![]() |
ÇİZELGE (V) - (1) OSMANLI BORÇLARININ DAĞILIMI 1881-1914 (Milyon İngiliz Sterlini Olarak) 1881 % 1890 % 1898 % 1914 % 45.0 34.3 44.6 37.6 53.4 42.2 75.3 53.0 43.5 33.2 27.4 23.1 22.6 17.9 19.9 14.0 8.3 7.5 13.8 11.7 19.0 15.0 29.9 21.0 6.6 5.0 10.3 8.7 14.4 11.4 12.0 8.4 7.9 6.0 7.7 6.5 7.5 5.9 7.0 5.3 5.3 4.5 3.5 2.8 5.1 3.6 5.4 4.1 3.2 2.7 1.0 0.8 7.3 5.6 6.2 5.2 5.0 4.0 131.0 100.0 118.5 100.0 126.4 100.0 142.2 100.0 KAYNAK: Pamuk, 1994:84. Sonuç pek doğal olarak, yıkıma gitti. Muharrem Kararnamesi adı verilen bir yönetmelikle, Osmanlı borçlan birleştirildi ve "Düyun-u Umumiye" yönetimi denilen bir örgüt ile, 1881 yılında, bu borçların ödenmesi için imparatorluğun malî kaynaklarına el kondu. "Düyun-u Umumiye" yönetiminin kuruluşu, Osmanlıların bütünüyle, yabancı denetimi altına girmesi demekti, örgüt, alacaklılar adına yedi temsilciden oluşuyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başında, Osmanlı borçlarının durumu Çizelge (V) -(l)'de gösterilmiştir. 1909 yılında, alacaklılara Ödenen para, tüm devlet giderlerinin yüzde 31.2'sine kadar yükselmişti (Eldem, 1970:244). Başlangıçta, yalnızca, devlet tekellerinden ve gümrük vergilerinden gelen paralar "Düyun-u Umumiye" yönetimine verilmişti. Fakat, bir süre sonra, bu kaynaklar, dış borçları ödemekte yetersiz kaldı. Bunun üzerine, doğrudan ve dolaylı başka vergiler de, Yönetim'in denetimi altına kondu. Böylece, "Düyun-u Umumiye" Yönetimi, imparatorluğun gelirlerinin üçte birine el koymuş bulunan dev bir örgüt niteliği kazandı (Eldem, 1970:265). Pamuk, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin kuruluşundan sonra, Osmanlı borçlarında ikinci dönemin başladığını söyler. Bu dönemin önemli özelliği, Batı ülkelerinin imparatorluk üzerinde kurdukları güçlü denetim sayesinde net fon akımlarının yönünün değişmiş olmasıdır. "Bu dönemde yeni dış borçlanma yoluyla giren miktarın iki katından fazlası dışarıya aktarılmıştır. Yeni borçlanmalar yoluyla hazineye giren miktar yılda ortalama 1.8 milyon sterlinde kalırken, toplam borç ödemeleri yılda ortalama 3.7 milyon sterline ulaşmıştır." (Pamuk, 1994:69) |
TİCARET: BAĞIMLILIĞIN TARİHSEL KÖKENÎ Türkler, Anadolu'ya geldikleri zaman ticaret Bizanslıların denetimindeydi. Selçuklular, Anadolu'yu aldıklarında, Müslüman tüccarlar, Venedikliler gibi Hıristiyanlarla doğrudan ticaret ilişkileri kurduklarından, Bizans ve Anadolu, ekonomik olarak zayıflamaktaydı (Akdağ, 1974a:431-432). 11. yüzyıl sonlarında Haçlılar, Suriye ve Antakya'yı alınca, Doğu Akdeniz ile Avrupa arasındaki ticaret, Bizans'ı dışarıda bırakan bir biçimde gelişti ve imparatorluğun ekonomik olarak çökmesine yol açtı (Goitein, 1970:55). Doğu Akdeniz'de küçük devletler biçiminde örgütlenen Haçlı kalıntıları, Batı'ya, Doğu ile doğrudan ticaret yapma olanakları sağlamıştı. Bu olanak 13. yüzyıl dolaylarında, Avrupa'da önemli ölçüde bir sermaye birikimine yol açtı, Doğu'nun (Anadolu'nun) örgütlenmemiş tüccarları, "kredi mektubu" gibi yeni yöntemler kullanan Batılı tüccarlar tarafından sömürülüyorlardı. 13. yüzyılda Doğu ve Batı arasında ekonomik ilişkilerin ardında yatan belirleyici temel öğeler şöyle özetlenebilir: Papa, Mısır'a ve öteki Müslüman ekonomilere karşı, Doğu Akdeniz ticareti üzerinde birtakım kısıtlamalar yapmıştı, İtalyan tüccarları sürekli olarak Doğu'dan (Bizans'ı da içeren bir biçimde) Batı'ya sermaye aktarıyorlardı. Ekonomik sömürü düzeni son derece özenle, sağlam bir biçimde kurulmuştu. Bu arada, Batı'da ortaya çıkmakta olan ulusal devletler, ticareti devlet eliyle de desteklemeye başladılar. Batı'nın sanayi merkezleri bakımından yoğun etkileşim, mamul maddeler ticareti bakımından Doğu'yu dışarıda bıraktı ve onu, bir hammadde üreticisi olarak, Avrupa'ya bağımlı kıldı (Akdağ, 1974a:439). Bütün bu öğelere ek olarak, Anadolu'nun Moğolların saldırısına uğraması, "Müslüman dünya"nın ekonomik kargaşalığını artırdı. Osmanlılar, Anadolu'yu ellerine geçirdikleri zaman, yüksek göç oranı ve Türklerle Bizanslılar arasındaki yeni işbirliği, yarımadanın ekonomisini geçici olarak yeniden canlandırdı. Bu canlanma, savaş sonucu ele geçirilen malların Kümeliden Anadolu'ya aktarılması ile de bir süre için pekiştirildi. Fakat, tarih içinde yerini şaşırmış denilebilecek bu canlanma bir süre sonra, zorunlu olarak sona erecekti. Çünkü bu canlanma Türklerin üstün yönetim yeteneklerinin bir ürünü olarak yapay bir biçimde gerçekleştirilmişti. Oysa, Doğu Akdeniz, çoktan, "kapitülasyonlar denilen ayrıcalıklar biçiminde kurumlaşmış ilişkilerle, Batı'ya bağımlı duruma gelmişti. Böylece, imparatorluğun her türlü sermaye birikimini engelleyici toplumsal ve siyasal yapışma ek olarak Akdeniz'de ve Anadolu'da çok önceden belirlenmiş olan ekonomik koşullar da, Batı'ya sermaye aktaran ticarî ilişkiler yoluyla, Osmanlı ekonomisinin kuyusunu kazıyordu. Ekonomiyi zayıflatan bu süreç, Batı, yeni ticaret yollarını bulduktan, Yeni Dünya'ya ulaştıktan, oralardan altın ve gümüş getirdikten ve "merkantilist" bir siyaset izlemeye başladıktan sonra daha da hızlandı. |
ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR: EKONOMİK BAĞIMLILIĞIN ONAYLANMASI Bütün bu olumsuz ve köstekleyici koşulların varlığına karşın, Osmanlılar, Selçukluların ve Bizanslıların çöküşünün bıraktığı boşluğu, Anadolu ve Balkanlar üzerinde bir imparatorluk kurarak doldurdular. Aslında, sonradan imparatorluğun çöküşüne yol açan ekonomik koşullar, başlangıçta oldukça olumlu ve yardımcı bir rol oynadı. Fakat Osmanlıların tımar düzenine dayalı yapısı dış dünyanın ekonomik baskılarına sonsuza kadar karşı koyamazdı, imparatorluk, hem iç hem de dış öğelerin etkisiyle siyasal gücünü yitirmeye başladı. Siyasal gücü zayıfladığı oranda ekonomik baskılar arttı. Örneğin, 1774'teki Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Osmanlılar, Karadeniz'deki ticaret tekellerini Ruslara verdiler, imparatorluğun ekonomisi üzerindeki dolaylı Batı denetimi, uluslararası antlaşmalarla doğrudan doğruya somut bir nitelik kazanıyordu. 1838'de İngiltere ile yapılan ticaret antlaşması, ekonomik ilişkilerde, Venediklilerin, Hollandalıların ve Portekizlilerin oynadıkları rolü, İngilizlere verdi. Bu antlaşma, imparatorluk üzerinde uzun yıllar sürdürülen ekonomik sömürüyü, uluslararası alanda hukuksallaştırıyordu (Hourani, 1957). Antlaşmanın birinci maddesi şöyle diyordu: "Mevcut Kapitülasyonlar ve Antlaşmalarla Büyük Britanya'nın teb'asına veya gemilerine tanınan ve işbu sözleşmede özellikle değiştirilenler dışındaki bütün hak, imtiyaz ve muafiyetlerin şimdi ve sonsuza dek süresiz taahhüt olunur ki, Bab-ı Âli tarafından herhangi bir diğer yabancı gücün gemilerine ve teb'asına şimdi bahşolunmuş veya ilerde bahşolunacak bütün hak, imtiyaz ve muafiyetler veya diğer herhangi bir yabancı Güç'ün gemilerinin ve teb'asının yararlanmasına sunulan müsamaha, aynen Büyük Britanya'nın teb'asına ve gemilerine de eşit biçimde bahşolunacak, uygulanacak, yararlandırılacaktır." (Ürünlü, 1975:15) |
Antlaşma, yalnızca eski "kapitülasyon"ları onaylamakla yetinmiyor, yeni ayrıcalıklar da tanıyordu. Madde 4, şöyle diyordu: "Eğer herhangi bir Türk üretim, imalat ve mamulü Britanyalı tacir veya onun mümessili tarafından ihraç edilmek üzere satın alınırsa, bu emtia herhangi bir gemiye yükleme yerine götürülecek ve emtia yüklendiğinde bütün iç vergiler yerine yüzde 9 oranında sabit bir ad valorem vergi ödemekle yükümlü olacaktır. "Sonradan ihraç edildiğinde, şimdi mevcut olan yüzde 3 vergi ödenecektir. Fakat limanlarda ihraç için satın alınmış ve halihazırda dahilî vergisini limana girerken ödemiş bulunan bütün mallar sadece yüzde 3 ihracat resmi ödeyeceklerdir." (Ürünlü, 1975:16) Böylece bütün imparatorlukta geçerli olmak üzere gümrük vergileri pek düşük bir düzeyde donduruluyor, bütün tekeller kaldırılıyor ve tüm Osmanlı ekonomisi İngiliz tüccarlarının denetimine veriliyordu (Bailey, 1970:119-128).Bekleneceği gibi, öteki Avrupa ülkeleri de çok geçmeden, bu antlaşmanın hükümlerinden yararlanmaya başladılar. Aslında, 1838 Balta Limanı Anlaşmasının etkileri, gerçekten çok derin yapısal sonuçlar doğuruyordu. Örneğin, Pamuk şu sözleriyle, sonradan Düyun-u Umumiye'ye kadar gidecek olan bir dış borç sürecinin başlamasını da 1838 Balta Limanı Anlaşması'na bağlar: "Ayrıca Osmanlı Devleti özellikle malî bunalım dönemlerinde başvurduğu önemli bir ek gelir kaynağını da kaybetmekteydi. Nitekim bir sonraki savaş döneminde, Kırım Savaşı sırasında, dış ticaretten ek vergi alınamayacak ve bunun da etkisiyle Avrupa para piyasalarında borçlanmanın yolu açılacaktır." (Pamuk, 1994:18) |
OSMANLILARDA SANAYİ: DIŞA BAĞIMLILIĞIN YÜKSELİŞİ Aslında bu antlaşma, uygulamada Osmanlı ekonomisine yeni boyutlar kazandırıyordu. Bütün yaptığı, ticarî ve ekonomik etkinliklere karşı geleneksel Osmanlı tutumunun doğurduğu, yüzyıllar süren uygulamalar sonunda ortaya çıkmış bulunan durumu, hukuksal güvence altına almaktı. Fakat yine de, imparatorluğun çöküşünü hızlandırdığına hiç kuşku yoktur. 1856'da Ubicini şöyle yazıyordu:".. Osmanlı İmpatorluğu'ndaki imalat sanayii, eskisine oranla çok gerilemişti. Bugün, Türkiye'nin dışarı sattığı malların büyük bir kısmı, Avrupa'ya verdiği hammaddedir. Avrupa, bu hammaddeyi daha sonra mamul madde olarak Türkiye'ye geri satmaktadır. Eskiden, yalnızca imparatorluğun tüketimini karşılamakla kalmayan, aynı zamanda Doğu Akdeniz'in bütün bölgelerine ve Avrupa'daki kimi ülkelere de mal yollayan çok sayıdaki çeşitli imalatçılar artık ya çökmüş ya da bütünüyle yok olmuşlardı." (Issawi, 1966:43) Osmanlılarla, İngilizler arasındaki anlaşma, böylece, yeni doğmakta olan Osmanlı sanayiini de öldürmüştü. Emekleme döneminde olan sanayi, bu sıralarda, Batılılaşma akımı çerçevesinde girişilen çabalarla geliştirilmeye çalışılıyordu (Sarc, 1940). Fakat "merkantilist" hükümet yaklaşımını bilmeyen geleneksel Osmanlı Devleti karşısında, Batı'daki "sanayi devrimi" ve Batı'nın Osmanlılar üzerindeki ekonomik denetimi, imparatorluğun ekonomisine gelişme olanağı tanımadı. Osmanlı hükümetleri, başlangıçta "merkantilist" bir siyaset izlemeye istekli değillerdi. Son zamanlarda da böyle bir siyaseti izleyecek güçleri kalmamıştı. Böylece, Osmanlı pazarlarına mamul madde sürmek için baskı yapan ve buradan yün, pamuk ve tütün alan Avrupa, Osmanlı sanayisinin ortadan kalkmasına yol açtı. Aslında, imparatorluğun sanayisi 16. yüzyıldan beri, Avrupa'nın başa çıkılmaz baskılarıyla karşı karşıyaydı. Türk-İngiliz ticaret antlaşmasından sonra, Batı'ya açılan bölgelerde etkinlik gösteren Osmanlı küçük üreticileri, bu baskılara dayanamayarak işlerini bıraktılar. Güçlü bir sanayi yokluğu, Avrupa'nın sert baskısıyla da pekişince, Osmanlı imparatorluğu bütünüyle Batı'nın denetimi altına girdi. Osmanlılar ile Batı arasındaki ekonomik ilişkiler, Ubicini'nin belirttiği gibi, Batı'ya hammadde satmak ve oradan işlenmiş ürün almak biçiminde belirlenmişti. Pamuk, olayın pamuklu tekstil dalındaki ayrıntılı çözümlenmesinde, yıkılışı tüm çıplaklığı ile ortaya koyar (Pamuk, 1994:124-150). |
SANAYİNİN YAPISI Osmanlı sanayiinin genel nitelikleri şöyle özetlenebilir: imparatorlukta temel imalat etkinlikleri yoktu, örneğin bir maden sanayii kurulamamıştı, imalat etkinlikleri daha çok iç pazarlara tüketim maddeleri sağlamaya yönelmişti. Gıda üretimi ve ilgili etkinlikler, sanayiinin önemli bir kesimini oluşturuyordu. Ayrıca, sanayi ile maden çıkarma ve tarım etkinlikleri arasında bir uyum yoktu. Bir başka deyişle, tarım ve maden çıkarma etkinlikleri Avrupa ekonomisi bakımından gerekli olan işlevleri yerine getiriyordu. Bu nedenle de Osmanlı ekonomisine pek yararlı olmuyordu (okçun, 1970, IX-XI). Yabancı sermaye kullanılması yoluyla kurulmak istenen imalat sanayii çabaları da yukarda kısaca değinilen nedenler sonunda başarıya ulaşamamıştı (okçun, 1972). ÇİZELGE (V) - (2) OSMANLI SANAYİİNİN GENEL DURUMU (1915) Sanayi Dalı Kuruluş Sayısı Çalışan İşçi Sayısı ( 10.000 Kişi) İmalat Değeri (Milyon Osmanlı Kuruşu Olarak) imalat Değeri (Tümün Yüzdesi Olarak) 239 8.1 1055 50 32 1.0 14 0.6 21 2.0 87 4.0 29 1.0 14 0.6 131 9.2 124 6 61 1.5 51 2 18 0.2 22 1 34 1.5 112 5 17 6.8 120 6 250 9.0 500 24 835 40.3 2099 99.2 KAYNAK: Bidem, 1970:125'ten hesaplanmıştır. Osmanlı sanayiinin genel durumu Çizelge (V) - (2)'de özetlenmiştir. Gıda sanayiinin egemenliği çizelgeden açıkça görülmektedir, öte yandan, Trakya bölgesindeki 264 işletmeden yalnızca 22'si devletindi (Okçun, 1970:13). Devlet işletmelerinin üretim içinde ancak yüzde 2 payı olduğu bir mülkiyet dağılımı, Osmanlı sanayiinde devletin sahip olduğu yerin, etkisiz ve önemsiz niteliğini belirler. imalat etkinliklerinde bulunan işletmelerin sahipleri, genellikle gerçek anlamda şirketler değil, daha çok özel kişilerdi. Sanayi işletmelerinin sahipleri ile bu işletmelerde çalışan işçilerin etnik kökenleri Çizelge (V) - (3)'te gösterilmiştir. Çizelge, açıkça, Türklerin elinde sermaye birikiminin bulunmadığını ortaya koyuyor. Bu durum, yabancı denetimi altındaki Osmanlı ekonomisinin doğal bir sonucuydu, özellikle "kapitülasyon"lar, imparatorluğun Müslüman-Türk uyruklarına karşı olan son derece etkili bir silah olarak kullanılmıştı, örneğin, Müslüman olmayan pek çok tüccar, Osmanlı İmparatorluğu'nda doğduğu halde, bir yabancı konsolosluk yoluyla İngiliz ya da Fransız uyruğuna geçerek, "kapitülasyonlardan yararlanıyordu (Karpat, 1973a:97; Bağış, 1983:16). |
