![]() | |
| Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
| | #2 | ||
| ยŦยк ![]() Üyelik tarihi: Jan 2007
Mesajlar: 11.262
Tecrübe Puanı: 42 ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() | DIŞARIDA ARANAN SÖMÜRGE YA DA “KATLİAM ÇAĞI” Evvelâ, Haçlı seferleri yoluyla Doğunun gizemli hazinelerine ulaşmak isteyen Avrupalıya kapıyı Türkler kapatınca, kendilerine aksi istikamette, çok daha uzaklarda, âdeta Türklerden kaçarcasına sömürülecek yerler araştırdılar. Başka bir ifadeyle, Avrupa’nın içerisine hapsolmuş bulunan Batılı’nın yeni bir çıkış bulması gerekiyordu. Zira, Osmanlı’nın Akdeniz’e olan hâkimiyeti ve karayollarını tutmuş oması, tutulan çıkışlar dışında bir yol bulmayı gerektirmiştir ki, bu sebeple Ümit Burnu dolaşıldı ve ekmek kadar ihtiyaçları olduğu Amerika yeniden keşfedildi. İşte denizaşırı bu yerler sömürünün en dehşetli boyutu ile yaşandığı yerlerdi. Yeni yerlerin keşfi, kapitalist gelişme doğrultusunda siyasî ortamı hazırladı. 16. yüzyıla gelindiğinde, feodalizm ve malikane sisteminin egemenliği sona ermiştir. Merkezî monarşiler yeni yeni ortaya çıkıyordu. Dahası, denizaşırı pazarlar tek bir hükümdarın denetiminde değildi ve Papalık’ın denizaşırı pazarlara el koyma çabaları Protestan Reformasyonu’nu körüklemekten başka bir işe yaramadı. Kısacası, bir yetki boşluğu vardı ve yükselen tüccar sınıfı bu boşluğu enerjik bir biçimde değerlendirerek denizaşırı pazarlarda kapitalist bir gelişim süreci başlattı. Hattâ, bu gözü açık ve para canlısı tüccar sınıfının can çekişen Avrupa Feodalizminin içine sızmasının, eski düzene vurulan son darbe olduğu da söylenebilir. Artık “burjuva”nın egemenliğini sürdüreceği devrin temelleri atılmaktaydı.11 İşte bu egemenliğin sağlanması sürecinde yaşanan vahşetler ve soykırımlar bugünkü “medeniyet!”in neler pahasına sağlandığını bize göstermektedir. Avrupa’nın 15. yüzyılda başlayan dünyayı sömürgeleştirme süreci, Portekizli Prens Gemici Henrique ile başlar. Kısa bir askerî sefer dışında gemiye hiç ayak basmamış olan bu adam, soylu bir prens olarak otoritesi, İsa Mezhebinin Ulu Efendisi olarak da gelirini, bilinmeyen karanlık okyanusu Atlantik’i ve Afrika’nın batı kıyılarının keşfini yönetmek için kullandı. Portekiz’in güney ucundaki tek liman kenti Sapres’te bulunan karargâhından sayısız sefer başlattı. Bu seferler sırasında, geçmişte astronom Ptolemais’un yaydığı bir efsaneyi, batı yönünde çok uzaklara yelken açan gemilerin dünyanın kenarından aşağı düşeceği, güney yönünde iyice uzaklara seyir etmeyi göze alanların ise güneşin dik ışınlarıyla kızaracağı efsanesini yıktı.12 Batılıların Amerika kıtasını tamamıyla sömürgeleştirmeye çabaları, bütünüyle neredeyse boş bir toprağı işgal etme meselesi değildi, çünkü bu hadiseyle oldukça gelişmiş durumdaki Meksika ve Peru’nun Aztek ve İnka kültürleri de yok oldu. Kızılderili ırkının katliamı ise, Batılıların tarihin sayfalarına attıkları yeni kara lekelerdi. Elbette bu onların yapmış oldukları ne ilk ne de son katliamdı. Zira, bu katliamların arkasında kendisinden başkasını insan olarak görmemek yatmaktadır. Bu zihniyetlerini, coğrafî bilgilerini içeren ve aslında zihniyetlerinin bir haritası olan, çizmiş oldukları coğrafî haritada görmek mümkündür. “Yeryüzü burada suyla çevrelenmiş, merkezinde Kudüs ve Avrupa’nın yan yana oldukları, yassı bir tepsi gibi gösterilmektedir. Daha uzakta, halkı köpek başlı maymunlar, tekerlek ayaklılar ve tekayaklar olan kavurucu ve canavarca bir ülke vardır. Son olarak da bütün bunların çevresinde sudan bir halka vardır. Kıta tarih’in ne olacağını haber veren simgesel görüş: Avrupa Yeni Kudüs’tür. Avrupalılar insan, diğerleri canavardır.”13 İşte bu çerçevede modern anlamdaki sömürgeleştirme 1492’de başlamıştır. Hıristiyan Avrupa geri kalanını belirleyip, ardından adlandırdıktan sonra ele geçirmektedir. Bu çerçevede Amerika’ya akın akın gidişte önemli rolü olan şey ”altın”dır. Nitekim, Colombus, 1492’de şöyle haykırıyordu: “Altın harika bir şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara Cennetin kapıları bile açılabilir...” Ancak Kolomb’un hayatı yaptıklarının diyetini ödeyerek son bulmuştur: “Kolomb hayatının sonlarına doğru Yeni dünyanın kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinin küpeştesi üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrininin ağzını arayan kaptanlarının eklem iltihahından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede toplayarak dolaşmasını korkuyla seyrettiler Hindistan’da olduklarını yadsıyanları asmakla tehdit etti. Gemiler dolusu köle ve altın eşya gönderdi. “Ey muhteşem altın” diye yazdı Kolomb. “Altını alan, her istediğini satın almasını sağlayan bir hazineye sahip olur. Onunla dünyaya istediklerini kabul ettirir, hattâ ruhunun cennete girmesini bile sağlar” diyordu. Sonunda yoksulluk içinde öldü.”14 Gerçekten de baharat olmadığı için, altın bu yeni toprakların keşfedilmesini meşru kılan yegâne şeydir. 1492’den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark edilen ve onlardan çalınan altın, izleyen yolculukların masraflarının karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükümetlerin denetlenmesine, bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmasına tek başına imkân sağlayacaktır. Ondan giderek daha fazla gerekmektedir. Bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika’nın yegâne ihraç kalemi olacaktır. Yeni bir tipten insanların bu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir; bunlar artık denizciler ya da hayâlperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar değil de çok basit olarak hırsızlardır. 1950’de tapınaklardan çalınan ve madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ile otuz beş ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili’nin hayatına mal olmuştur.Öyle ki meselâ Guaxaca madeninde çalışma şartları öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda, iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir.16 İşte Koca Akif’in “Tek dişi kalmış canavar” şeklinde ifade ettiği medeniyet, bunun gibi milyonlarca insanların kemiklerinin üzerine bina edilmiştir. Bu öyle bir yok ediş tufanıdır ki, bu tufandan bütün canlılar etkilenmiştir. Katliamın boyutları hakikaten korkunç seviyelerde görülmektedir. Zira, insan, hayvan, ağaç vs. canlı namına ne varsa, hepsi yok edilmişti. Bu yok edilişin ıstırabını derinden hisseden “Kara Geyik” adlı Kızılderili’nin yürek yangınının alevi dudak arasından şöyle çıkmaktadır: “O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet... sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.” Bütün bu katliamlarda din de bir araç olarak kullanılmıştır. 1511 yılında Hatuey adlı bir Kızılderili reisi Küba’da küçük çaplı bir direnme hareketi oluşturma suçuyla tutuklanmış ve yakılarak idama mahkûm edilmişti. Hıristiyan hayırseverliğinin bir örneği olarak da, kendisine sonunda cennete gidebilmek için Hıristiyanlığı kabul etmesi salık verilmişti. Hatuey beyaz adamların halen cennette olup olmadıklarını sordu ve kendisine bu olasılık konusunda garanti verilince de şöyle dedi: “Öyleyse ben Hıristiyan olmayacağım; çünkü insanların bu denli zalim oldukları bir yere, bir daha ayak basmaya hiç niyetim yok.”18 Avrupalı bütün bu katliamları yaparken bir başka şekilde, yaptıklarını meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Vahşetlerini üzerlerine saldıkları bu insanları, aynadaki kendi görüntülerine bakıp “vahşi” olarak nitelendirerek haklı olduklarını düşündüler. Bu hususta Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle tarafından Amerikan Başkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılan mektupta, “vahşi” olarak nitelendirilen bu insanların vahşetten ne kadar uzak oldukları ve kimin böyle bir nitelendirmeyi bihakkın temsil ettiği açık bir şekilde anlaşılmaktadır: “Sizin şehirlerinizi anlamıyorum. oralarda sessizlik yok ki... Yaprakların seslerini, böceklerin vızıltılarını, kuşların ötüşünü ve kurbağaların şarkılarını dinleyebileceğiniz yerler yok ki oralarda. Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum. Ben, gölü yalayarak gelen rüzgârın sesini, öğlen yağmurunun temizliğini ve taze çam yapraklarının kokusunu severim. Hava bizim için kıymetlidir. Her şey aynı solunumdan pay alır ve hava tüm canlılar tarafından ortak kullanılır. Bu yüzden onu kirletmeyin. Demir at (lokomotif), öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce bufalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? anlayamıyorum. Hayvanlar, insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Toprak bizim anamızdır ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir; insan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece.”19 Katliamı en derin şekilde yaşayan bir diğer önemli kitle de zencilerdir. Sömürgecilik faaliyetinde, zencilerin hayatta kalmasına, ancak onlara ihtiyaç duyulduğu müddetçe müsaade edilmiştir. Aksi takdirde öldürülmüşlerdir. Meselâ, yerli insanların işbirliğine ve emeğine ihtiyaç duyulmadığı avcılık gibi yerlerde öldürülmüşlerdir. Bu uygulamalarda, biyolojik ya da kültürel hor görme aracılığıyla da haklı olduklarını ilân etmişlerdir. Bu süreçte zenciler egzotik bir faunanın parçası olarak ele alınmışlardır. Öyle ki onlar, eğlence sağlayan fakat hiçbir tehdit oluşturmayan bir oyun parkının tabiî malzemeleridir.20 Ancak köle ticareti esnasında zencilerin ödediği fatura hayli ağırdır. Amerika’daki yerlilerin yok olma durumuna gelmiş olmalarıyla birlikte başlayan ve yüz yıllarca süren köle ticaretinin ne kadar insan hayatına mal olduğu kesin rakamlarla tespit edilemiyor. Muhafazakâr tahminler Amerika’ya sağ salim varan köle sayısının 10 milyon civarında olduğundan yola çıkıyorlar. Atlantik üzerindeki sevkiyat sırasında ölüm oranı % 20 dolayındaydı. Afrika’nın içinde, kıyı şeridine varmadan önce öldürülen insanların sayısı ise bilinmiyor. En fazla kazanç sağlayan, 15 ile 25 yaş arası erkek ve kadınlarla yürütülen ticaretti. Bu insanları ele geçirmek için çoğu kez köylerin diğer sakinleri soğukkanlı bir şekilde öldürülüyordu. On binlerce insan, iç kesimlerden sahil şeridine doğru zoraki yürüyüş konvoylarında can vermekteydi. Tarla ve sürülerinin sürekli tehdit altında kalması veya yok edilmesi sebebiyle açlıktan ölenlerin sayısı da cabası. Böylelikle 100 milyon kadar insan köle ticaretinin kurbanı olmuş olabilir.21 Böylece “uygarlık” kölecilik aracılığıyla “gelişme”ye, katliam yoluyla yerleşmeye başlamaktadır. Bu durum bazı kurtuluş mücadelelerine rağmen, hemen her yerde geriye döndürülemez nitelikte olacaktır. Tarih tiranlardan kurtulduğunu, ama dillerinden kurtulunamadığını, onların askerlerinden kurtulunduğunu, ama mallarından kurtulunamadığını öğretmektedir.”22 Şekil değişmekle birlikte, sömürü devam etmektedir. SON SÖZ Batı’nın yüzyıllardır farklı kıyafetlere bürünerek devam eden sömürü ve katliamları, basit ve özür diledikleri için geçiştirilecek bir olgu değildir. Temelindeki felsefî desteği ve uygulamaları ile bir bütün olarak değerlendirildiğinde, görülmektedir ki, geçmişte olan ve bugün yaşanan boyutları ile yarın da tahmin edilebilmektedir. Önceleri “köle”leri, arkasından “serf”leri, daha sonra “Kızılderili”leri, bunların soyu tükenince kara talihli “zenci”leri, derisini yüzecek kendisinden olmayan insan kalmayınca da “mavi yakalılar”ı (işçiler), şimdi de “teneke yakalılar”ı (teknolojik ürünleri ya da robotları) kendilerine köle olarak seçtiler. Çıkardıkları sun’î savaşlarla katliam arzularını da sürekli olarak yineleyen Avrupalı, kendisine her gün yeni bir kurban aramakta, gözüne kestirdiği kurbanını ya yok etmekte ya da kendine bağlamaya diğer bir ifadeyle mahkûm etmeye çalışmaktadır. Önce Haçlı seferleri ile sonra dünya savaşında bütün gücü ile saldırmasına rağmen emeline ulaşamayan, Kızılderililere ya da zencilere reva gördüğünü Türklere yönelik olarak gerçekleştiremeyen, kendi vahşetinin derinliğine batmış olan Batı, kısa fasılalarla, kendi vahşetini âdeta örtmek istercesine, Türklere yönelik soykırım iddialarında bulunmaktadır. Ancak beyhude yere kendi vahşetine ortak aramaktadır. Çünkü, Türk milletinin tarih sayfaları ak ve paktır. Yapılan ithamlarla asla leke tutmamıştır. Bundan sonra da tutmayacaktır. Zira, bilimsel çevrelerce, küçücük bir katliam bulabilmek için yapılan araştırmalar, hep Türkler lehine sonuçlanmış, katledilmiş Ermeni aranırken, Ermeniler tarafından katledilmiş olan Türklerin toplu mezarlarına rastlanmıştır. Bilimsel çevrelerde delillerle boşa çıkmış olan sözde Ermeni soykırımı iddiası, siyasî çevrelerde dile getirilmeye başlanmıştır. Ancak bu çabalar da yeni değildir. Lozan’dan beri devam eden bir süreçtir. Bu çabaları ilmî delilleriyle birlikte reddederken ilme film karıştıranlara, ilmî cevaplara ilâve olarak diyoruz ki, “Türk’ün gerek ilmî, gerek siyasî gerekse askerî olarak eli kolu bağlı değildir.” DİPNOTLARI 1- POPPER, Karl: Açık Toplum ve Düşmanları, (Çev. M. TUNÇAY) C-1, Ank, 1967. 2- BRAUDEL, Fernand: Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm, XV-XVIII. Yüzyıllar, Gündelik Hayatın Yapıları, C.1, (Çev. M.A. KILIÇBAY), Ank, 1993, sh. 17. 3- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 17-18. 4- GIMPEL. Jean: Ortaçağda Sanayi Devrimi, (Çev. N. ÖZÜAYDIN), Ank, 1996, sh. 200-201. 5- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., sh. 55-56. 6- ATTALI, Jacques: 1492, YKY., sh. 233. 7- AKAL, Cemal: Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı, Ank, 1997, sh. 44. 8- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 185. 9- ATTALİ, Jacques: Aynı eser, sh. 189. 10- BRAUDEL, Fernand: A.g.e., C. 1, sh. 432. 11- ROSENBERG, Nathan-BİRDZELL, L.E.: Batı Nasıl Zengin oldu, (Çev. E. GÜVEN), İst., tarihsiz, sh. 94. 12- BERRY, Adrian: Bilimin Arka Yüzü, (Çev.R.L. AYSEVER), 2. Baskı, Ank., 1996, sh. 2-3. 13- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 114. 14- BERRY, Adrian: A.g.e., Sh. 2. 15- ATTALİ, Jacques: A.g.e., sh. 233, 241-242. 16- AKAL, Cemal Bali: A.g.e., sh. 93. 17- BROWN, Dee: Kalbimi Vatanıma Gömün, (Çev. C. ÜSTER), İst., 1990, sh. 391. 18- GALBRAITH, JK.: Kuşku Çağı, Ekonomik Gelişmeler Tarihi, (Çev. R, AŞÇIOĞLU-N. HİMMETOĞLU), İst., 1989, sh. 123. 19- Sevgi Dünyası Dergisi, S. 255, Mart 1990, sh. 24-25. 20- ADAM, Heribert: “Yahudi Düşmanlığı ve Zenci Karşıtı Irkçılık: Nazi Almanyası ve Ayrımcı Güney Afrika”, (Çev. A. BAHÇIVAN), Doğu Batı, Y. 1 S.2, 1998, sh. 211-213. 21- ROSENKE, Werena: “Sefaletin Mimarı Avrupa”, Niçin Aztekler Avrupa’yı Keşfetmedi?, (Der. P. WAHL), (Çev. L. KAFADAR), İst., 1993, sh. 60-61. 22- ATTALI, Jacques: A.g.e., sh. 211 | ||
| | |
| Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
| Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |