Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Taraftar > islam

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 15-01-2007, 14:47   #51
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FAHŞÂ:Çirkin. Dînin ve aklın beğenmediği şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:

Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır. (Ankebût sûresi: 45)
Muhakkak ki şeytan size fahşâyı emreder. (Bakara sûresi: 268)
Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen kimse, fahşâdan korunmuş olur. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir; görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)



FÂİL-İ MUHTÂR:İstediğini yapan.
Allahü teâlâ fâil-i muhtârdır. Hiçbir işi yapmaya mecbûr değildir. Yaptıkları şey için de kimse O'na bunu niçin yaptın diyemez. Eski Yunan felsefecileri, akılları ermediğinden, Allahü teâlânın fâil-i muhtâr olduğunu inkâr ettiler. (Muhammed Ma'sûm)
Ey müslüman! İyi bil ki gördüğün, işittiğin her şey, meydana gelen bütün şeyler madde ve cisim, bunların özellikleri, akıllar, fikirler, düşünceler, gökler, yıldızlar, elementler ve bileşik cisimler yok idi. Hepsi fâil-i muhtâr olan Allahü teâlânın i stemesi ve yaratması ile var oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Beled ve Şems sûresinin sekizinci âyetleri Allahü teâlânın insanlara maddî ve mânevî kuvvet verdiğini iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve yaptığı işin mes'ûliyetinin (sorumluluğunun) insana âit olacağını açıkça anlatmaktadır. Görülüyor ki, insan bir yö nden fâil-i muhtârdır. Bu sebeble her işinden dünyâda ve âhirette mes'ûldür. (Muhammed Ma'sûm)



FÂİTE:Gaflet, uyku, unutmak, hastalık, düşman korkusu gibi bir özürle kaçırılan farz veya vâcib namaz.
Özürsüz, tenbellikle kılınmayan namazlara metrûkât denir. Namazı özürsüz vaktinde kılmamak büyük günâhdır. Kazâ etmekle bu günâh affolmaz. Ayrıca tövbe etmek lâzımdır. İslâm âlimleri, müslümanın namazını özürsüz aslâ terk etmeyeceğini, ancak dinde bi ldirilen bir özürle kaçırabileceğini nazar-ı îtibâra alarak, fıkıh kitablarında kazâ edilmesi gereken namazlara; metrûkât (terk edilen namazlar) demeyip, fâite (kaçırılan namazlar) tâbirini kullanmışlardır. (Alâüddîn Haskefî, S.Abdülhakîm Arvâsî)
Fâite namazları olan bir kimse, bunları kılacak güçte iken kılmamış ise, öleceği zaman, namaz borçlarının fidye (fakirlere belli miktârda para veya başka bir şey) verilerek iskât edilmesi (düşürülmesi) için vasiyyet etmesi lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)



FÂİZ:Ödünç vermekte, rehnde (ipotek yâni ödenecek mal karşılığı olarak, bir malı, alacaklıda veya başka âdil bir kimsede emânet bırakmada) ve alış-verişte, alıcıdan veya vericiden birinin ötekine karşılıksız vermesi şart edilen fazla mal, para veya menfaa t. Ribâ. (Bkz. Ribâ)
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Fâiz yiyenler, kıyâmet günü mezarlarından, sar'a hastası gibi perişân kalkacaklardır. (Bekara sûresi: 275)
Allahü teâlâ, fâiz alan ve verenlerin mallarının hepsini yok eder. İzini, eserini de bırakmaz. Zekât verenlerin malını elbette artırır. (Bekara sûresi: 276)
Receb'in ilk Cumâ gecesini ihyâ edene (ibâdetle geçirene), Allahü teâlâ kabir azâbı yapmaz. Duâlarını kabûl eder. Yalnız yedi kimseyi affetmez ve duâlarını kabûl etmez: Fâiz alan veya veren, müslümanları aşağı gören, anasına-babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, müslüman olan ve dînin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı san'at edinenler, livâta ve zinâ edenler, beş vakit namazı kılmayanlar. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-ün-Nâsihîn)
Daha fazlasını ödemesi şartı ile ödünç vermek fâizdir. Yâni böyle olan sözleşme haramdır. Haram anlaşma ile ele geçen malın hepsi haram olur. Meselâ on iki kile ödemesi şartı ile, on kile buğday ödünç verilse, alınan on iki kilenin hepsi haram olur. Fâiz ile ödünç vermek ve almak haram olduğu Kur'ân-ı kerîmde açık olarak bildirilmiştir... (İmâm-ı Rabbânî)
İsrâfın yâni malı, dînin uygun görmediği yerlere dağıtmanın kötülüğünü gösteren delillerden biri de, fâizin haram olmasıdır. Fâiz alıp vermek büyük günâhtır. Fâizin haram olmasının sebebi, insanların malını alış-veriş yaparken ziyân olmaktan korumakt ır. (İmâm-ı Birgivî)
Son nefeste îmânsız gitmeye sebeb olan şeylerden biri de, fâiz alıp vermektir. (Hamzâ Efendi)
Fâiz, yalnız İslâmiyet'te değil, semâvî dinlerin yâni daha önce gönderilen hak dinlerin hepsinde haram idi. Fâizin azı da çoğu da haramdır. En büyük günâhlardandır. (Muhammed Rebhâmî)
Her menfaat getiren borç fâizdir. (Alâeddîn Haskefî)



FAKÎH:
1. Fıkıh âlimi. Dînin amelî (yapılacak işlerle ilgili) hükümlerinde mütehassıs âlim. Çoğulu fukahâdır. (Bkz. Fıkıh)
2. Müctehid. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan hükümleri, açık ve geniş olarak bildirilenlere benzeterek meydana çıkarabilen derin âlim. İctihâd derecesine varmış âlim.
Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını ummadığı yerlerden gönderir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Şeytana karşı bir fakîh bin âbidden (çok ibâdet edenden) daha kuvvetlidir. (Hadîs-i şerîf-Hilye)
Fakihlerin başı İmâm-ı A'zam'dır ve fıkhın dörtte üçü ona âittir. (İbn-i Âbidîn)



FAKİR:
1. Aslî (temel) ihtiyâçlarından başka nisâb miktârı (dînen zengin sayılacak kadar) malı olmayan.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Artık ondan (kesilen kurbandan) hem kendiniz yiyin, hem de yoksula, fakîre yedirin. (Hac sûresi: 28)
Üç şeyi yapan müslümanın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek yemek. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Eshâbım için fakirlik seâdettir. Âhir zamandaki ümmetim için zenginlik seâdettir. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Fakir olduğu için bir kimseyi aşağı, zengin olduğu için bir kimseyi yüksek tutan mel'ûndur. (İbn-i Abbâs)
Bu ümmetin fakirlerinin, zenginlerinden yarım gün önce Cennet'e girecekleri bildirildi. Bu yarım gün, beş yüz dünyâ senesidir. Çünkü, Allahü teâlânın bildirdiği bir gün,bin dünyâ senesi kadar zamandır. Böyle olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir . Cennet'e erken girecekleri bildirilen fakirler, İslâmiyet'e uyan, sabreden fakirlerdir. İslâmiyet'e uymak demek, İslâmiyet'in emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
Fakir, nafakası olmayınca sabr ve kanâat eder. Allahü teâlânın kendisi hakkındaki muâmelesinden râzı olur. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibâdetlerini terk etmez, haram işlemez. Kazanırken de, harcarken de dînin emir lerine uyar. Böyle kimseye zenginlik de fakirlik de faydalı olur. (Hâdimî)
2. Tasavvufta fakir: Derviş. Her zaman her işte yalnız Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilen, bütün ihtiyaçlarını hep Allahü teâlâya arz eden.
Fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez, burnunu kırar. (İmâm-ı Rabbânî)



FAKR:Fakirlik. Tasavvufta her zaman her işte Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek.
Fakr ile öğünürüm. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)



FAL:Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve benzerlerine bakmak sûretiyle gaybdan, gelecekten haber verme işi.
Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi? dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesabsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül (güvenip) ve güvenmeyenlerdir denildi. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:48   #52
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FALCI:Fala bakan, gaybı bildiğini iddiâ eden. Gaybı anlamak için güyâ bir takım vâsıtalara mürâcaat eden kimse. Atılan boncuk ve baklaya, koyunun kürek kemiğine ve sâir şeylere bakıp bunlardan manâ çıkarır görünen; gaybden haber verdiğini iddiâ eden kimse.
Cebrâil (aleyhisselâm) bana geldi. Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece, Şâban'ın on beşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihyâ edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız kâfirleri, büyücüleri, falcıları, kendini beğenenleri, içki içenleri, fâiz yiyenleri ve zinâ yapanları affetmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)

Tevekkül edenler (sebeblere yapışıp Allahü teâlâya güvenenler) , falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmezler. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. Bunları gaybleri (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)



FÂNÎ:
1. Yok olucu, geçici, devamlı olmayan.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yer) üzerinde bulunan her canlı fânîdir. (Rahmân sûresi: 26)
Âhiret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyâda hazırlamak lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
Fânî olanı ver ki, bâkî (sonsuz, devamlı) olanı alasın. (Erzurumlu İbrâhim Hakkı)Âlemlerin hâdis olduğuna yâni sonradan yaratıldığına inanan, fânî olduklarına da inanır. Müslüman olmak için; maddelerin ve cisimlerin yâni her varlığın, yoktan var edilmiş olduklarına ve tekrar fânî olacaklarına inanmak lâzımdır. (Seyyid Şerîf Cürcânî)
Ey insanoğlu! Bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan başka işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı kalacak işlerle meşgûl ol! (Akbıyık Sultan)
2. Tasavvufta Allahü teâlâdan başkasını unutan, bunların sevgisinden kurtulan kimse. Dînin emirlerini en iyi şekilde yaparak süslenmek, ibâdetleri yapmakta ve yasaklardan kaçmakta kolaylık hâsıl olması; nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da ancak, Ehl-i sünnet âlimlerini sevmek ve onların muhabbetini (sevgisini) kazanmakla olur. (İmâm-ı Rabbânî)



FARÎDÂT-I ÂDİLE:Dînimizin dört temel kaynağından icmâ' ve kıyâs. (Bkz. İcmâ', Kıyâs) İlim üçtür:
Âyet-i muhkeme (hükmü açık âyet-i kerîmeler), sünnet-i kâime (Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri, mübârek söz ve davranışları) ve farîdât-ı âdile. (Hadîs-i şerîf- Ebû Dâvûd)



FARÎZA:
1. Namaz, oruç, zekât gibi kesin delil (mânâsı açık olan âyet-i kerîme) ile bildirilen emirler.
Hac farîzası hem mâlî (mal ile), hem de beden ile yapılan bir ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
2. Miktârı bildirilen vârislerden her birine düşen hisse. Mîrâs payı.



FARK:Tasavvufta cem' denilen mertebeden sonra gelen bir makam. Buna cem'ül-cem' de denir. (Bkz. Cem')
Fark makâmında olanın rahatlık ve huzûru kullukta, lezzeti tâatte yâni ibâdettedir. Cem' makâmı sekirdir (muhabbet sarhoşluğudur). Fark makâmı, sahv (uyanıklık) olup, buraya kavuşunca ârif hakîki İslâm'la şereflenip, insanları doğru yola kavuşturmaya ve terbiye etmeye lâyık olur. (İmâm-ı Rabbânî)



FÂRÛK:"Doğru ile yanlışı birbirinden ayıran" mânâsına hazret-i Ömer'in lakabı.
Bir gün Peygamber efendimize bir münâfık (kalbi ile inanmayıp inanır görünen) ve bir yahûdî bir dâvâ ile geldiler. Peygamber efendimiz aralarında hükmeyledi. Yahûdînin haklı olduğu anlaşıldı. O münâfık râzı olmayınca, Resûlullah efendimiz onlara; "Ömer'e varın sizin dâvânızı görsün" buyurdu. Onlar Ömer'e geldiler. Neye geldiniz? dedi. Münâfık, bu yahûdî ile dâvâm vardır dedi. Hazret-i Ömer; "Resûlullah efendimiz varken ben bu dâvâyı nasıl göreyim" dedi. Münâfık; "Biz Resûlullah'a (aleyhisselâm) vardık, yahûdînin haklı olduğuna hükmeyledi. Ben râzı olmadım." dedi. O zaman hazret-i Ömer; "Siz az bekleyin, ben dâvânızı şimdi hâllederim" dedi ve içeriye gitti. Biraz sonra eteğinin altında kılıcıyla çıkıp yanlarına geldi. Kılıcı çektiği gibi o münâfığın kellesini uçurdu ve; "Resûlullah'ın hükmüne râzı olmayanın hâli budur" dedi. İşte bundan dolayı, kendisine Ömer-ül-Fârûk denildi. (Şemseddîn Sivâsî)



FARZ:Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkca bildirdiği emirler.
Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar.Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum. (Hadîs-i kudsî-Buhârî)
Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak ettiğim haramlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Mişkât, Câmi-us-Sagîr)
Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünne ti ve edeplerinden bir edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir. (İmâm-ı Rabbânî)



Farz-ı Ayn:Her müslümanın yerine getirmesi lâzım olan farz.
Îmânı yâni Ehl-i sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. (İmâm-ı Rabbânî)



Farz-ı Kifâye:Müslümanların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farz.
Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. (Halebî-yi Kebîr)
Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. (Yûsuf Sinâneddîn)
Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. (Alâüddîn-i Haskefî)



FASD:Damardan kan aldırma. (Bkz. Hacâmat)



FÂSIK:Açıkça günah işlemekten çekinmeyen, âsî, günahkâr mü'min.
Fâsıkın fıskına mâni olmağa kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Fâsık medh olunduğu zaman, Rabbimiz gadâba gelir. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî, İbn-i Adî)
Kızını fâsığa veren mel'ûndur. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
Öğrenilmesi farz ve vâcib olan fıkıh (din) bilgilerini öğrenmemek fısktır, günahtır. Fâsıkların şâhidliği kabûl olmadığı için, şâhidlere îtirâz olunduğu zaman, hâkim şâhidlere fıkıhtan sorar. (İbn-i Âbidîn)
Fâsıkın, bid'at sâhibinin (inanışı bozuk olanın) ve âsînin evine, ziyâfetine, ancak zarûret olunca veya bir kimsenin işini görmek için gidilir. (İmâm-ı Gazâlî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:48   #53
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FÂSİD:Bozan, bozuk.
1. Bir ibâdetin, bâtıl olması, geçersiz olması. Bâtıl.

Namaz kılarken göğüs özürsüz olarak kıbleden çevrilirse, namaz hemen fâsid olur. (Halebî)
Namazda konuşmak ve boğazından özürsüz öksürük gibi ses çıkarmak namazın fâsid olmasına sebeb olur. (Halebî)
Oruçlu iken ve namaz kılarken boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da namaz da fâsid olur. (Tahtâvî)
2. Aslı İslâmiyet'e uygun olup, sıfatı uygun olmayan muâmele, akid.
Veresiye yapılan satışta ödeme târihi belirtilmezse, fâsid olur. (Kâşânî)



Fâsid Akd:Aslı İslâmiyet'e uygun olduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan her çeşit sözleşme.



Fâsid Bey':Aslı İslâmiyet'e uygun olup sıfatı uygun olmayan satış. (Bkz. Bey')
Fâsid bey aslında sahihdir, câizdir. Çünkü mütekavvim (kullanılması mübah ve kullanılabilir) olan malın satışıdır. Fakat sıfatı dîne uygun olmayıp sahih (geçerli) değildir. Semen (bedel) mütekavvim olmayınca veya mebîin (satılan malın) veya semenin m iktarı veya evsafı yahut veresiye satışta semenin verileceği zaman belli olmayınca bu satış fâsid olur. (İbn-i Âbidîn)



Fâsid İcâre:Aslı İslâmiyet'e uyduğu hâlde, sıfatı uygun olmayan icâre (kirâya verme).
Bir mal dînen ve aklen nerede kullanılabilirse, o maksadla kullanmak için kirâya verilir. Kumaşı, ev ve mutfak eşyâsını, süs, gösteriş olarak bulundurmak için; evi, oturmayıp, köleyi, altını, gümüşü ve otomobili kullanmayıp, başkasına gösteriş yapmak için kirâ ile almak fâsid icâre olur. (Ali Haydar Efendi)
Koyun otlatmak için tarlayı, yünü için hayvanı kirâya vermek câiz değildir, fâsid icâredir. (İbn-i Âbidîn)



Fâsid Kan:Üç günden yâni yetmiş iki saatten -beş dakika bile az olsa- gelen kan, yeni başlayan (baliğa, ergen) olan için on günden çok sürüp, onuncu günden sonra gelen kan, yeni olmayanlarda (kadınlarda) âdetten çok olup on günü de aştığında âdetten sonraki gü nlerde gelen kan, hâmile ve âyise (ihtiyar) kadınlardan ve dokuz yaşından küçük kızlardan gelen kan. İstihâza kanı. (Bkz. İstihâza)



Fâsid Temizlik:Sahîh olmayan temizlik.Kadınlarda hayız kanının kesilmesinden sonra on beş gün geçmeden önce kan görme hâli.
Hayız müddeti dışında istihâza denilen kan görüldüğü günler, fâsid temizlik günleridir. (İbn-i Âbidîn)
Hayız kanının durmadan akması lâzım değildir. İlk görülen kan kesilip, üç gün sonra tekrar görülürse, aradaki temizlik, fâsid temizlik olup, sözbirliği ile hep aktı kabûl edilir. (İbn-i Âbidîn)



FASL-I HİTÂB:Kolay, açık ve anlaşılır söz söyleme.
Doğru söyliyenlerin en iyisi ve kendilerine Fasl-ı hitâb ve hikmet (ilim) verilenlerin en üstünü olan sâhibimiz ve efendimiz Muhammed aleyhisselâma ve O'nun temiz Âline (akrabâsına) ve insanlar arasından O'nun için seçilmiş olan Eshâbına (arkadaşları na) salât ve selâm (hayırlı duâlar) olsun. (Ahmed Mekkî Efendi, Sekkâkî)



FÂTIMÎLER:Aslen mecûsî olan Meymûn el-Kaddah'ın neslinden gelen Ubeydullah bin Sa'îd'in etrâfında toplanan, kendilerinin hazret-i Fâtıma'nın neslinden geldiklerini iddiâ eden; Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Sûriye'de 910-1171 seneleri arasında hüküm süren, E shâb-ı kirâm düşmanlığını yaymaya çalışan hânedân Ubeydîler.
İki yüz altmış sene müddetle Ehl-i sünnet müslümanlara zulmeden Fâtımîler, pek çok mâsum (günâhsız) kimseyi öldürdüler. Abbâsî halîfelerinin hilâfetini kabûl etmeyerek İslâm birliğini parçaladılar. Zaman zaman Abbâsî halîfelerine ve Selçuklulara karş ı hıristiyanlarla birleşerek müslümanlar aleyhine ittifak (birlik) kurdular. Fâtımîler kurdukları medreselerde bâtınî (İsmâilî) dâî (propagandacı) yetiştirdiler. (İmâm-ı Süyûtî)
Fâtımî hükümdârlarından Muiz Lidînillah şimdiki Kâhire şehrinin bulunduğu yere Kâhire-i Muizziyye adında bir şehir kurdu. Ezândaki Hayyealessalâh ibâresini kaldırarak, yerine bâtınîliğin alâmeti olarak Hayyealâ hayr'il amel ibâresini koydurdu. (Nişâncızâde)



FAZÎLET:1. Üstünlük. İyi ahlâklılık.
Fazîlet ehlinin değerini, ancak fazîlet ehli bilir. (Hadîs-i şerîf-Bostân-ül-Ârifîn)
Namazı cemâat ile kılmak, yalnız kılmaktan yirmi yedi derece daha fazîletlidir. (Hadîs-i şerîf-El-Fıkh alel Mezâhibi Erbe'a)
Dört halîfenin fazîlet ve üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. (İmâm-ı Gazâlî)
İlim sâhibleri, diğer mü'minlerden yedi yüz derece daha fazîletlidir. (İbn-i Abbâs)
İmâm-ı Şâfiî'ye bir mes'ele soruldu; sükût etti. "Niçin sustun?" dediklerinde; "Fazîletin sükûtta mı cevapta mı, nerede olduğunu anlayıncaya kadar sükûtu tercîh ettim" buyurdu. (İmâm-ı Gazâlî)
Hazret-i Ebû Bekr'in fazîleti; îmânda ve çok mal vermekte, nefsini bu yolda hizmetçi etmekte, en önde olması sebebiyledir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Farz ve vâciblerin hâricindeki nâfile ibâdetler yâni müstehâb ve sünnetler.
Din üç kısımdır: Emirler, yasaklar ve fazîletler. (Muhammed Rebhâmî)



FECR:Sabaha karşı, güneş doğmadan önce, ufkun gün doğusu tarafında görünen aydınlık, tan yerinin ağarması.
Resûlullah efendimiz mîlâdın 571. senesi Nisan ayının 20. Pazartesi sabâhı fecr ağarırken, Mekke şehrinde dünyâyı teşrîf etti. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)



Fecr-i Kâzib (Aldatıcı fecr):Fecr-i sâdıktan iki derece kadar önce doğuda görülen ve sonra kaybolan geçici beyazlık. İmsak vakti.



Fecr-i Sâdık (Gerçek fecr):Fecr-i kâzibi tâkibeden tam karanlıktan sonraki beyazlık. Sabah namazının ve orucun başlama vakti.
Sabah namazı, dört mezhebde de fecr-i sâdıkın şarktaki ufk-i mer'îden (görünen ufuktan) aydınlanmaya yüz tutması ile başlar. (Kedüsî)
Orucun farzı üçtür: 1) Niyet etmek, 2) Niyeti ilk ve son vakitleri arasında yapmak, 3) Fecr-i sâdıktan, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde orucu bozan şeylerden sakınmak. (Kutbüddîn-i İznikî)



FEDÂİL:Farz ve vâcib olmayan nâfile ibâdetler.
Yâ Ali! İnsanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-un-Necât)
İbâdetler, ferâiz (farzlar) ve fedâil olmak üzere ikiye ayrılır. Beş vakit namazın sünnetleri, farzlardaki noksanları, kusûrları tamamlar. Yoksa, sünnet namazı, kılınmayan farz namaz yerine geçmez. ( Abdülhakîm Arvâsî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:49   #54
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FEHM:Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
Ahmak insan kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında olacak. Yaratılışında akıl ve fehimden mahrûm olanlar, bunları sonradan te'min edemezler. (İmâm-ı Gazâlî)




