Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi

Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi (http://besiktasforum.net/forum/)
-   İktisat (http://besiktasforum.net/forum/iktisat/)
-   -   Dünya Devrimin Olasılıkları (http://besiktasforum.net/forum/iktisat/24361-dunya-devrimin-olasiliklari/)

imparator 28-02-2007 12:31

Dünya Devrimin Olasılıkları
 
DÜNYA DEVRİMİNİN OLASILIKLARI
Giriş
Aşağıdaki metin dünya devriminin perspektifleri hakkında Marksist eğilimin tutumunu detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır. Metin, kapitalizmin küresel krizini, gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf savaşımının ulaştığı seviyeyi ve ekonomik gidişatı, eski sömürge ülkelerdeki devrimci gelişmeleri, dünya çapındaki emperyalizm karşıtı mücadeleyi, Marksistlerin savaş karşısındaki tutumlarını, kitle partilerinin ve işçi sendikalarının içinde yaşananları ve devrimci eğilimin görevlerini incelemektedir.
Bu metin marxist.com’un uluslararası yandaşlarının tamamlanmış program niteliğindeki önermeleridir. Metin, dünya çapında kitlesel bir Marksist hareket yaratma mücadelemizin ideolojik temelidir.
Bizler, marxist.com’un okuyucularından ve destekleyicilerinden bu metni tercüme etmelerini, yayınlamalarını ve gençler ve işçiler arasında mümkün olan en geniş dağıtımını yapmalarını istiyoruz. Fikirlerimiz hakkındaki yorumlarınızı ve sorularınızı bekliyoruz. Son olarak, bu fikirleri kabul eden herkesi Marksizmin güçlerini inşa etme mücadelesinde ve daha da ötesi dünya sosyalist devrimi davasında bize katılmaya davet ediyoruz.
Londra,
16 Eylül 2002
Bölüm 1
Mevcut durum ve görevlerimiz
Dünyadaki durum her düzeyde giderek artan bir istikrarsızlıkla karakterize olmaktadır. Üretici güçlerin, özel mülkiyet ve ulus-devlet deli gömleğine karşı isyanı, günümüzdeki küresel krizle kendini göstermektedir. Gerçekleri artık daha fazla inkâr edemeyecek duruma gelen burjuva ekonomistler ABD ekonomisinin resesyonda olduğunu kabullenmişlerdir. Sermaye stratejistlerinin korkuları çeşitli makalelerde dile getiriliyor. Bu bir dönüm noktasını temsil ediyor.
Marksizm, tarihsel süreci son tahlilde üretici güçlerdeki gelişmeye göre açıklar. Kapitalizmin motor gücü, metaların, özellikle de sermaye mallarının üretimidir. Son boom döneminde, Amerika ve diğer ülkelerin burjuvaları yeni teknolojiye, yeni fabrikalara ve yeni makinelere devasa miktarda yatırım yaptılar. Artık dünya çapında muazzam bir aşırı üretim (“aşırı kapasite”) söz konusu. Sadece Asya’da bile, kullanılamayan çok büyük bir üretim kapasitesi mevcuttur. Bunların üstesinden gelindiğinde dahi, geçmiş dönemdeki gibi bir ateşli büyümeye geri dönmek mümkün olmayacak. Bütün ülkelerde yüksek bir işsizlik oranının eşlik ettiği yavaş bir büyüme dönemi gelecektir.
1945’ten bu yana ilk kez savaş ve yavaş büyümeyle karakterize olan bir küresel istikrarsızlık yaşanmaya başlamıştır. Kapitalist sistem uzun bir süre boyunca, tam istihdamın, gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşam standartlarının yükselmesinin ve devletler arası ilişkilerde göreli bir istikrarın gözlendiği hızlı bir büyüme yaşadı. 1974’ten beri bugün ilk kez dünya ekonomisi eş zamanlı bir yavaşlama dönemine giriyor. Bu görülmemiş durum sermaye stratejistlerini derin düşüncelere itmektedir.
1929 çöküşünün sonrasında bile, çöküş bütün büyük kapitalist ülkeleri eş zamanlı etkilememişti. Amerika krize ilk girendi, ardından Almanya ve Avusturya, sonra da Britanya girmişti, hatta 1934’te Fransa krize girdiğinde Amerika çöküşten çıkmak üzereydi. Bunlar keşfedilmemiş sulardır ve kapitalistler bu sularda başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Egemen sınıfın giderek artan telâşının nedeni budur ve bu telâş faiz oranlarındaki sürekli düşüşte yansımasını bulmaktadır.
Yaşanan kriz, tarihsel süreçte bir dönüm noktasına işaret etmektedir. 10 yıl önce Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra burjuvazi artık “Komünizm”in kendini tehdit etmeyeceğine inanıyordu. Kapitalist sistem (“serbest piyasa ekonomisi”) üstün olduğunu kanıtlamıştı. Egemen sınıf kendinden son derece emindi. Ekonomik boom’un sonsuza kadar süreceğini hayal ediyorlardı. Ekonomi uzmanları “yeni ekonomik paradigma” üzerine yazmaktaydılar.
Bu durum bütün sınıfların psikolojisini de etkiledi. Orta sınıf (İşçi Partisi bürokrasisi dahil olmak üzere) burjuvazinin ve onun “piyasa” ideolojisinin peşine takıldı. İşçi sınıfı hiçbir alternatif görememekteydi ve problemlerine bireysel çözümler aramakla meşguldü. İşçiler üzerindeki aşırı basınç, borç, uzun çalışma saatleri, stres ve aşırı yorgunluğa rağmen, yaşam standartlarında göreli bir iyileşme elde edilmesi geçici bir dönem için mümkündü. Reformizmin ve özellikle de onun sağ kanadının (Blair vb.) gücü ve Marksizmin güçlerinin yalıtılmışlığı ve zayıflığı buna dayanıyordu.
İşçilerin mücadeleye katılmadığı dönemde kapitalizmin, işçi örgütleri, özellikle de örgüt yöneticileri üzerindeki basıncı on kat arttı. Reformist önderler, sendika aygıtları ve Sosyal Demokrasi, sınıf basıncından kurtularak görülmemiş bir “bağımsızlık” kazandılar; yani burjuvaziye ve onun ideolojisine bağımlı hale geldiler. Kitlesel işçi örgütlerindeki çürüme uç noktalara vardı. Fakat artık bu süreç kendi sınırlarına dayanmıştır. Kısa sürede önemli olaylar kitle örgütlerini sarsarak kendine getirecektir. Tüm süreç tersine dönecektir.

imparator 28-02-2007 12:31

Dünya ekonomik krizi
Ekonomik resesyonun katı gerçekliğiyle yüz yüze gelen burjuvazinin sözcüleri, yaşananları çok iyimser yorumlamaktadırlar. Alan Greenspan şunları söylemektedir: “inişin yumuşak ve kısa süreli oluşu, ekonominin gücünü çabuk toparlayabilmesinde ve esnekliğinde dikkate değer bir iyileşmenin kanıtıdır. Sürekli sağlıklı büyümeye geri dönüş için temeller uygundur: stoklarda ve sermaye mallarında ortaya çıkan dengesizlikler büyük ölçüde giderilmiştir; enflasyon oldukça düşüktür ve böyle kalması beklenmektedir; üretkenlikteki gelişme oldukça güçlüdür, ki bu da ev ve iş yeri harcamalarına hatırı sayılır bir desteğin yanı sıra maliyet ve fiyat basıncından potansiyel bir kurtuluşa da işaret ediyor.” Bu sadece hüsnükuruntudur.
2002’nin ilk çeyreğinde ve Ağustos ayında Avrupa ve ABD’deki borsalarda yaşanan geçici düzelmeler, tamamen münferit gelişmelerdi. Ağustostaki %20’lik iyileşmenin ardından, dünya borsaları Eylül başında tekrar keskin bir şekilde düştü. Japon Nikkei Endeksi 1983’ten bu yana en düşük değerine indi. New York Dow Jones Sanayi Ortalama Endeksi 350 puandan daha fazla düştü. Benzer düşüşler Londra ve diğer borsalarda da yaşandı.
Birçok ekonomist, ABD’nin sözde “çifte iniş” resesyonuyla yüz yüze olduğunu artık kabul ediyor. Bu, her zaman belirttiğimiz bir saptamayı doğruluyor: bu yılın başlarında yaşanan toparlanma, yalnızca dünya ekonomisindeki daha aşırı ve dik bir düşüşün başlangıcıdır. Dünya borsalarında şu an yaşanan düşüşler, buzdağının görünen yüzüdür. Dünya ekonomisi hâlâ tepe taklak yuvarlanıyor.
Temmuz ve Ağustos ayları boyunca ABD ekonomisine dair her yeni rakam, öncekinden daha kötüydü. Amerikan halkının elinde tuttuğu net varlık (hisse senetleri, bonolar ve mülkler dahil olmak üzere) son iki yıl boyunca, yani dünya borsalarında “düşme eğilimli piyasa”nın başladığı Mart 2000’den bu yana, %20’den fazla düştü. ABD Konferans Yönetiminin Temmuz ayı tüketici güven endeksi 106,4’ten 97,1’e düştü, bu değer Şubattan bu yana görülen en düşük seviyedir. Tüketicinin gelecek hakkındaki beklentileri umutsuzluğa dönüşmüştür. Gelecek beklentileri 107,2’den 95,7’ye ani düşüş göstermektedir. Dünya ekonomisinin ABD’deki tüketime aşırı ölçüde bağlı olduğunu hatırlarsak, bu rakamlar bize inişin çok ciddi boyutlarda olduğunu gösterir.
Dükkânlarda satışlar düşmektedir. ABD imalatçıları arasındaki güven ölçüm endeksleri de zayıflamıştır ve imalat çıktısı bu yılın ilk kısmındaki sınırlı canlanmadan sonra tekrar resesyon düzeylerine düşmüştür. En önemlisi, ABD gerçek gayri safi milli hasıla rakamları bu yılın ikinci çeyreğinde yalnızca %1,1 artmıştır. Daha önceki çeyrekler ABD ekonomisinin 2001 yılında gerçekten de resesyona girdiğini ve ancak bu yılın ilk çeyreğinde küçük bir iyileşme gösterdiğini tekrar gözler önüne sermiştir.
Yatırımlar aralıksız yedi çeyrektir düşmektedir. Diğer taraftan tüketici harcamaları, ilk çeyrekte %3,1’lik büyümenin ardından yalnızca %1,9 artarak emekleme hızına düşmüştür. Yalnızca devlet harcamaları artmıştır. Kuşkusuz kısa bir süreliğine de olsa düşük faizler nedeniyle emlak boom’u devam etmektedir, bu boom Birleşik Krallık, Avustralya ve diğer OECD ülkelerinde de yaşanmaktadır.
Kârlılık seviyesi düzelmeden ABD kapitalizmi için gerçek bir düzelme söz konusu dahi olamaz. ABD’nin ilk 500 şirketi ikinci çeyrek kazançlarını kısa bir süre önce açıkladılar. Bu raporlar, geçen senenin aynı dönemdeki çok düşük seviyelerle kıyaslandığında yalnızca %1 artmıştır. Geçen sene 2 milyonun üzerinde Amerikalı işini kaybetti. Kârlar yeterince artmadığı sürece, yatırım artışı gerçekçi bir perspektif değildir, ki yatırımlar boom’un motor gücüdür.

imparator 28-02-2007 12:32

Avrupa’da da gidişat daha iyi değildir. Avrupa ülkelerinin çoğu bu yılın ikinci çeyreğindeki ekonomik büyüme raporlarını açıkladılar. Aslında, bu ülkelerde büyüme neredeyse yaşanmamıştır. Almanya %0,3, İtalya %0,1 büyüdüler. En çok büyüyen Britanya ise yalnızca %0,7 büyüdü. Japonya’da üretim bir yılda %0,5-1,0 arasında düşmektedir. Deflasyon, düşen fiyatlarla birlikte hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Hükümet 12 yıl boyunca süren resesyonun ardından ne yapacağı konusunda aptallaşmış durumdadır. Hatta hizmet sektörü savaş sonrası işsizlik rekorlarını zorlamaktadır. Kamu borçları hâlâ kesintisiz olarak artmaktadır.
Arjantin’de ekonomik ve politik kaos bir çıkış işareti olmaksızın devam ediyor. Brezilya da bugün çöküşün eşiğine gelmiştir. Benzer şekilde, IMF tarafından büyük miktarlarda para pompalanmasına rağmen Türk kapitalist politikacılar kavga etmeye devam ediyorlar, bu da ABD’nin sözde Terörle Savaşındaki bu kilit müttefikini ekonomik bunalıma sürüklemekle tehdit ediyor.
Dünya kapitalizmi iki balon tarafından da tehdit edilmektedir. Bu balonlardan ilki, ABD dolarının gücüdür. Geçen yıl bu balon biraz indi, önümüzdeki dönemde ise daha da sönecektir. ABD ayda 37 milyar dolar ticaret açığı verdiğinden ABD doları bugünkü değerini sürdüremez. Doların değeri belli bir noktaya geldiğinde yabancı kapitalistler tarafından elde tutulan 9 trilyon dolarlık sermaye yurtdışına çıkacaktır, bu da doların değerinde ani bir düşüşe neden olacaktır. Şişmeye devam eden ikinci büyük balon ise emlak sektörüdür. Bugün Amerika’daki %10 ve Britanya’daki %20’lik fiyat artışları devam etmeyecektir. İnşaat sektöründeki bir düşüş, tüketim harcamaları üzerinde negatif bir etkiye sahip olacak ve bu da ekonomiyi daha da aşağıya çekecektir.
Dünya ekonomisi üzerinde bir kara bulut gibi asılı duran ise Irak’taki savaş olasılığıdır. Yıkıcı politik sonuçlarını bir kenara bıraksak dahi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri harekâtı, kaçınılmaz olarak petrol fiyatlarında ani bir artışa yol açacaktır. Savaş Amerika’nın istediği biçimde devam etse dahi bu kaçınılmazdır. Savaş uzun sürerse, ki muhtemeldir, dünya ekonomisi ciddi biçimde zarar görecektir.
Burjuva ekonomistlerin abartılı iddialarının aksine, geride bıraktığımız dönem boyunca gerçekleşen ekonomik büyüme, İkinci Dünya Savaşını takip eden onyıllardakinden daha zayıftı. ABD’de, 1942’den 1966’ya kadar GSMH büyüme hızı yıllık %4,5’ti. 1975’ten 1999’a kadar ise yalnızca %3,2’dir. 1942-66 döneminde sanayi üretiminde elde edilen büyüme %5,3’tür. 1975 ile 1999 arasında yalnızca %3,4’tir. Buna ilâveten, 1966’da tüketici borçlarının yıllık kişisel net gelire oranı %64 iken, 1999’da %97’ye çıkmıştır.
Enflasyon korkusu ile dünya çapında ekonomik çöküş korkusu arasında kalan ABD Merkez Bankası, sonunda fazla tasalanmamaya karar verdi. Merkez Bankası 12 aydan daha kısa bir sürede faiz oranlarını 11 kez düşürdü; bu görülmemiş bir olaydır. Faiz oranları Amerika’da şu an %1,75’tir –1961’den bu yana görülen en düşük seviye. Fakat bunun ne kadar süreceğinin ve ne sağlayacağının bir sınırı vardır. Şurası kesin ki, faiz oranları sıfırın altına indirilemez. Ne var ki ABD’de gerçek faiz oranları, tüketici fiyatları endeksiyle kıyasladığında negatiftir ve bu 1930’ların Büyük Krizinden beri görülmemiş bir olaydır.
Marx, kredinin, kapitalist sistemi normal sınırlarının ötesine taşıyan bir araç olduğunu açıklar. Pazar yapay olarak bir süreliğine genişletilir, fakat aslında bu, gelecekteki talebin azalması pahasına yapılır, çünkü alınan kredi eninde sonunda geri ödenmelidir ve tabii ki faizi ile birlikte. 1990’lı yılların boom döneminde devasa bir borç birikti, özellikle de ABD’de. Merkez Bankası ve Greenspan’ın faiz oranlarını ani bir biçimde indirmesi, küresel ekonomik çöküş korkusunun güdülediği panik önlemleridir. Fakat bu kesintilerle hedefledikleri sonuçları bir türlü elde edemediler. Borçlar aşırı arttığı için bu önlemler yeni borçları ve açıkları engelleyemez. Bu yola bir kez girdiklerinde kötülerin en kötüsünü –ABD ekonomisini uzun süre boyunca tırpanlayabilecek bir stagnasyon ve enflasyon karışımını– bulacaklardır. Buna ilâveten, şirket kazançları serbest düşüşe geçmiştir. Bir önceki yıla kıyasla %44,9 daha az kazandılar. Şirket kazançları bu düzeylere en son 1938 yılının üçüncü çeyreğinde ve 1932 yılının (Büyük Kriz) dördüncü çeyreğinde saplanıp kalmıştı.

imparator 28-02-2007 12:32

Pratikte, gelecek dönem elde edecekleri tek şey daha büyük bütçe açıklarıdır. Fakat bu hiçbir şeye çözüm getirmeyecek, yalnızca krizi derinleştirecektir. 1939’da krizi dünya savaşı aracılığıyla “çözdüler”. Fakat bu çözüm yolu onlar için şimdilik kapalı görünmektedir. Bu koşullar altında bütçe açığı finansmanı onlara yardım etmeyecektir. Japonya deneyiminde de görüldüğü üzere, böylesi bir yol, gidişatı daha da kötüleştirecektir.
Japonya’da faiz oranları gerçekten sıfırlandı. Fakat bunun kamu borçlarını eşi görülmedik ve artık sürdürülemez bir düzeye yükseltmekten başka hiçbir etkisi olmadı. Amerika’da özel borçların bu yüksek düzeyi, faiz oranları bu kadar düşük de olsa, bireylerin ve şirketlerin yeni krediler alma heveslisi olmayacakları anlamına geliyor.

