane, başağrı bahane,’ demeden önce zamanı ve ömrü anlamlı kılmalı. Savaştan, dövüşten, hastalıktan, kıskançlık, kin ve öfkeden kaçıp sevgiye ve insana ve insanlığa sarılmalı derim. Gelin girmeyen ev vardır, ölüm girmeyen ev yoktur bilinciyle… | ||
|
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |