![]() |
TEKELLER, BİRLEŞMELER VE YENİDEN YAPILANMA Anonim şirket açıkça pek çok Amerikan işletmesinin başarılı bir biçimde büyümelerini sağlayan bir örgütlenme türü olmuştur. Buna karşın Amerikalılar büyük anonim şirketleri zaman zaman kuşkuyla karşılamışlar ve birleşen şirketlerin kendileri de büyüklüğün yararı konusunda kararsız kalmışlardır. XIX. Yüzyıl’ın sonlarında pek çok Amerikalı, anonim şirketlerin daha küçük şirketleri içlerine almak ya da rekabeti önlemek amacıyla diğer şirketlerle birleşmek ve yasal olmayan işbirliğine girmek için büyük miktarlarda sermaye toplayabileceklerinden korkuyorlardı. Eleştiricilere göre her iki durumda da işletme tekelleri tüketicileri daha yüksek fiyatlar ödemeye zorlarlar ve istedikleri mal seçimini yapma hakkından yoksun bırakırlar. Bahis konusu endişeler tekelleri bölmeye ya da kurulmalarını önlemeye yönelik iki yasa çıkarılmasına yol açtı: 1890 tarihli Sherman Antitröst Yasası ile 1914 tarihli Clayton Antitröst Yasası. Hükümet XX. Yüzyıl boyunca tekelleşmeyi sınırlamak amacıyla bu iki yasayı kullandı. Hükümetin “tröst yıkıcıları” 1984’te American Telephone & Telegraph (AT&T) şirketinin telefon hizmetlerini neredeyse tekeline almasını engelledi. Adalet Bakanlığı da 1990’da birkaç yıl içinde toplam varlığı 22,357 milyar dolara erişmiş bulunan Microsoft firmasının gittikçe gelişmekte olan bilgisayar yazılım piyasası üzerindeki egemenliğini azaltmaya çalıştı. Hükümet antitröst yetkilileri genelde bir firma herhangi bir mal ya da hizmet piyasasının yüzde 30’unu ele geçirdiği zaman tekelleşme tehdidi oluştuğunu düşünürler. Ancak bu çok basit bir ölçüttür. Pek çok şey piyasadaki diğer rakip şirketlerin büyüklüğüne bağlıdır. Bir şirket piyasanın yüzde 30’undan fazlasını kontrol etse bile rakipleri de aşağı yukarı eşit piyasa payına sahip bulunuyorlarsa o firmanın tekel olma gücü bulunmadığı düşünülür. Antitröst yasalar rekabeti arttırmış olmakla birlikte ABD şirketlerinin büyümelerini engellemedi. 1999’da her birinin varlığı 300 milyar doları aşan yedi dev şirket daha önceki yılların en büyük firmalarının birer cüce gibi görülmelerine yol açtı. Gerçekten de bazı eleştiriciler birkaç büyük anonim şirketin temel endüstriler üzerindeki kontrolünün artmasından endişe duyup otomotiv endüstrisi ve çelik üretimi endüstrisi gibi işletmelere birkaç büyük anonim şirketin egemenliği altındaki “oligopol”ler gözüyle bakıldığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşılık, diğer bazı eleştiriciler ise pek çoğu yoğun bir küresel rekabetle karşı karşıya bulunan büyük anonim şirketlerin gereğinden fazla güç kullanabilecek konumda olmadıklarını söylemektedirler. Sözgelimi, tüketiciler yerli otomobil üreticilerin mallarından hoşlanmıyorlarsa yabancı şirketlerin araçlarını alabilirler. Kaldı ki, tüketiciler ve imalatçılar zaman zaman benzer başka ürünlere yönelip olası tekelleşmeleri boşa çıkarabilirler; sözgelimi, çelik yerine kolaylıkla alüminyum, cam, plastik ya da beton kullanılabilir. |
İş dünyasındaki liderlerin şirketlerin büyüklüğü karşısındaki davranışları değişkenlik göstermektedir. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerin başlarında pek çok iddialı şirket en azından sıkı federal antitröst uygulamalar aynı alanda birleşmeleri engellediği için birbiriyle ilişkisi olmayan endüstrileri elde ederek çeşitlenmeye çalıştılar. Söz konusu liderlerin görüşüne göre bir holding ve ona bağlı olan ve petrol arama ve sinema filmi yapma gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren ikincil firmalardan oluşan konglomeralar yapıları gereği daha istikrarlı işletmelerdir. Kuramsal olarak bir ürüne karşı talep zayıflarsa diğer bir işletme dengeyi sağlar. Buna karşın, inceden inceye belirlenmiş ürünlerde yoğunlaşmak yerine çeşitli alanlardaki çalışmaları yönetmekten doğan zorluklar sözü edilen üstünlüğü ortadan kaldırabilir. 1960’lardaki ve 1970’lerdeki birleşmeleri gerçekleştiren pek çok iş dünyası lideri giderek ya çok geniş bir alana yayıldıklarını ya da yeni devraldıkları ikincil şirketleri yönetemediklerini anladılar. Çok kez daha zayıf olan işletmelerini elden çıkardılar. 1980’lerde ve 1990’larda anonim şirketler kendilerini değişen ekonomik koşullara uydurmak çabasına girişince belirli endüstrilerde yeni dostça birleşme ve “düşmanca” el koyma dalgaları oluştu. Sözgelimi, hepsi önemli değişiklikler geçirmekte olan petrol, perakende ve demiryolu endüstrilerinde birleşmeler daha yaygınlaştı. Hükümet kontrollerinin azaltılması üzerine rekabetin hızlanması sonucu 1978 den başlayarak çok sayıda havayolu şirketi birleşmeye çalıştı. Kontrollerin azaltılması ve teknolojik değişiklikler yapılması telekomünikasyon endüstrisinde de bir dizi birleşmeye gidilmesine yol açtı. Yerel telefon hizmeti sunan birkaç şirket hükümet bu piyasadaki rekabeti teşvik etmeye başlayınca birleşme yolunu seçtiler; Doğu Kıyısı’nda Bell Atlantic şirketi Nymex’i içine aldı. SBC Communications şirketi kendi ikincil Southwestern Bell firmasını Batı’daki Pacific Telesis ile ve Southern New England Group Telecommunications firmasıyla birleştirdi ve Ortabatı’daki Ameritech’i de buna eklemeye çalıştı. Bu sırada, şehirlerarası telefon hizmeti veren MCI Communications ve WorldCom birleştiler ve AT&T de kablolu televizyon alanındaki iki dev şirket olan Tele-Communications ve MediaOne Group’u alarak yerel telefon hizmetleri alanına girmek için harekete geçti. ABD’deki konutların yaklaşık yüzde 60’ına kablolu televizyon hizmeti sağlayacak duruma gelen bahis konusu devralmalar AT&T’nin kablolu televizyon ve hızlı İnternet bağlantısı piyasalarında da önemli bir söz sahibi olmasına yol açabilecekti. |
1990’larda Travelers Group ve Citicorp şirketleri birleşerek dünyadaki en büyük finansal hizmet firmasını oluşturdukları gibi Ford Motor Company de İsveçli AB Volvo şirketinin otomobil bölümünü satın aldı. 1980’lerde Japonların ABD şirketlerini ele geçirme furyasının ardından 1990’larda Alman ve İngiliz şirketleri sahneye çıktılar ve Chrysler Corporation Alman Daimler-Benz firmasıyla birleşirken Deutsche Bank AG de Bankers Trust’u devraldı. Exxon Corporation ve Mobil Corporation da birleşip 1911’de endüstriye egemen olduğu için Adalet Bakanlığı tarafından dağıtılmış bulunan John D. Rockefeller’e ait Standard Oil Company’nin yarısından büyük bir bölümünü yine bir araya getirerek iş dünyasının en büyük kara güldürüsünü yarattılar. 81,380 milyar dolarlık birleşme Federal Ticaret Komisyonu (FTK) tarafından onaylanmakla birlikte antitröst yetkilileri arasında endişe doğurdu. Komisyon’un talebi üzerine Exxon ve Mobil Kuzeydoğu ve Orta Atlantik bölgesi ile California ve Texas eyaletlerinde bulunan 2.143 benzin istasyonuyla yapılmış sözleşmeleri satmaya ya da iptal etmeye ve California’daki büyük bir arıtma istasyonunu, petrol boşaltma tesislerini, bir boru hattını ve diğer varlıklarını bırakmaya razı oldular. Söz konusu gelişme antitröst kuruluşların yaptırdığı en büyük elden çıkarma işlemlerinden biridir. FTK Başkanı Robert Pitofsky buna benzer “ulusal çapta” petrol endüstrisi birleşmelerinin de “antitröst alarm zilleri” çaldırabileceği uyarısında bulundu. Bunun üzerine FTK görevlileri hemen BP Amoco PLC’nin Atlantic Richfield Company firmasını alma önerisine karşı çıkılması tavsiyesinde bulundular. Bazı şirketler iş dünyasındaki güçlerini arttırmak için birleşmek yerine rakipleriyle ortak teşebbüslere girişmeyi denediler. Bu yoldaki düzenlemeler de şirketlerin işbirliği yapmaya karar verdikleri alanlarda rekabeti ortadan kaldıracağı için piyasa düzeni karşısında tekellerin yarattığının aynı bir tehdit oluşturmaktadır. Buna karşın, federal antitröst kuruluşları bazı ortak girişimlerin yararlı olacağına inandıkları için onları onayladılar. Pek çok Amerikan şirketi de ortak araştırma ve geliştirme faaliyetine girişmiştir. Şirketler ortak araştırmaları geleneksel olarak temelde ticaret örgütleri aracılığıyla yürütmekte ve ancak böylelikle çevre ve sağlık düzenlemelerine uymaktadırlar. Buna karşılık, yabancı şirketlerin ürün geliştirme ve imalat konularında işbirliği yaptıklarını gören Amerikan şirketleri tüm araştırmayı kendileri yürütecek kadar zamana ve paraya sahip olmadıkları kanısına vardılar. Bazı belli başlı araştırma konsorsiyumları arasında Yarı İletken Araştırma Konsorsiyumu ve Yazılım Üretkenlik (prodüktivite) Konsorsiyumu bulunmaktadır. Büyük rakipler arasındaki işbirliğinin en çarpıcı örneği 1991’de oluştu ve dünyadaki en büyük bilgisayar şirketi olan International Business Machines (IBM) ile bireysel bilgisayarların öncüsü Apple Computer çeşitli bilgisayarlarda kullanılabilecek bir işletme sistemi yazılımı yaratmak için biraraya geldiler. Benzeri bir işletme sistemi yazılımı hazırlamak için IBM ile Microsoft arasında işbirliği yapılması önerisi 1980’lerin ortalarında sonuçsuz kalmış ve Microsoft piyasaya egemen olan kendi yazılımı Windows sistemini geliştirmişti. 1999’da IBM de piyasaya yeni girmiş olan güçlü Dell Computer şirketiyle birlikte yeni bilgisayar teknolojileri geliştirmek için anlaştı. |
Bir dizi şirketin yeniden örgütlenmesine ve elden çıkarılmasına yol açan 1960’lardaki ve 1970’lerdeki birleşme dalgası gibi en yeni birleşme dönemi de şirketlerin faaliyetlerini yeniden yapılandırma çabalarına sahne oldu. Gerçekten de, küresel rekabetin giderek artması Amerikan şirketlerini daha yalın ve daha etkin olmak için büyük çaba harcamaya yöneltti. Pek çok şirket gelecek vaad etmediğini düşündüğü malların üretimini durdurdu, ikincil firmalar ya da birimler oluşturdu, birçok fabrikayı, depoyu ve perakende satış birimlerini birleştirdi ya da kapattı. Bahis konusu küçülme dalgasına kapılan ve aralarında Boeing, AT&T ve General Motors da bulunan çok sayıda şirket birçok yöneticisini ve alt düzey görevlisini işten çıkardı. Pek çok imalat firmasında personel sayısının azaltılmasına karşın ekonomi 1990’lardaki yükseliş sırasında işsizliği düşük düzeyde tutabilecek kadar esnekti. Gerçekten de, işverenler nitelikli yüksek teknoloji işçileri bulmak için koşuşturmak zorunda kaldılar ve imalat sektöründe artan üretkenlik (prodüktivite) yüzünden açıkta kalan işgücünü de hizmet sektörü kaptı. Fortune dergisinin listesindeki en büyük 500 ABD endüstri şirketindeki işçi sayısı 1986’da 13,4 milyon iken 1994’te 11,6 milyona düştü. Buna karşın Fortune çözümleme yöntemini değiştirip hizmet sektöründeki şirketleri de hesaba katarak her sektörü kapsayan en büyük 500 şirketi listesine alınca 1994 yılında bu sayı 20,2 milyon oldu ve 1999’da da 22,3 milyona yükseldi. Ekonominin uzun süreli canlılığı ve Amerikan iş dünyasındaki birleşmeler ve diğer birliktelikler sayesinde 1988-1996 yılları arasında şirketlerin ortalama boyu büyüdü ve çalıştırdıkları görevli sayısı da 17.730’dan 18.654’de yükseldi. Sözü edilen durum, birleşmeleri ve yeniden yapılanmaları izleyen işten çıkarmalara ve küçük şirketlerin ve çalıştırdıkları görevlilerin sayısındaki büyük artışa karşın gerçekleşti. |
BÖLÜM V HİSSE SENETLERİ, MALLAR VE BORSALAR İleride başka bir amaçla kullanmak için paraya gereksinimleri olduğunda ellerindeki hisse senetlerini satabileceklerini bilmeselerdi pek az yatırımcı bir şirkette pay sahibi olmak isterlerdi. Menkul kıymetleri borsaları ve diğer sermaye piyasaları yatırımcıların sürekli biçimde hisse senedi alıp satmalarını kolaylaştırır. Borsalar Amerikan ekonomisinde çeşitli başka roller de oynarlar. Yatırımcılar için bir gelir kaynağı oluştururlar. Hisse senetlerinin ve diğer parasal varlıkların değeri artınca yatırımcılar daha zengin olurlar; çok kez bu ek gelirlerini harcarlar ve böylelikle satışlar ve ekonomik büyüme teşvik edilmiş olur. Ayrıca, yatırımcılar şirketlerin gelecekte ne kadar kar elde edeceğine ilişkin beklentilerine dayanarak her gün hisse senedi alıp sattıkları için hisse senedi fiyatları da şirket yöneticileri açısından yatırımcıların firmalarını nasıl değerlendiği konusunda her an başvurulabilecek bir bilgi kaynağı oluşturur. Hisse senedi değerleri yatırımcıların hükümet politikalarına yönelik tepkilerini de yansıtır. Eğer yatırımcılar hükümetin benimsediği politikaların ekonomiye zarar vereceğine ve şirket karlarını olumsuz yönde etkileyeceğine inanırlarsa borsa geriler; buna karşılık, anılan politikanın ekonomiye yardımcı olacağına inanırlarsa borsa yükselir. Eleştiriciler zaman zaman Amerikan yatırımcılarının kısa vadeli kar amacına çok yoğun bir biçimde odaklandıklarını ileri sürerler; onlara göre, gerek şirketler gerekse politika yapıcıları uzun vadede yararlı olabilecek belirli adımları atmaya çekinirler; çünkü, bu adımların hisse senedi fiyatlarını düşürebilecek kısa vadeli düzenlemeler yapılmasını gerektirebileceğini düşünürler. Borsalar milyonlarca yatırımcının milyonlarca kararını yansıttığı için bu varsayımın doğruluğunu sağlıklı olarak belirleyebilecek bir yöntem de bulunmamaktadır. |
Amerikalılar yine de çok sayıda alıcı ve satıcının her gün milyonlarca işlem yapmalarını sağlayan menkul kıymetler borsalarının ve diğer sermaye piyasalarının etkinliğinden gurur duyarlar. Söz konusu piyasalar başarılarını kısmen bilgisayar kullanımına borçludurlar; fakat aynı zamanda gelenek ve güvene, yani komisyoncuların birbirlerine karşı besledikleri güvene ve müşterilerinin satılan hisse senetlerini hemen getirecekleri ve aldıklarının parasını da ödeyecekleri konusunda duydukları güvene de borçludurlar. Bahis konusu güven zaman zaman kötüye kullanılır; ancak, federal hükümet geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca dürüst ve eşit işlem yapılmasını sağlamak konusunda önemi gittikçe artan bir rol oynamıştır. Bunun sonucu olarak ta borsalar ekonominin sürekli büyümesine yol açan bir yatırım fonu kaynağı ve çok sayıda Amerikalıyı ülke zenginliğini paylaşmasını sağlayan bir araç olarak gelişmişlerdir. Borsaların etkin bir biçimde işleyebilmesi için serbest bilgi akışına gereksinim vardır. Bu olmazsa yatırımcılar gelişmeleri izleyemeyecekleri gibi hisse senetlerinin gerçek değerini de sağlıklı olarak anlayamazlar. Çok sayıda bilgi kaynağı sayesinde borsadaki olası gelişmelerin günü gününe, saati saatine ve hatta dakikası dakikasına yatırımcılar tarafından izlenmesine olanak yaratılır. Şirketler ne durumda olduklarını hisse senedi sahiplerine duyurmak için yasa gereği üç ayda bir gelir raporu, her yıl daha kapsamlı bir rapor ve vekalet bildirimleri yayınlamakla yükümlüdürler. Yatırımcılar ayrıca bir önceki borsa seansında hangi hisse senetlerinin el değiştirdiğini öğrenmek amacıyla günlük gazetelerin borsa sayfalarını izleyebilirler. Borsalardaki işlemleri genel olarak değerlendiren çeşitli endeksleri de inceleyebilirler. Bu endekslerin en tanınmışı 30 önemli hisse senedinin izlendiği Dow Jones Endüstri Ortalaması’dır (Dow Jones Industrial Avarage – DJIA). Yatırımcılar ayrıca belirli senetlerle ilgili gelişmeleri çözümleyen dergi ve bültenlere de abone olabilirler. Bazı kablolu televizyon programlarında hisse senedi fiyatlarındaki gelişmeler konusunda kesintisiz yayın yapılmaktadır. Günümüzde yatırımcılar İnternet aracılığıyla da belirli hisse senetleri konusunda istedikleri an bilgi edinebilmekte ve hatta senet alım-satımı bile yapabilmektedirler. |
MENKUL KIYMETLER BORSALARI Sürümde binlerce hisse senedi bulunmasına karşın bunlar arasında en büyük, en iyi tanınmış ve en çok alım-satım gören şirketlerin hisse senetleri genelde New York Menkul Kıymetler Borsası’na (New York Stock Exchange - NYSE) kayıtlıdır. Borsa’nın geçmişi bir gurup aracının New York kentinde Wall Street’teki (Wall Sokağı) bir çınar ağacının altında toplanıp hisse senetlerinin nasıl alınıp satılacağına ilişkin belirli kurallar saptadıkları 1792 yılına kadar uzanır. 1990’ların sonlarına gelindiğinde NYSE’de 3.600 değişik hisse senedi kayıtlıydı. NYSE’de 1.366 üye ya da aracı şirket tarafından büyük paralar ödenerek satın alınan ve bireyler adına hisse senedi alıp satmak için kullanılan “yer” vardır. Borsa ile aracı şirketler arasında iletişim elektronik olarak yapılır. Fiyatları bildirebilmek ve siparişleri alabilmek için 200 mil (yaklaşık 320 kilometre) fiber-optik kablo döşenmesi ve 8.000 telefon bağlantısı kurulması gerekmiştir. Hisse senetleri nasıl alınıp satılır? Sözgelimi California’da bir öğretmen denizaşırı geziye çıkmak istesin. Gezi giderlerini karşılamak için elindeki 100 adet General Motors hisse senedini satmaya karar verir. Müşterisi olduğu aracıyı arar ve senetlerini en kısa sürede en iyi fiyattan satmasını ister. Aynı gün Florida’daki bir mühendis, biriktirdiği parayı 100 adet General Motors hisse senedi almak için kullanmayı düşünür ve kendi aracısını arayıp piyasadaki fiyattan 100 senet “satın alma”sı için emir verir. Her iki aracı bu emirleri NYSE’deki temsilcilerine ileterek gerekli pazarlığa başlamalarını isterler. Tüm bunlar bir dakikadan daha kısa bir zaman içinde gerçekleşir. Sonuçta öğretmen parasını mühendis de hisse senetlerini alır ve aracılarına gereken komisyonu öderler. Söz konusu işlem borsadaki diğer işlemler gibi açıkça yapılır ve sonuçlar ülkedeki her bir borsa kuruluşuna elektronik ortamda duyurulur. Bu süreçte yaşamsal bir rol oynayan borsa “uzmanları” alım ve satım emirlerini ustaca uyuşturup piyasanın düzenli bir biçimde işlemesini sağlarlar. Yeterli alıcı ya da satıcı bulunmadığı durumlarda gerekirse uzmanlar kendileri de hisse senedi alır ya da satarlar. |
Enerji endüstrisine ilişkin çok sayıda hisse senedinin kayılı bulunduğu ve daha küçük bir kuruluş olan Amerikan Menkul Kıymetler Borsası da Wall Sokağı bölgesindedir ve aşağı yukarı NYSE gibi çalışır. Diğer bazı büyük ABD kentlerinde de daha küçük bölgesel menkul kıymetler borsaları vardır. En yoğun hisse senedi alışverişi Hisse Senedi Alım-Satımcıları Otomatikleştirilmiş Fiyat Ulusal Derneği (National Association of Securities Dealers Automated Quotation – NASDAQ) sistemi çerçevesinde yapılır. Tezgah üstü borsası denilen ve yaklaşık 5.240 değişik hisse senedinin alım-satımını düzenleyen bu kuruluş belirli bir mekanda faaliyet göstermez; hisse senedi ve bono alım-satımcılarının oluşturdukları bir elektronik iletişim ağıdır. Tezgah üstü işlemleri denetleyen Hisse Senedi Aracıları Ulusal Derneği yasa dışı çalıştığı ya da borçlarını ödeyemez duruma geldiği anlaşılan şirketleri ya da aracıları sistemden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Bahis konusu piyasada işlem gören hisse senetlerinin çoğu daha küçük ve daha istikrarsız şirketlere ait olduğu için NASDAQ diğer iki büyük borsadan daha riskli bir piyasa olarak bilinir. Buna karşılık yatırımcılara pek çok fırsat sunar. 1990’larda hızla büyüyen ileri teknoloji hisse senetlerinin çoğunluğu NASDAQ’ta işlem görmüştür. BİR YATIRIMCILAR ÜLKESİ Menkul kıymetler borsalarında eşi görülmemiş bir yükselmeye hisse senedi sahibi olmaktaki kolaylık da eklenince bireyler 1990’larda borsalarda büyük ölçüde işlem yapmaya başladılar. New York Borsası’nda ya da diğer adıyla “Büyük Tabela”da 1980’de bir yılda 11,4 milyar hisse el değiştirmişken bu sayı 1998’de 169 milyar oldu. 1989-1995 yılları arasında ABD’de doğrudan doğruya ya da emeklilik fonları gibi aracılar kullanarak hisse senedi sahibi olmuş bulunan ailelerin oranı toplamın yüzde 31’inden yüzde 41’ine yükseldi. |
Bireylerin parasını alıp onlar adına çeşitli hisse senedi portföylerine yatırım yapan karşılıklı fonlar sayesinde halkın borsa faaliyetlerine katılması çok kolaylaştı. Karşılıklı fonlar kendilerini bu iş için yeterli bulmayan ya da binlerce hisse senedi arasında seçim yapmaya zamanı olmayan küçük yatırımcıların paralarını profesyoneller aracılığıyla değerlendirmelerine olanak yaratırlar. Sözü edilen kuruluşların elinde çeşitli hisse senedi gurupları bulunduğu için yatırımcıları bireysel hisselerin değerinde görülebilecek ani değişikliklere karşı belirli bir ölçüde korumuş olurlar. Her biri değişik türde yatırımcıların gereksinimlerini ve önceliklerini karşılayacak biçimde düzenlenmiş düzinelerce karşılıklı fon vardır. Bazı fonlar kısa sürede gelir sağlamaya yönelikken bazıları da uzun vadede sermaye değeri yükselişi yaratmaya çalışırlar. Bazıları ihtiyatlı bir biçimde yatırım yaparlar; buna karşın, bazıları da daha büyük kazanç elde etmek umuduyla daha büyük risklere atılırlar. Bazılarının sadece belirli endüstrilere ya da yabancı şirketlere ait hisse senetleriyle ilgilenmelerine karşılık bazıları da değişken piyasa stratejileri uygularlar. Bahis konusu fonların sayısı 1980’de 524 iken 1998 sonunda 7.300’e fırladı. Sağlıklı kazanç elde etmenin ve geniş bir seçenek alanına sahip olmanın çekiciliği nedeniyle Amerikalılar 1980’lerde ve 1990’larda karşılıklı fonlara büyük ölçüde yatırım yaptılar. 1990’ların sonlarında yatırımcıların karşılıklı fonlarda 5,4 trilyon dolarları vardı; bu fonlarda parası olan aile oranı da 1979’da yüzde 6’dan 1997’de yüzde 37’ye çıktı. HİSSE SENEDİ FİYATLARI NASIL BELİRLENİR Hisse senedi fiyatları çeşitli ögelerin hiçbir uzman tarafından sağlıklı olarak anlaşılamayacak ya da önceden kestirilemeyecek bir biçimde birleşmesi sonucunda belirlenir. Ekonomistlere göre fiyatlar genelde şirketlerin gelecekteki para kazanma kapasitelerini yansıtır. Yatırımcılar gelecekte önemli kar edineceğini bekledikleri şirketlerin hisse senetlerine yönelirler; çok kişi bu gibi şirketlerin hisse senetlerini almak istedikleri için de söz konusu senetlerin fiyatı yükselir. Buna karşın, yatırımcılar geleceği pek parlak olmayan şirketlerin hisse senetlerini almaktan kaçınırlar; az sayıda birey böyle senetleri almak isteyeceği ve çok sayıda birey de onları elden çıkarmaya çalışacağı için fiyatlar düşer. |
Yatırımcılar hisse senedi almaya ya da satmaya karar verirlerken iş çevrelerinin genel durumunu ve geleceğini, yatırım yapmayı düşündükleri şirketin parasal konumunu ve gelişme olasılıklarını incelerler ve hisse senedi getirilerinin geleneksel düzeyin altında mı üstünde mi olduğuna bakarlar. Faiz oranlarındaki eğilimler de hisse senedi fiyatlarını önemli ölçüde etkiler. Faiz oranlarının yükselmesi genelde hisse senedi fiyatlarını düşürür; çünkü, bu kısmen ekonomik faaliyetlerdeki genel yavaşlamanın ve şirket karlarındaki azalmanın habercisidir, kısmen de yatırımcıların borsayı bırakıp yüksek faiz getiren başka alanlara yönelmelerini teşvik eder. Bunun aksine, faiz oranlarının düşmesi hem daha kolay borç alınabileceği ve daha hızlı büyüme sağlanabileceği anlamına geldiği hem de faiz getiren yeni alanların yatırımcılar açısından çekiciliğini yitirmesi sonucunu doğurduğu için çok kez hisse senedi fiyatlarının yükselmesine yol açar. Buna karşılık, belirli başka ögeler durumu karmaşıklaştırır. İlk olarak, yatırımcılar genellikle o andaki getirileri göz önünde tutmak yerine belirsiz bir geleceğe yönelik beklentilerine uyarak hisse senedi alırlar. Bahis konusu beklentiler de çok kez mantıklı ve doğru olmayan çeşitli faktörlerin etkisinde kalır. Bu nedenle fiyatlar ve getiriler arasındaki kısa vadeli bağ çok zayıf olabilir. İvme de hisse senedi fiyatlarını etkileyebilir. Fiyatların yükselmesi doğal olarak daha çok sayıda alıcıyı piyasaya çeker ve bunun üzerine fiyatlar daha da yükselir. Onları ileride daha da yüksek bir fiyatla satma beklentisi içinde hisse senedi alan spekülatörler de bu yükselme baskısını arttırırlar. Uzmanlar hisse senedi fiyatlarının sürekli yükselişini “ayı” piyasası olarak tanımlarlar. Spekülasyon humması daha fazla sürdürülemeyince fiyatlar düşmeye başlar. Fiyatların düşmesinden endişelenen yatırımcıların sayısı çoğalınca ellerindeki hisse senetlerini satmaya çalışırlar ve bu da düşüş eğilimini hızlandırır. Bu duruma ise “boğa” piyasası denir. PİYASA STRATEJİLERİ Ellerindeki hisse senetlerini uzun süre tutmaya razı olan yatırımcılar başka finansal yatırımlar yapmak yerine menkul kıymetler borsasına yönelince XX. Yüzyıl’ın büyük bir bölümünde daha yüksek gelir sağladılar |
Hisse senedi fiyatları kısa vadede çok oynak olabilir ve bu nedenle de borsadaki düşüş sırasında ellerindeki senetleri satan yatırımcılar kolayca zarara uğrayabilirler. Sözgelimi, Amerika’daki en büyük karşılıklı fon kuruluşlarından birinin ünlü bir eski başkanı olan Peter Lynch, 1998’de, ABD hisse senetlerinin geçmiş 72 yılın 20’sinde değer yitirdiğini söyledi. Lynch’e göre, borsanın 1929’daki çöküşünde değer yitiren hisse senetlerinin eski değerine yükselmesi için yatırımcıların 15 yıl beklemeleri gerekti. Buna karşılık, ellerindeki senetleri 20 yıl ya da daha uzun süreyle bekleten bireylerin hiç kaybı olmadı. Federal hükümetin Genel Muhasebe Dairesi tarafından Kongre’ye sunulmak amacıyla hazırlanan bir incelemede, 1926’dan beri yaşanan en kötü 20 yıllık dönemde hisse senedi fiyatlarının yüzde 3 arttığı belirtildi. En iyi 20 yıl içindeyse fiyatlar yüzde 17 yükseldi. Bunun aksine, hisse senedi yerine en yaygın yatırım aracı olan 20 yıl vadeli tahvillerin getirisi yüzde 1’le yüzde 10 arasında değişti. Anılan incelemelere dayanan ekonomistler çeşitli hisse senetlerini içeren bir portföy oluşturup uzun süre ellerinde tutan küçük yatırımcıların en yüksek getiriyi sağladıkları sonucuna varmışlardır. Buna karşın, bazı yatırımcılar kısa vadede daha yüksek gelir sağlayacaklarını umarak belirli riskleri göze alırlar. Bu amaçla da çeşitli stratejiler geliştirirler. Teminat Karşılığı Hisse Senedi Alımı: Amerikalılar krediyle pek çok şey alırlar ve hisse senetleri de bunun dışında kalmaz. Belirli yatırımcılar yüzde elli 50 peşin ödeyip kalanı için de aracılarına borçlanarak “teminat karşılığı” hisse senedi satın alabilirler. Teminat karşılığı alınan hisse senetleri değer kazanırsa bu yatırımcılar onları satıp aracılarına olan borçlarını, faizleri ve komisyonu ödeyebilir ve yine de kar sağlayabilirler. Eğer senetler değer yitirirse aracı bir “teminat çağrısı” yapar ve yatırımcıyı hesabına ek para ödemeye zorlar ve böylelikle alacağı olan para hisse senetleri değerinin yarısından az bir miktarda kalır. Yatırımcı nakit ödeyemezse aracı senetlerin bir kısmını zararına satıp borcu karşılar. |
Teminat karşılığı hisse senedi alımı bir tür finansal kaldıraçtır. Yüksek risk taşıyan işlemlere girişerek kumar oynamak isteyen spekülatörlere daha çok hisse senedi alma fırsatı yaratır. Eğar yatırıma ilişkin kararları doğruysa spekülatörler daha büyük bir kar elde edebilirler; fakat, piyasayı yanlış değerlendirirlerse daha büyük zarara uğrayabilirler. ABD’nin merkez bankası olan Federal Rezerv Kurulu (çok kez “the Fed” adıyla tanınır) yatırımcıların satın alınacak hisse senedi için ödemeleri gereken para miktarını belirleyen en düşük teminat oranlarını saptar. Kurul bu oranları değiştirebilir. Eğer piyasanın canlanmasını amaçlıyorsa düşük oranlar belirler. Spekülatif alımları sınırlamak istediğinde de oranları yüksek tutar. Federal Rezerv Kurulu zaman zaman yüzde 100 ödeme yapılmasını talep eder; fakat, XX. Yüzyıl’ın son yirmi yılı süresince oranı daha çok yüzde 50’de tutmuştur. Açığa Satış Yapmak: Bir başka spekülatör gurubu da “açığa satış yapanlar” diye bilinir. Belirli bir hisse senedinin değer yitireceğini düşünürlerse aracılarından ödünç aldıkları hisse senetlerini satıp onların yerine başka senetleri ileride açık piyasada daha düşük fiyatla alarak kar etmeyi umarlar. Söz konusu yöntem ayı piyasası oluştuğunda kar etme fırsatı verirse de hisse senedi alım-satımındaki en riskli yoldur. Eğer açığa satış yapan yatırımcı yanlış tahminde bulunmuşsa sattığı hisse senetleri birden değer kazanıp onun büyük zarar görmesine yol açabilir. Opsiyon (Seçmeli Vadeli İşlem): Pek fazla olmayan bir miktar nakit paraya finansal kaldıraç uygulamanın bir başka yolu da belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla almak için “alım” opsiyonu sözleşmesi yapmaktır. Piyasadaki fiyat yükselirse alıcı opsiyon hakkını kullanıp hisse senetlerini bu daha yüksek fiyattan satarak kar edebilir ya da hisse senedinin fiyatı yükseldiği için kendi değeri de artmış olan opsiyon hakkını satabilir. “Satım” opsiyonu sözleşmesi yapmak ise bunun tersine işler ve belirli bir hisse senedini ileride şimdiki fiyatına yakın bir fiyatla satma taahhüdü oluşturur. Açığa satış gibi satış opsiyonu da yatırımcıların piyasanın düşmesinden yararlanmalarını sağlar. Buna karşılık, fiyatlarda bekledikleri gelişmeler olmazsa yatırımcılar büyük zarara uğrayabilirler. |
MAL VE DİĞER ALİVRE SÖZLEŞMELERİ Alivre mal sözleşmeleri belirli malların belirlenmiş bir tarihte belli bir fiyattan satılmasına ya da alınmasına ilişkin anlaşmalardır. Alivre sözleşmeleri geleneksel olarak buğday, canlı hayvan, bakır ve altın gibi mallar için yapılırdı; fakat, geçtiğimiz yıllarda döviz ya da başka mali varlıklara da ilişkin çok sayıda alivre sözleşmesi yapılmaya başlanmıştır. Birleşik Devletler’de bahis konusu işlemlerin yapıldığı yaklaşık bir düzine mal borsası vardır. Bunların en ünlülerinden bazıları Chicago Ticaret Odası, Chicago Ticaret Borsası ve New York’taki birkaç borsadır. Chicago Amerika’daki tarıma bağlı endüstrilerin tarihsel merkezidir. Alivre sözleşmelerinin toplam sayısı 1991’de 261 milyondan 1997’de 417 milyona yükselmiştir. Mal alım-satımı yapanlar iki genel gurupta toplanır: güvenceciler ve spekülatörler. Güvenceciler belirli bir malı teslim almayı garantiye bağlamak ya da sözü edilen malları garanti edilmiş bir fiyattan satabilmek için anlaşma yapan şirketler, çiftçiler ya da bireylerdir. Kendilerini beklenmeyen fiyat dalgalanmalarına karşı korumak amacıyla alivre sözleşmelerini kullanırlar. Risk altına girmeyi göze alan binlerce kişi de alivre mal satışlarında spekülasyon yaparlar. Küçük teminatlar karşılığı büyük kar elde etme olasılığı onlar için çekici olur (alivre sözleşmeleri de pek çok hisse senedi gibi sözleşme tutarının yüzde 10’u 20’si kadar düşük teminata bağlı olarak yapılır). Alivre mal alım-satımı yapmak risk göze almaktan çekinen kişilere göre bir faaliyet değildir. Hava koşulları gibi gözle görülemeyen güçler arz ve talebi etkileyip mal fiyatlarında ani iniş- çıkışlara yol açabilir ve büyük kar ya da zarar yaratabilir. Piyasada görülebilecek tepkileri iyi bilen profesyonellerin borsa oyunlarında çok kez para kazanması olasılığı fazladır; bahis konusu borsaya giren küçük alıcıların neredeyse yüzde 90’ının bu oynak piyasada zarara uğradığı tahmin edilmektedir. |
Alivre mal alım-satımları bir “türev” - varlıklara bağlı finansal spekülasyon yapılmasında kullanılan karmaşık yöntemler - biçimidir. Türevler 1990’larda ipotekler ve faiz oranlarını da içeren çok sayıda varlığı kapsayacak biçimde büyüdü. Mali durumu bozuk olan, yüksek kaldıraç uygulayan ve belirli durumlarda da düzenlemelerin etkisinden kurtulmak amacıyla Birleşik Devletler dışında tescil yaptıran türev alıcısı fonlara para yatırmış bulunan bazı bankaların, aracı şirketlerin ve bireylerin büyük zararlara uğramaları sonucunda düzenleyici kuruluşların ve Kongre’nin dikkati bu gittikçe yaygınlaşan ticaret türüne çekildi. DÜZENLEYİCİLER 1934’te kurulmuş olan Menkul Kıymetler ve Borsalar Komisyonu (Securities and Exchange Commission - SEC) Birleşik Devletler’deki borsaların en başta gelen düzenleyicisidir. 1929’dan önce borsaları eyaletler düzenlemekteydiler; fakat, 1929 yılında borsadaki çöküşün Büyük Bunalım’ı başlatması bu yöntemin yetersiz olduğunu kanıtladı. 1933 tarihli Menkul Kıymetler Yasası ve 1934 tarihli Menkul Kıymetler Borsası Yasası küçük yatırımcıları sahtecilikten koruma ve şirketlerin mali raporlarını kolaylıkla anlamalarını sağlama konularında federal hükümete birbiri ardından önemli roller kazandırdı. Komisyon bu amaçlara erişmek için bir düzenlemeler ağı uygular. Halka hisse senedi, bono ve başka senetler sunan şirketler SEC’e ayrıntılı bir mali kayıt belgesi vermek zorundadır ve bu bilgiler halka açıklanır. SEC bu belgelerin tam ve doğru olup olmadığına karar verir ve böylelikle yatırımcıların piyasadaki menkul kıymetler konusunda sağlam ve gerçekçi kararlar almaları güvence altına konulmuş olur. SEC hisse senetleri çıkarıldıktan sonra da borsadaki işlemleri denetler ve fiyatlarla oynanmasını engelleyen yönetmeliklerin uygulanmasını sağlar; bu nedenle, aracılar, tezgah üstü piyasada işlem yapanlar ve borsaların kendileri SEC’ye kayıt yaptırmak zorundadırlar. Komisyon bunlara ek olarak şirketlerin hisse senetleri kendi elemanları tarafından alınıp satıldığında bunun da kamuya bildirilmesi zorunluluğu getirir; Komisyon’un görüşüne göre, bahis konusu “içerdekiler” kendi şirketleri hakkında özel bilgi sahibi sahibidirler ve onların yaptıkları hisse senedi alımları ya da satımları diğer yatırımcıların şirketin geleceğine ilişkin güvenleri konusundaki düşüncelerini etkileyebilir. |
Kuruluş ayrıca içerdekilerin henüz yayınlanmamış bilgilere dayanarak alım-satım yapmalarını da engellemeye çalışır. SEC 1980’lerde sadece şirket üst düzey yetkililerini ve başkanlarını değil şirketlere ilişkin açıklanmamış bilgilere erişebilecek sıradan görevlilerin hatta şirket dışındaki avukatlar benzeri kişilerin yaptığı alışverişleri bile izlemeye başladı. SEC’de Başkan tarafından atanan beş komiser görev yapar. En fazla üç komiser aynı siyasi partinin üyesi olabilir; her yıl bir komiserin beş yıllık görev süresi sona erer. Alivre Mal Alım-Satım Komisyonu (Commodity Futures Trading Commission) alivre borsalarını denetler. Komisyon özellikle çok sayıdaki tezgah üstü satışları yakından izler ve izin verdiği alışverişlerin borsalarla sınırlı kalmasına özen gösterir. Yine de genellikle SEC’den daha ılımlı davranan bir düzenleyici olduğu düşünülmektedir. Sözgelimi 1996’da rekor sayıda 92 yeni alivre alım-satım ve mal opsiyonu sözleşmesini onaylamıştır. Zaman zaman, çok gayretli bir SEC başkanının kendi komisyonunu alivre alım-satımları da incelemekle görevlendirdiği görülmüştür. “KARA PAZARTESİ” VE UZUN SÜRELİ BOĞA PİYASASI 19 Ekim 1987’de dünya piyasalarında hisse senedi değerleri büyük bir düşüş gösterdi. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması yüzde 22 azalarak 1738,42 kapanış puanına indi. Bu azalma 1914’ten beri bir gün içinde görülen en büyük düşüş oldu ve ünlü Ekim 1929 borsa çöküşünü bile gölgede bıraktı. |
Brady Komisyonu (çöküşü araştırmakla yükümlü bir başkanlık komisyonu), SEC ve diğer kuruluşlar yatırımcı psikolojisindeki olumsuz gelişmeler, yatırımcıların ABD federal bütçesine ve dış ticaret açıklarına ilişkin kaygıları, New York Menkul Kıymetler Borsası salonunda çalışan uzmanların kurtarıcı alımlar yapma görevlerini yerine getirmemeleri, bilgisayarların belirli gelişmeler ortaya çıkınca otomatik olarak çok sayıda hisse senedi alımı ya da satımı talimatı verecek biçimde programlanmaları anlamına gelen “program alım-satım”ları gibi çeşitli ögelerin 1987 bunalımına neden olduğunu iddia ettiler. Borsa söz konusu gelişmelerin ardından çeşitli koruyucu önlemler yürürlüğe koydu. Anılan önlemlere göre Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde 50 puan azalır ya da yükselirse program alım-satımı talimatı veren elektronik siparişler kesilecek ve Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 250 puan düşerse tüm alışverişleri geçici olarak durduran bir “sigorta” sistemi uygulanacaktı. Bahis konusu olağanüstü durum yöntemleri ileride Dow Jones Endüstriyel Ortalaması’nda görülen yükselmeyi yansıtacak biçimde büyük ölçüde değiştirildi. 1998 sonlarında yapılan bir değişiklikle Dow Jones Endüstriyel Ortalaması bir gün içinde son bir kapanış ortalamasına göre yüzde 2 artar ya da azalırsa program alım-satımlarının sınırlandırılması yoluna gidildi; 1999 sonlarında bu formül borsada 210 puan dolayında değişiklik olursa program alım-satımının durdurulacağı anlamına gelmeye başladı. Yeni kurallar uyarınca tüm alım-satımın durdurulması için de daha yüksek eşikler getirildi; 1999’un son üç ayı sırasında bu eşik Dow Jones Endüstriyel Ortalaması’ndaki en az 1.050 puanlık bir düşüş olarak belirlendi. |
Sözü edilen reform önlemleri borsaya karşı güveni arttırmış olabilir; fakat, ekonominin güçlü bir gelişme göstermesinin daha büyük bir etki yarattığı da söylenebilir. Federal Rezerv 1929’da yaptığının aksine yatırımcıların teminat çağrılarını karşılayabilmelerini ve faaliyetlerini sürdürmelerini güvence altına almak için borç verme koşullarını yumuşatacağını açıkladı. Bir bakıma bu açıklamanın sonucu olarak 1987 çöküşü kolayca atlatıldı ve borsa yeniden yüksek düzeylere erişti. Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 1990'ların başlarında 3.000 puanı ve 1999’da da 11.000 puanı aştı. Buna ek olarak alım-satımlar da büyük ölçüde yoğunlaştı. 1960’larda bir günde 5 milyon hisse senedi el değiştirirse New York Borsası için olağanüstü hareketli bir gün sayılırdı. 1997 ve 1998’de bir milyar senedin alınıp satıldığı günler oldu. NASDAQ’ta ise 1998’e gelindiğinde böyle günler olağan sayılıyordu. Görülen bu hareketliliğin bir nedeni de günlükçüler olarak tanımlanan ve kısa sürelerde çabuk kar sağlamak umuduyla bir gün içinde aynı senetleri birkaç kez alıp satan kişilerdi. Bahis konusu bireyler gittikçe artan bir biçimde İnternet aracılığıyla alışveriş yapan guruplar arasında sayılabilirler. 1999 başlarında tüm hisse senedi alıp satanların yüzde 13’ünü bireyler oluşturuyor ve bunların yüzde 25’i de her türde menkul kıymet alım-satımı için İnternet’ten yararlanıyorlardı. İşlemlerin yoğunluğu arttıkça fiyatlardaki oynaklık da çoğaldı. Günde 100 puanı aşan değişmeler gittikçe daha sık görülmeye başladı ve 27 Ekim 1997’de Dow Jones Endüstriyel Ortalaması 554,26 puan birden düşünce sigorta sistemi devreye girdi. 31 Ağustos 1998’de 512,61 puanlık bir büyük düşüş daha gerçekleşti. Buna karşın, aynı günlerde borsa o kadar yükselmişti ki düşüş hisse senetlerinin toplam değerinin yüzde 7’si dolayında oldu, yatırımcılar piyasada kaldılar ve borsa kısa zamanda toparlandı. |
BÖLÜM VI HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ İşletmelerin ve bireylerin faaliyetlerini kendi erdemleri sayesinde açık ve rekabete yönelik piyasalarda yürüterek kar ya da zarar etmelerine hükümetler tarafından olanak tanınırsa ekonominin en güzel işleyeceği yolundaki görüş ülkenin bu konuda elde ettiği başarıyla kanıtlanır gibi görünmektedir. Buna karşılık, Amerika’daki serbest teşebbüs sistemi acaba ne kadar “serbest”tir? Yanıt “tam anlamıyla değil”dir. İş dünyasındaki faaliyetlerin birçok yönü hükümetin hazırladığı bir düzenlemeler ağı çerçevesinde biçimlenmektedir. Hükümet her yıl işletmelerin neler yapıp neler yapamayacaklarını inceden inceye açıklayan binlerce sayfalık yeni yönetmelik hazırlar. Buna karşın Amerikalıların hükümet düzenlemelerine bakışları kesinleşmiş olmaktan çok uzaktır. Geçtiğimiz yıllarda belirli alanlardaki düzenlemeler yoğunlaştırılırken diğer bazı alanlardakiler gevşetilmiştir. Gerçekten de, hükümetin iş dünyasına ne zaman ve ne kadar yaygın müdahalede bulunması gerektiğine ilişkin bitmez tükenmez tartışmalar Amerikan ekonomi yakın tarihinde süregelen bir temayı oluşturmuştur. BIRAKINIZ YAPSINLAR MI, HÜKÜMET MÜDAHALESİ Mİ ABD hükümetinin iş çevrelerine yönelik politikasının kuramsal temeli Fransızca “laissez-faire (bırakınız yapsınlar)” yani “kendi hallerine bırakın” deyimiyle özetlenebilir. Söz konusu kavram 18’inci yüzyılda yaşayan İskoçyalı ekonomist Adam Smith’in ekonomik kuramlarına dayanmakta olup onun yazıları Amerikan kapitalizminin güçlenmesi üzerinde büyük etki yaratmıştır. Smith özel işletmelerin tümüyle serbest bırakılmaları gerektiğine inanıyordu. Kişisel çıkarları dürtüsüyle iş gören bireylerin faaliyetlerinin piyasalar serbest ve rekabete açık olduğu sürece topluma daha büyük yararı dokunacağını söylüyordu. Smith sadece serbest teşebbüsün temel kurallarının hazırlanmasında bir tür hükümet müdahalesini hoş görüyordu. Buna karşılık, bireylere karşı güven ve otoriteye karşı güvensizlik üzerine kurulmuş olan Amerika’da bırakınız yapsınlar görüşünü savunduğu için beğeni kazanmıştır. |
Bırakınız yapsınlar görüşüne olan bağlılık yine de özel işletmelerin çok kez yardım için hükümete başvurmasını engellemedi. 19’uncu yüzyılda demiryolu şirketleri arazi bağışlarını ve parasal desteği kabul ettiler. Güçlü yabancı rekabetle karşı karşıya kalan endüstriler uzun süredir ticaret politikasında daha geniş korumacılığa yönelinmesini isteyegeldiler. Hemen hemen tümüyle özel ellerde bulunan Amerikan tarımı çeşitli hükümet yardımlarından yararlandı. Pek çok başka endüstri de vergi kolaylıklarından açık parasal desteğe kadar yayılan çeşitli hükümet yardımları peşinde koştu ve bunları elde etti. Özel endüstri üzerindeki hükümet düzenlemeleri ekonomik ve toplumsal olarak iki sınıfa ayrılabilir. Ekonomik düzenlemeler en başta fiyatları kontrol etmeyi amaçlar. Kuramsal olarak tüketicileri ve belirli şirketleri (genellikle küçük şirketleri) daha güçlü diğer şirketlere karşı koruma amacı güden ekonomik düzenlemeler çok kez piyasada rekabet koşulları tümüyle uygulanmadığı ve bu nedenle de gerekli güvencelerin kendiliğinden sağlanamadığı ileri sürülerek haklı gösterilir. Buna karşın ekonomik düzenlemeler sık sık şirketlerin arasındaki, kendilerinin yıkıcı olarak tanımladıkları, rekabeti önlemek için geliştirilir. Toplumsal düzenlemeler ise daha güvenli iş yerleri ya da daha temiz çevre gibi ekonomik olmayan amaçlara yöneliktir. Toplumsal düzenlemeler şirketlerin zararlı faaliyette bulunmalarını zorlaştırmak ya da yasaklamak veya toplumsal açıdan yararlı görülen davranışları teşvik etmek amacı güder. Sözgelimi hükümet fabrika bacalarından yayılan gazları kontrol eder ve çalışanlarına belirli standardlara uygun sağlık ve emeklilik yardımı sağlayan şirketlere vergi indirimleri uygular. Amerika tarihi boyunca sarkaç bırakınız yapsınlar ilkeleri ile her iki türde hükümet düzenlemesi talepleri arasında sürekli olarak sallanıp durdu. Geçtiğimiz 25 yıl içinde hem liberaller hem de muhafazakarlar düzenlemelerin şirketleri rekabetten alıkoyarak tüketiciler aleyhine koruduğu konusunda görüş birliğine vardılar ve ekonomik düzenlemeler uygulamanın belirli alanlarda gevşetilmesini ya da tümüyle kaldırılmasını sağlamaya çalıştılar. Buna karşılık toplumsal düzenlemeler politika liderleri arasında çok daha büyük görüş ayrılıklarına yol açtı. Liberallerin ekonomik olmayan amaçlara yönelik hükümet müdahalelerini kolaylıkla benimseyebilmelerine karşılık muhafazakarlar bunu işletmeleri rekabete daha az açık ve daha az etkin konuma getiren bir saldırı olarak görme eğiliminde olabilirler. |
HÜKÜMET MÜDAHALESİNİN ARTMASI Birleşik Devletler’in gençlik yıllarında Hükümet ileri gelenleri genellikle iş dünyasını düzenlemekten kaçındılar. Buna karşın, 20’nci yüzyıl yaklaştıkça ABD endüstrisinin gittikçe güçlenen anonim şirketler halinde birleşmesi hükümetin küçük işletmecileri ve tüketicileri korumak için müdahalede bulunmasına yol açtı. Kongre 1890’da tekelleri dağıtarak rekabeti ve serbest teşebbüsü yeniden kurma amacı güden Sherman Antitröst Yasası’nı onayladı. 1906’da besin maddelerinin ve ilaçların dürüst olarak etiketlenmesini ve etlerin satışa sunulmadan önce denetlenmesini güvence altına alan yasalar çıkarıldı. Hükümet 1913’te ülkedeki para arzını düzenlemek ve bankalar üzerinde kısmen denetim sağlamak için Federal Rezerv olarak adlandırılan yeni bir federal banka sistemini uygulamaya koydu. Hükümetin rolündeki en büyük değişiklikler Büyük Bunalım’la başa çıkmak için Başkan Franklin D.Roosevelt tarafından yaratılan “Yeni Düzen” yıllarında gerçekleştirildi. 1930’ların bu döneminde Birleşik Devletler tarihindeki en büyük iş dünyası bunalımı ve en yaygın işsizlik yaşadı. Pek çok Amerikalı başı boş bırakılan kapitalizmin başarısızlığa uğradığı görüşüne vardı. Bu nedenle de sıkıntıların aşılması ve kendi kendini yok ediyormuş gibi görülen rekabetin azaltılması için hükümete yöneldiler. Başkan Roosevelt ve Kongre bir dizi yasa kabul ettiler. Bahis konusu yasalar alınan diğer önlemlerin yanı sıra hisse senedi satışlarını düzenledi, işçilere sendika kurma hakkı tanıdı, ücretleri ve çalışma saatlerini saptadı, işsizlere para yardımı ve yaşlılara emeklilik geliri sağladı, tarımsal destek alımları getirdi, banka mevzuatını sigorta etti ve Tennessee Vadisi’nde büyük bir bölgesel kalkınma kuruluşu yarattı. |
1930’lardan beri işçileri ve tüketicileri daha fazla korumak için pek çok yasa ve yönetmelik kabul edildi. İşverenlerin işçi alırken yaşa, cinsiyete, ırka ya da dinsel inanca dayalı ayırım yapmaları yasaya aykırıdır. Çocukların çalıştırılması genelde yasaktır. Bağımsız sendikaların kurulma, pazarlık etme ve grev yapma hakları güvence altına alınmıştır. Hükümet işyerinde güvenlik ve sağlık koşullarını düzenleyen yasalar çıkarmakta ve uygulamaktadır. Birleşik Devletler’de satılan hemen hemen her ürün bir tür hükümet düzenlemesi altındadır: besin maddesi üreticileri bir konserve kutusunun ya da başka bir kutunun veya bir kavanozun içinde ne bulunduğunu kesinlikle belirtmek zorundadırlar; bir federal kuruluş tarafından ayrıntılı biçimde incelenip onaylanmamış hiçbir ilaç satışa sunulamaz; otomobiller güvenlik standardlarına uygun biçimde imal edilmeli ve hava kirlenmesini önleyecek düzenekler taşımalıdır; malların fiyatları açıkça belirtilmelidir; reklamlar tüketiciyi yanıltmamalıdır. 1990’ların başlarında Kongre tarafından 100’den çok düzenleyici federal kuruluş yaratılmıştı ve söz konusu kuruluşlar ticaretten iletişime, nükleer enerjiden ürün güvenliğine, ilaçlardan istihdam fırsatlarına kadar yayılan çeşitli alanlarda çalışıyordu. En yeni daireler arasında 1966’da kurulan ve havayolu şirketlerine uçuş güvenliği kurallarını uygulayan Federal Havacılık Dairesi ile 1971’de kurulan ve hem otomobil hem de sürücü güvenliğini denetleyen Ulusal Karayolları Trafik Güvenliği Yönetimi bulunmaktadır. Her iki kuruluş ta federal Ulaştırma Bakanlığı’na bağlıdır. Pek çok düzenleyici kuruluş Başkanın etkisi ve kuramsal olarak politik baskılar dışında kalacak biçimde yapılandırılmıştır. Bu kuruluşlar üyelerini Başkan’ın atadığı ve Senato’nun onayladığı bağımsız kurullar tarafından yönetilir. Bahis konusu kurullarda her iki ana siyasi partinin üyesi bulunan ve genellikle beş ya da yedi yıl olarak saptanmış sabit bir süre boyunca görev yapan komiserler bulunması yasalar uyarınca gereklidir. Her kuruluş çok kez 1000’den fazla görevli çalıştırır. Kongre kuruluşlara ödenek sağlar ve çalışmalarını denetler. Anılan kuruluşlar bir bakıma mahkemelere benzeyen bir faaliyet gösterirler. Mahkemede bir dava görülüyormuş gibi bireylerin ifadesine başvurabilirler ve kararları da federal mahkemelerce incelemeye alınabilir. |
Düzenleyici kuruluşlar resmi açıdan bağımsız olmakla birlikte seçmenleri adına hareket eden Kongre üyeleri komiserleri sık sık etki altına almaya çalışırlar. Eleştiriciler iş çevrelerinin zaman zaman kendilerini düzenleyen kuruluşları gereksiz derecede etkileri altına alabilecek konuma geldiklerini iddia etmektedirler; kuruluş görevlileri çok kez düzenledikleri iş alanlarına ilişkin ayrıntılı bilgi edinirler ve çalışma süreleri sona eren bazı görevlilere bu endüstrilerde yüksek ücretli iş teklifleri de yapılır. Buna karşın şirketlerin de dertleri vardır. Sözgelimi bazı şirket yetkilileri iş koşulları sık sık değiştiği için bu alanlara ilişkin hükümet yönetmeliklerinin çok kez yazılır yazılmaz çağ dışı kaldığından yakınırlar. TEKELLEŞMEYİ ÖNLEMEK İÇİN FEDERAL DÜZEYDE YÜRÜTÜLEN ÇABALAR Tekeller ABD hükümetinin kamu yararına düzeltmeye çabaladığı ilk işletme birimleri arasında yer almaktaydı. Küçük şirketlerin büyük şirketler halinde birleşmeleri bazı çok büyük anonim şirketlerin fiyat “belirleyerek” ya da rakiplerinden çok daha düşük fiyat vererek piyasa disiplininden kaçmalarına olanak sağladı. Reformcular bu uygulamaların sonuçta tüketicilerin daha yüksek fiyat ödemek zorunda kalmalarına ya da mal seçme olanaklarının ortadan kalkmasına yol açtığını iddia ettiler. 1890’da kabul edilen Sherman Antitröst Yasası ile herhangi bir kişi ya da işletmenin ticarette tekel yaratamayacağı ya da ticareti engellemek için bir başkasıyla birleşme gerçekleştiremeyeceği veya düzen hazırlayamayacağı ilan edildi. Hükümet 1900’lerin başlarında ekonomik güçlerini kötüye kullandıklarını ileri sürüp John D. Rockefeller’in Standard Oil şirketini ve diğer birkaç büyük şirketi dağıtmak için bu yasayı kullandı. Kongre 1914’te Sherman Antitröst Yasası’nı güçlendirmeye yönelik iki yeni yasa daha çıkardı: Clayton Antitröst Yasası ve Federal Ticaret Komisyonu Yasası. Clayton Antitröst Yasası ticaretin engellenmesinden ne anlaşıldığına açıklık getirdi. Yasa belirli alıcılara diğerleri karşısında yarar sağlayabilecek fiyat ayrıcalıklarını kanuna aykırı sayıyor; sadece rakip üreticilerin mallarını almamayı kabul eden şirketlere mal satışını öngören anlaşmaları yasaklıyor; rekabeti azaltabilecek türdeki belirli birleşmeleri ve diğer çalışmaları engelliyordu. Federal Ticaret Komisyonu Yasası da haksız ve rekabet karşıtı ticari işlemleri önleyecek bir komisyon kuruyordu. |
Eleştiriciler bu yeni tekel karşıtı önlemlerin bile tümüyle etkili olamadığına inanıyorlardı. 1912’de Birleşik Devletler’deki çelik üretiminin yarısından fazlasını kontrolü altında bulunduran United States Steel Corporation tekelcilikle suçlandı. Şirket aleyhine açılan dava 1920’ye kadar sonuçlandırılamadı; o yıl Yüksek Mahkeme dönüm noktası oluşturan bir karar verdi ve ticareti “makul ölçülere aykırı” biçimde engellemediği için U.S.Steel şirketinin bir tekel olmadığını açıkladı. Mahkeme kararında büyüklükle tekelleşme arasında özenle tanımlanmış bir fark belirledi ve anonim şirketlerin büyümesinin her zaman kötü olmadığını vurguladı. Hükümet antitröst davalar açmayı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri sürdürmüştür. Federal Ticaret Komisyonu ve Adalet Bakanlığı’nın Antitröst Bölümü olası tekelcilik girişimlerini izlemekte ya da rekabetin tüketicileri incitecek derecede azalmasına yol açma tehdidi yaratan birleşmeleri engellemek için harekete geçmektedirler. Bu çabaların kapsamı aşağıda verilen dört önemli örnekle açıklanmaktadır: -1945’te Aluminum Company of America’ya karşı açılan bir davada bir federal temyiz mahkemesi herhangi bir şirketin tekelleşmeye gittiği düşüncesiyle inceleme altına alınabilmesi için piyasanın ne kadarına egemen olması gerektiğini gözden geçirdi. “Yüzde altmış ya da altmış beşin yeterli sayılmasının şüpheli görüldüğünü ve yüzde otuz üçün ise kesinlikle yetersiz kalacağını” belirtip yüzde 90 oranı üzerinde anlaşmaya vardı. -1961’de elektrik gereçleri endüstrisindeki bazı şirketler rekabeti engellemek amacıyla fiyat belirleme suçundan mahkum oldular. Şirketler tüketiciye büyük miktarlarda tazminat ödemeyi kabul ettiler ve bazı şirket yöneticileri hapse atıldılar. -1963’te ABD Yüksek Mahkemesi piyasada büyük payları bulunan bir şirketler topluluğunun rekabet karşıtı olarak tanımlanabileceklerine karar verdi. Dava Philadelphia National Bank ile ilgiliydi. Mahkeme eğer bir birleşme ile belirli bir şirketin piyasada gereğinden büyük bir pay elde etmesine yol açılırsa ve bu birleşmenin zararsız olduğunu gösterir herhangi bir kanıt yoksa o zaman birleşmenin gerçekleştirilemeyeceğine karar verdi. |
-1997’de bir federal mahkeme perakendecilikte genellikle yoğunlaşma olmamakla birlikte sözgelimi büro malzemesi satan “süper marketler” gibi belirli perakendecilerin bazı ekonomik piyasalarda rekabete giriştiklerine karar verdi. Mahkeme bahis konusu piyasalarda iki büyük şirketin birleşmesinin rekabeti önleyeceğini belirtti. Dava büro malzemesi pazarlayan Staples şirketi ile yapı malzemesi pazarlayan Home Depot şirketiyle ilgiliydi. Planlanan birleşmeden vazgeçildi. Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı gibi antitröst yasaların ihlal edildiğini belirlemek her zaman kolay değildir. Yasalara getirilen yorumlar çok farklı olmaktadır ve uzmanlar da şirketlerin piyasa faaliyetlerine müdahale edebilecek kadar güçlenip güçlenmediğini belirlemekte çok kez anlaşmazlığa düşmektedirler. Kaldı ki koşullar da değişebildiği için bir kesimde antitröst tehdit yaratır gibi görünen şirket düzenlemeleri bir başka kesimde daha az tehdit oluşturabilir. Sözgelimi Standard Oil tekelinin 1900’lerin başlarında çok büyük güç kazanmasının yarattığı endişeler Rockefeller’in petrol imparatorluğunun çok sayıda şirkete bölünmesine yol açtı. Bunlar arasında Exxon ve Mobil adıyla anılacak olan petrol şirketleri de vardı. Fakat, Exxon ve Mobil 1990’ların sonlarında birleşmeyi planladıklarını açıkladıkları zaman hükümetin düzenlemeyi onaylamadan önce belirli ödünler istemesine karşılık kamuda pek bir endişe belirtisi görülmedi. Benzin fiyatları düşüktü ve diğer güçlü petrol şirketlerinin rekabeti sağlamaya yeterli olacakları düşünülüyordu. |
ULAŞTIRMADAKİ DÜZENLEMELERİN GEVŞETİLMESİ Antitröst yasaların rekabeti teşvik amacıyla çıkarılmış olmalarına karşın diğer pek çok düzenlemeler de bunun aksi etki yaratmıştır. Amerikalıların 1970’lerde enflasyondan endişe duymaya başlamaları üzerine fiyat yarışmasını düzenleyen uygulamalar yeniden incelemeye alındı. Pek çok alanda hükümet şirketleri piyasa baskısına karşı koruyan kontrolleri gevşetmeye karar verdi. Ulaştırma sektörü düzenlemelerin gevşetilmesinin hedef alındığı ilk alan oldu. Başkan Jimmy Carter’in görev döneminde (1977-1981) Kongre hava, kara ve demiryolu taşımacılığını koruyan düzenleme kalkanlarının çoğunu ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi yasa kabul etti. Şirketlerin istedikleri hava, kara ya da demiryolunu kullanmalarına ve sağladıkları hizmet karşılığı talep ettikleri bedeli daha serbest saptamalarına izin verildi. Ulaştırmadaki düzenlemelerin gevşetilmesi sürecinde Kongre giderek iki temel ekonomik düzenleyici kuruluşu kapattı: 109 yıl önce kurulmuş olan Eyaletlerarası Ticaret Komisyonu ve 45 yaşındaki Sivil Havacılık Kurumu. Düzenlemelerin gevşetilmesinin kesin etkisinin belirlenmesi zor olmakla birlikte uygulandıkları kesimlerde çok büyük gelişme yarattıkları açıktır. Havayolu şirketlerini ele alalım. Hükümet kontrolleri kaldırılınca havayolu şirketleri bu daha yeni ve belirsiz ortamda yollarını bulma telaşına kapıldılar. Çok kez daha az ücret karşılığı sendikasız pilotlar ve personel istihdam eden ve ucuz “gösterişsiz” hizmet sunan yeni rakipler türedi. Hükümet tarafından saptanan ve tüm giderlerini karşılamalarını güvence altına alan sabit bilet fiyatlarına alışmış olan büyük şirketler rekabetle başa çıkmakta zorlandıklarını gördüler. Çok sayıda Amerikalı için havayoluyla seyahat çağıyla eş anlamlı tutulan Pan American World Airways ve ülkede her yıl tek başına en çok yolcu taşıyan Eastern Airlines gibi bazıları iflas ettiler. Ülkenin en büyük havayolu işletmecisi olan United Airlines sıkıntıya düştü ve ancak kendi işçileri şirketi satın almayı kabul ettikten sonra kurtuldu. Gelişmelerden müşteriler de etkilendiler. Pek çoğu ortaya çıkan bu yeni şirketler ve hizmet seçenekleri karşısında şaşkına döndüler. Bilet fiyatlarındaki çeşitlilik de şaşırtıcı oluyor ve her zaman müşterilerin hoşuna gitmiyordu. Tekeller ve düzenleme altındaki şirketler bilet fiyatlarını genellikle genel gelir gereksinimlerini tümüyle karşılayacak biçimde belirliyorlar ve her bireysel hizmetin kendi gereksinimini karşılayabilecek oranda gelir elde edip etmeyeceği konusunda pek endişe taşımıyorlardı. Havayolu şirketleri düzenleme altında oldukları günlerde ülkeyi bir uçtan öbür uca geçen, diğer uzak noktalara giden ve kalabalık kentlere yapılan uçuşlara ilişkin bilet fiyatları genellikle gerçek düzeyinden daha yüksek tutuluyor, buna karşılık, kısa mesafelere ve nüfusu az bölgelere yapılan daha masraflı uçuşlar için gerekenden daha düşük bilet fiyatları saptanıyordu. Düzenlemelerin gevşetilmesi üzerine küçük rakipler fiyatların yapay biçimde yüksek tutulduğu daha karlı ve yoğunluğu yüksek piyasalara yönelerek daha çok iş elde edebileceklerini anlayınca söz konusu fiyat saptama planları suya düştü. |
Köklü havayolu şirketleri bahis konusu sorunlar karşısında bilet fiyatlarını düşürmeye başlayınca çok kez daha küçük ya da daha az karlı pazarlara sağladıkları hizmeti de kesmeye karar verdiler. Bir süre sonra genelde büyük şirketlerin parçası olan “banliyö” havayollarının kurulmasıyla bu hizmetler yeniden verilmeye başlandı. Sözü edilen küçük şirketler daha seyrek ve daha az elverişli hizmet sunmakla birlikte (jetler yerine pervaneli uçak kullanmak gibi) genelde havayolu faaliyetinin tümüyle kesileceğinden korkulan pazarlara iyi kötü bir servis sağlanmış oldu. Taşımacılık şirketlerinin çoğunluğu başlangıçta anılan düzenleme gevşetmelerine karşı çıktılar, ama bunu benimsemedilerse de giderek kabullendiler. Müşteriler açısından ise durum karışıktı. Gevşetmelerin ilk günlerinde ortaya çıkmış bulunan düşük bedelli hizmet sunan havayolu şirketlerinin çoğu kayboldular ve belirli pazarlarda görülen birleşmeler sonucunda rekabet de azaldı. Yine de uzmanların genellikle paylaştıkları görüşe göre şimdiki bilet fiyatları eğer düzenlemeler yürürlükte kalsaydı bu kadar düşük bir düzeyde gerçekleşmezdi. Uçak yolculuğu ise büyük bir hızla yayılmaktadır. Düzenleme gevşetmelerine başlanan 1978 yılında yolcular ABD havayolu şirketlerinin uçaklarında toplam 226.800 milyon mil (362.800 milyon kilometre) uçmuşlardı. 1997’ye gelindiğinde bu sayı yaklaşık üç kat arttı ve 605.400 milyon mil/yolcu (968.640 milyon kilometre) olarak gerçekleşti. TELEKOMÜNİKASYON Birleşik Devletler’de 1980’lere gelininceye kadar “telefon şirketi” denilince akla American Telephone & Telegraph şirketi geliyordu. AT&T telefon hizmetlerinin hemen hemen her alanını kontrolü altına almıştı. Belirli alanlarda özel çalışma hakkı verilmiş olan ve “Baby Bells” diye bilinen bölgesel alt kuruluşları düzenleme altında tutulan tekellerdi. Federal İletişim Komisyonu eyaletler arasında yapılan şehirlerarası telefon görüşmesi ücretlerini düzenliyor, eyaletlerdeki düzenleyicilerse yerel ve eyalet içi şehirlerarası görüşme ücretlerini saptamakla yükümlü bulunuyorlardı. |
Telefon şirketlerinin de elektrik üreticiler gibi doğal tekeller oldukları ileri sürülerek hükümet düzenlemeleri haklı gösteriliyordu. Ülkenin her yanına pek çok kablo döşenmesi anlamına gelen bir işlev gibi görülen rekabetin gereksiz harcamalar yapılmasına yol açacağı ve verimsiz bir faaliyet olacağı düşünülüyordu. Yaygın teknolojik gelişmelerin telekomünikasyon alanında hızlı ilerlemelere yol açacağı beklentileri nedeniyle bu görüş 1970’lerde değişmeye başladı. Bağımsız şirketler AT&T ile rekabete girişebileceklerini iddia ediyor, buna karşın, kendi büyük iletişim ağına bağlanmalarına izin vermeyen telefon tekelinin onları etkin bir biçimde devre dışı bıraktığını söylüyorlardı. Telekomünikasyon düzenlemelerindeki gevşemeler kapsamlı iki aşamada gerçekleşti. 1984’te bir mahkeme AT&T tekelini etkin bir biçimde sona erdirdi ve bu devi alt kuruluşlarını terk etmek zorunda bıraktı. AT&T yine de şehirlerarası telefon hizmetlerinde büyük bir pay sahibi olmayı sürdürdü; fakat, MCI Communications ve Sprint Communications şirketleri piyasanın bir kesimini ele geçirdiler ve rekabetin hem görüşme ücretleri düşürebileceğini hem de hizmeti daha iyileştirebileceğini gösterdiler. On yıl kadar sonra baskı giderek yoğunlaştı ve Baby Bells’in yerel telefon hizmetindeki tekeli kırıldı. Kablolu televizyon, cep (ya da telsiz) telefonları, İnternet ve daha başka teknolojiler yerel telefon şirketlerine yeni seçenekler sundu. Buna karşın ekonomistler bölgesel tekellerin büyük gücünün bu seçeneklerin geliştirilmesini engellediği görüşündedirler. İleri sürdüklerine göre köklü şirketlerin iletişim ağlarına hiç olmazsa geçici bir süre için bağlanamazlarsa yeni rakiplerin yaşama şansları hiç yoktur ve Baby Bells de buna çeşitli yollardan direnmiştir. Kongre 1996 tarihli Telekomünikasyon Yasası’nı kabul ederek bu sorunlara el attı. Yasa AT&T gibi şehirlerarası telefon şirketleri kadar kablolu televizyon firmalarının ve yeni kurulan şirketlerin de yerel telefon faaliyetlerine girişmelerine izin veriyordu. Yine yasaya göre bölgesel tekeller yeni rakiplerin kendi ağlarına bağlanmalarına izin vermek zorundaydılar. Bölgesel şirketlerin rekabeti hoş karşılamalarını teşvik etmek için kendi alanlarında rekabet kurulduktan sonra şehirlerarası telefon hizmetleri alanına da girebilecekleri yasada belirtildi. |
1990’ların sonuna gelindiğinde yeni yasanın etkilerini değerlendirebilmek için henüz çok erkendi. Belirli olumlu işaretler görülüyordu. Özellikle pek çok müşteriye kolaylıkla ve düşük bir maliyetle erişilebilen kentsel alanlarda çok sayıda küçük şirket yerel telefon hizmeti sunmaya başlamıştı. Cep telefonu abonesi sayısı hızla yükseliyordu. Konutlara İnternet bağlantısı sağlayabilecek sayısız sunucu şirket kurulmuştu. Bunlara karşın Kongre’nin beklemediği ya da istemediği gelişmeler de oluyordu. Birçok telefon şirketi birleşmiş ve Baby Bells de rekabeti başarısızlığa uğratmak amacıyla çeşitli engeller yaratmıştı. Bu nedenle de bölgesel şirketlerin şehirlerarası telefon hizmetine girişmeleri yavaş yürüyordu. Bu sırada, düzenlemelerin gevşetilmesi belirli tüketicilerin daha az değil daha yüksek fiyat ödemelerine yol açtı. Bahis konusu durum özellikle aldıkları hizmet daha önceleri işletmeler ve kentsel kesimlerdeki müşteriler tarafından parasal destek gören konut telefonu sahipleri ile kırsal kesim müşterileri için geçerliydi. BANKACILIĞIN ÖZEL DURUMU Düzenlemelerin gevşetilmesi karşısında bankaların özel bir konumları vardır. Bir yandan aynı oyuncak üreticileri ve çelik şirketleri gibi özel işletmelerdir; fakat, aynı zamanda ekonomide temel bir rol oynarlar ve bu nedenle de sadece kendi müşterilerinin değil herkesin parasal gönencini etkilerler. Amerikalılar 1930’lardan beri bankaların bu benzeri olmayan konumlarını göz önünde bulunduran düzenlemeler yapmışlardır. Bu düzenlemelerin en önemlilerinden biri mevduat garantisidir. Büyük Bunalım sırasında tasarruflarını yatırdıkları bankaların iflas edeceğinden korkan çok sayıda mevduat sahibi aynı anda tüm paralarını çekmeye başlayınca Amerika’daki ekonomik gerileme ciddi oranda derinleşmişti. Bunun sonucu olarak bankalara “koşuşan” mevduat sahipleri paralarını geri almak amacıyla panik içinde sokaklara düşüp kuyruklar oluşturdular. Aralarında çok ihtiyatlı faaliyet gösterenlerin de bulunduğu pek çok banka mevduat sahiplerini tatmin etmek için varlıklarını hemen paraya çeviremediği için çöktü. Böylece bankaların işletmelere ve endüstri kuruluşlarına sağladıkları nakit paranın azalması ekonominin daralmasına katkıda bulundu. Bankalara buna benzer “koşuşma”lar olmasını engellemek amacıyla mevduat garantisi yöntemi düzenlendi. Hükümet belirli bir miktara kadar olan - halen 100.000 dolar - mevduatı karşılayacağını açıkladı. Günümüzde bankalar parasal sıkıntıya düşseler bile mevduat sahiplerinin endişelenmelerine gerek kalmamıştır. Hükümetin mevduat garantisi kuruluşu olan Federal Mevduat Sigortası Anonim Şirketi bankalardan sigorta primi olarak toplanan paraları kullanarak mevduat sahiplerine ödeme yapar. Hükümet gerekirse mevduat sahiplerini zarardan kurtarmak amacıyla genel vergi gelirlerini de kullanır. Düzenleyici kuruluşlar hükümeti gereksiz parasal riskten korumak için bankaları denetler ve sağlıksız girişimler yaptığı görülenlerin buna karşı önlem almalarını isterler. |
1930’ların Yeni Düzen döneminde bankaların menkul kıymetler ve sigorta konularında faaliyet göstermelerini engelleyen düzenlemeler de yapıldı. Büyük Bunalım öncesinde pek çok banka menkul kıymetler borsasında büyük riskler aldıkları ya da banka müdürlerinin ya da yetkililerinin bireysel yatırımları bulunan endüstri şirketlerine kredi açtıkları için sıkıntıya düşmüşlerdi. Büyük Bunalım dönemi politikacıları Glass-Steagall Yasası’nı onaylayıp bankacılık, menkul kıymetler ve sigorta faaliyetlerinin bir arada yürütülmesini yasakladılar. Buna karşılık, bankalar müşterilerine daha çeşitli finansal hizmet sunamazlarsa onları başka şirketlere kaptıracaklarından yakınmaya başlayınca 1970’lerde bahis konusu düzenleme çelişkili bir durum yarattı. Bunun üzerine hükümet bankaların müşterilerine yeni finans hizmetlerde bulunmalarında serbestlik tanıdı. Kongre en sonunda Glass-Steagal Yasası’nı yürürlükten kaldıran 1999 tarihli Finansal Hizmetleri Modernleştirme Yasası’nı kabul etti. Yeni yasa bankaların o güne değin yararlandıkları tüketici bankacılığından menkul kıymetlere kefil olmaya kadar herşeyi kapsayan geniş özgürlüklerden de öteye gitti. Bankacılık, menkul kıymetler ve sigorta şirketlerinin karşılıklı fonlar, hisse senetleri ve tahviller, sigorta ve otomobil kredileri gibi mali hizmetleri de kapsayan ürünleri pazarlayan finans konglomeraları kurmalarına izin verdi. Taşımacılık, telekomünikasyon ve diğer endüstrilerdeki düzenlemeleri gevşeten yasalar gibi söz konusu yasanın da finans kuruluşları arasında bir birleşmeler dalgası yaratması bekleniyordu. Yeni Düzen dönemi mevzuatı genelde başarılı oldu ve Amerikan bankacılık sistemi İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda yeniden sağlığına kavuştu; fakat, kısmen toplumsal düzenlemeler nedeniyle 1980’lerde ve 1990’larda yeniden sıkıntıya düştü. Hükümet savaştan sonra bireysel konut mülkiyetini yaygınlaştırmayı istediği için yeni bir bankacılık kesimi - “tasarruf ve kredi” (T&K) endüstrisi - yarattı. Sözü edilen kesim ipotek diye bilinen uzun vadeli konut kredileri sağlamaya yönelik olacaktı. Tasarruf ve kredi sistemi önemli bir sorunla karşılaştı: ipotekler genelde 30 yıl süreli oluyor ve sabit faiz oranları uygulanıyor, buna karşılık diğer mevduatın çoğunluğuna daha kısa vade uygulanıyordu. Kısa vadeli faiz oranları uzun vadeli ipotek faizi oranlarını aşarsa tasarruf ve kredi kuruluşları zarara uğrayabilirlerdi. Tasarruf ve kredi kuruluşlarını ve bankaları bu olasılığa karşı korumak isteyen düzenleyici kuruluşlar mevduat faizi oranlarını kontrol etmeye karar verdiler. |
Sistem bir süre için iyi işledi. 1960’larda ve 1970’lerde hemen hemen tüm Amerikalılar ev satın almak için T&K finansmanı kullandılar. Mevduata verdikleri faizler düşük olmasına karşın T&K’ları son derecede güvenilir bir yatırım ortamı sayan milyonlarca Amerikalı onlara para yatırdılar; ancak, genel faiz oranları enflasyon yüzünden 1960’larda yükselmeye başladı. 1980’lere gelindiğinde çok sayıda mevduat sahibi daha yüksek gelir elde etmek amacıyla tasarruflarını para piyasasındaki fonlara ve bankalar dışındaki kuruluşlara yatırmaya başlamıştı. Bahis konusu gelişme ellerindeki uzun vadeli kredi portföylerini karşılayacak yeni mevduat toplayamayan bankaları ve T&K’ları büyük bir parasal dar boğaza soktu. Onların zor durumda kaldıklarını gören hükümet banka ve T&K faiz oranları için getirdiği tavanları 1980’lerde yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Anılan uygulama bu kuruluşların yeni mevduat bulmalarını bir süre için kolaylaştırdıysa da mevduat sahiplerine şimdi verdikleri faiz elde ettikleri faiz gelirinden düşük kaldığı için T&K’ların ipotek portföylerinde büyük ve yaygın zarara uğramalarına yol açtı. Yine yakınmaları göz önünde bulunduran Kongre T&K’ların daha yüksek gelir getiren yatırımlar yapabilmelerini sağlamak için kredilere ilişkin sınırlamaları gevşetti. Kongre özellikle T&K’ların tüketici, işyeri ve ticari taşınmaz mal kredisi sunmalarına izin verdi. T&K’ların ellerinde bulundurmak zorunda oldukları sermaye miktarına ilişkin belirli düzenlemeleri de serbestleştirdi. Modalarının geçeceğinden korkan çok sayıda T&K taşınmaz mal alımları gibi yüksek riskli spekülatif teşebbüslere giriştiler. Çok kez özellikle ekonomik koşulların olumsuzlaşması yüzünden bu gibi girişimler kar getirmedi. Bazı T&K’lar giderek onları yağma eden (hortumlayan) kötü niyetli kişilerin eline geçti. Pek çok T&K büyük zarara uğradı. Düzenleyici kuruluşların personeli bütçe kısıntıları ve siyasal baskılar yüzünden azaldığı için de hükümet büyümekte olan bunalımı geç fark etti. T&K bunalımı birkaç yıl içinde Amerika tarihindeki en büyük finans skandalına dönüştü. 1980’lerin sonunda çok sayıda T&K iflasa sürüklendi; 1970’lerde faaliyet gösteren TK&’ların yaklaşık yarısı 1989’da iş dünyasından çekilmişti. Mevduat sahiplerinin yatırımlarını garanti altına alan Federal Tasarruf ve Kredi Sigortası Anonim Şirketi’nin kendisi de borçlarını ödeyemez duruma düştü. 1989’da Kongre ve Başkan vergi mükelleflerinin paralarıyla finanse edilen bir kurtarma yöntemi olarak Finans Kurumları Reform, İyileştirme ve Uygulama Yasası’nın kabulü üzerinde anlaşmaya vardılar. Borçlarını ödeyemeyen T&K’leri tasfiye etmek için yasa ile 50 milyar dolar sağlandı, tasarruf kuruluşlarına ilişkin düzenlemeler tümüyle değiştirildi |
ve yeni portföy sınırlamaları getirildi. İflasa sürüklenmiş olan kuruluşları tasfiye etmek amacıyla Likidite Güvencesi Anonim Şirketi adı verilen yeni bir hükümet kuruluşu yaratıldı. Söz konusu kuruluşa Mart 1990’da 78 milyar dolar daha verildi; ancak, T&K’ların tasfiyesinin önceden tahmin edilen maliyeti giderek yükseldi ve 200 milyar doları aştı. Amerikalılar savaş sonrası döneminde bankacılığa getirilen düzenlemelere ilişkin deneyimlerinden bir takım dersler aldılar. Birinci ders: hükümetin sağladığı mevduat garantisi bankalara “koşuşma” tehlikesini azalttığı için küçük tasarruf sahiplerinin yatırımlarını güvence altına alır ve bankacılık sistemindeki istikrarı korur. İkinci ders: faiz oranı kontrolleri bir sonuç vermez. Üçüncü ders: hükümet yatırım bankalarının faaliyetlerini yönlendirmemelidir; aksine, yatırımlar piyasa güçlerinin etkisine ve ekonomik niteliğe dayanılarak belirlenmelidir. Dördüncü ders: içerdekilere ya da içerdekilerle bağlantılı şirketlere banka kredisi verilmeden önce özenli bir inceleme yapılmalı ve bu gibi kredilere bir sınırlama getirilmelidir. Beşinci ders: bankalar borçlarını ödeyemez duruma düşer düşmez kapatılmalı, mevduat sahiplerine ödeme yapılmalı ve bu bankaların açtıkları krediler daha sağlıklı başka kredi kuruluşlarına devredilmelidir. İflas etmiş kuruluşların faaliyetlerini sürdürmelerine göz yumulması sadece yeni krediler verilmesini durdurur ve ekonomik gelişmeyi engeller. Son olarak, Amerikalıların inancına göre, borçlarını ödeyemez duruma düşen bankaların iflas etmelerine izin verilmesi gerekmekte ise de hükümet onları sürekli olarak denetlemekle ve tüm ekonomiye zararı dokunabilecek gereksiz ölçüde riskli kredi açmalarını önlemekle yükümlüdür. Düzenleyici kuruluşlar yürüttükleri doğrudan denetlemelerin yanı sıra bankaların sermayelerinin büyük bir bölümünü kendilerinin yaratmalarının gerekli olduğunu da sürekli biçimde vurgulamaktadırlar. Zararlarını kapatmaları için bankalara fon sağlanmasına ek olarak sermaye birikimine gidilmesi de istenirse iflas durumunda bu paraları da yitireceklerini düşünen banka sahipleri daha sorumlu davranabilirler. Düzenleyici kuruluşlar bankalardan mali durumlarını açıklamalarını istemenin de önemli olduğunu vurgulamaktadırlar; ne gibi faaliyetlere giriştikleri ve hangi koşullarda çalıştıkları halk tarafından bilinen bankaların daha ihtiyatlı davranmaları olasılığı vardır. |
ÇEVRENİN KORUNMASI Birleşik Devletler’de çevreyi etkileyen faaliyetlerin düzenlenmesine oldukça yakın geçmişte başlanmışsa da bu uygulama ekonomiye hükümet tarafından toplumsal bir amaçla müdahale edilmesinin iyi bir örneği olmuştur. 1960’ların başlarında Amerikalılar endüstriyel gelişmenin çevre üzerindeki etkisi konusunda giderek artan bir endişe duymaya başladılar. Sözgelimi karayollarını kullanan çok sayıda otomobilin çıkardığı egzost gazlarının büyük kentlerde görülmeye başlanan sis ve duman karışımından oluşan hava kirliliğine (smog) ve diğer çeşitli hava kirliliklerine neden olduğu açıklandı. Kirlenme, ekonomistlerin dışsallık diye adlandırdığı ve ona neden olan kuruluşun kaçınabildiği ancak tüm toplumun katlanmak zorunda bulunduğu bir bedeli temsil ediyordu. Piyasa güçleri bu gibi sorunları ele alamayınca birçok çevreci, hükümetin dünyadaki kırılgan çevresel sistemi koruma konusunda ahlaki bir yükümlülük altında olduğunu belirtip gerekirse ekonomideki büyümenin bir kısmından fedakarlık edilmesini önermeye başladılar. Kirliliği önlemek için aralarında 1963 tarihli Temiz Hava Yasası, 1972 tarihli Temiz Su Yasası ve 1974 tarihli Güvenilir İçme Suyu Yasası da bulunan birçok yasa kabul edildi. Çevreyi korumak amacıyla çalışan çok sayıda federal programı tek bir kuruluş olarak içinde toplayan ABD Çevre Koruma İdaresi’nin Aralık 1970’te kurulması çevrecilerin büyük bir başarısı olmuştur. İdare kabul edilebilir kirlenme sınırlarını belirler ve uygular; kirlenmeye yol açanların bu standardlara uymalarını sağlamak için onlara süre tanır. Bahis konusu sorumlulukların pek çoğu yeni saptandığından endüstri kuruluşlarına uyum için yeterli süre verilir ve bu süreler çok kez birkaç yıl olarak belirlenir. İdare’nin bölgesel büroları kapsamlı çevre koruma çalışmalarına yönelik bölge programları geliştirir, önerir ve onaylanan programları uygular. Derlenen veriler çevre niteliğinde büyük başarılar elde edildiğini ortaya çıkarmıştır; sözgelimi hemen hemen her tür hava kirliliğinde ülke genelinde bir azalma olmuştur. Buna karşın çok sayıda Amerikalı 1990’a gelindiğinde hava kirliliği ile savaşmaya yönelik daha çok çaba sarf edilmesi gerektiği düşünüyordu. Kongre Temiz Hava Yasası’nda önemli değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler Başkan George Bush (1989-1993) tarafından imzalanıp yürürlüğe girdi. Ayrıca asit yağmuru diye bilinen olaya neden olan sülfür dioksit gazı yayılmasını önemli derecede azaltmak amacıyla piyasaya dayalı yenilikçi bir yöntem geliştirilmesi için yasalara hüküm konuldu. Bu tür kirliliğin özellikle Birleşik Devletler’in Doğu kesimlerinde ve Kanada’da ormanlar ve göllerde ciddi zarara yol açtığı düşünülmekteydi. |
BUNDAN SONRA NE OLACAK? Toplumsal düzenlemeler hakkında liberallerle muhafazakarlar arasında yaşanan görüş ayrılıkları zaman zaman diğer alanlara da yayılmakla birlikte çevre ve işyeri sağlığı ve güvenliği konularında en yoğun biçimde derinleşmektedir. Hükümet toplumsal düzenlemeleri 1970’lerde başarıyla uyguladı; bun karşılık, Cumhuriyetçi Başkan Ronald Reagan (1981-1989) 1980’lerde anılan düzenlemeleri sınırlamaya çalıştı ve bunda bir ölçüde başarılı oldu. Ulusal Karayolları Trafik Güvenliği Yönetimi ve İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi tarafından uygulanan düzenlemeler birkaç yıl boyunca önemli oranda frenlendi ve otomobil üreticilerinin araçlara hava yastıkları (pek çok kaza anında şişip araçtaki yolcuları koruyan düzenekler) konulmasını gerektiren federal standardların uygulanıp uygulanmayacağı tartışması benzeri gelişmeler görüldü. Sonuçta bu düzeneklerin konulması zorunluluğu getirildi. Demokrat Clinton yönetimi 1992’de görevi devraldıktan sonra toplumsal düzenlemeler yeni bir ivme kazanmaya başladı. Buna karşın, Cumhuriyetçi Parti 40 yıldan beri ilk kez 1994’te Kongre’de kontrolü eline geçirince toplumsal düzenlemecileri yeniden tam anlamıyla savunmada bıraktı. Bunun üzerine İş Güvenliği ve Sağlığı Yönetimi gibi kuruluşlar düzenleme konusunda daha ihtiyatlı davranmaya başladılar. 1990’larda yasama organının büyük baskısı altında kalan Çevre Koruma İdaresi sert düzenlemelere başvurmak yerine iş çevrelerini çevreyi korumaları için ikna etmeye yöneldi. İdare, faaliyetleri sırasında havaya püskürtülen küçük kurum parçacıklarını azaltmaları için otomobil ve elektrik üreticilerine baskı yaptı ve fırtınaların ve çiftliklerde kullanılan kimyasal gübrelerin neden olduğu su kirlenmelerini kontrol etmeye çalıştı. Bu sırada Başkan Clinton’un iki dönem yardımcılığını yapan ve çevrenin korunmasına önem veren Al Gore, İdare’nin politikasını destekleyip küresel ısınmayı sınırlamak için hava kirliliğinin azaltılmasına, çok etkin yakıt kullanan ve havaya daha az kirletici maddeler saçan bir otomobil geliştirilmesine ve kitle taşıma araçları kullanan işçilerin teşvik edilmesine yönelik çalışmalar yaptı. |
Hükümet te düzenleme amaçlarına erişmek için piyasa güçlerini daha az bozacağını umut ettiği bir fiyat sistemini kullanma yolunu denedi. Sözgelimi kirliliği önleyici bir kredi sistemi geliştirdi. Şirketlerin bu kredileri birbirlerine satmalarına izin veriliyordu. Kirliliği önleyici yükümlülüklerini en ucuza gerçekleştirebilen şirketler kredilerini diğer şirketlere satabiliyorlardı. Yetkililer genel kirliliği önleme amaçlarına bu yoldan en etkin biçimde erişilebileceğini umuyorlardı. Ekonomik düzenlemelerin gevşetilmesi uygulaması çekiciliğini 1990’ların sonuna kadar şöyle böyle sürdürdü. Hizmet alanının dağınık olması yüzünden elektrik üreticilerine uygulanan düzenlemelerin çok karmaşık bir sorun yarattığı anlaşılınca pek çok eyalette buna son verildi. Bahis konusu üreticiliğin hem özel sektörde hem kamu sektöründe içiçe girmiş bulunması ve elektrik üretme tesislerinin kuruluş giderlerinin çok büyük bir sermaye birikimi gerektirmesi de bu karmaşıklığa katkıda bulundu. BÖLÜM VII PARA VE MALİYE POLİTİKASI Amerikan ekonomisinde hükümetin rolü belirli endüstri alanlarındaki düzenleme faaliyetlerinin çok ötesine geçer. Hükümet genel ekonomik faaliyetin hızını da ayarlayarak tam istihdam ve fiyat istikrarı sağlamaya çalışır. Söz konusu amaçlara erişmek için elinde iki temel araç vardır: hükümet harcamalarının ve vergilerin uygun düzeyini belirlediği maliye politikası ve para arzını düzenlediği para politikası |
1930’lardaki Büyük Bunalım’dan beri Birleşik Devletler ekonomi politikası tarihinin büyük bir bölümü hükümetin durmadan sürekli büyümeyi ve fiyatlarda istikrarı sağlamaya yol açacak bir maliye politikası-para politikası karması arama çabalarıyla geçti. Bu çok kolay bir iş olmadığı için anılan süre içinde önemli başarısızlıklarla da karşılaşıldı. Buna karşılık hükümet sürekli büyüme sağlamakta gittikçe daha başarılı oldu. Amerikan ekonomisi 1854-1919 yılları arasında büyümek için olduğu kadar büzülmek için de zaman harcadı: mal ve hizmet üretimindeki artış olarak tanımlanan ortalama ekonomik büyüme 27 ay sürerken ortalama daralma yani üretimin azaldığı dönem de 22 ay devam etti. 1919-1945 arasında durum düzeldi ve ortalama büyüme 35 aya yükselirken ortalama daralma da 18 aya düştü. 1945-1991 arasında durum daha da düzeldi ve ortalama süreler sırasıyla 50 ay ve sadece 11 ay olarak gerçekleşti. Buna karşın enflasyonun kontrol edilmesinin daha zor olduğu ortaya çıktı. Fiyatlar İkinci Dünya Savaşı öncesinde dikkat çekici biçimde istikrarlıydı; sözgelimi 1940’ta tüketici fiyatlarının düzeyi 1778’deki düzeyinden fazla değildi. Bundan 40 yıl sonra ise 1980 yılı fiyat düzeyi 1940’takinin yüzde 400 üzerinde gerçekleşti. Hükümetin enflasyon konusundaki göreli başarısızlığı kısmen savaş sonrası döneminin başlarında daralmalarla çok daha fazla uğraşmak ve bunun sonucunda işsizliğe yol açmak zorunda kaldığı gerçeğini yansıtmaktadır. Hükümet bunun aksine 1979’dan başlayarak enflasyona daha büyük bir önem verdi ve bu konudaki başarısı da çarpıcı biçimde arttı. 1990’ların sonlarında ülkede mutluluk yaratıcı bir güçlü büyüme, düşük işsizlik ve yavaş bir enflasyon birarada yaşanıyordu. Yine de politika yapıcılar bir yandan gelecek konusunda genelde iyimser davranırken bir yandan da yeni yüzyılın neler getireceği konusundaki kararsızlıklarını belirtmeden edemiyorlardı. |
MALİYE POLİTİKASI - BÜTÇE VE VERGİLER 1930’lardan beri hükümet harcamalarındaki sürekli artış hükümetin de büyümesine eşlik etti. Federal hükümet 1930’da ülkedeki gayrı safi milli hasılanın (GDP) ya da ithalat ve ihracat dışında üretilen toplam mal ve hizmetlerin sadece yüzde 3,3’ünü sağlıyordu. Bu oran İkinci Dünya Savaşı’nın yoğunlaştığı 1944’te GDP’nin yaklaşık yüzde 44’ü oldu ve 1948’de yüzde 11,6’ya geriledi. Buna karşılık ilerideki yıllarda hükümetin harcamaları GDP’nin bir parçası olarak genellikle arttı ve önceleri bir parça azalmışken 1983’te hemen hemen yüzde 24 oldu. 1999’da ise yaklaşık yüzde 21’di. Maliye politikasının hazırlanması çok ayrıntılı bir süreçtir. Başkan her yıl Kongre’ye bir bütçe ya da harcama planı sunar. Yasama organı üyeleri başkanın önerilerini birkaç aşamada ele alırlar. İlk olarak genel harcama ve vergi düzeylerini kararlaştırırlar. Bundan sonra toplam miktarı, sözgelimi, milli savunma, sağlık ve insan hizmetleri, ulaştırma gibi bölümlere ayırırlar. Kongre son olarak her bölüm için paranın nasıl harcanacağını belirleyen bireysel ödenek yasa taslaklarını ele alır. Her bir ödenek yasa taslağının yürürlüğe girmesi için başkan tarafından imzalanması gereklidir. Bahis konusu süreç Kongre’nin hemen hemen tüm bir birleşim dönemini doldurur; başkan önerilerini Şubat başlarında sunar ve Kongre ödenek yasa taslakları üzerindeki çalışmalarını çok kez Eylül ayına ve bazan daha ileri bir tarihe kadar bitirmez. Federal hükümetin harcamalarını karşılamak amacıyla kullandığı başlıca gelir kaynağı bireylerden alınan ve 1999’da toplam federal gelirin yüzde 48’ini oluşturan gelir vergisi olmuştur. Sosyal güvenlik ve Medicare programları yaygınlaştıkça bu programların finansmanında kullanılan bordro vergilerinin önemi de gittikçe artmıştır. Bordro vergileri 1998’de tüm federal gelirlerin üçte birini oluşturmuştur; işverenler ve işçiler her yıl 68.400 dolara kadar olan ücretlerinin yüzde 7,65’ine eşit bir vergi ödemek zorundadırlar. Federal hükümet gelirinin yüzde 10’unu şirket karlarından aldığı kurumlar vergisi ile, geri kalanını da diğer çeşitli vergilerle karşılar. (Yerel hükümetler bunun aksine gelirlerinin en büyük bölümünü emlak vergileriyle sağlarlar. Eyalet hükümetleri geleneksel olarak satış ve tüketim vergilerine dayanırlardı; fakat, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri eyalet gelir vergilerinin önemi de giderek arttı.) Günümüzde gelir vergisine ilişkin tartışmalar üç sorun çevresinde toplanmaktadır: vergilemenin uygun genel düzeyi ne olmalıdır; vergi nasıl bir aşamayla ya da “artan oranla” alınmalıdır; vergi ne dereceye kadar toplumsal amaçlara erişmek için kullanılmalıdır. |
Vergilemenin genel düzeyi bütçe görüşmeleri sırasında kararlaştırılır. Amerikalılar her ne kadar hükümetin bütçe açığı vermesini ve 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’ların bir bölümünde toplanan vergilerden daha fazla harcamasını hoşgörüyle karşılamışlarsa da genellikle bütçenin dengeli olması gerektiğine inanırlar. Demokratların pek çoğunun daha hareketli bir hükümeti desteklemek için daha yüksek oranda vergi toplanmasına hoşgörüyle bakmalarına karşın Cumhuriyetçiler genelde daha az vergi alınmasını ve daha küçük bir hükümet olmasını benimsemektedirler. Gelir vergisi başlangıçtan itibaren artan oranlı olarak tahakkuk ettirilmiş yani daha çok kazanan bireyler daha yüksek oranda vergi ödemişlerdir. Demokratların çoğunluğu artan oranların daha yüksek belirlenmesini benimsemekte ve daha çok kazanan bireylerin daha çok vergi ödemelerinin adil olduğunu ileri sürmektedirler. Buna karşılık çok sayıda Cumhuriyetçi ise yüksek bir artan oran yapısının bireyleri çalışmaktan ve yatırım yapmaktan vazgeçireceğini ve bunun da tüm ekonomiye zarar vereceğini iddia etmekte, bu nedenle de daha dengeli oranlar içeren bir vergi yapısı kurulmasını istemektedirler. Bazıları herkese tek düze ya da “sabit” bir vergi oranı uygulanmasını bile önermektedirler. (Hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi bazı ekonomistler hükümet gelir vergisinden tümüyle vazgeçip onun yerine bir tüketim vergisi getirir ve mükelleflerin kazandıklarından değil harcadıklarından vergi almaya başlarsa ekonominin daha iyiye gideceğini söylemektedirler. Bu görüşün yandaşları böylelikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini belirtmektedirler. Buna karşılık, bahis konusu görüş 1990’ların sonlarına kadar yeterli destek sağlayamadığı için yasalaşma şansı pek bulunmamaktadır.) Parlamenterler geçtiğimiz yıllarda belirli ekonomik faaliyet türlerini teşvik etmek amacıyla çeşitli vergi bağışıklıkları ve indirimleri onaylamışlardır. Vergi mükelleflerinin konut almak amacıyla sağladıkları krediler için ödedikleri faizleri vergilenebilir gelirlerinden düşmeleri bunun en iyi örneğidir. Hükümet, aynı şekilde, düşük ve orta gelirli mükelleflerin emeklilik sonrası harcamalarını ve çocuklarının üniversite giderlerini karşılamak için özel Bireysel Emeklilik Fonları’nda biriktirdikleri paranın belirli bir kesimine de vergi bağışıklığı uygulamaktadır. Belki de gelir vergisi uygulamasına başlandığından beri en kapsamlı ABD vergi sistemi reformunu oluşturan 1986 tarihli Vergi Reformu Yasası ile gelir vergisi oranları düşürüldü; buna karşılık, benimsenmiş gelir vergisi indirimlerinden çoğu azaltıldıysa da konut ipotek indirimleri ile İç Gelirler Servisi indirimlerine dokunulmadı. Vergi Reformu Yasası bir önceki yasa ile saptanan ve en yükseği yüzde 50 olan 15 vergi dilimi yerine yüzde 15 ve yüzde 28 düzeyinde iki dilimli bir sistem oluşturuyordu. Diğer bazı hükümlerle de milyonlarca düşük gelirli Amerikalının vergileri düşürüldü ya da tümüyle vergileme dışında bırakıldılar. |
MALİYE POLİTİKASI VE EKONOMİK İSTİKRAR Birleşik Devletler 1930’lardaki Büyük Bunalım yüzünden sendeleyince hükümet sadece kendisini desteklemek ya da toplumsal politikaları uygulamak için değil aynı zamanda ekonomik büyümeyi ve istikrarı teşvik için de maliye politikasını kullanmaya başladı. Politika yapıcılar İngiliz ekonomisti John Maynard Keynes’in etkisinde kaldılar. Keynes İstihdam, Faiz ve Paraya İlişkin Genel Kuram (1936)adlı çalışmasında o zamanlardaki önlenemez işsizliğin mal ve hizmetlere karşı yetersiz talep bulunması yüzünden ortaya çıktığını iddia ediyordu. Keynes’e göre halkın ekonomide üretilen herşeyi alabilecek ölçüde geliri yoktu ve bu nedenle de fiyatlar düşüyor, şirketler ya zarara uğruyor ya da iflas ediyorlardı. Bu da bir kısır döngü yaratabiliyordu. İflas eden şirket sayısı çoğaldıkça daha çok kişi işsiz kalıyor, bu durum gelirleri daha da azaltıyor ve böylece korkutucu bir iniş sarmalı başlıyor ve yeni yeni şirketler iflas etmeye başlıyordu. Keynes hükümetin ya kendi harcamalarını arttırarak ya da vergileri kısarak bu gerilemeyi durdurabileceğini iddia ediyordu. Her iki durumda da gelirler çoğalır, halk daha fazla harcar ve ekonomi de yeniden büyümeye başlardı. Keynes ayrıca hükümetin söz konusu amaca erişmek için bütçesinde açık vermesi gerekiyorsa bunu da yapması gerektiği görüşündeydi; çünkü, bunun aksi daha kötü olur ve ekonomik gerileme giderek derinleşirdi. Keynes’in görüşlerine 1930’larda sınırlı bir destek verilmişti; ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri harcamalarda oluşan büyük patlama onun ileri sürdüğü kuramları kanıtlar gibi görüldü. Hükümet harcamaları hızla yükselince bireylerin geliri arttı, fabrikalar yeniden tam kapasiteyle çalışmaya başladı ve Büyük Bunalım’ın zorlukları geçmişte kaldı. Ekonomi bir konut sahibi olmaya ve aile kurmaya yönelik arzularını bastırmış olan bireylerin talebi ile beslenerek savaştan sonra da büyümesini sürdürdü. 1960’lara gelindiğinde politika yapıcılar Keynes’in kuramlarına sıkı sıkıya bağlanmış gibi görünüyorlardı. Buna karşılık geriye dönüp bakınca Amerikalıların çoğu hükümetin giderek maliye politikasını yeniden gözden geçirmesini gerektiren ciddi yanlışlıklar yaptığı konusunda birleşmektedirler. Başkan Lyndon B. Johnson (1963-1969) ve Kongre ekonomik büyümeyi teşvik etmek ve işsizliği azaltmak amacıyla 1964’te bir vergi kesintisine gittikten sonra yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi pahalı iç harcama programını uygulamaya giriştiler. Johnson ayrıca Amerika’nın Vietnam savaşına katılmasının yol açtığı giderlerini karşılamak için askeri harcamaları da arttırdı. Bahis konusu büyük hükümet programları tüketicilerin yoğun harcamalarıyla birleşip mal ve hizmetlere yönelik talebi ekonominin üretebileceğinin çok ötesine itti. Ücretler ve fiyatlar yükselmeye başladı. Yükselen ücretler ve fiyatlar da kısa sürede birbirini besleyip giderek yükselen bir döngü oluşturdu. Fiyatlardaki bu genel yükselme enflasyon olarak bilinmektedir. Keynes bu gibi aşırı talep dönemlerinde enflasyondan kaçınmak için hükümetin harcamaları azaltması ya da vergileri arttırması gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşılık, politikacıların enflasyonu önleyici maliye politikalarını kabullenmeleri zor olduğu için hükümet bunları uygulamaya direndi. Daha sonra 1970’lerin başlarında ülke uluslararası petrol ve gıda maddesi fiyatlarındaki büyük bir yükselişin darbesini yedi. Bu durum politika yapıcılarını bir büyük ikilemle karşı karşıya bıraktı. Enflasyonla savaşta uygulanacak alışılagelmiş strateji federal harcamaları kısarak ya da vergileri arttırarak talebi dizginlemek olmalıydı; fakat bu yapılırsa zaten yüksek petrol fiyatlarının sıkıntısını çekmekte bulunan ekonomiden gelirler çıkarılmış olacaktı. Bunun sonucunda da işsizlikte büyük bir artma olacaktı. Eğer politika yapıcılar yükselen petrol fiyatlarının neden olduğu gelir kaybını karşılamaya karar verirlerse ya harcamaları arttırmak ya da vergileri kesmek zorunda kalacaklardı. Buna karşılık her iki politika da petrol ya da gıda maddesi arzını arttıramayacağına göre arzı değiştirmeden talebi teşvik etmek sadece fiyatların daha çok yükselmesine yol açacaktı. |
Başkan Jimmy Carter (1973-1977) sorunu iki yönlü bir politika izleyerek çözümlemeye çalıştı. Maliye politikasını federal bütçe açığının artmasına izin vererek ve işsizler için istihdam yaratma programları uygulayarak işsizliği önleyecek biçimde düzenledi. Enflasyonla savaş amacıyla bir gönüllü ücret ve fiyat kontrol programı geliştirdi. Anılan stratejinin iki ögesi de işlemedi. 1970’lerin sonlarında ülke hem büyük işsizlik hem yüksek enflasyon sıkıntısı çekiyordu. Bir yandan çok sayıda Amerikalı “stagflasyon” denilen bu olguyu Keynes ekonomisinin işlemediğinin bir kanıtı olarak görürlerken diğer yandan bir başka öge de hükümetin ekonomiyi yönetmek için maliye politikasını kullanmaktaki yeterliğini daha çok azaltıyordu. Bütçe açıkları mali görünümün değişmez bir parçası gibiydi ve durgun 1970’lerde bir kaygı kaynağı olarak ortaya çıkmıştı. Daha sonra 1980’lerde Başkan Ronald Reagan (1981-1989) bir vergi kesintileri programı izledi ve askeri harcamaları arttırdı. 1986’ya gelindiğinde açıklar 221 milyar dolara yükselmiş ya da toplam federal harcamaların yüzde 22’sini aşmıştı. Şimdi hükümet talebi arttırmak amacıyla harcama ya da vergi politikaları yürütmek istese bile sözü edilen açıklar böyle bir strateji uygulanmasını düşünülemez hale getiriyordu. Bütçe açıklarının azaltılması, 1980’lerin sonlarından başlayarak maliye politikasının önde gelen amacı oldu. Dış ticaret olanaklarının hızla çoğalması ve teknolojinin yeni ürünler geliştirmesi karşısında büyümeyi teşvik edici hükümet politikalarına pek az gereksinim varmış gibi görünüyordu. Bunun yerine, yetkililerin iddiasına göre, daha az açık olunca hükümetin borçlanmasına gerek kalmaz ve böylelikle faiz oranları düşeceği için iş çevrelerinin büyümeyi finanse etmek için para bulması kolaylaşırdı. Hükümet bütçesi en sonunda 1998’de yeniden bir fazlalık gösterdi. Bahis konusu gelişme yeni vergi kesintileri istenmesine yol açtıysa da savaş sonrasının büyük bebek patlaması kuşağının emeklilik yaşına gelmesi nedeniyle Sosyal Güvenlik sisteminden emekli maaşı ve Medicare programından da sağlık yardımı almaya başlaması yüzünden hükümetin yeni yüzyılda önemli bütçe sorunlarıyla karşılaşacağı anlaşılınca düşük vergi konusundaki hevesler bir ölçüde azaldı. |
1990’ların sonlarına gelindiğinde politika yapıcıların geniş ekonomik amaçlara erişmek için maliye politikasına başvurmaları olasılığı kendilerinden öncekilere oranla çok daha zayıftı. Bunun yerine ekonomiyi marjinal biçimde güçlendirmeye yönelik dar kapsamlı politika değişikliklerine odaklandılar. Başkan Reagan ve ardılı George Bush (1989-1993) sermaye kazançlarından yani taşınmaz mal ya da hisse senedi gibi varlıkların değer kazanmasıyla oluşan zenginlik artışlarından alınan vergilerin azaltılmasına çalıştılar. Böyle bir değişiklikle tasarrufların ve yatırımların teşvik edileceğini ileri sürdüler. Demokratlar bunun çok büyük ölçüde zenginlerin işine yarayacağını söyleyerek değişikliğe karşı direndiler. Buna karşın bütçe açığı azalınca Başkan Clinton (1993-2001) taleplere boyun eğdi ve en yüksek sermaye kazancı vergisi oranı 1996’da yüzde 28’den yüzde 20’ye indirildi. Clinton bu arada yüksek nitelikli ve bu nedenle de daha üretken ve rekabet yetenekli bir işgücü yaratılmasına yönelik çeşitli öğretim ve meslek eğitimi programları geliştirerek ekonomiyi etkilemeye çalıştı. ABD EKONOMİSİNDE PARA Bütçe konusu her ne kadar önemini koruduysa da XX. Yüzyıl’ın sonlarında toplam ekonomiyi yönetmek işlevi büyük ölçüde maliye politikasından para politikasına kaydı. Para politikası bağımsız bir ABD hükümet kuruluşu olan Federal Rezerv Sistemi’nin yetkisi altındadır. Genellikle “Fed” olarak bilinen kuruluşun 12 bölgesel Federal Rezerv Bankası ve 25 Federal Rezerv Bankası Şubesi vardır. Ülke genelinde kayıtlı tüm ticari bankalar yasa gereği Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olmak zorundadır; eyaletlerde kayıtlı bankaların üye olması kendi seçeneklerine bırakılmıştır. Federal Rezerv Sistemi’nin üyesi olan bir banka genelde bölgesindeki Rezerv Bankası’ndan bir bireyin toplumundaki bir bankayı kullandığı biçimde yararlanır. Federal Rezerv Sistemi’ni yedi kişinin oluşturduğu Federal Rezerv Guvernörler Kurulu yönetir. Kurulun Başkan tarafından atanan ve örtüşen 14 yıllık süreler boyunca görev yapan yedi üyesi vardır. Kurulun en önemli para politikası kararları yedi guvernörden, New York Federal Rezerv Bankası başkanından ve dönüşümlü olarak görev yapan dört diğer Federal Rezerv Bankası başkanından oluşan Federal Açık Piyasa Komitesi tarafından alınır. Federal Rezerv Sistemi çalışmaları konusunda Kongre’ye dönem raporları vermekle yükümlü olmakla birlikte guvernörler yasa gereği Kongre ve Başkana karşı bağımsızlardır. Fed’in en önemli politika görüşmelerini kapalı oturumlarda yapması ve bunları çok kez belirli bir süre geçtikten sonra açıklaması da söz konusu bağımsızlığı güçlendirmektedir. Kendine ait tüm işletme harcamalarını da yatırım gelirleriyle ve verdiği hizmet karşılığı aldığı paralarla karşılar. |
Türkiye`de Saat: 00:01 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2