imparator 28-02-2007 12:32

Bu, burjuvazinin krizden çıkmak için Keynesci politikaları kullanmayacağı anlamına gelmez. Fakat Japon deneyimi günümüz koşulları altında Keynesci yöntemlerin temel sorunu çözemediğini göstermiştir. Bu yöntemler yalnızca kötünün en kötüsüyle, yani stagflasyonla –stagnasyon ve enflasyon karışımı– sonuçlanan ciddi dengesizliklere yol açacaktır.
Gerçekte Japonya –bir zamanlar dünya ekonomisinin yıldızıydı– bir boom bile yaşamaksızın bir resesyondan diğerine sürüklenmektedir. Benzer bir durum ABD’de de oluşabilir, üstelik uzunca bir dönem küresel ekonominin tamamını etkileyecek bir biçimde. Japonya on yıl boyunca resesyon yaşadıktan sonra şimdi açıkça deflasyon yaşamaktadır. 10 yıl önce Japonya’da yaşanan durumla şu an arasında kesin paralellikler mevcuttur. Belirleyici faktör Japonya’nın 1980’lerde yaşanan son boomdan kalan borçluluk seviyesinin görülmemiş değerlerde oluşudur. On yıllık bir dönem boyunca Japon ekonomisinin tekrar toparlanamamasının nedeni de budur. İki yıl boyunca Japon hükümeti, Fransa’nın toplam GSMH’sine denk bir parayı boşu boşuna harcamıştır.
Ekonomik çöküşün gerçek doğasını, yani derinliğini ve süresini belirlemek güçtür. Fakat her ihtimalde bu çöküş 1974’ten ve belki de İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşananların en ciddisi olacaktır. Bunun 1929’u takiben yaşanan depresyona dönüşme olasılığı göz ardı edilemez. Çöküşün yoğunluğu ve bundan kaynaklanan pazar mücadelesi genelleşmiş bir korumacılığa yol açarsa, bu hiç de beklenmedik bir şey olmayacaktır. Fakat durum bu olmasa bile, ABD bu gerileyişten büyük zorluklarla çıkacak ve ardından, tıpkı 1990-91 resesyonu sonrası Japonya’da olduğu gibi, büyüme hızının son derece küçük olduğu bir döneme girecektir. Nedenler çok benzerdir: bir önceki dönemden sarkan devasa borçların birikmesi. Bu açıkça şu olgunun bir ifadesidir: kapitalizm bir önceki dönemde normal sınırlarının ötesine geçmiştir.
Durumun kesin olan ciddiyetine rağmen burjuva ekonomistler olayları en iyimser yorumlarla değerlendirmekte ısrar ediyorlar. Yatırımcıların şevkini yüksek tutmak için basında sürekli kampanyalar düzenleniyor. Her olumlu bilgi kırıntısı tünelin ucundaki ışık olarak sunuluyor. Kolay etkilenen yatırımcılar bu kampanyalarla aldatılıyor, hiçbiri bu ışığın karşıdan gelen bir trene ait olabileceğinin farkında değil. Borsadaki çılgınca aşağı yukarı salınışlar, borsa yatırımcılarının genel sinirliliğinin ve istikrarsızlığının bir belirtisidir (üstelik bu borsa yatırımcılarının arasında risk almayı seven kumarbazlar hiç de az değildir). Bu da toplumun genel durumunun ve gelişmekte olan ruh halinin çok iyi bir aynasıdır ve bu ruh hali yakında politik olarak kendini ifade edecektir.

imparator 28-02-2007 12:32

Bununla birlikte borsa hareketlerinin, reel ekonominin sürekli kötüye giden hareketini yansıtmadığı iyi bilinir. Afgan savaşı patladığında ve 11 Eylül şokunun ardından Wall Street göreli bir düzelme yaşarken, Ford, kayıpların dördüncü çeyrekte analizcilerin kötümser tahminlerinden dört kat fazla olacağı uyarısında bulunmuştu. Detroit şirketi, daha fazla fabrika kapatma ve işçi atma anlamına gelen yeni bir yeniden yapılanma planı üzerinde çalışıyor.
Şirket kârları konusundaki uyarılar çığ gibi artmıştır. Hatta büyük şirketler iflâsın eşiğine gelmişlerdir. 2 Aralık 2001’de Amerika’nın yedinci büyük firması Enron’a iflâs yasasının 11. maddesi uygulandı. Hisseleri 89 dolardan bir dolara indi ve şirket iflâs etmeden önce “çöp” olarak adlandırıldı. İşçilerinin büyük bir kısmı hisse senetlerine sahip olduğundan, binlerce işçi hem işlerini hem de emeklilik birikimlerini kaybetti. Bu olayı nice iflâslar ve skandallar takip etti, görülmemiş bir finansman skandalının yaşandığı dev WorldCom şirketi de bunlardan biriydi. Bu skandallar toplumdan tepki gördü ve ABD’deki tüm anonim şirket sistemi sorgulanmaya başlandı.
Aşırı üretim
Marx’ın açıkladığı gibi, kapitalizmin her gerçek krizinin nihai nedeni aşırı üretimdir, yani kapitalistlerin artı-değer için duyduğu sınır tanımaz açgözlülük ile kitlelerin sınırlı tüketme gücü arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Şu anki kriz de bunun bir istisnası değildir. ABD ve Asya’daki krizin temel nedeni, ileri teknoloji ürünlerinin, özellikle de bilgisayar ve hafıza çiplerinin aşırı üretimidir. Bu yeni teknolojileri alabilecek insan sayısı sınırlıdır. Fakat kapitalist üretimin anarşik ve plansız doğası, yeni teknolojiyi alabilecek insanların az sayıda olmasını dikkate almaz.
Bu durum diğer metalara da uygulanabilir. Otomobil sanayiinde aşırı üretim, vahşi fiyat savaşlarına yol açar, Ford ve diğer büyük şirketler artı-ürünlerinden kurtulmak için çılgınca fiyat indirmek zorundadırlar. Bu da otomobil satış miktarında geçici yükselmelere neden olur. ABD’de perakende satışlarda aylık yüzde 7,1 artışla rekor kırılan Ekim 2001 ayında, bu artışın ardında yatan şey otomobil satışlarıydı (%26,4 artış sağlanmıştı). Bu da indirimlerin olduğu ve faiz oranlarının sıfırlandığı “Amerika’yı Yuvarlanmaktan Koru” kampanyasının sonucuydu. Fakat otomobil satışlarındaki artış, gelecekteki satışların düşmesi ve kâr marjlarının inanılmaz bir noktaya çekilmesi pahasına yapıldı; böylelikle de otomobil sanayiinin krizi dünya çapında derinleştirildi.

imparator 28-02-2007 12:32

Şirketler kâr marjlarını sürdürmek için, işten çıkarmalara, ücret kesintilerine, maliyetleri kısmaya, boom sırasında elde ettikleri değerleri bir anda gözden çıkarmaya zorlanırlar. Borçlar için de aynı şeyler geçerlidir. Güney Kore firması olan yarı-iletken üreticisi Hynix gibi büyük şirketler ürünlerini satamadı ve kendilerini bir anda borç içinde buldular. Bankalar tarafından verilen kredilerin süreleri ekonominin genişleme dönemlerinde kolayca uzatılırken, kriz dönemlerinde bir an önce geri ödenmesi istenir. Artık herkesin peşin paraya ihtiyacı vardır. Bu da, Hynix gibi şirketleri, ABD pazarına girebilmek ve daha fazla fon bulabilmek için ABD’nin büyük şirketlerinden Micron Technology ile evlenmeye zorlamaktadır. Eğer bu evlilik gerçekleşirse sonuçta dünyanın en büyük hafıza çipi üreten şirketi ortaya çıkacaktır. Demek ki, boom döneminde görülmedik boyutlara çıkan sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme süreci, çöküş döneminde de kesintiye uğramadan devam eder.
İmalat sektöründeki krizler er ya da geç hizmet sektörünü de içine alır. 11 Eylül şoku, havayolları, oteller ve turizm gibi sektörlerdeki krizleri şüphesiz körüklemiştir. ABD’de, yalnızca havayolu sektöründe 100 binden fazla işçi atılmıştır. Bu sayı krizin gerçek derinliğini tam açıklayamaz, çünkü başka pek çok sanayi de havayolu sektörüne bağlıdır. Belçika’da Sabena krizi, keskin işçi çatışmaları doğurmuştu.
ABD’nin en büyük indirimli perakende satış zinciri WalMart, 2001’in üçüncü çeyreğinde kârını 1,5 milyar dolara çıkararak satışlarda yüzde 15,5 artışla rekor kırdığını ilân etmişti. Halbuki bu rekor, krize tepki olarak daha fazla sayıda Amerikalının daha ucuz alışverişi tercih ettiğini göstermektedir. Bu eğilim diğer perakendecileri fiyat indirimine zorlayarak uzun dönemde kâr marjını daha da daraltacaktır. Diğer taraftan lüks mal şirketleri her çöküş döneminde olduğu gibi zarara uğramaktadırlar.
Resmi mitolojinin tersine, hizmet sektöründeki krizin nedeni 11 Eylül değildi; bu kriz genel krizin bir parçasıdır. 220 bin işçi de havayolları ya da turizmle ilişkisi olmayan sektörlerde işini kaybetti. İşçiler daha az çalıştırıldıklarından haftalık ücretleri düşmektedir.
Ekonominin korkunç durumu reklâm sektöründeki çöküşte kendini göstermektedir. Britanyalı reklâm şirketi Cordiant Communications, Aralık 2001’de dört ay içinde üçüncü kez kâr etmediğini açıkladı ve durumun daha da kötüleştiğini belirtti. Şirket bir yıl boyunca işgücünün onda biri olan 1100 kişiyi işten atmasına rağmen daha fazla işten çıkarmanın gündemde olduğunu açıkladı. Dev sigorta şirketi Lloyds of London, kayıplarını 1,7 milyar sterlin (2,7 milyar dolar) olarak açıkladı. Bu sayı ilk tahminlerden 600 milyon dolar fazladır ve Lloyd’un 300 yıllık tarihindeki en büyük kaybı ifade etmektedir. Yıllardır ilk kez, Londra resesyonda olduğunu resmen ilân etti. Bu da hizmet sektöründeki bir krize işaret ediyor ve bu kriz sadece ekonomik faaliyetteki genel düşüşün dışavurumudur.

imparator 28-02-2007 12:33

Durumun ciddiyetini anlamak için petrol fiyatlarına bakmak yeterlidir. Normalde, Ortadoğu’da savaş olasılığı ya da istikrarsızlık oluştuğunda, petrol temininin zorlaşacağı korkusuyla petrol fiyatları aniden artar. Halbuki 11 Eylülden bu yana petrol fiyatları, OPEC’in öngördüğü varil başına 22-28 dolar aralığının bile altına düşmüştür. Şu anda, OPEC’in üretimi kısma çabalarına rağmen, az miktardaki iyileşmeden önce petrolün varil fiyatı 20 doların altına inmişti. Bu da küresel talebin düşmesinin bir göstergesidir.
ABD’nin piyasaya sürdüğü “resesyonun kısa olacağı” propagandasına rağmen, bugün gelecek hakkında kötümser olan iktisatçıların sayısı artıyor. The Economist 2001 yılının sonunda bakın nasıl uyarılarda bulunuyor: “Ne yazık ki, iyimser olma seçeneği artık anlamını yitirmiştir. Şirketler Amerikası’nın, tasarruf tedbirlerinin sonuna yaklaştığına dair işaretler mevcuttur. Sermaye harcamalarındaki ani inişe rağmen (ikinci çeyrekteki yıllık yüzde 14,6’lık düşüşün ardından, üçüncü çeyrekte yüzde 12 inmiştir) şirketlerin hâlâ aşırı kapasitesi ve büyük finansman açığı bulunuyor. 1990’ların sonlarındaki yatırım bolluğunun giderilmesi zaman alacaktır. Bu arada dünyanın çehresi kararmaya devam ediyor. Japonya onyılda dördüncü resesyonu yaşarken, Avrupa tıkanmıştır.”
Korumacılık
Kapitalist sistem için ana tehlike çöküş olasılığı değildir. Boom-çöküş döngüleri 200 yıldır kapitalizmin değişmez özelliğidir. Kapitalistler en derin çöküşlerden bile er ya da geç çıkacaklarını bilirler. Gerçek tehlike çöküşün sonucu olarak serbest ticaretin bir tarafa bırakılması ve korumacılığın yükselmesidir. 1929-33 çöküşünü İkinci Dünya Savaşına kadar sürecek olan bir dünya depresyonuna dönüştüren şey de buydu. Dünya ticaretinin genişlemesi son yarım yüzyılda can alıcı bir rol oynadı, özellikle de son yirmi yıldır. Bu da kapitalistlerin ulus devletin sınırlamalarını kısmen ve geçici süre de olsa aşmasını sağladı. Fakat bunun dayandığı temel son derece kırılgandır ve kolaylıkla ortadan kaldırılabilir, özellikle de herkesin sınırlı pazarlar için mücadele verdiği bir dünya ölçekli çöküş koşullarında.
Avrupa ile Amerika arasında, ticari konularla ilgili Seattle müzakerelerini yarıda kesecek kadar gerilimler mevcuttur. Bazı sorunlar çözülse de, her an yeni çatışmalar çıkmaktadır. Özellikle ABD’de korumacılık eğilimleri yeşermektedir. Amerika dünyanın en büyük ekonomisidir ve kendi pazarını koruma altına alırken yabancı pazarları ele geçirmek için kaslarını kullanmaya hazırlanıyor. ABD düşük gümrük duvarlarından en çok yararlanan ülkeydi, bu nedenle halkı serbest ticarete her zaman olumlu baktı. Fakat Kongredeki Cumhuriyetçiler (ve de Demokratlar) Amerika’nın tarımsal ve sınai çıkarlarını korumak için serbest ticaret ilkesinden ödün vermeye hazırlar. Buna yakın zamanlarda çelik, tarım ürünleri, tekstil, kereste ve diğer alanlardaki korumacı önlemlerde şahit olduk.

imparator 28-02-2007 12:33

Kapitalistler Dakar’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü toplantısında, ticaret kısıtlamalarının azaltılmasını içeren yeni öneriler sunarak “serbest ticaret”e devam dediler. Uruguay’da alınan kararları yerine getirmek on yıl aldı. Bu seferki daha uzun ve zor olacaktır. Dünya resesyonunun genişlemesi, son yarım yüzyıldır inşa etmek için uğraşılan narin dünya ticaret ağını tehdit eden korumacılık eğilimini kaçınılmaz olarak kamçılayacaktır. Sermaye stratejistlerinin en büyük korkusu budur. Marksistlerin yıllar önce açıkladığı şeyi anlamış görünüyorlar; dünya ekonomisinin temel motor gücü dünya ticaretinin gelişmesidir (“küreselleşme”).
Boom döneminde bile dünya pazarı rakip bloklara ayrılma eğilimi taşımaktaydı. ABD emperyalizmi Kanada ve Meksika’yı içeren ve Rio Grande’nin hem kuzeyi hem de güneyini, kısaca bütün Amerika kıtasını kontrol amacını güden NAFTA’yı yarattı. Avrupa, Balkanlar’ı, Kuzey Afrika’yı ve Doğu Avrupa’yı kontrol altına almak için Avrupa Birliği’ni yarattı. Asya’da Japonya daha gevşek bir yen bölgesi oluşturdu. Çöküş derinleştikte bu rakip ticaret blokları arasındaki çelişkiler artacaktır. Avrupa ile Amerika ve Amerika ile Japonya arasındaki gerilimler bu koşullarda yoğunlaşacaktır. Amerika misilleme olarak işsizliği Avrupa ve Japonya’ya ihraç etmeye çalışacaktır. Ticari savaşların ve rekabete dönük devalüasyonların yaşanma ihtimali gittikçe kuvvetlenmektedir ki, bu da krizi derinleştirecek ve uzatacaktır.
Avrupa Birliği
Avrupalı kapitalistler, daha bir yıl önce, resesyona girmeyeceklerini gururla ilân etmişlerdi. Şimdi bu böbürlenmelerin içinin boş olduğu görüldü. İroniye bakın ki, yeni genişleme döneminde Avrupa kapitalizminin ana motor gücü olduğu düşünülen iletişim sanayii (cep telefonları) resesyondan en çok etkilenen sektör oldu.
Britanyalı büyük cep telefonu şirketi Vodafone, Aralık 2001 başında altı ayda 8,4 milyar sterlin (12 milyar dolar) vergi öncesi kayıpları olduğunu açıkladı. Cep ve sabit telefon bölümlerindeki yeniden yapılanma maliyetleri ve varlıkların nominal değerlerinin düşürülmesi de eklendiğinde, Alman mühendislik devi Siemens’in kârları Eylül sonu itibariyle yüzde 76 düştü. Almanya’da işsizlik resmi rakamlara göre işgücünün yüzde 8’i civarında dolaşmaktadır.

imparator 28-02-2007 12:33

Daha önceki metinlerde Avrupa Birliği’nin kurulma nedenleri üzerinde durmuştuk. Şurası doğru ki, bizler, Avrupalı kapitalistlerin ulaşabilecekleri uzlaşma ve ekonomik ve parasal birlik düzeylerini küçümsedik. Euronun bu kadar başarılı olacağını düşünmedik. Bu ancak, Avrupa’ya yarayan ve farklı kapitalistlerin ayrılıklarını (geçici olarak) bir kenara koymasını mümkün kılan bir uzayan dünya boomu temelinde mümkün olabilirdi.
Şu an euro, 12 Avrupa Birliği devletinde ortak para birimi olarak kullanılmaktadır. Bu önemli bir gelişmedir. Ortak para birimi Avrupa’nın bütünleşmesine gitmenin ilk koşuludur. Ortak para birimi iç ticareti kamçılayacak ve üretici güçlerin gelişimine güçlü bir itki sağlayacaktır. Fakat euro en kötü zamanda piyasaya sürüldü. İşsizliğin arttığı, pazar mücadelesinin kızıştığı dünya krizi koşullarında, katı Maastricht kriterleri krizi şiddetlendirecek ve AB devletleri arasındaki karşıtlıkları artıracaktır.
The Economist, euronun başarılarına dair olumsuz bir bilânço çıkardı: “Euro on yıl önce tasarlandığında, Avrupa’da rekabeti ne kadar kamçılayacağına, yapısal reformları hızlandıracağına ve hatta Avrupa’nın dünyanın ekonomik dinamosu olma rolünü Amerika’dan alacağına dair pek çok düşüncesiz söz ediliyordu. Fakat Avrupa Komisyonunun derlediği son rapor, Avrupa ile Amerika arasında kişi başına düşen GSMH ve üretkenlik farkının geçmiş on yıl içinde daralacak yerde giderek açıldığını belirtiyor. Birliğin en büyük ekonomisi Almanya durma noktasına gelince, euro sayesinde Avrupa’nın küresel resesyonun etkilerinden uzak kalacağına dair bu yıl ileri sürülen teori çöküverdi. Adeta Avrupa’nın zaaflarını ilân edercesine, euro, fiktif yaşamının ilk üç yılının büyük kısmını dolar karşısında yeni düşüşlerle geçirdi.” (The Economist, 1/12/2001). Dolar karşısında euronun bugünkü başarıları, euronun gücünden ziyade doların zayıflığında aranmalıdır.
Avrupa burjuvazisinin ümitlerine karşın, euro doğumundan itibaren cılız bir para birimi olmuştur. Diğer para birimleri karşısında seviyesini koruma ihtiyacı, Avrupa’da faiz oranlarının Amerika’daki kadar hızlı düşmemesinin nedenlerinden biridir. Bu da önümüzdeki aylarda Avrupa’daki krizi şiddetlendirecek ve işsizliği artıracaktır. Tarihin cilvesine bakın ki, Almanlar Maastricht kurallarına sıkı bir biçimde uyulması konusunda en kararlı olanların başını çekerken, şimdi bunun sonuçlarına 4 milyon işsizle katlanmak durumunda kalıyorlar. Avrupa’nın motor gücü görevini üstlenecek Alman ekonomisinin kendi motoru bozulmuştur.
Daha düşük faiz oranlarını Duisenberg ve Avrupa Bankasının sürekli reddetmesi, Avrupa hükümetleri ile Banka arasındaki çatışmaya zemin hazırlamıştır. Hükümetler ihracatı kamçılamak için euronun daha çok değer kaybetmesini istemektedirler; geçen dönemde euro bölgesindeki ülkelerin göreceli başarısının ana nedeni euronun değer kaybetmesiydi. Halbuki bu başarıya rağmen, çekirdek ülkelerin, özellikle de Almanya ve İtalya’nın performansı berbattı ve bu ülkelerin sorunları daha da artacaktır. İşsizlik tekrar tırmanmaya başlamıştır.

imparator 28-02-2007 12:33

Ortak para birimine geçişin bir sonucu da, sınır ötesi rekabetin kızışmasıdır. Amaç cılız şirketleri elimine ederek üretkenliği artırmaktır. Fakat bu, İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkeleri zor durumda bırakır. Rekabeti kızıştırma, daha fazla iflâs, fabrika kapanması ve işsizlik anlamına gelir. Bunlardan da yeni çelişkiler doğacaktır. Geçmişte İtalya düştüğü zor durumdan parasını devalüe ederek kurtulmuştu. Fakat artık bu yol Maastricht anlaşması ile kapatılmıştır. Ulus devletlerin devalüasyon yapması yasaktır ve İtalya’ya diğer ülkelerin yardım etmesi de yasaklanmıştır. Bu yüzden, krizin bütün yükü işçi sınıfının omuzlarına yüklenecektir. İtalyan işverenler gerekli önlemleri alması konusunda Berlusconi’yi sıkıştırmaktadırlar. Tarih sahnesi, Avrupalı ülkelerde birbiri ardına sınıf mücadelelerinin patlamasına hazırlanmaktadır.
Bu da Avrupa’nın bütünleşmesine değil, olsa olsa ulusal devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklara ve gerilimlere ivme verecektir. Sonuçta, euro deneyiminin karşılıklı suçlamalar arasında yarı yolda kalması muhtemeldir. Şimdiden, her hükümet kendi kapitalistini dış rekabetten korumaya çabaladığından, euro bölgesindeki devletler arasındaki çelişkilerin göstergeleri ortadadır. Elbette, gelecek yirmi yıl boyunca kesintisiz kapitalist yükseliş yaşanırsa Avrupalı kapitalistler ekonomik bütünleşmeyi gerçekleştirebilirler. Fakat bize göre durum bu olmayacaktır.
İki yıl önce Lizbon Zirvesinde AB hükümetlerinin başbakanları 2010 yılında AB’yi dünyanın en rekabetçi ekonomisi yapmak için daha fazla liberalleşme programı konusunda anlaştılar. Ne oldu? Fransa liberalleşme için çok az enerji harcadı ve pazarını tamamen açma konusunda tarih belirlemeye yanaşmadı. Posta hizmetlerinde tam rekabete geçilmesi ertelendi. Almanya, üzerinde 12 yıl çalışılmış olan şirket devirleriyle ilgili bir AB direktifini çiğneyiverdi ve ardından Alman mülk sahiplerini korumak için yeni düzenlemeler yaptı. Büyük çaplı finans hizmetlerini liberalleştirmede uygulanacak Lamfalussy planı, Mart ayında Stockholm’de herkes tarafından onaylanmasına karşın, Avrupa parlamentosunda prosedür manevralarıyla sabote edildi. AB patent rejimi anlaşması, dil politikasındaki anlaşmazlıklar tarafından engellendi. Bu örnekler uzatılabilir.
Bu örnekler şunu gösterir, her ulusal hükümet “Avrupa bütünleşmesi ideali”ne yalandan bağlılığını ilân ederken esasen kendi “ulusal çıkarları”yla, yani kendi burjuvazinin çıkarlarıyla ilgileniyor. Öyle ki, Almanya’nın şirket satın almalarıyla ilgili yasayı sabote etme kararı, kendi şirketlerini yabancıların satın almasından –örneğin Vodafone’un Mannesmann’ı almak istemesi– koruma arzusunca güdülenmiştir. Enerji sektöründe liberalleşmeye Fransızların gösterdiği muhalefet, kendi devlet işletmeleri olan Electricité de France’ı desteklemek için tasarlanmıştı. Fransız hükümeti, daha açık pazarları olan devletlerin şirketlerini ele geçirmek için hırçın bir politika güderken, kendi ulusal tekelini korumaktadır.
“Avrupalılık” söyleminin arkasında, en güçlü Avrupalı devletlerin, özellikle de Avrupa’yı yönetmenin yollarını arayan Almanya ve Fransa’nın arzuları ve çıkarları yatıyor. Avrupalılık ideali söylemini, ancak daha küçük ülkeler ciddiye alıyor, çünkü kendi başlarına ayakta durmak için çok zayıflar ve aptalca bir şekilde Avrupa sahnesinde önemli oyuncular olabileceklerini düşünüyorlar. Buna ek olarak, onların da savunacakları bencil çıkarları var.

imparator 28-02-2007 12:33

Belçika “Avrupa kurumlarının” ana merkezi olma durumundan yararlanmaktadır ve bunun devlet hazinesine epeyce katkısı olmaktadır. Bu yüzden de “Avrupalılığı” en çok benimseyen ülke odur. Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve İspanya gibi daha cılız ekonomiler, Avrupa Birliği’nin sübvansiyonlarını genişletebildikleri ölçüde “Avrupalılığa” arzu duymaktadırlar. Ancak, bu sübvansiyonlar azaldığında ya da kaldırıldığında –ki yaşanan budur– bu arzular bir anda sönecektir. Ve önümüzdeki dönemde ekonomik kriz Almanya’yı yiyip bitirmeye başladığında, bugüne kadar faturanın büyük kısmını ödeyen Almanya bu rolden artık sıkılıverecek, bu da sübvansiyonların kaldırılması anlamına gelecektir.
Gerçek şudur ki, Avrupa’nın küçük devletlerinin önemi çok azdır. Bu 11 Eylül’ün ardından açığa çıkmıştır. Britanya (Amerika’nın yarı uydusu) Almanya ve Fransa’yla birlikte her şeye karar verdi. Diğerleri Londra’daki akşam yemeğine davet bile edilmediler. İtalyanlar avazları çıktığı kadar protesto ettiler. Diğerleri de bu durumdan şikayetçiydiler: “Bizlere AB’ye katılmak isteyen adaylar gibi davrandılar. Kararlar alındı ve sonra bizlere bildirildi.” Fakat ilişkilerin gerçek durumu aslında budur, yalnızca bu durum alenen dile getirilmiyor o kadar. Ancak Blair’in tipik kabalığı bunu açığa çıkardı. AB’nin ikincil kurumlarının paylaşımı üzerine Leaken’deki son kavga, Berlusconi’yi bütün kararları veto etmeye itti. İsveç Başbakanı, ülkesine hiçbir kurum bırakılmadığından şikayet ettiğinde, Chirac ona, belki de “böyle ‘güzel kızlar’a sahip oldukları için AB model ajanslarının üssü olmayı isteyebileceklerini” söyledi! Dört büyüklerin diğer Avrupa ülkelerini hor görmesinin örneklerinden biri.
AB’nin daha fazla genişlemesi, sorunu daha da kötüleştirecektir. Almanya, Fransa ve Britanya’nın diğer 22 Avrupa liderini davet etmeksizin toplantı yapamayacağını kabulleneceklerine cidden inanan var mıdır? Alman kapitalistler, Doğu Avrupa’da kendilerine yakın duran Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni Birliğe sokmak istiyor. Buna karşı çıkan Fransa, Romanya’nın da girmesini teklif ediyor. Bu da Alman ve Fransız çıkarlarının çeliştiğinin bir başka örneğidir. Sonunda, genişleme büyük bir olasılıkla devam edecektir. Fakat bu durumda, büyük AB devletleri, her halükârda egemen olmanın bir yolunu bulacaklardır.

imparator 28-02-2007 12:33

Britanya burjuvazisinin Avrupa ve euroya karşı belirsiz tutumu çeşitli faktörlerle açıklanmaktadır. Avrupa’da ticaret yapmak isteyen ve yüksek değerli sterlini istemeyen imalat sektörü ile yakın zamanlarda gücüne güç katan Londra’da çöreklenmiş parazit finans sektörü arasındaki keskin ayrım bu nedenlerden biridir. İmparatorluğunu kaybetmiş ve Avrupa’nın kıyısında ikinci-sınıf bir güce dönüşmüş olan Britanya egemen sınıfı, dünya gücü olma hayallerini terk etmek istememekte ve Avrupa’da bir rol oynama ile ABD emperyalizminin uydusu olma arasında gidip gelmektedir. Ancak euronun zayıflığı ve geleceği hakkındaki kuşkular da şüphesiz hesaba katılması gereken önemli faktörlerdir.
Gelişen kriz Avrupa devletleri arasındaki çelişkileri yoğunlaştıracaktır, özellikle de Almanya ile Fransa arasındaki çelişkileri; buna bir de her ikisi arasında manevra yapan Britanya’yı ekleyelim. Fakat ABD ile rekabet ihtiyacı yüzünden, AB’nin dağılması küçük bir olasılıktır. Avrupalı kapitalistler ayrı ayrı asılma korkusu yüzünden birlikte asılmayı tercih ediyorlar. Ama kapitalist bir temelde birleşik Avrupa hayali üzerine söylenecek tek söz, Lenin’in bir zamanlar söylediği sözdür: gerici bir ütopya.
Savaş ve dünya ekonomisi
Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından, Batıda sık sık “Barış Çağı”ndan söz edildi. Bütün dünyanın, ABD’nin himayesi altında uzun dönemli bir barış ve refah dönemine girdiği bir yeni dünya düzeni öne sürüldü. Fakat işler çok farklı gelişti. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak ABD’de silahlanma harcamalarında biraz azalma oldu. Mutlak rakamlarla ABD silahlanma bütçesi muazzam boyutlarda olsa da, Clinton döneminde ABD savunma harcamaları GSMH’nin yüzde 6,2’sinden yüzde 3,8’ine düştü. Artık bu durum değişmek zorunda. Amerikalı yorumcular, çoktandır, GSMH’nin en az yüzde 1’i kadar bir artışın söz konusu olabileceğinden söz ediyorlar. ABD bütçesinin bir kez daha açık vereceği dikkate alındığında, bu para, okullar ve hastaneler gibi daha az gerekli diğer kalemlerden kesilerek kapatılacaktır.
ABD emperyalizmi tepeden tırnağa silahlanma sürecindedir. Mevcut krizden önce bile, Birleşik Devletler, her Amerikan vatandaşı için yılda 804 dolarlık silah harcaması yapıyordu. Fransa silah harcamasında 642 dolarla ikinci sırada yer almaktadır. Ekonomik ve sınai gücünü tamamen kaybetmesine rağmen, Britanya hâlâ çok güçlüymüş gibi davranarak kişi başına 484 dolar harcamaktadır; bu rakam yıllar önce imparatorluğunu ve sınai üstünlüğünü yitirmiş bir ülke için anormaldir. Bu rakamlar, yaşadığımız çağın gerçek durumunu yansıtmaktadır: krizler, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler dönemi. Bunun sonucu, bütün gezegenin askerileştirilmesi yönünde genel bir eğilim olacaktır. Bir kez daha, bütün hükümetlerin nakaratı, “tereyağından önce silah” olacaktır.
Kimileri, ABD’nin askeri harcamalarındaki muazzam artış nedeniyle dünyanın resesyondan kurtulabileceğini iddia ediyorlar. Verilen tarihsel örnekler ise İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı ve Vietnam Savaşıdır. Fakat gerçekte, bu tür tarihsel paralellikler hiçbir şeyi kanıtlamaz. Amerikan emperyalizminin silahlanma harcamalarındaki büyük artışları kabul ettirmek için yaşanan krizi kullandığı doğrudur. 11 Eylül’den önce niyetleri buydu, fakat Cumhuriyetçiler muhalefetin korkusuyla rahat davranamıyorlardı. Artık istedikleri gibi doldurabilecekleri boş bir çeke sahipler.

imparator 28-02-2007 12:34

Seçilir seçilmez Bush, yeniden silahlanma davullarını çalmaya başladı. Eylül 1999’da yaptığı bir konuşmada –yani ABD ekonomisi resesyona girmeden önce– Bush, Amerikan silahlı kuvvetlerini “zayıf” bıraktığı ve yeniden silahlanma programını istemediği için Clinton’ı suçlamıştı: “Son yedi yıl, ataletle ve boş konuşmalarla harcanmıştır.” “Artık geleceğe yeni anlayışlarla, yeni stratejilerle, yeni bir kararlılıkla şekil vermeliyiz.” (BusinessWeek, 24 Aralık 2001)
11 Eylül öncesinde bile, Pentagon 3700 savaş uçağına 340 milyar dolardan fazla harcama yapmayı planlıyordu: Lockheed Martin Şirketinin F-22 Raptor, Joint Strike Fighter ve Boeing’in Superhornet uçakları. Fakat bunlar, yeni geliştirilen kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, gerçekten antika oyuncak olarak kalırlar. BusinessWeek (24 Aralık 2001) şu raporu veriyor:
“Nokta hedefli silahlar da öncelikli olacak. Bulutlar yüzünden körleşebilen lazer güdümlü bombalara ilâveten, ABD, her türlü hava koşulunda hedeflerini bulabilmek için Küresel Yer Bulma Sistemini (GPS) kullanan Birleşik Doğrudan Saldırı Silahlarını (JDAM) kullanacaktır.” Boeing geçenlerde Predator gibi insansız savaş uçakları yapmak için bir birim oluşturdu, bunlar keşif uçağı olarak kullanılmalarının yanı sıra füze de ateşleyebilecekler.
SSCB’nin ortadan kalkması dünya ölçeğinde yeni bir durum yaratarak ABD silah planlamacılarını yeni stratejiler geliştirmeye zorladı. Avrupa’da muazzam Sovyet konvansiyonel kuvvetleriyle karşı karşıya gelmeye hazırlanmış bir ordu yerine, dünyanın herhangi bir yerine hızla konuşlandırılabilecek, daha küçük, daha esnek kuvvetler ve daha küçük, teknolojik olarak ileri, “akıllı” silahlar geliştiriyorlar. Nokta hedefli bombaların ve insansız kara araçlarının (UAV) geliştirilmesi, ABD’ye öyle korkunç bir ateş gücü sağladı ki, Rus Bilimler Akademisinden Alexander Saevliev gibi savunma analizcileri “savaşın karakterinin değiştiği”ni ileri sürdüler.
Bununla birlikte, tarih, savaşın karakterinin 2000 yıl boyunca sürekli değiştiğini gösteriyor bizlere. Burada farklı olansa, yeni teknolojiler değil dünya ölçeğindeki güçler dengesidir. SSCB’nin çöküşü, tek bir süper gücün var olduğu anlamına gelmiştir. Devasa askeri gücüne rağmen savaşın karakteri köklü bir şekilde değişmemiştir. Son tahlilde, savaşları tek başına bombalar değil karada savaşan askerler kazanır ya da kaybeder. Eli bıçaklı ve maket bıçaklı bir avuç adamın dünyanın en büyük süper gücüne bu kadar korkunç bir zarar vermesi şaşırtıcı bir olgudur. Düşük teknolojik yöntemlerle (en etkin taşıma yöntemi eşektir) yürütülen Afganistan’daki savaş, halen başarılı bir şekilde çözülmekten çok uzaktır.

imparator 28-02-2007 12:34

ABD’nin savunma harcama politikaları, çoğunlukla ekonomik değil politik ve stratejik nedenlerce belirlenmektedir. Bu, ekonominin çıkarları için manipüle edilecek bir Merkez Bankası şubesi değil, ABD askeri yönetiminin ihtiyaçlarının ve ABD emperyalizminin dünya rolünün bir ifadesidir. Askeri harcamalar ekonominin bir kesimine (askeri ekonomik kompleks) yardımcı olsa da ve bu sektördeki krizi kısmen hafifletse de, bu yalnızca sermaye ve kaynakları ekonominin diğer sektörlerinden çekmeye yarar. Gerçek ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı bir ortamda, bunun şirket kârlılığının genel düzeyini iyileştirme yönünde hiçbir etkisi olmayacaktır. Uzun dönemde enflasyonist sonuçlara yol açacak ve durumu daha kötü hale getirecektir. Her halükârda, bazı insanların hayal ettiği etkiyi yaratmayacaktır.
Mevcut dünya durumu, 1941, 1952 ya da 1964’teki durumdan oldukça farklıdır. 1941’de Amerika resesyondan henüz çıkmıştı ve savaşın geniş silahlanma programının işsizliğin azaltılmasında ve üretimin artırılmasında belirleyici bir etkisi olmuştu. Bugün ABD ekonomisi uzun bir boomdan sonra resesyona girmiştir. Dünya ekonomisinin gidişatı hızlı bir iyileşmeye işaret etmemektedir. 7 Ağustos 1964’te, Kongre, Vietnam’a yönelik ABD müdahalesinin artırılmasını destekleyen Tonkin Körfezi kararını onayladığında, ekonomi 1961’in başlarında sona eren 10 aylık bir resesyondan çıkıp çoktan iyileşmişti. Vietnam Savaşı boyunca askeri harcamalar bu genişlemenin ilerlemesine (ve son sürat giden enflasyon sürecinde) yardımcı oldu, fakat bir iyileşmeye yol açmadı.
Öte yandan askeri harcamaların miktarı 1939-45 yıllarındaki durumla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD’nin silah harcamaları 1944’te tepe noktasına ulaşmıştı. O yıl, silahlanma harcaması, Amerika’nın savaş öncesi GSMH’sinin yüzde 60-70’i kadardı. 1952’deki Kore Savaşının tepe noktasında, ABD askeri harcamaları, GSMH’nin yüzde 11’i kadardı. Vietnam Savaşının tepe noktasında ise, GSMH’nin yüzde 2’sinde kaldı. Fakat on yıl önceki Körfez Savaşında bu rakam GSMH’nin yalnızca yüzde 0,3’üydü, ve pek çok ekonomist bir yıl sonra başlayan ekonomik iyileşmede bu harcamanın rolünün çok küçük olduğu ya da hiç olmadığı konusunda hemfikirdir. Her halükârda bu son derece yavaş karaktere sahip bir iyileşmedir.
Irak 7 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ettiğinde, ABD ekonomisi sekiz aydır resesyondaydı. ABD petrol fiyatlarındaki artıştan kötü şekilde etkilenmişti, askeri harcamalardaki cüzi ve geçici artış ekonomiye ciddi anlamda bir ivme vermek için yeterli değildi. Dünyanın geri kalanının, özellikle de o sırada hızlı bir büyüme yaşayan Asya “kaplanları”nın verdiği itki, resesyonun depresyona dönüşmesini engelledi. BusinessWeek’te(5/11/2001) yazan Robert J. Baro şu yorumu yapıyor: “Diğer üç savaştan çıkan analizler, iyileşmenin çok küçük bir kısmının Körfez Savaşından kaynaklandığı izlenimini uyandırmaktadır.”

imparator 28-02-2007 12:34

Şimdiki durum, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam ya da Kore Savaşındaki durumdan daha çok, on yıl önceki durumu benzemektedir. Yalnız bir farkla, dünya ekonomisinin durumu çok daha berbat. Daha 11 Eylül arifesinde, Birleşik Devletler’in keskin bir düşüşe uğradığı ve tarihteki en uzun dönemli ekonomik genişlemenin artık sona erdiği çok açıktı. Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı, bu resesyonist eğilimleri hızlandırıcı ve kötüleştirici bir katalizör görevi gördü yalnızca.
Mevcut “terörle savaş”, çok özgül türden bir “savaş”tır. Oysa İkinci Dünya Savaşı ve daha az oranda olmak üzere Vietnam ve Kore Savaşları, tankların ve diğer ekipmanların çoğunun yenilenmek zorunda kalacak şekilde tahrip edilmesine yol açmışken, Afganistan’da tüketilenler sadece ve sadece bombalardır. Bunun da üretime fazla itki verici bir etkisi olamaz, hatta askeri rakamlara bile. Ve kesinlikle dünya ölçekli genel bir aşırı üretim krizinin etkilerini gideremez. Bush’un aldığı önlemler kâğıt üzerinde mükemmel görünebilir, fakat 1941’deki genel seferberliğin ABD ekonomisine pompaladığı muazzam miktarlarla kıyaslandığında oldukça yetersiz kalmaktadır ve hatta Vietnam Savaşındaki düzeye bile ulaşamayacaktır.
Sonuçları benzer şekilde sınırlı olacaktır. Moscow Times (10 Ekim 2001), Harvard Üniversitesi ekonomi profesörü N. Gregory Mankiw’in sözlerini aktarıyor: “Benim tahminime göre, bu, önceki savaş dönemi ekonomilerine tamamen benzemeyecektir. Mali itki beklediğimden daha büyük olmadıkça, farklılıklar geçmişe benzerliklerden daha fazla olacaktır.”
Uluslararası ilişkiler
ABD emperyalizmiyle SSCB arasında bölünmüş bir dünyanın yanı sıra uzun dönemli ekonomik yükseliş, uluslararası ilişkilerdeki bu göreli istikrara maddi zemin hazırlamıştı. Bu sözde barışa ulaşabilmelerinin nedeni, bir yandan güçlü Stalinist Rusya öte yandan ise güçlü ABD emperyalizmi arasındaki yıldırıcılık dengesiydi. Fakat artık her şey değişmiştir. ABD emperyalizminin tek başına mutlak güç olarak çıkması, eşi görülmedik bir dünya durumu yaratmıştır.
Daha önceki metinlerde de açıkladığımız gibi, geçtiğimiz on yıl boyunca yeni bir güçler dengesi oluşmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce, iki süper güç, ABD ve SSCB, birbirlerini dengelemekteydi ve bu da dünya durumuna göreli bir istikrar sağlamaktaydı. ABD’nin Irak’a saldıracak ya da Yugoslavya’yı bombalayacak cesaretinin olduğu kuşku götürmez. Sovyetler Birliği’nin bir süper güç olarak ortadan kalkması, Birleşik Devletler’in tek dünya gücü olarak ortaya çıkmasına olanak tanımış ve daha saldırgan bir dış politika geliştirmesi konusunda kendine güvenmesini sağlamıştır.

imparator 28-02-2007 12:34

Şimdi bu emperyalist azgınlık en son dereceye kadar yükselmiştir. Afganistan’daki savaş, kapitalizmin dünya krizinde yeni bir dönemece işaret etmektedir. ABD emperyalizminin ana hedefi, Amerika’da yaşanan terörist saldırıyı, kendi konumunu dünya ölçeğinde güçlendirmek için bahane olarak kullanmaktır. Bu, ABD’nin askeri gücünü dünyaya bir hatırlatma aracıdır. Afganistan’a saldırının ardından Irak’a, belki de Sudan ve Somali’ye diğer “misilleme”ler gelecektir.
Amerika dünya tarihindeki en büyük emperyalist güçtür. Elinde en şeytani ve uzmanlaşmış imha araçları bulunmaktadır. Fakat yine de kaygan bir zemin üzerinde durmaktadır. 11 Eylül’den sonra ABD emperyalizmi, hiçbir net hedefi ve stratejisi olmaksızın savaşa atladı. Elbette en temel sorunlar, nesnel faktörler ve geniş tarihsel süreçler tarafından belirlenir, kişisel tercihler tarafından değil. Ama savaşlarda ve devrimlerde bireyin (önderliğin) rolü hiçbir suretle yadsınamaz. Bu, sınıf mücadelesinin gelişim ortamını etkileyen her türlü bükülmeler ve karşı-akıntılar üreterek, kısa dönemde çok güçlü etkiler yapabilir, ve yapar. Şu anda dünya üzerindeki en güçlü ülkenin önderliği, tarihteki en aptal ve dar görüşlü önderliktir. Bush Amerikan emperyalizminin gücünü göstermek istiyor, fakat bütün çelişkileri daha da şiddetlendirmekten başka bir şey yapmıyor. Gerçekte Afgan macerası, Amerika’nın gücünün sınırlarını göstermiştir.
Kanlı savaş denklemini tam olarak hesaplamak ve sonucunu kesin bir biçimde öngörmek her zaman imkânsızdır. Troçki, İkinci Dünya Savaşının çok çabuk biteceğini düşünmüştü. Fakat savaşın kendi mantığı vardır ve bunu önceden belirlemek mümkün değildir. Aynı şey Afganistan’daki savaş için de geçerlidir. Afganistan’da, askeri güçlerine rağmen Amerikan emperyalistleri, kazananın olmadığı bir durum içindedirler. Daha önce ilân ettikleri savaş hedeflerine ulaşsalar dahi, sonunda kaybeden onlar olacaktır. Çünkü eylemleriyle bütün bölgeyi ve dünyanın diğer kısımlarını istikrarsızlaştırmıştır.
İkinci Bölüm
Emperyalizme Karşı Mücadele
Kapitalizmin gerici yapısı dünya çapında açığa çıktı. Bu, özellikle sözde Üçüncü Dünyada daha belirgin bir şekilde gerçekleşti. Son dönemde dünya çapındaki işbölümünün eşi benzeri görülmemiş derecede artmasına tanık olduk. Fakat eski sömürge ülkeler bundan yararlanamadılar. Tersine, sözde Üçüncü Dünyanın ileri kapitalist ülkeler tarafından sömürülmesi son dönemde aşırı şekilde arttı.
Eski sömürge ülkeler bağımsızlıklarını elde etmelerine rağmen, kendilerini elli yıl öncesine göre emperyalizme daha da bağımlı buldular. Güneydoğu Asya özel nedenlerden dolayı üretim araçlarını geliştirmede başarılı oldu, fakat şimdi çökmüş durumda. ABD’deki kriz ve ihracata aşırı bağımlılıkları onları uçuruma sürükledi.

imparator 28-02-2007 12:34

Eski sömürge ülkelerin aşırı derecede sömürülmesi ticaret rakamlarından da anlaşılabilir. Petrol hariç hammadde ürünlerinin fiyatları rekor derecede düştü. Dünya ürün fiyatlarına ilişkin The Economist Endeksi, 150 yılın en düşük seviyesinde bulunmaktadır. Kapitalist temelde hiçbir çıkış yolu yoktur. Kitlelerin hayat standardı bu ülkelerin birçoğunda artmamış hatta düşmüştür. Dünya nüfusunun yarısı şu an günde iki dolarla veya daha azıyla yaşamaktadır.
Emperyalist kesimler bile mevcut durumun tehlikeli sonuçlarını fark etmeye başlamışlardır ve eski sömürge ülkelerin borçlarının iptal edilmesi ve yapılan yardımların artırılması için çağrı yapmaktadırlar. Fakat bu önlemler okyanustaki bir damla gibi olacaktır. Yoksul ülkelerin durumuyla ilgili duygusal sözler, timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir. Borçlar durmaksızın dağ gibi birikmeye devam ediyor. Kriz derinleştikçe, emperyalist ülkeler ticari özgürlük (yoksul ülkeler söz konusu olduğunda bu daima görelidir) heveslerini kaybedecekler ve Afrika’dan, Asya’dan ve Latin Amerika’dan gelen ithal ürünlere karşı korumacılık önlemlerine başvuracaklardır. Bunun dünya resesyonundan orantısız bir şekilde zarar gören bu ekonomiler üzerinde çok ciddi sonuçları olacaktır.

imparator 28-02-2007 12:34

ABD emperyalizminin gerçek planı, Asya’nın, Afrika’nın, Orta Doğu’nun ve Latin Amerika’nın çok daha aşırı sömürülmesidir. Amerika’nın, Japonya’nın ve Batı Avrupa’nın uygarlığı ve “demokrasisi”, dünya nüfusunun yarısını iki dolara veya daha az bir miktara mahkûm etmiş bu köleliğe hiç de azımsanmayacak ölçüde bağlıdır. Fakat bu, eski sömürge ülkelerdeki yeni devrimci yükselişlere çıkarılmış bir davetiyedir. Patlamalar her yerde hazırlanıyor. Devrimci gelişmelerin potansiyeli eski sömürge ülkelerin hepsinde görülüyor; Ekvator, Kolombiya, Peru, Venezuela, Arjantin, İran, Endonezya, Filistin, Güney Kore, Zimbabwe, Cezayir ve hatta Suudi Arabistan’da.
Yeni karışıklıklar çıkması kaçınılmazdır. SSCB’nin çöküşünden sonra tüm Orta Asya son derece istikrarsız hale gelmiştir. Afganistan’a beceriksiz bir şekilde müdahalede bulunan Amerikan emperyalizmi bu istikrarsızlığı daha da artırmıştır. 30/10/2001 tarihli Financial Times, Orta Asya’yı, yoksulluktan, daha da kötüye giden sağlık ve sosyal hizmetlerden, ciddi çevresel tahribatlardan ve otoriter hükümetlerden mustarip bir bölge olarak tanımlıyordu.
Her yerde patlamalı çelişkiler mevcut. Bunlar gelecekteki savaşların ve çatışmaların tohumlarıdır. Özbekistan diktatörü İslam Kerimov, otoriter, yozlaşmış ve hiç sevilmeyen bir liderdir. Muhalif Özbekistan İslami Hareketinin, gerilla kamplarının üslendiği Afganistan’la bağları vardır. Fakat Amerikalılar Kerimov’u destekleyerek iç çelişkileri daha artırmışlardır. Kerimov’un bölgeye hakim olma planları vardır. Orta Asya’nın toplam 57 milyonluk nüfusunun 25 milyonunu Özbekler oluşturmaktadır.
Özellikle Özbekistan ve Tacikistan arasında Afganistan’a da yansıyan gerilimler mevcuttur. Bu gerilimler, son savaşta bile karşı karşıya gelen Kuzey İttifakı içindeki Dostum ve Tacikler arasında süren çatışmalar şeklinde su üstüne çıkmaktadır. Orta Asya ve Hazar’ın petrolüne ve gazına sahip olmak isteyen emperyalistlerin açgözlülüğüyle birlikte, bu son derece patlayıcı bir karışımdır.
Baktığınız her yerde aynı hikâyeyi görürsünüz. Afrika, Sahra’dan Capetown’a kadar kargaşa içindedir. Birçok ulus, farklı emperyalist ülkelere yaslanarak, tarım ve maden kaynaklarını kontrol etmek için birbirleriyle savaşıyor. Son birkaç senedir, Ruanda ve Brundi’deki katliamlar, Kongo’nun kaos içine düşmesi, on yıldan fazla bir süre boyunca Sierre Lieone, Liberya ve Gana arasındaki üçgende süren savaşlar gibi çalkantılı olaylara tanık olduk. Nijerya’da sürekli etnik ve dini çatışmalar var. Barbarlık, her yerde insanlığı içine çekmekle tehdit etmektedir.

imparator 28-02-2007 12:35

Latin Amerika İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en derin ekonomik kriz içerisindedir. Tierra del Fuego’dan Rio Grande’ye kadar istikrarlı bir tek burjuva rejimi yoktur. Sosyalist devrim için gerekli koşullar, eski sömürge ülkelerde en azından yarım asırdır olgunlaşmış durumdadır. Hatta bu koşullar aşırı olgunlaşarak çürümeye yüz tutmuştur. Çürüyen kapitalizm, birbiri ardına bütün ülkeleri barbarlıkla tehdit etmektedir. Ne kadar bomba atarlarsa atsınlar, emperyalistlerin bunu durdurabilmelerinin yolu yoktur Bu zamana kadar devrimin başarıya ulaşamamasının nedeni emperyalizmin güçlü olması değil öznel faktörün zayıflığıdır: gerçek bir devrimci parti ve önderliğin bulunmaması.
Cezayir örneği çok önemlidir, çünkü köktendinci gerillalarla askeri rejim arasında on yıl devam eden ve arkasında binlerce kurban bırakan çok şiddetli ve kanlı bir iç savaşla harap olan bir ülkede kitle ayaklanması gerçekleşti. Hafiflemediği belli olan koyu bir gericilik durumundan kitlesel bir öfke patlaması doğdu. Cezayir’deki durum önemlidir, çünkü pek çok burjuva düşünür, İran’daki rejimin yanı sıra FIS’in yükselişini de köktendinciliğin yükselişi olarak sundular ve bunu Müslüman bir geleneğe sahip ülkelere özgü ve ebedi bir şey olarak gösterdiler. Şu anda her iki ülkede de işçileri, özellikle de gençleri, var olan toplumsal düzeni değiştirmek için yapılan ayaklanmaların başında görüyoruz. Bu ülkelerdeki kitleler, söz konusu gerici hareketlerin hiçbir alternatif sunmadığını değişik yollardan anladılar. Geçmişte Marksistler, İran’da Humeyni’nin zaferini ve Cezayir’de FIS’in seçim zaferini, geleneksel sol örgütlerin alternatif sunamamasının ve yanlış politik stratejilerinin bir sonucu olarak değerlendirmişlerdi. Köktendinciliğin çılgınlığı, onu iktidarda denedikleri ölçüde kitleler açısından cazibesini yitiriyor, tıpkı İran’daki gibi. Ve Cezayir’de gençliğin en devrimci kesimleri, köktendinciliğe kapılmayıp, kapitalizm yanlısı generallere karşı mücadelelerinde başka bir yol arıyorlar. Gençlerin isyanı tüm halka, Berberi bölgelerinden ülkenin geri kalanına yayıldı. Ulusal çapta örgütlenmiş komiteler kuruldu. Bu komiteler, taşımacılık, medya, hukuk ve düzen gibi devlet işlevlerini üstlendiler ve mücadeleye önderlik ettiler. Diğer bir deyişle bunlar embriyonik haldeki sovyetlerdi.
Bu halk komitelerinin oluşumu, bu hareketlerin ileri karakterini yansıtır, fakat aynı zamanda devrimci önderliğin belirleyici rolünün de altını çizer. Ekvador’da ya da Cezayir’de, işçiler, köylüler ve gençler arasında kök salmış sadece birkaç yüz kadrodan oluşan bir Marksist eğilim, tüm olayların gidişatını değiştirebilirdi ve devrimci sürecin başarıyla sonuçlanmasını garanti edebilirdi. Cezayir’deki bu kitle patlamasına yol açan nesnel koşullar, pek çok Arap ülkesindeki (Fas, Tunus, Mısır vs.) koşullardan hiç de farklı değildir. Gelecek dönemde, benzer tipte hareketler buralarda da kaçınılmaz olacaktır. İşçilerin ve köylülerin tek bir ülkede dahi kazanacağı zafer, bütün durumu değiştirecektir.
Emperyalist güçlerin tepeden tırnağa silahlanmalarının temel nedeni, eski sömürge halklarının isyanında yeni bir evreye hazırlanmaktır. ABD emperyalizmi son süreçte kimsenin yapmadığı kadar çok savaş yürütmüştür, özellikle de cevap veremeyecek kadar zayıf ülkelere karşı: Libya, Grenada, Lübnan, Somali, Haiti, Panama, Nikaragua. 13 yıl boyunca Vietnam’a karşı kanlı ve yıkıcı bir savaş yürüttüler. ABD’deki kitlesel muhalefet ve ABD ordusunun Vietnam’da bozguna uğraması nedeniyle bu savaşı kaybettiler.

imparator 28-02-2007 12:35

Pentagon, Vietnam’dan bu yana Amerikan askerlerinin kara savaşına girmesine karşıdır. Fakat er ya da geç bu kaçınılmaz olacaktır. Eski bir general olan ve George W. Bush’tan daha zeki olan Colin Powell, Amerika’nın sadece çok büyük bir güç yığdığı ve bir çıkış stratejisi olduğu zaman müdahale etmesi gerektiğini düşünüyor. ABD emperyalizminin muazzam ateş gücü dikkate alındığında, bu olağanüstü derecede ürkek bir konumdur. Kendini Beyaz Saray için hazırladığı aşikâr olan Powell gibi bir adam tarafından bunun öne sürülmesi, ABD emperyalizminin stratejistlerinin, Amerika’nın yabancı maceralara girmesinin sonuçlarına ilişkin derin kaygılarını açığa çıkarıyor. Bu, ABD emperyalizminin gücünün sınırlarının farkında oluşu gösteriyor.
Bununla birlikte, ABD emperyalizmi her yere müdahale etmeye hazırlanıyor. Gerillalarla savaşması için Kolombiya hükümetine 1,3 milyar dolar verdikten sonra, şimdi de Filipinler hükümetine yaptığı yıllık 2 milyon dolarlık askeri yardımı 100 milyon dolara çıkarmıştır. Başkan Bush, Powell doktrininin çok ürkek olduğunu ve ABD’nin kara birliklerini dış çatışmalara sokmasının zamanı geldiğini düşünen yönetici kesimi temsil ediyor. Körfez Savaşında, Kosova’da ve Afganistan’da “zafer” olarak gördükleri şeyle kendi ellerindeki kozları güçlendiriyorlar. İronik bir şekilde izolasyonist bir politikayla iktidara gelen Bush, şimdi Irak’a, Sudan’a ve Somali’ye müdahalelerden bahsediyor. Pentagon halen ABD’nin bir kara savaşına girmesinden korkmasına rağmen, olayların akışı Amerika’yı hiçbir dirençle karşılaşmadan o yöne doğru çekiyor. Yeni sarsıntılar hazırlanıyor ve bunların her biri, eski sömürge ülkelerde muazzam bir istikrarsızlığa ve belli bir aşamada Amerika’da ve diğer gelişmiş ülkelerde büyük tepkilere yol açabilir.
Marksizm ve savaş
Bazı açılardan 1914 öncesi dönemi anımsatan uzun süreli bir boom ve göreli istikrar yaşadık. Şimdi her şey parçalanıyor. Fakat 1914’te emperyalistler dünyayı kolayca yönetebilirlerken, artık durum bu değildir. Üretici güçler her yerde çıkmazdadır. Kuşkusuz bu üretici güçlerin daha fazla gelişemeyeceği anlamına gelmez (üretici güçler, 1930’lardaki büyük bunalım sırasında bile belli bir ölçüde büyümüştür). Geçici boom’ların olmayacağı anlamına da gelmez. Fakat 1945’ten sonraki uzun yükseliş dönemi boyunca kapitalizmin yaşadığı türden bir büyüme artık gündemde değildir. 1990’ların ikinci yarısındaki geçici boom, kapitalizmin küresel kriziyle son bulmuştur ve bu durum ekonomik krizde, artan çelişkilerde ve sürekli savaşlarda ifadesini bulmuştur. Bu, yeni bir döneme, dünya çapında bir fırtına ve gerginlik dönemine girdiğimiz anlamına geliyor. Dünya devrimi çağı. Bu, barış ve istikrar dönemi değildir, bilâkis tam tersi geçerlidir. Savaşlar bu dönemde kaçınılmazdır ve belirli koşullar altında savaştan devrim doğabilir. Eski istikrar yerini her düzeyde istikrarsızlığa bırakmıştır. Ve belli bir aşamada bu işçi sınıfının bilincinde ifadesini bulmak zorundadır.

imparator 28-02-2007 12:35

İster uluslararası savaş olsun ister sınıf savaşı (devrim) olsun, tüm önemli konular savaşlar tarafından çözüme bağlanır. Lenin’in Emperyalizm kitabını yazdığı dönemdeki gibi, şimdiki çağda da, kapitalist bir bakış açısından savaşın amacı pazarları, ham maddeleri ve nüfuz alanlarını ele geçirmektir. Önümüzdeki dönemde birçok savaş yaşanacaktır; geçmişteki dünya savaşları gibi değil, fakat Körfez Savaşı ve Afganistan’daki savaş gibi “küçük” savaşlar. Emperyalist ülkeler arasındaki çatışmalar, ekonomik kriz ve dünya çapındaki istikrarsızlık koşullarında muazzam ölçüde artacaktır. Küçük pazarlar için bile çok büyük mücadeleler yaşanacaktır. Emperyalistler, kendileri için mücadele etmeleri amacıyla yerel ajanlarını kullandıkları kirli taşeron savaşları başlatmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Bunu sadece Afganistan’da değil, Afrika’da (Kongo, Sierra Leone, Liberya) ve Irak’ta da görüyoruz. Bu tür çatışmalar tüm bölgelere yayılabilir ve milyonlarca insan için kâbus yaratabilir. Savaşa karşı tutumumuzu belirleyen, savaşın dehşeti değil kapitalizmin dehşetidir. Bizler sınıfsal bir tutum takınırız, pasifistlerin ve “Solcular”ınki gibi duygusal bir tutum değil. Bizim temel görevimiz; sabırlı bir şekilde ileri işçilere ve gençlere savaşın gerçek anlamını açıklamak, ikiyüzlü propagandanın maskesini düşürmek ve savaşın ardındaki sınıfsal çıkarları açığa çıkarmak, yani savaşın “politikanın başka araçlarla devamı” olduğunu göstermektir.
Savaş, her eğilimi teste tâbi kılar. Reformistler umutsuzluklarını daima savaş zamanlarında açığa vururlar. Sağ reformistler açıkça emperyalizmi desteklerler, özellikle de güçlü olan tarafı (Amerika). Sollar, gözü yaşlı pasifist tutumu benimserler ve Birleşmiş Milletleri müdahale etmeye çağırır. BM geçmişte sadece ikincil konuların halledildiği ve istim salmak için eski sömürge ülkeleri içine alan bir forumdu. Şu andaki durumu öyle bile değildir. Tamamen ABD emperyalizminin kontrolü altındadır. “Solcular”ın sürekli dillendirdikleri BM müdahale etmelidir talebi, hem ütopiktir hem de gericidir. Hem Körfez Savaşında hem de Afganistan’da, BM, ABD emperyalizminin saldırganlığına “legalite” örtüsü sağladı, aynen daha önce Kore’de ve Belçika Kongo’sunda yaptığı gibi.
Temel olan, emperyalist savaşlara karşı amansız karşı duruştur. Diğer yandan, burjuva pasifizmine de tamamen karşıyız. Bazı ultra sol grupların yaptıkları gibi vicdani reddi ya da askerlikten kaçmayı desteklemek söz konusu dahi olamaz. Böyle tutumların Leninist devrimci bozgunculukla ortak hiçbir yanı yoktur. Savaş üzerine ahlâki bir konumumuz yoktur. Bizim politikamızı belirleyen şey sınıfsal çıkarlardır. Taliban’ın suçları veya daha da ötesi Saddam Hüseyin’in ya da Savaş öncesinde Vargas’ın yahut Haili Selassie’nin suçları değil.

imparator 28-02-2007 12:35

Sektlerin kafa karışıklığı
İkinci Dünya Savaşından önce Brezilya ve İngiltere arasında bir savaş olasılığı ortaya çıktığı zaman Troçki, yarı-sömürge bir ülkeyle bir emperyalist devlet arasındaki savaşta Marksistlerin ikincisine karşı ilkini savunmakla yükümlü olduğuna işaret ediyordu. Hükümetin karakteri belirleyici bir etmen değildi. Bundan dolayı, Brezilya’daki Vargas rejiminin aşırı gerici hatta yarı-faşist karakterine rağmen, bir Marksist demokratik İngiltere’yle savaş durumunda Brezilya’yı desteklemek zorundaydı.
Troçki bu fikri geliştirmediyse de, sorunun özü çok basittir: sömürge ya da yarı-sömürge ülkelere karşı yürütülen tüm emperyalist savaşlara, bu ülkelerde iktidarda bulunan hükümetin türüne bakmaksızın karşı çıkmak gerekir. Bir Marksist için bu ABC’dir ve üzerinde daha fazla durmak gereksizdir. Bununla birlikte sekterler, Troçki’nin argümanını her zamanki gibi karikatürleştiriyorlar. Doğru bir argümanı absürd bir uç noktaya taşıyarak yanlış bir argümana dönüştürmek daima mümkündür.
Sağlam bir anti-emperyalist çizgiyi savunurken, Troçki hiçbir zaman Varga’yı savunmak ya da onun rejimine muhalefet etmeyi bırakmak gerektiğini söylemedi. Tersine, hem Lenin hem de Troçki, emperyalizme karşı başarılı bir mücadele yürütmekten aciz oldukları için sömürge ülkelerin burjuvalarını amansız bir şekilde eleştirmiştir. Afganistan konusundaki tutumumuz, Lenin’in ve Troçki’nin klasik tutumuna dayanmaktadır. Afganistan’a yönelik emperyalist saldırganlığa karşı mücadele ederiz. Taliban’ın gerici karakteri bu tutumumuzu en ufak ölçüde etkilemez. Fakat bu bizim Taliban ya da bin Ladin’le aynı tarafta olduğumuz veya onların gerici politikalarını mahkûm etmeye son verdiğimiz anlamına gelmez.
Sekterler, düşünülebilecek her türlü hatayı yaparlar, bazen de akıl sır ermez hatalar yaparlar. Bu özellikle savaş zamanlarında geçerlidir. Lenin ve Troçki’yi herhangi bir şey anlamadan veya özümsemeden okuyan herkes kendini büyük teorisyen zannediyor. Bu yüzden Yugoslavya örneğinde, Hırvatları desteklemekten (CWI), Sırpları, Boşnakları, KLA’yı vs. desteklemeye kadar, düşünülebilecek her türlü permütasyona tanık olduk. Bunlardan hiçbiri sınıfsal veya enternasyonalist bir tutumu savunmamıştır. Artık Taliban’ı ve İslam’ı destekleyerek deliliği had safhaya vardıran sözde Troçkistlere de sahibiz. Bu yanlış olmakla kalmayıp, Marksist açıdan korkunçtur da.
Kendilerine has kıvırma ve bükülmeleriyle, sektler, özellikle ulusal sorun ve emperyalizme karşı mücadele konusunda kendilerini daima en saçma pozisyonlara sokarlar. Sonunda daima burjuvaziye ve küçük-burjuvaziye teslim olurlar ve sınıfsal tutumdan vazgeçerler. Kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalizme karşı mücadeleyi savunmak, kazara emperyalizmle çatışma içine girmiş her gerici ulusal eğilimi savunmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Hem bin Ladin’in hem de Taliban’ın çok da uzun olmayan bir zaman önce emperyalizmin yaratıkları olduklarını ve Kabil’deki Moskova yanlısı rejimi yok etmek için beraber çalıştıklarını hatırlayalım. Bu gerçeklerin üzerinden atlamak son derece hafiflik olur.

imparator 28-02-2007 12:36

Taliban (ve suç ortağı bin Ladin) en korkunç karşı-devrimcilerdir. Ve bu Afganistan’daki savaşa (dünyanın en güçlü emperyalist devletinin, dünyanın en yoksul ülkelerinden birine saldırdığı bir emperyalist savaş) karşı tutumuzu belirleyemezse de, gözden kaçırılmamalıdır. Biz emperyalizme karşı mücadele ederiz ve bu yeterlidir. Emperyalistlere karşı başarılı bir savaş yürütmekten tümüyle aciz olduğunu gösteren Taliban’a katılmak zorunda değiliz. Savaş –en iyi ihtimalle– Afgan halkının yabancı bir işgalciye karşı yürüttüğü bir gerilla mücadelesi şeklinde devam ediyorsa, bu, Afgan halkını bir felâketten diğerine sürükleyen Taliban sayesinde değildir.
Genelde bu insanların mantığı, “bir şeyler yapmalıyız” şeklindedir. Fakat gereken şey olumlu bir şeyler yapmaktır, örneğin Batıdaki işçilerin politik bilinç düzeylerini yükseltmek gibi. Bunlar, keskin ve histerik propagandalarıyla, onları dinleme zahmetine katlanan birkaç insanının bilinç düzeyini daha da düşürmeye yardım ederken, aynı zamanda Troçkizmin adını da lekeliyorlar. Taliban’ın (geçmişteki bazı ufak hatalarına rağmen) şimdi “emperyalizme karşı savaştığını”, bu yüzden artık geçmişi unutmak ve birleşik bir mücadele cephesi oluşturmak gerektiğini savunuyorlar. Gerçekte Taliban, ABD emperyalizmine karşı Panama’daki Noriega’dan daha başarılı bir mücadele yürütemez. Emperyalizme ağır bir yenilgi tattırmak için, başka politikalara –devrimci politikalara– ihtiyaç vardır. Londra, Paris ve New York’un kafe barlarındaki sekterlerin yürüttüğü “mücadele”ye gelince, en iyisi hiç konuşmamaktır.
Eğilimimiz, savaş konusunda sınıfsal bir tutumu savunan siciliyle gurur duyabilir. Devrimci partinin sektlerin boş laflarıyla değil gerçekte nasıl kurulacağını bilmemiz gerekiyor. İşçi yığınlarının, savaşın başında, “çocuklarımızı” desteklememiz gerekir temelinde savaş yanlısı bir tutum almaları normaldir. Savaşı destekleyen işçilere karşı, sektlerin keskin ultra-sol tutumunu değil, sabırlı bir tutum takınmalıyız. İşçilerin tutumları savaş deneyimi içinde kendiliğinden değişecektir. Bu arada saçma sloganlarla ve hareketlerle kendimizi yalıtmamalı, sınıf içinde yankı uyandıracak sloganlar geliştirmeye çalışmalıyız. Uygun geçişsel talepler geliştirmeliyiz. Örneğin büyük şirketlerin savaş kârlarına el koyulması ve bu fonların hastane, okul yapımında kullanılması vs.

imparator 28-02-2007 12:36

Elimizdeki tüm araçlarla emperyalist savaşlara karşı çıkarken, her zaman tutarlı bir sınıfsal tutum takınmalıyız. Savaşa karşı çıkacağız, fakat kendi pankartlarımız altında, kendi yöntem ve sloganlarımızla. Tersine, tüm şovenlikleriyle küçük-burjuva sekterler, pankartları karıştırarak ve proleter devrimin kızıl bayrağının yerine gericiliğin ve köktendinciliğin siyah bayrağını geçirerek derhal gerici fikirlere teslim olurlar. Bu, devrimci bir tutuma tümüyle terstir. ABD emperyalistlerinin, bin Ladin ve Taliban’ı da tıpkı Saddam Hüseyin’i yarattıkları gibi yarattığını açıkladık. Bizim amacımız, işçi sınıfının burjuvaziye ve kendi hükümetlerine karşı olan güvenini ortadan kaldırmaktır.
Savaş çoğunlukla devrime giriştir. Dünyanın kanlı bir emperyalist savaşın içine battığı, işçilerin işçileri öldürdüğü ve Avrupa’nın militarizmin ve kara gericiliğin kıskacında olduğu 1915’te, Lenin kendinden emin bir şekilde devrimi öngörmüştü. Olaylar onu haklı çıkardı. Akıntıya karşı savaşmak gerekir, belli bir noktada dalga tersine dönecektir. Savaşın ilerleyişi derin fay hatları açacak ve tüm çelişkileri dünya ölçeğinde daha da derinleştirecektir. Yakında gerçekleşecek olan olaylar, ABD dahil tüm dünyanın vicdanını etkileyecektir. Sorular sorulacaktır. Zihinler, tutumlar ve düşünceler değişmeye başlayacaktır. Bu durum, sağlam ve ilkeli bir tutumu benimseyen Marksist bir eğilimin önünde devasa olanaklar açacaktır.
Afganistan
Taliban rejimini yıkmalarına rağmen Amerikalılar halen, hem Afganistan’da hem de dünya çapında, özellikle de onların yüzünden istikrarsızlığa sürüklenen Orta Doğu’da, büyük zorluklarla yüz yüzeler. Hiçbir şeyi çözmediler, sadece yeni sorunlar yarattılar.
Şimdiye kadar Amerikalılar şunları başardılar:
1. Yerine daha istikrarlı bir şey koymaksızın Taliban rejimini devirdiler.
2. Pakistan’ı karıştırdılar ve Afgan çatışmasının sınırın ötesine taşma olasılığını yükselttiler.
3. Hindistan’ı yalnızlaştırdılar ve Hindistan’la Pakistan arasındaki Keşmir çatışmasını, yeni bir savaşa yola açabilecek ölçüde şiddetlendirdiler.
4. Suudi Arabistan’da ciddi bir istikrarsızlık yaratarak Suudi kraliyet ailesinin geleceğini tehlikeye soktular.
5. Her yerde “ılımlı” Arap rejimlerinin altını oydular ve zayıflattılar.
6. Hem İsraillileri hem de Filistinlileri yalnızlaştırdılar ve aralarındaki gerginlikleri artırdılar.
7. Irak’ı, Sudan’ı, Somali’yi ve hatta İran’ı tehdit ettiler ve istikrarsızlığı dünya çapında, özellikle de Orta Doğu’da artırdılar.
8. Müslüman dünyada anti-Amerikancı bir dalgayı kışkırttılar ve böylece İslami köktendinciliği güçlendirdiler.
9. ABD’ye ve dışarıdaki vatandaşlarına ve mülklerine yönelik yeni terörist saldırıların yapılma olasılığını artırdılar.
Ve son olarak;
10. Rusların Kabil’e geri dönmesine izin verdiler.

imparator 28-02-2007 12:38

Afganistan’da istikrar yoktur. Amerikan baskısı altında bir araya gelen bu geniş tabanlı hükümet fazla uzun sürmeyecektir. Özbek lider Dostum ve diğer savaş ağaları daha şimdiden kendi konumlarını merkezi hükümet pahasına güçlendirmektedirler. Böyle harap bir koalisyonun Afganistan üzerinde egemenlik kurması mümkün değildir. İktidarda kalması bile yeterince sorunlu olacaktır. Bu sadece dışardan askeri destekle sağlanabilir. Bu da, bebeği koruma işinin ABD ve müttefiklerine (esasen Britanya ve Türkiye) bırakılacağı anlamına gelir.
Şu ana kadar Amerika, şeytanın kutsal sudan korktuğu gibi korktuğu kara savaşına girmekten sakınmayı başarabilmiştir. Kendisi için başkalarını dövüştürmüştür. Fakat bu strateji sorunludur. Kuzey İttifakı Amerikalılardan para alacaktır, fakat ille de Amerikalıların istediğini yapmayacaktır. Ayrıca Taliban yara almasına rağmen tamamen yok edilmemiştir ve Kabil’deki yeni hükümete ilişkin hayal kırıklıkları ortaya çıktıkça –ki bu kaçınılmazdır– yeniden güç kazanabilir.
Amerika’nın yapacağı hiçbir yardım duruma istikrar kazandıramayacaktır. Yıkılmış durumdaki Afganistan, akıtılan milyarlarca doların neredeyse hiçbir etki yaratamadığı dipsiz bir kuyudur. Üstelik “geniş tabanlı” hükümet çok farklı grupları ve bireyleri barındırdığından, herkes avcunu uzatıp tamamen dolmasını bekleyecektir. Fakat yoksul Afgan halkı umduğunun çok azını alacak ve er ya da geç hükümetten ve onun yabancı destekçilerinden nefret etmeyi öğrenecektir. Ve Afganistan’da politik muhalefet hızlı bir şekilde kendini Kalaşnikofların dilinde ifade edecektir.
Sahne yıllarca sürebilecek bir çatışma için hazırlanmıştır. Bu perspektif, bin Ladin ve molla Ömer yakalansa veya öldürülse bile çok fazla değişmeyecektir.
Pakistan’ın egemen kliğinin ve askeri elitinin, kendine Peştunların savunucusu süsü vererek Afganistan’da kaybettiği mevzilerine geri dönme manevrası yapması kaçınılmazdır. Fakat komşularının içişlerine karışarak durumu iyice istikrarsızlaştıracaklar ve savaşın bizzat Pakistan’a yayılmasının koşullarını yaratacaklardır. Bu arada Afganistan’daki olayların, ABD emperyalizminin çıkarları için hayati bir alan olan Orta Doğu üzerinde de karıştırıcı bir etkisi vardır.

imparator 28-02-2007 12:39

Pakistan
Son olaylardan önce de son derece kırılgan olan Pakistan’daki durum, Afganistan’daki savaş yüzünden iyice bozulmuştur. Taliban’ın düşüşü, Pakistan ve onun askeri kliği için utanç verici bir yenilgi anlamına geliyordu. Pakistan’daki rejim zayıf ve çürüktür ve hatta yıkılabilir. Bu rejim sadece ABD emperyalizmi tarafından destekleniyor. ABD, savaşı desteklemesi karşılığında rejimin borç yükünü kısmen hafifletiyor. Washington, nükleer silah denemeleri yaptıkları için Hindistan ve Pakistan’a 3 yıl önce koyduğu yaptırımları kaldırırken, borçların yeniden planlanması dahilinde Pakistan’a 600 milyon dolar verdi. Fakat bu Pakistan’ın muazzam borcuyla karşılaştırıldığında çok küçük bir miktardır.
Resmi rakamlara göre nüfusun %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bütçenin %60’ı dış borç faizinin geri ödenmesine harcanırken, %40’lık bölüm orduya gidiyor. Sadece %2’lik bir kısım eğitime harcanıyor. Bir insanın bir günlük sağlık harcaması 2 ABD sentine eşit. Ve emperyalizm, Pakistan’a bütçe kesintisi yapması için IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla durmaksızın baskı yapıyor. Liberalleşmenin Pakistan ekonomisi üzerinde korkunç etkileri oldu. Gümrükler %64 indirildiğinde, 3462 fabrika kapandı. Ayrıca fabrika kapatmalara ve kitlesel işsizliğe yol açacak olan özelleştirmeler için acımasız bir baskı var. Okulların ve kliniklerin kapatılması yoksulları etkileyecektir, çünkü zenginlerin özel sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma imkânları vardır.
Savaş kitleleri iyice sarsmış ve zaten varolan istikrarsızlığı daha da artırmıştır. İlk başlarda köktendinciler aşırı gürültü koparmışlardır, fakat aslında kitleler içinde derin kökleri yoktur. İşçi sınıfı bir kez harekete geçtiğinde, bunlar süpürülüp bir kenara atılabilirler. İhtiyaç duyulan şey, bağımsız bir sınıf programıdır. Pakistanlı Marksistler bunda belirleyici bir rol oynayabilirler.
Pakistan, 50 yıldan uzun bir süredir, istikrarsız ve çürümüş “demokrasiler” ile çok daha istikrarsız ve çürümüş askeri diktatörlükler arasında salınıp durmuştur. Şu anki rejim çok sallantılıdır. ABD emperyalistlerinin, er geç Benazir Butto’yu Londra’dan çağırmayı ve kitleleri Pakistan Halk Partisinin (PPP) peşine takmayı düşünmeleri mümkündür. Derin toplumsal kriz koşullarında, PPP içinde keskin bir sağ-sol kutuplaşmasına ve krize zemin hazırlanacaktır. Bu Pakistan Marksistleri için büyük fırsatlar yaratacaktır. Pakistan devrimi için perspektifler, dünya çapında Marksistlerin gündemine yerleşmelidir. Pakistanlı Marksistlerin taktiklerine, sloganlarına ve programlarına özenle dikkat etmeliyiz.

imparator 28-02-2007 12:39

Türkiye
Avrupa ve Asya’ya oturarak kilit bir coğrafi konumda bulunan Türkiye, sadece emperyalizm için değil dünya proleter devrimi için de stratejik bir konum işgal ediyor. Güçlü ve militan işçi sınıfıyla Türkiye, devrimin zaferiyle son bulabilecek muazzam sınıf mücadeleleri dönemlerinden geçmiştir. Fakat Moskova bürokrasisinin çizgisini takip eden Stalinistlerin yanlış politikaları, 1980’de işçi sınıfının en kanlı yenilgisine yol açmıştır.
Batı tarafından ılımlı bir rejim olarak tarif edilen kanlı 12 Eylül askeri diktatörlüğü çözülse de, mirası bugüne kadar devam etmiştir. Bununla birlikte yozlaşmış ve çürümüş Türkiye burjuvazisi, toplumun temel sorunlarını çözememiştir. Proletaryayı muazzam ölçüde güçlendiren önemli ekonomik ve sınai gelişime rağmen, Türkiye kapitalizminin temeli halen zayıf ve istikrarsızdır. Bu bir yandan sürekli politik istikrarsızlıkta ve öte yandan da mali ve ekonomik krizlerde yansımasını bulmuştur.
Türkiye şu anda, daha önce hiç görmediği şiddette bir ekonomik kriz içindedir. İşsizlik inanılmaz oranlarda artmıştır ve bu kriz kapitalist dünya ekonomisi bir resesyon içindeyken patlak verdiğinden, Türkiye kapitalizminin kısa vadede bu krizden çıkması kolay değildir. Krizin sürmesinin politik ve sosyal alanlardaki etkileri, artan politik istikrarsızlık ve keskinleşen sınıf mücadeleleri olacaktır.
Türkiye proletaryasının özgül ağırlığının bin kat daha büyük olması dışında, Türkiye birçok açıdan Çarlık Rusya’sına benziyor. Türkiye kapitalizminin temel zayıflığı, dış borcuna yansıyor. 2001’de GSMH’si yalnızca 145 milyar dolarken, 150 milyar dolar dış borcu vardı. Türk lirası, dolara aşırı derecede bağlı ve onun karşısında güçsüz durumdadır. Diğer benzer ülkelerle birlikte, dünya pazarlarındaki çalkantılar, 2000 yılının sonundaki çöküşte görüldüğü gibi Türkiye’yi feci şekilde etkiledi.
Bir çıkış yolu bulmakta umutsuz olan Avrupa yanlısı burjuva kesim, AB’ye girmeyi tek çözüm olarak görüyor. Bu yaklaşım burjuvazi açısından doğru olsa da, bunu başarmanın son derece zor olduğu kanıtlanmıştır. Üstelik Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge yeni ve patlamalı gelişmelere gebedir.

imparator 28-02-2007 12:41

Dünyadaki genel durum Türkiye’nin kaderini doğrudan etkilemektedir. Türkiye’nin kendisi zayıf bir emperyalist güçtür, fakat İsrail’le birlikte ABD emperyalizminin ajanı gibi davranan, bölgesel ölçekte bir süper-güçtür. Washington, Orta Doğu ve Afganistan planlarının parçası olarak, kendi askeri maceraları için, özellikle de Irak’ta, Türkiye’yi kendi maşası olarak kullanmaya çalışıyor. Bir askeri maceraya destek vermesi karşılığında, Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye Irak’ın bir bölümünü, örneğin Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük petrol alanlarını vaat etmiş olması çok muhtemeldir.
Hiç şüphe yok ki Türkiye, 11 Eylül sonrasının uluslararası konjonktürü içinde, ABD sayesinde elini güçlendirmiştir. Bölgede güçlü bir NATO üyesi olan Türkiye, Batı Avrupa ülkeleri tarafından gözardı edilemez. ABD, bu konumu politik olarak AB aracılığıyla, ekonomik olarak IMF aracılığıyla pekiştirmeye çalışıyor.
Büyük emperyalist güçlerin tasarımları ve beklentileri ne olursa olsun, olayların kendi mantıkları vardır. Balkanlar, Orta Doğu ve Avrasya’ya ilişkin planlar yapmakla meşgul olan emperyalist stratejistler, dışarıdaki bu gelişmelerin içerde yaratacağı şiddetli yansımaların ve sınıf mücadelesi üzerinde yaratacağı etkinin farkında değillerdir, özellikle de sınıflar arasındaki ilişkilerin oldukça istikrarsız olduğu Türkiye’de. İşçi sınıfı 1980’deki korkunç yenilgiden bu yana kesin bir tarzda harekete geçmemiştir. Fakat bu geçici atalet devam etmeyecektir. Politik rejimin krizi Türkiye kapitalizminin derin ve çözümsüz krizinin bir ifadesidir ve bu er ya da geç kitlelerin hareketinde ifadesini bulmak zorundadır.
Türkiye proletaryası çok güçlüdür ve devrimci geleneklere sahiptir. Nice eziyet ve yasaklardan sonra işçi sınıfı halen sendikal düzeyde örgütsüzdür ve parlamento incir yaprağıyla örtünmüş olan asker-polis rejimine karşı korkusunu da aşabilmiş değildir. Burjuvazinin saldırgan sendika karşıtı politikalarından dolayı sendikalaşma oranı %7’ye kadar düşmüştür. Bununla birlikte işçi sınıfı geçmiş yenilgilerden kurtulmaya başlıyor, yeni bir sınıf savaşçıları kuşağı ortaya çıkıyor. Belli bir aşamada, sınıf mücadelesinde yeniden bir canlanma olacak ve bu sadece Türkiye’deki durumu değil bölgedeki durumu da baştan aşağı değiştirebilecektir.
Türkiye’deki bir devrimin şok dalgaları derhal İran, Irak, Yunanistan, Kıbrıs, Rusya, Orta Doğu ve Balkanlar’ı da etkileyecektir. Türkiye işçi sınıfının muazzam gücü dikkate alındığında, devrim, 1917 Rus devrimine benzer fakat çok daha üst düzeyde bir klasik proleter devrim biçimini kolaylıkla alabilir. Eğer proletarya içinde kök salmış ve diğer ülkelerin işçi ve köylülerine kendi örneğini takip etmesi için enternasyonalist bir çağrı yapacak gerçek bir Marksist-Leninist parti varsa, bu garanti altına alınacaktır.

imparator 28-02-2007 12:41

Kıbrıs
ABD bir kez daha Kıbrıs sorunu konusunda Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşmaya varmasına aracılık etmesi için AB’ye baskı uygulamaya çalışıyor. Fakat konuşmak yapmaktan daha kolaydır. Söylemeye gerek yok ki, bizler Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini savunuruz. Çeyrek yıllık bir bölünmeden sonra sorun çözülmeden duruyor. Kıbrıs’ta hem Rum hem de Türk tarafı, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın herhangi bir müdahalesi ve provokasyonu olmadan barış içinde yaşamak istiyor. Türkiye’deki halkın büyük bir bölümü de Kıbrıs sorunundan yılmış durumda. Türk halkı barışçıl bir çözümden yana ve hükümetin ve MHP gibi faşist partilerin provokasyonlarına karşı. Türkiye’nin AB’ye girmesine can atan liberal burjuvazi ise Kıbrıs’ın güney ve kuzey taraflarının birlikte AB’ye girmesinin Türkiye’nin yararına olacağını vurguluyor.
Kuzey Kıbrıs’taki işçiler hiç şüphe yok ki Türkiye’nin postalı altında kalmaktansa birleşik bir Kıbrıs’ı, hatta AB zemininde birleşmiş bir Kıbrıs’ı tercih ederler. Türkiye’nin işgali onlara baskı ve yoksulluktan başka bir şey getirmedi. 15 Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin ilânı, Kuzey Kıbrıs’ı tümüyle Türkiye’nin insafına bırakmaktan başka bir işe yaramadı. Adanın bu kesimi, mafyanın ve kara paranın hüküm sürdüğü ve halkın geçim araçlarının kuruduğu bir duruma düştü.
Bununla birlikte, yeniden birleşmeye karşı çıkan güçlü çıkar çevreleri var. Geçmişte Rum egemenliği altında uğradıkları baskılar, Kıbrıslı Türklerin anılarından silinmiş değildir. Türk egemen sınıfın en gerici kanadının desteğini alan Denktaş açıkça birleşmeye karşıdır. Eskiden İngiliz sömürge yönetiminin savcı vekili olan bu zat, 27 yıldır adada Türkiye’nin sömürge valiliği rolünü oynamakta ve karşıtlarını susturmak için entrikalara başvurmaktadır. Halkın anlaşmaya doğru adım attığı her seferinde, sonunda anlaşma sabote ediliyor ve halkın umudu kırılıyor.
Önemli çıkarlar söz konusu olduğu için, sallantılı bir anlaşmaya varabilmeleri teorik olarak dışlanamaz. Fakat bu hiçbir şekilde kesin değildir. Denktaş ancak kendisine etkin bir kontrol bırakacak olan gevşek bir konfederasyona tahammül edecektir. Kıbrıslı Rumların istediği bu değildir. Diğer yandan geri dönüş hakkı, mülkiyet hakları, Türk yerleşimciler sorunu ve hepsinden önemlisi Türk ordusunun varlığı sorunu vardır. Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu da bir çözüme ulaşmaktan uzaktır. Ve Türk gericiler, Türkiye’nin tutumunun yumuşamasını savunanları “Kıbrıs’ı satmakla” suçluyorlar ve Kıbrıs Türk kesiminin ilhakını savunuyorlar.
Eninde sonunda Kıbrıs’ın kaderini Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlerin kader belirleyecektir. İşçi sınıfı için tek gerçekçi çözüm, tüm adayı kucaklayacak olan sosyalist bir federasyonun kurulmasıdır. Fakat Kıbrıs devriminin kaderi Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlere bağlı olduğundan, hedefimiz Türkiye’yi ve Yunanistan’ı da içeren daha geniş bir sosyalist federasyon kurmak olmalıdır.

imparator 28-02-2007 12:41

Orta Doğu
Orta Doğu’daki durum son derece kırılgandır ve ABD’nin askeri harekâtlarıyla daha da istikrarsızlaşması muhtemeldir. Afganistan’a saldırmakla tatmin olmayan ABD emperyalizmi, gözlerini sürekli başka kurbanlara dikiyor. Egemen çevrelerin bir kesimi Irak’a saldırmak istiyor. Bununla birlikte, Irak’a karşı yapılacak olan yeni bir saldırı tüm Orta Doğu’yu bir kaosun içine sokacaktır. Petrol fiyatları yeniden yükselecektir ve bu da dünyadaki ekonomik krizi şiddetlendirecektir. Çileden çıkmış Arap kitleler sokaklara dökülecek ve bu da Arap rejimlerini birbiri ardına istikrarsızlaştırmakla tehdit edecektir. Amerikan elçilikleri ve ekonomik çıkarları her yerde saldırıya açık hale gelecektir. Amerikan yanlısı Suudi rejiminin devrilebilmesi bile olasıdır. ABD acımasızca daha geniş çaplı askeri müdahalelere girebilir.
Afganistan’daki savaşın ve İsrail-Filistin sorununun kanayan yarasının yol açtığı istikrarsızlığa şimdi de petrol fiyatlarının düşmesi eklenmiştir. 300 milyar dolar dış borcu olan Suudi Arabistan için bu hayati bir sorundur. Suudiler, OPEC’in petrol fiyatını yüksek tutmak amacıyla petrol üretimini kısma politikasını desteklemesi için Rusya’ya bel bağlıyor. Fakat Rusya kendi çıkarlarını izlemeyi tercih ediyor ve işbirliğini reddediyor. Petrol fiyatlarının düşmesi sadece Suudi Arabistan’ı değil petrol üreten tüm ülkeleri, Venezuela’yı, İran’ı, Ekvator’u, Cezayir’i, Meksika’yı, Endonezya’yı da etkiliyor. Tüm bu ülkeler devrimci gelişmelerle yüz yüzeler.
ABD emperyalizmini asıl telâşa düşüren, Suudi Arabistan’daki durumdur. Washington’dan gelen yoğun baskılar sonucu Suudi rejimi, dostu Taliban’la tüm ilişkilerini kesti ve genel olarak Amerikalıların tüm isteklerini yerine getirdi. Fakat Washington’un Suudi yardakçılarının bile sınırları vardır. Suudi Arabistan’daki rejim istikrardan uzaktır. Büyük petrol gelirlerine rağmen, rejim geçmişte vatandaşlarına bol keseden verdiği tavizleri daha fazla verecek durumda değildir. Huzursuzluk ve çürümüş egemen kliğe yönelik eleştiriler artmaktadır. Kraliyet ailesi içindeki bölünmeler ve kavgalar toplumdaki bu huzursuzluğun yansımasıdır. Müslüman bir devlete karşı ABD askeri harekâtını açıkça desteklediği görülen rejim için bu son nokta olabilir. Her zaman olduğu gibi Amerikan emperyalistleri inanılmaz derecede beceriksiz davranmışlardır. ABD birliklerinin İslamın doğduğu ve onun en kutsal yerlerini barındıran Suudi Arabistan’da konuşlandırılmış olması tam bir aptallıktır ve son derece gereksizdir. Şimdi de, Irak’a saldırırken ülkenin hava üslerini kullanmalarına izin vermeleri doğrultusunda Suudilere baskı uygulayarak –ki bu onlardan intihar etmelerini istemekten beterdir– asıl hatayı daha da artırıyorlar. Aptalca hataları sayesinde, Suudi rejimini uçurumun kenarına itmekte gayet başarılı olabilirler.
Suudi kraliyet ailesi, viski, hızlı arabalar ve pahalı fahişelerle tamamlanan Batılı yaşam tarzını, kısmen katı Vahabi mezhebine bağlılığından kaynaklanan yaygın bir dinsel Puritanizm imajıyla birleştiren gerici bir kliktir. Ne zaman bir halk kargaşası tehdidi hissetseler, ya din adamlarının en muhafazakâr kesimine yaslanarak din kartını oynuyorlar ya da onyıllardır utanmadan kendi çıkarları için sömürdükleri Filistin konusunda bağırmaya başlıyorlar, üstelik sürekli Amerikan emperyalizmini desteklerken. Suudi Arabistan’daki din adamlarının en gerici kanadının muazzam gücü, doğrudan kraliyet ailesinin bu ahlâksız manevralarının ürünüdür. Kraliyet ailesi, Afganistan’da ve Körfez’de “komünizme karşı savaşta” –Amerikalılarla yakın ittifak halinde– aktif bir rol oynadı ve son günlere kadar Taliban’ı finanse edip arka çıktı. Ailesinin kraliyet elitiyle bağı olan Suudi milyoner Usame bin Ladin bu çevrenin ürünüdür. Şimdi onlara musallat olmak için geri geldi. Bir yandan Washington’un öte yandan İslamcı gericilerin basıncı altında kalan Suudi rejimi, örs ile çekiç arasında sıkışmış durumdadır. Geleceği şimdi daha önce olmadığı kadar belirsizdir.

imparator 28-02-2007 12:42

Filistin sorunu
Bu yüzden tüm Orta Doğu karışık durumdadır. Filistinlilerin İsrail tarafından ulusal baskıya uğraması rüzgâr ekmiştir ve kimsenin kontrol edemeyeceği bir fırtına biçmiştir. Tel Aviv’deki egemen klik, şiddetli baskı, katliam ve yok etme politikalarını izlemeye devam ediyor. Oslo ve Madrid Antlaşmalarının hain sahtekârlığı, onun gerçek yüzünü sergilemiştir.
ABD emperyalizminin Orta Doğu’daki çıkarları İsrail ile sınırlı değildir. Hesapları için çok daha önemlisi Arap bölgelerindeki petroldür ve kan insan vücudu için ne kadar yaşamsalsa o da ABD ekonomisi için o kadar yaşamsaldır. Bu yüzden, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Washington Filistinlilere taviz vermesi için Tel Aviv’e baskı uygulamaya başladı. Bununla birlikte, son tahlilde İsrail, ABD’nin Orta Doğu’daki tek güvenilir müttefikidir ve ne zaman seçmek zorunda kalsa kesin bir şekilde Filistinlilere karşı İsrail’in yanına geçmiştir.
Ünlü “anti-terör koalisyonu”nu kurmakta acele eden Başkan Bush, Tel Aviv’i sıkıştırmaya istekli görünüyor. Washington’un bir Filistin devleti tasarlamaya hazırlanacağını açıklaması elbette Şaron’u kızdırmıştır. Kuşkusuz sözler ucuzdur ve farazi “Filistin devleti”ne ilişkin hiçbir ayrıntı verilmemiştir. Bu yüzden Filistin devleti, Kahire, Riyad ve Amman’daki hükümet çevrelerinin zonklayan sinirlerini yatıştırma niyeti taşıyan bir propaganda düzeyinde kalmaktadır.
Amerikan emperyalistleri Filistin sorununda kinik bir tutuma sahiptir. Onları ne İsraillilerin ne de Filistinlilerin kaderi ilgilendiriyor, tek ilgilendikleri şey kendi çıkarlarıdır. Washington, “teröre karşı savaş”ında Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan’ın desteğine ihtiyaç duyduğu için, Şaron’a baskı yapmayı denedi. Amerika, kendi koalisyonunu desteklemelerine ihtiyaç duyduğu “ılımlı” Arap devletleri üzerinde yaratacağı etkilerden korktuğu için, İsrail’in Filistin’e vurmaya devam etmesine izin veremez. İsrail gönülsüzce rıza gösterdi, fakat “ateşkesler” anında yeni katliamlar, provokasyonlar ve karşı-provokasyonlarla bozuldu. Son olarak, Hamas tarafından gerçekleştirilen intihar saldırıları, Şaron’a daha sert vurması için gereken bahaneyi sunmuştur. Amerika suskunluğa bürünmüştür.
İsrail tarafından her gün korkunç şekilde cezalandırılmasına rağmen, Batı Şeria ve Gazze’deki ayaklanma bitme sinyali vermiyor. Fakat mevcut hareket sonsuza kadar süremez. Eğer gerçek bir Marksist önderlik olsaydı, İntifada ulusal bağımsızlık mücadelesini İsrail ve Filistin’in sosyalist federasyonu fikrine bağlayacak olan bir devrime yol açabilirdi. Filistin bölgelerini savunmak için devrimci ve proleter askeri yöntemler kullanılırken, sıradan İsrailli askerlere, işçilere ve gençlere yönelik propaganda yürütülürdü. Bunun yerine, hareket, canlı bomba eylemlerine ve İsrailli sivillere karşı anlamsız saldırılara saptırılmıştır.

imparator 28-02-2007 12:42

Terörist saldırıların ortaya çıkmasının temel sorumluluğu, Filistinli sivillere yapılan gelişigüzel saldırılar da dahil olmak üzere, muazzam güç kullanımına dayanan bir yayılma politikası güden İsrail emperyalizmine aittir. İşgal edilmiş bölgelerde (Batı Şeria ve Gazze şu anda fiilen İsrail işgali altındadır) yaşanan günlük rutin baskı, Filistinli gençleri gözü dönmüş bir şekilde bireysel teröre başvurmaya itiyor. Bu Filistinliler için bir felâkettir. Eğer bu durum bir yıpratma savaşıyla son bulursa, Filistinliler İsraillilerden çok daha fazla kayba uğrarlar. Filistinliler şu ana kadar yaklaşık 800 insan kaybetmişken İsrail’in kaybı çok daha azdır. Bu temelde İntifada ölüme yazgılıdır. Tek umut, gerici Siyonistlerle İsrailli kitleler arasına bir ayrım çizgisi çekmek olacaktır. Tüm İsraillilere gerici bir yığın gibi davranmak, kesinlikle İntifadanın yenilmesine yol açar.
Bir şey kazandırmayan boş bireysel terör yöntemleri yerine, yalnızca farklı politik gruplardan milisler ve Filistin Yönetiminin polisleri değil, kitleler silahlandırılmalıdır. Bizler, okullarda, fabrikalarda, mahallerde, köylerde vb. silahlı öz savunma gruplarının kurulmasını savunuyoruz. Bunlar, gösterileri ve Filistin direnişinin diğer kitle eylemlerini korumanın yanı sıra, Filistinlileri Tsahal (İsrail ordusu) ve benzeri İsrail gizli servis teşkilâtlarının silahlı saldırılarına karşı da korumak amacıyla, işçilere, öğrencilere, esnafa ve yoksul köylülere dayanan seçilmiş komiteler aracılığıyla demokratik olarak kontrol edilmelidir Fakat Filistinliler bizzat İsrail içinde sağlam destek noktaları kuramazlarsa, bu önlemlerin hiçbiri başarılı olamaz. İntifadanın ilerleyebilmesi için tek yol enternasyonalist bir sınıf politikasıdır.
Mevcut temelde bir çıkış yolu mümkün değildir. Amerikalı emperyalistlerin bir anlaşmaya vardıklarını düşündükleri her seferinde, antlaşma yüzlerine patlıyor. Orta Doğu’daki istikrarı durmadan tehdit eden ve bölgeyi savaşa sürükleyen yeni ve kanlı kargaşalarla eninde sonunda kesilecek olan geçici anlaşmalarla birlikte çatışma devam edecektir. Bu sorunun kapitalist temelde bir çözümü yoktur. Sahne yeni kargaşalara hazırlanmış durumdadır, özellikle de Amerika Irak’a askeri saldırıyı başlattığında.
Filistinlileri pasifize etme çabası içindeki Amerikalılar, bir Filistin devletinin kuruluşunu görmeye hazır olduklarını ima etmişlerdir. Fakat bu bir tuzaktır. Eğer kapitalist temelde bir Filistin devleti kurulsaydı, sadece İsrail’in kukla devleti olurdu. Bu hiçbir şeyi çözmeyip, mevcut şiddet çemberinin devam etmesi anlamına gelirdi. Filistinlilerin, Yahudilerin, Dürzilerin, Kıptilerin, Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer ulusal grupların tam özerkliğini içeren bir Orta Doğu sosyalist federasyonun kurulmasına yol açacak bir Orta Doğu devrimi olmaksızın kalıcı bir çözüm mümkün değildir.

imparator 28-02-2007 12:42

Doğu Asya
“Teröre karşı savaş”ın cephe hatlarından biri de Doğu Asya’dır. 11 Eylül’ü bir bahane olarak kullanan Bush, Amerika’nın Doğu Asya’daki askeri harekât alanını sadece Filipinler’e değil Malezya ve Endonezya’ya da yaymak istiyor. Filipin başkanı Macapagal-Arroyo, Filipin hava sahasının kullanımını ve eski ABD Subick ve Clark deniz ve hava üslerini ABD’ye açtı. Washington, savaş birliklerinin ve “ABD’nin başını çektiği terörle savaşın ikinci cephesi” için seçkin Filipinli birimleri eğitmek üzere gönderilen askeri danışmanların sayısını artırdığını duyurdu.
Washington, başkan Macapagal-Arroyo’ya 100 milyon dolarlık yardım sözü verdi. Aynı şekilde Endonezya başkanı Megawati’ye toplam 657,4 milyon dolar verme ve Eylül 1999’da Doğu Timor’da yaşanan kargaşa nedeniyle bozulan askeri ilişkileri tekrar canlandırma sözü verdi. Malezya başbakanı Mahatkir de, 13-16 Mayıstaki ABD ziyareti sırasında askeri işbirliği konusunu görüştü. Bu şekilde bütün bölge bir çatışma içerisine çekiliyor. Bunun her yerde istikrarsızlığı artırıcı bir etkisi olacak ve yeni kabarmaların yolu döşenecektir.
Filipinler’deki Ebu Seyyaf ve Endonezya’daki Laskar Cihad gibi genellikle terörist taktikler kullanan köktendinci grupların etkinlikleri, daha büyük emperyalist müdahalelere bahane oluşturuyor. Singapur da aşırı İslamcıların terörist saldırılarına maruz kalıyor. Köktendincilerin bu ülkelerin herhangi birinde iktidarı almak yönünde doğrudan bir tehdit oluşturmamalarına rağmen, Washington bu grupların bölgeye istikrarsızlık getireceğinden ve Amerikan büyük sermayesinin çıkarlarını tehlikeye sokacağından endişeleniyor. Pasifik Okyanusunu Hint Okyanusuna ve Orta Doğu’ya bağlayan deniz yolları üzerindeki ülkelerin konumu çok daha önemlidir. Eğer Filipinler ve Endonezya daha fazla bölünürse, bu, ABD’nin Çin karşısındaki başlıca müttefikleri olan Japonya, Güney Kore, Singapur ve Tayvan’ın hasta ekonomileri için büyük bir tehdit olacaktır.
Tüm Amerikan manevralarına, Çin’i bastırma girişimleri ışığında bakılmalı. ABD, Pasifik’teki hegemonyasına Çin tarafından meydan okunduğunu görüyor. Sonuç olarak Bush, Çin’in konumunu “stratejik ortak”tan “stratejik rakip”e çevirdi. Washington, Pekin’in bölgenin en büyük güçleri üzerindeki kıskacını artırarak Pekin’e karşı koyabilmeyi istiyor. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Dışişleri Bakanı Colin Powell, ABD ile onun üç temel Pasifik müttefiki –Avusturalya, Güney Kore ve Japonya– arasında çok taraflı bir güvenlik ilişkisi oluşturmaya çalışıyorlar. Amerika’nın Filipinler’e, Malezya’ya ve Endonezya’ya (ASEAN’ın tüm bileşenleri) yönelik girişimleri de aynı planın parçasını oluşturuyor.
Son süreçte, istikrarsız diktatörlük rejimlerinden ağzı yanan ABD emperyalizmi, desteğini “reform yanlısı demokratlara”, yani emperyalizm yanlısı ulusal sanayi reformunun (holdingler), özelleştirmelerin, ekonominin açılmasının vs. gerçekleştirilmesi doğrultusunda emperyalizmin baskı uygulayabileceği zayıf demokrasilere kaydırdı. Bugün “terörle savaş”ı bir bahane olarak kullanıp ordunun desteklenmesine aşamalı bir geri dönüşün yaşandığını gözlemliyoruz. Bu politika kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı şiddetli bir tepkiye yol açacak ve birbiri ardına pek çok ülkede yeni devrimci olanaklar açacaktır.
Bölgedeki genel istikrarsızlık, “Asya kapitalizminin” uzayan krizinin bir yansımasıdır. Eskinin Kaplan ekonomileri derin bir krize batmış durumdadır. Yüksek derecede sanayileşmiş ülkeler statüsüne ulaşma umutları, özünde Japonya’nın artı sermayesi tarafından desteklenen bir aşırı yatırım (aşırı üretim) krizi olan 1997-98 Asya kriziyle birlikte yok oldu. Tayvan ve Singapur gibi bazı ekonomiler, 1990’ların sonlarında bilişim sektöründe yaşanan boom sayesinde toparlanmayı başardılar, fakat 2001’de dünya resesyonunun gelmesiyle keskin bir iniş yaşadılar. Son dönemdeki sanayileşmenin bir sonucu olarak proletaryanın daha önce hiç olmadığı kadar güçlü olduğu bir zamanda, kitlelerin hoşnutsuzluğu büyüyor.

imparator 28-02-2007 12:42

Güney Kore
Güney Kore, 1998’deki %6,7’lik GSMH düşüşünden hızla kurtulmuş görünüyordu. 1999’da %10,7’lik yüksek bir büyüme oranına ulaştı, bir sonraki yıl ise %8,8’lik bir büyüme yakaladı. 2000’de bu büyüme ancak %3’e ulaştı. Kısa ekonomik iyileşmeye rağmen, en yoksul %20’nin ortalama geliri 1997’den 2000’e %5,3 düşerken, en zengin %20’ninki %11 arttı. 2000 Ekiminde, asgari ücret, 29 yaşındaki bir kişinin “temel yaşam giderlerinin” sadece %53,1’ini karşılıyordu. Çalışma Bakanlığı verilerine göre (daima gerçekte olduğundan daha düşüktür), sanayi kazaları ve işle ilgili hastalıklar 1999’da 55.405 iken 2000’de 68.976’ya yükselmiştir. Kamu sektörü, hükümetin yapısal uyum politikasının doğrudan hedefiydi. Sonuç olarak 1998’den 2000’e, kamu sektöründe toplam 131.000 (%18,7) işçi işini kaybetti. Bütün bunlar, IMF tarafından dayatılan emperyalist “yapısal uyum programı”nın parçasıdır.
Bu rakamlar boomun en yüksek noktasındaki durumu gösteriyor. Yeni dünya resesyonunun ilerlemesiyle birlikte işsizlik şimdiden artmış ve sermayenin ve devletin tutumu daha da uzlaşmaz hale gelmiştir. Kim Dae Jung rejimi militan sendikaları yok etmeye kalkmıştır. KCTU’nun grevlerinin ve kitle seferberliklerinin bir sonucu olarak, KCTU’nun lideri Dan Byung-ho tutuklanmıştır.
Büyük sermayenin planları kitlelerin direnişiyle karşılaşmıştır. Denklemdeki en önemli unsur proletaryanın önder rolüdür. Koreli işçiler, son birkaç yılda, grevler, genel grevler ve polisle çatışmalarla birlikte kahramanca bir mücadele yürüttüler. Otomobil işçileri, elektrik işçileri, demiryolu ve gaz işçilerinin tümü militan grev hareketine katıldılar. Toplumun ruhsal durumu gittikçe radikalleşiyor. Bir araştırma Korelilerin %86’sının özelleştirmeye karşı olduğunu gösterdi. Bu grevlerin birçoğu hükümetin özelleştirme planlarına karşı yapıldı.
Aşağıdan gelen basınç KCTU’yu, özelleştirmeye ve liderlik tarafından boşa çıkartılan devlet baskısına karşı koymak için elektrik işçileriyle dayanışma içinde genel grev çağrısı yapmaya zorladı. Bununla birlikte sendikalar içinde bir mayalanma var. Daha ılımlı liderlerin kenara itilmesiyle birlikte, sendikaların dönüşümünün ve sınıf mücadelesinde yeni bir yükselişin yolu hazırlanıyor.

imparator 28-02-2007 12:42

Koreli işçilerin yüksek bilinç ve militanlık düzeyi, KCTU’nun Afganistan’daki savaşa karşı çıkmak ve bir işçi partisi ihtiyacı (Demokratik Emek Partisi) gibi siyasal talepler yükseltmesinde yansımasını buluyor. Bu onun, sözde Üçüncü Dünya ülkelerindeki en güçlü sendikalardan biri olmasını sağlıyor. Tabanın muazzam mücadeleci ruhu ve şevki, bir kez mücadele içinde örgütlenirse, sadece Güney Kore’de değil tüm Asya’da işçi sınıfı içinde varolan muazzam devrimci potansiyeli gösteriyor. Bu işçiler dinçtirler, Avrupa’daki işçi hareketinin oportünist alışkanlıklarına ve rutinliğine bulaşmamışlardır. Devrimci fikirlere açıktırlar. İhtiyaç duyulan tek şey ise işçi sınıfı ve sendikalar içinde kök salmış örgütlü bir Marksist akımın oluşturulmasıdır. Toplumun sosyalist dönüşümü için Marksist bir programla silahlandığında, Kore proletaryasının hareketini dünyada hiçbir güç durduramaz.
Chun Doo Hwan’ın askeri diktatörlüğünün devrimle yıkılmasından bu yana, Koreli işçiler ve öğrenciler uzatmalı bir devrim ve karşı-devrim döneminden geçtiler. 1987-89 devrimci yılları 1905 Rus Devrimiyle karşılaştırılabilir. Eğer Koreli işçiler ve öğrenciler Bolşevizmin yöntemlerini dikkatle incelerlerse ve onları mevcut duruma uygularlarsa, Kore işçi sınıfı 1917’dekine benzer bir klasik işçi devrimini hiç de uzak olmayan bir gelecekte başarabilir. Böyle gerçek bir sosyalist devrimin, işçilerin Kuzey’deki yoldaşları ve Çin, Endonezya ve diğer Asya ülkelerinin çabuk toparlanan işçi sınıfları üzerinde derin bir etkisi olurdu. Güney Kore bölgede kilit bir ülke konumundadır. Bolşevik bir programla silahlanmış Koreli işçiler, Asya işçi sınıfının zafere ulaşmasını sağlarlardı.
Endonezya
Gaddar Suharto diktatörlüğünün 1998 Mayısında devrilmesinden üç yıl sonra, devrimci süreç hızını yitirmiş görünüyor. Üç yıl içindeki üçüncü hükümet olan yeni Megawati hükümeti, kendi partisi olan Endonezya Demokratik Partisi ile Suharto’nun eski iş arkadaşları, eski rejimin bürokratları ve güçlü askeri hizip arasındaki sallantılı bir koalisyonu ifade ediyor. Megawati’nin başkanlığı, devletin tepesindeki derin politik krizin doğrudan sonucudur. Bu kriz sözde reform yanlısı bir din adamı olan Vahid’in uzaklaştırılmasına yol açmıştır.
Yeni Düzenin çöküşüyle birlikte kaybettiği konumunu tekrar kazanmaya çalışan ordunun da yardımıyla, Megawati hükümeti toplumun üzerinde geçici bir istikrar ve dengeyi temsil ediyor. Bu, artık eski tarzda yönetemeyen burjuvazinin, ülkeyi yönetmek için yeni bir yol bulma girişimidir.
Sürünür haldeki ekonominin, yakıcı ulusal sorunun ve en önemlisi genç ve halen deneyimsiz olan işçi sınıfının en temel sorunlarına çözüm bulamadıkça, Megawati hükümetinin istikrar görüntüsü hızlı bir şekilde parçalanacaktır.
Güçlü ordu desteğine rağmen, Megawati hükümeti Suharto diktatörlüğünün bir kopyası değildir. Mevcut durumda açık bir askeri diktatörlüğe geri dönmek burjuvazi için mümkün değildir. Bu doğrultudaki her girişim, kafası karışık kitleleri hareket geçirecektir ve ülkeyi dağılma noktasına getirecektir. Böyle bir durum, devrimci süreci kamçılayacaktır.

imparator 28-02-2007 12:43

Vahid hükümeti, ardı arkası kesilmeyen yeni bileşimler, bölünmeler, her biri zıt yönlere çeken farklı hizipler yüzünden kalbura çevrilmişti. Devletin başındaki Vahid’in kararsız liderliği, birkaç kez felç geçirmiş, fiziksel olarak zayıf ve kör bir adamın kişisel handikapları diye açıklandı. Fakat onun fiziksel durumu, Endonezya’daki burjuva sınıfın durumunun küçük bir modeliydi. Bu durum, Endonezya’da kapitalizmin genel çıkmazını ve toplumu ileriye taşıma yeteneksizliğini yansıtıyordu.
Endonezya, Güney Asya’da kapitalizmin en zayıf halkası olma sıfatını hak ediyor. Devlet aygıtı içindeki farklı hizipler arasındaki çekişme, devletin tepesinde tehlikeli bir kilitlenmeyi tahrik etti. Bu durum, yeni istikrarsızlıklara ve burjuvazi için çok daha tehlikeli olan, kitlelerin bu çatışmaya giderek daha fazla dahil olmasına yol açtı.
Solun büyük bir bölümü, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de PRD, utanç verici bir şekilde, reform yanlısı ve “ilerici” bir burjuva unsur olarak gördükleri Vahid hizbine destek verdiler. Bu, aynı eski Menşevik-Stalinist tutumdur. Gerçekte PRD, iş dünyasında ve devlet aygıtı içinde kendi eş-dost çevresinin çıkarlarını savunan, kinik ve kurnaz bir burjuva politikacısı için sol bir örtü görevi gördü. PRD liderliğinin cinai politikası, kendisini suçlamak isteyen asi parlamentoya karşı olağanüstü hal ilânını (düzeni tekrar sağlamak için askere ve polise tam yetki veren) desteklemeye kadar gitti. Bu politika sol içinde genel bir karışıklığa ve demoralizasyona yol açtı.
PRD’yi işçi sınıfı ve öğrenci gençlik arasında kitlesel bağımsız bir devrimci sosyalist güç olarak inşa etme fırsatı, son üç yıl içinde harcanmıştır. Bunun yerine PRD liderliği, “akıllı taktikler izleme” ve “gerçek demokrasiyi” getirecek olan varolmayan ilerici kapitalisti aramak için burjuva sınıfın tüm kesimleriyle “koalisyon inşa etme” ölümcül yolunu takip etti. Ne kendi güçlerini inşa etmeyi ne de işçi sınıfı hareketini ilerletmeyi başardılar. Gerçek devrimci gençlik, PRD politikasının trajik deneyiminden dersler çıkarmak ve Endonezya’da gerçek Marksizmin güçlerini inşa etmek zorundadır.
Aslında 1997’den beri durmaksızın devam eden çöküşe rağmen, işçi sınıfı kendini ifade etmeye başlamıştır. 2001 Haziranında IMF’nin kemer sıkma paketine karşı yapılan işçi protestosu, bu sürecin iyi bir örneğidir.
Yine de, sarsıcı karakterine rağmen, bir şey söylemek için henüz erken. Gerçekte Endonezya’daki devrim süreci halen ilk aşamalarındadır. Devrimci süreç uzayacaktır. Bu, Marksistlere kendi güçlerini inşa etmek için sınırsız bir zaman tanımamaktadır. Doğu Timor’daki, Maluku’daki ve takımadaların diğer bölgelerindeki barbarlığın ve etnik temizliğin çirkin yüzü, devrimci sosyalizm Endonezya’da baskın güç olmayı başaramadığı takdirde neler olacağını gösteriyor.

imparator 28-02-2007 12:43

Afrika
Afrika’nın tümü bir karışıklık içindedir. Kıtadaki yaşam koşulları korkunçtur. Sadece bir örnek bu durumu göstermeye yeterlidir. Sahra Altı Afrika’da nüfusun sadece %2’si telefona ulaşabiliyor ve bunun yarısı da Güney Afrika’da. Ulusal sorun her yerde ortaya çıkıyor. Burada kilit önemde olan, temel olarak daha çok sanayileşmiş birkaç ülkede yoğunlaşan işçi sınıfıdır. Geçen yıl Nijerya’da, hükümeti petrol fiyatlarını geri çekmek zorunda bırakan 5 günlük genel grev sırasında, işçi sınıfının muazzam gücüne tanık olduk.
Bununla birlikte, Afrika ekonomisinin büyük bir kısmının son derece azgelişmiş doğasının bir sonucu olarak, tüm kıtanın gerçek kilidi, güçlü bir işçi sınıfının var olduğu Güney Afrika’dır.
Çok zor şartlar altındaki Güney Afrika’nın siyah proletaryasının hareketi, tüm dünya işçilerine ilham kaynağı oldu. Bu, Güney Afrika’da bir sosyalist devrime yol açabilirdi. Fakat Mandela ve diğerleri, beyaz yönetici klikle anlaştılar. Aslında teslim oldular. Gerici Apartheid rejiminin çökmesiyle, kitleler yekpare olarak ANC hükümetine oy verdiler. Onlar köklü bir değişim için oy verdiler. Fakat değişim umutları hızla dağıldı.
Geçmişte ANC, en azından lafızda, “sosyalist” bir politika savunuyordu. Şimdi, bütün “sosyalist” liderler gibi, kapitalizme teslim oldular ve piyasa ekonomisini ve özelleştirmeyi kabul ettiler. Hükümete duyulan hoşnutsuzluk yayılıyor. ANC, kasabalara içme suyu götürmek gibi işlerde bile verdiği sözü yerine getirmedi. Pek çok açıdan kitlelerin durumu eskisinden daha kötü: özelleştirme dalgası, su kullanımında bireysel sayaç uygulamasına geçilmesi (bu yoksul ailelerin sularının kesilmesi anlamına geliyor ve çoktan KwaZulu Natal’da kolera salgınına yol açmıştır), işsizliğin büyümesi vs.
Hatta bazı ANC’li belediyeler, ırkçılık karşıtı hareketin yaygın taktiklerinden biri olan hizmet bedellerini ödememe döneminden kalma elektrik borçlarını insanlara ödetmeye çalışıyorlar. Kasabalardaki insanlar bu borçları ödeyemedikleri için elektrik hizmetlerinden yararlanamaz haldeler. Bu, Soweto da dahil olmak üzere ülkenin her yerindeki kasabalarda çatışmalara neden olmuştur.
Mandela ve diğer ANC liderlerinin teslimiyetleri, Stalinistlerden aldıkları yanlış aşamalar teorisinin mantıksal ürünüdür. Kapitalist sınıfa çok az sayıda siyah katılsa da, onlar bir siyah burjuvazi yaratmaya çalışıyorlar. Tüm sözde Siyah Ekonomiyi Güçlendirme programlarının yaptığı şey, bazı şirketlerin yönetimine cüzi sayıda siyahın atanmasının ötesine geçmemektedir. Yüksek oranda yoğunlaşmış Güney Afrika ekonomisine egemen olan bir avuç tekel, apartheid yılları boyunca ülkeyi işleten aynı beyaz kapitalistlerin elindedir. Şimdi ülke dünya ölçeğindeki resesyonun etkileriyle yüz yüzedir. Bu yılın başlarında 1 dolar 7,5 rand (Güney Afrika para birimi) iken, şu anda bir dolar 12 randdır.

imparator 28-02-2007 12:43

ANC liderliği, kitleler pahasına zenginleşmeye kararlı bir siyah kariyeristler kliğini temsil ediyor. ANC ve COSATU liderleri devlet tarafından emilmiştir. Eski sendika lideri Cyril Ramaphosa milyoner olmuştur. Demokrasiye ilişkin güzel sözlere rağmen, gerçekte ülke IMF’nin ve Dünya Bankasının kapitalist politikalarını sadık bir şekilde takip eden Thabo Mbeki etrafındaki seçilmemiş klik tarafından yönetiliyor. Tüm kararlar bu klik tarafından alınıyor ve hiçbir soruya izin verilmiyor.
Fakat bu durum, ANC içinde gelecekte sınıfsal temellerde bir bölünmeye yol açabilecek çatlaklar meydana getirmiştir. Taban hoşnutsuz ve huzursuzdur. ANC’nin burjuva liderliğinden kopmayı talep eden bir kesimin yanı sıra, SACP da mayalanma halindedir. Giderek artan sayıda işçi ve genç, liderliğin çürümesi ve burjuva yanlısı politikaları benimsemesi nedeniyle şaşkın ve bıkkın durumdadır. Her şeyden önce, ANC liderliği ve COSATU arasında bir uçurum oluşacaktır. Sendika üyeleri, kamu ve belediye hizmetlerinin özelleştirilmesiyle hedef haline geldiler. Mevcut dünya ekonomik krizi daha fazla işten atma ve işsizliğin artması anlamına gelecektir. İşçilerin hükümete yönelik hoşnutsuzlukları artacak ve sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine yol açacaktır.
Belediye işçilerinin halihazırda çok sayıda radikal grevi oldu ve COSATU 2001 Ağustosunda üç günlük genel grev çağrısında bulunmak zorunda kaldı. ANC ve özellikle SACP içinde gerçek bir Marksist eğilimin oluşması için büyük olanaklar ortaya çıkacaktır.
ANC, kamu görevlileri ve diğer görevlileri saymazsak büyük oranda boştur. Liderleri, sol bir örtü olarak SACP liderliğine yaslanıyorlar. Hükümet içinde SACP’lı bakanların olması, kaçınılmaz olarak sorulara ve eleştirilere neden oluyor. COSATU içinde, SACP’ın ANC hükümetinden çekilmesi talepleri dahi yükseltilmiştir. Fakat ANC politikalarına rağmen kitlelerin henüz bir alternatifi yoktur. Sonraki bir evrede ANC ve SACP içinde ayrılıklar olacaktır.
En acil ve yakıcı görev, Güney Afrika’da, ANC, SACP ve kuşkusuz COSATU gibi kitle örgütleri içinde gerçek bir devrimci politika için savaşacak olan Marksist kadroların ilk grubunu kurmaktır. ANC’nin kapitalist politikaları terk etmesini ve SACP’ın gerçek bir komünist program savunmasını talep etmeliyiz. İşçi sınıfının, işsizleri ve yarı proleterleri kendi arkasına çekerek iktidarı alması gerektiğini somut bir şekilde ileri sürmeliyiz. Güney Afrika’nın siyah proletaryası, Sahra Altı Afrika’nın en büyük işçi sınıfıdır. COSATU 1,8 milyon üyeye sahip müthiş bir güçtür. Doğru bir önderlikle, kolaylıkla iktidarı alabilirler ve toplumun sosyalist dönüşümüne başlayabilirler.
Güney Afrika ve tüm Afrika için şu anda tek ileri yol sürekli devrimdir. Güney Afrika bu yola girerse, bütün Afrika girecektir. Güney Afrika’daki bir sosyalist devrim tüm durumu derhal değiştirirdi. Zimbabwe’den, Angola’dan ve Mozambik’ten başlayıp Nijerya’ya, Kongo’ya ve diğerlerine yayılan bir devrim dalgasını harekete geçirirdi.

imparator 28-02-2007 12:43

Bölüm Üç
Giriş
Dokümanın üçüncü bölümünde eski sömürge dünyaya özgü bazı sorunlarla ilgileneceğiz. Batıda proleter devrimin gecikmesi ve gerçek bir Leninist partinin ve önderliğin bulunmayışı nedeniyle, eski sömürge dünyadaki devrimler geçmişte çarpık bir biçim almıştır (proleter Bonapartizmi). Fakat Arjantin’de, Venezuela’da ve diğer ülkelerde gelişen devrimlerle birlikte, proletaryanın önder rolü gündemdedir.
Asya, Afrika ve Latin Amerika’da Devrim
Geçtiğimiz dönemde proleter Bonapartist rejimlerin krizine tanık olduk. Mozambik ve Angola, haydutlara arka çıkan ve silahlandıran Güney Afrika tarafından mahvedildi. Afganistan, gerici gerilla savaşına çekilmeden önce istikrarlı bir devlet kurmayı bile başaramadı. Etiyopya’daki rejim, ulusal sorunu çözmeyi başaramadığı için yıkıldı. Şimdi de Rusya’nın para yardımından yoksun kalan Küba ipin ucunda.
Emperyalizme karşı mücadele, ileri kapitalist ülkelerdeki süreçlerle birleştirilmedikçe anlaşılamaz. Batıdaki devrimin gecikmesi, eski sömürge ülkelerde köktendincilik ve proleter Bonapartizm (deforme işçi devletleri) gibi tuhaf sapkınlıklar yaratmıştır. Her yerde, devrimci sonuçları olacak derin bir kriz hazırlanmaktadır. Fakat asıl sorun öznel faktördür. Eğer işçi sınıfı Marksist bir partinin önderliği altında iktidarı almayı başaramazsa, her türlü tuhaf ve ucube çarpıklıklar muhtemeldir.
Yeni proleter Bonapartist rejimlerin olması mümkün müdür? Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra eskisi gibi bir model bulunmamaktadır. Bu önemli bir noktadır, ama kendi başına belirleyici değildir. SSCB ve Çin’deki geçmiş “sosyalizm” deneyimi, örneğin Latin Amerika’daki gerilla hareketlerinin liderleri için hâlâ çekici bir model oluşturabilir. Daha da önemlisi, Küba, Çin ve Vietnam var.
Gelecek dönemde yeni proleter Bonapartist devletlerin ortaya çıkması teorik olarak dışlanamaz. Bu koşullara bağlıdır. Özellikle bir ekonomik çöküş durumunda, bazı ülkelerde proleter Bonapartizmi yönünde bir hareket olabilir. Amerikan emperyalistleri bundan endişe ediyorlar ve haklılar. Elbette, güçlü bir işçi sınıfının var olduğu Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerden bahsetmiyoruz. Ama Kolombiya gibi daha geri ülkelerde bu bir olasılıktır.
Venezuela’da, eğer gerçek bir devrimci parti ve önderlik bulunsaydı, kitlelerin ayaklanmasıyla yenilgiye uğratılan gericiliğe yönelik hareketin ardından işçi sınıfı iktidarı alabilirdi. Fakat böyle bir önderlik mevcut değil. Eğer Chavez Marksist olsaydı, ütopik bir reformist olmasaydı, iktidar bir iç savaş olmaksızın sancısız biçimde işçilerin eline geçerdi. Fakat fırsat kaçırılmıştır: inisiyatif ABD emperyalizmi tarafından cesaretlendirilen ve yardım edilen burjuva karşı-devrime geçmiştir. Son derece baskıcı karaktere sahip bir burjuva Bonapartizmiyle sonuçlanabilecek yeni darbe girişimleri kaçınılmazdır. Bu perspektif, sınıf mücadelesinin önceden tahmin edilmesi zor olan akıbetine bağlıdır. Kitleler harekete geçmişlerdir ve dövüşmeye hazırdırlar. Fakat öznel faktör belirleyici olarak kalmaktadır. Her ne kadar Chavez, Castro hayranı olsa da, onun 1960’da yaptığını yapmamıştır. Castro, emperyalizme ve kapitalizme darbe indirmek, Küba kapitalistlerini mülksüzleştirmek ve proleter Bonapartist bir rejim kurmak için işçi sınıfına dayanmıştı.


Türkiye`de Saat: 23:41 .

Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580