Aşağıdaki sözler Osmanlı ekonomisinin birtakım niteliklerini büyük bir açıklıkla ortaya koymaktadır. "Osmanlı yönetimi sırasında, Yunan ticaretinin gelişmesine yardımcı olan başka öğeler de vardı: Venediklilerin ticarî bakımdan Akdeniz'de egemen olmasıyla sonuçlanan Türk-Venedik çekişmesi, Karadeniz'in Osmanlı imparatorluğu dışındaki bütün gemilere kapatılması (1592-1774), Napolyon savaşları sırasındaki ekonomik ambargo, vb. bunların örnekleridir. Bu öğelerden kimisi, yalnızca Yunanlılara değil, aynı zamanda Sırplar ve Bulgarlar gibi, başka uluslara da yardımcı olmuştur." (Mouzelis ve Attalides, 1971:166) "Kapitülasyon"lardan dolayı, imparatorluğun Müslüman halkı, yukarıdaki olanaklardan, öteki etnik grupların yararlandıkları oranda yararlanamıyordu. ÇİZELGE (V) - (3) OSMANLI SANAYİ KESİMİNDE KAPİTALİSTLERİN VE İŞÇİLERİN KÖKENİ (1915) (Yüzdeler Olarak) Etnik Gruplar Kapitalistler İşçiler 15 15 50 60 20 15 5 10 10 — KAYNAK: Çavdar, 1970:115. EKONOMİK ETKİNLİKLERE KARŞI TÜRKLERİN TUTUMU: DEVLETİN ENGELLEMESİ öte yandan, hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu'nun toplumsal ve ekonomik yapısı da, Türklerin ekonomik etkinliklerde girişkenliği ellerine almasını engelleyici etkiler yapmıştı. "Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıcına kadar, Osmanlı Türkü Türkiye'deki tüccarlar arasında yer almaz." (Issawi, 1966:122) sözü bu açıdan, önemli bir gerçeği yansıtıyordu. Fakat Issawi'nin şu sözleri hiç de gerçeğe uygun değildi: "Hemen ve doğrudan doğruya amacına yönelik olan basit ve açık Türk kafası, uygulamalı gözlem yönetimine dayanan ve ince kâr hesaplarını içinde taşıyan kapitalist anlayıştan oldukça uzaktı." (Issawi, 1966:123) Aslında Türklerin ticarete karşı tutumları onların kişisel ya da doğuştan gelen kalıtımsal niteliklerinin bir sonucu değildir. Bu nedenle durumu kişilik özellikleriyle açıklamaya çalışmak yanlış olur. Türklerin ekonomik tutum ve davranışları, Osmanlı imparatorluğunun toplumsal ve siyasal yapısı tarafından biçimlendirilmişti, inalcık bu konuda şöyle der: "Osmanlıların ekonomik anlayışı, Ortadoğu'daki devlet ve toplum hakkındaki temel kavramlarla yakından ilişkilidir. Bu kavram, devletin son amacı olarak yöneticinin gücünün tümcü ve yaygın bir nitelik kazanmasına, bunun için de zengin gelir kaynaklarının ele geçirilmesine bağlıdır. Bu anlayış ise, üretici sınıfların zengin edilmesine dayalıdır. Böylece devletin esas işlevi, bu koşulların sürdürülmesini sağlamaktır. |
"Toplum, devlet felsefesi olarak, üretimle uğraşmayan ve dolayısıyla vergi ödemeyen yönetici sınıfla, üretici olan ve dolayısıyla vergi ödeyen halk arasında bölünmüştü. Halk ise, ticaret ve sanayi ile uğraşan kentliler ve tarımla uğraşan köylüler olarak ikiye bölünmüştü. Ortadoğu devletlerindeki inanç, devletin barış ve zenginliğinin, her yurttaşın toplum içinde sahip olduğu yerde tutulmasına dayalı olduğuydu. Ortadoğu devletlerinde, alınacak bütün Önlemleri belirleyen gerçek yönetici küttab'ın kafasında egemen olan devlet ve toplum kavramı işte buydu. Bu kavram, toplumun geleneksel örgütlenme biçimini değişmeden alıkoyacak ve halkın refahını bozmayacak biçimde, devlet gelirlerim olanaklı olduğu ölçüde artıran bir ekonomi ve bir ekonomik örgütlenme gerektiriyordu. "Devlet, ticarî merkezleri ve yolları geliştirecek, ülke içinde ekim yapılan alanın genişletilmesi için halka yardım ederek ve sömürgeleri yoluyla uluslararası ticareti destekleyerek, imparatorluktaki temel ekonomik işlevlerini yerine getiriyordu. Fakat bütün bu çabalar, yöneticinin içinde yaşadığı siyasal ve toplumsal düzen çerçevesinde, çağdaş bir kapitalist ekonomi ilkelerine göre gerçekleştirilecek malî ve siyasal çıkarları ortaya koyamıyordu. Oysaki böyle bir düzenin bilgi ve örgütlenmesine sahip olan Avrupa, Osmanlıların Ortadoğu imparatorluklarına karşı büyük bir tehdit oluşturmuştu." (înalcık, 1970b:217-218) İnalcık'ın sözlerinden de görüldüğü gibi, Osmanlı siyasal ve toplumsal yapısı, kapitalist ekonomik gelişmenin sağlanmasına uygun değildi. Bu nedenle, imparatorluğun ekonomisi cılız kaldı ve dışa bağımlı duruma geldi. Özet olarak, Türkiye Cumhuriyeti, bölgede egemen olan tarihsel koşulların ve imparatorluğun toplumsal, ekonomik ve siyasal yapısının ürünü olan güçsüz ve dışa bağımlı bir ekonomi devraldı. |
1950 YILINA DEĞİN İZLENEN EKONOMİK UYGULAMA VE EKONOMİK KOŞULLAR Bağımsızlık Savaşı kazanıldıktan sonra, ülkenin ekonomik görünümü son derece yoksuldu. Her ne kadar, "kapitülasyonlar, Lozan'da kaldırılmışsa da, barış antlaşmasının hükümlerine göre, yeni Cumhuriyet, gümrük duvarlarını, 1928 yılına kadar yükseltemeyecekti. Buna ek olarak, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'nun dış borçlarının, yeni devletin topraklarıyla orantılı olan bir kesimini ödemeyi de kabullenmişti. Bu borç ödemeleri, devlet bütçesinin yüzde 7.56'sından (1924 yılında), yüzde 17.8'ine kadar (1930 yılında) yükselen bir orandaydı. Aynı dönemde, örneğin Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi, bütçenin ancak yüzde 3 ya da 4'ü oranındaydı (Aydemir, 1968b:357). Böylece, süren Batı sömürüsü, genç Cumhuriyet'in sırtında önemli bir ekonomik yüktü. Dış ticaret, 1938 yılında yüzde 58.8 açık vermişti (Aydemir, 1968b; 458). Tarımsal üretim son derece düşüktü. Daha önce belirttiğim gibi, sanayi de hemen hemen yok denecek kadar güçsüzdü. Aslında, Türkiye Cumhuriyetinin ekonomisi, güçsüz oluşunun yanında, bütünüyle bir kargaşalık içindeydi. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, işte böyle bir ortamda ulusal ekonomik etkinlikler için bir bilinç yaratmaya çabalıyorlardı. "Yeni Türk Devleti cihangir bir devlet değil, iktisadî bir devlet olacaktır". "Türk tarihi incelendiği zaman, bütün yükseliş ve çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anlaşılır," sözleri hep Atatürk tarafından söylenmişti. Böylece, askerî ve siyasal başarısını, ekonomik kalkınma ile pekiştirmeyi amaçlıyordu. Fakat sorun aslında çok önemliydi: Sağlıklı bir ekonomi, hangi ilkelere göre yaratılacaktı? Ulusal sermaye birikimi hangi yollardan sağlanacaktı? Yeni devletin ekonomik düzeni ne olacaktı? Hızlı bir ekonomik kalkınma için "liberalizmin" geliştirdiği çözümler mi kullanılacaktı, yoksa "kolektivist" yöntemler mi uygulanacaktı? |
paylaşım için tşkler |
Türkiye`de Saat: 06:57 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2