FELÂH:Kurtuluş, selâmet, mutluluk, hayır ve nîmetlerde, râhatta dâim olmak.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Sizden öyle bir cemâat (topluluk) bulunmalıdır ki, (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeğe çalışsınlar. İşte onlar felâha erenlerin tâ kendileridir. (Âl-i İmrân sûresi: 104)
Mü'minler (Allahü teâlânın birliğine inananlar) muhakkak felâh bulmuştur. (Mü'minûn sûresi: 1)
İlmi, kibirlenmek, kendini büyük göstermek için istiyenlerden hiç biri felâh bulmamıştır. İlmi; tevâzû (alçak gönüllülük) ve insanlara hizmet için isteyen, elbette felâh bulur. (İmâm-ı Şâfiî)
Başkalarının zarar görmesine sevinen kişi felâha kavuşamaz. (Bennân el-Hammâl)



FELEK:Yörünge.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Bunlardan her biri belli bir felekte yüzmeye (akıp gitmeye) devâm ederler. (Yâsîn sûresi: 40)



FELS:Altın ve gümüşten başka mâdenlerden basılmış para. Çoğulu fülûstur.
Satılan veya satın alınan malın, bir felsin îtibârî kıymetinden aşağı olmaması lâzımdır. Bir felsten aşağı alış-veriş câiz değildir. (İbn-i Nüceym)
Para olarak felslerin îtibârî kıymetleri (râyic değerleri), şimdi kullanılan kâğıt paralarda olduğu gibi, kendi değerlerinden katkat fazladır ve hep değişmektedir. Râyic değerleri altın ve gümüş değerinden hesaplanır. Bir felsin îtibârî kıymeti şimdi bir altın liranın kıymeti olan kâğıt lira adedinin on beşte biri kadar kuruş olmaktadır. Meselâ en ucuz altın liranın kıymeti 30.000 kâğıt lira ise, bu fülûsun îtibârî kıymeti 2000 kuruştur. Buna göre, 20 liradan aşağı olan bir malın satılması câiz olmamaktadır. (İbn-i Âbidîn)



FELSEFE:Madde, hayat, yaratılış, kâinât, ruh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda insan gücünün akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamâmı. Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecan verici laflarla inandırmaya çalışmak. Tecrübeye, hesâba dayanmayan şahsî düşünceler.
Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, helal-haram olanlara inanmaya gericilik demek felsefedir. Eski Yunan felsefesi başlıbaşına bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabiiyyeciler ve tabibler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. Felsefeciler ilâhiyyât üzerinde yâni Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emirleri yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular. Hesab, hendese, mantık, tabiat bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubahtır. Bunların hepsi İslâm bilgileridir. Fakat bunları İslâmiyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur. (İmâm-ı Gazâlî)
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslâm büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin ne kadar câhil olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kimseleri beğenmemelerini onlara aldanmam alarını birçok kitaplarında yazmışlardır. (Abdülhakîm Arvâsî)



FEN YOBAZI:Fen bilgisinde mütehassıs (uzman) olmadığı hâlde, kendisini fen adamı ve müslüman olarak gösterip müslümanların dînini, îmânını bozmağa, İslâmiyet'i içerden yıkmağa çalışan kimse.
Üniversiteden diploma alan bir kimse, sefâhete yâni zevk ve eğlenceye başlayıp, bulunduğu ilim dalında çalışmaz, okuduklarını da unutursa, bu kimse ilim adamı, fen adamı olamaz. İslâm düşmanlığı da yaparak, yalan ve yanlış sözlerini, yazılarını ilim ve fen olarak saçmağa kalkışırsa, cemiyet için zararlı olur. Bu fen yobazlarına aldanarak sonsuz felâkete sürüklenen zavallılara çok acınır. (Seâdet-i Ebediyye)
Fen yobazları, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Hâşâ bu âlemin yaratanı yoktur. Canlılar da böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir, demektedirler. İslâmiyet'i içerden yıkmak ve k üfre sebeb olan şeyleri isbâtlamak için çırpınan fen yobazları ne kadar zavallıdır. (Fâideli Bilgiler)



FENÂ:Tasavvuf ilminde bir terim. Kendini yok görmek. Mâsivâyı, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, mahlûkların (yaratılmışların) sevgi ve düşüncesini gönülden çıkarmak. Allahü teâlâyı çok zikir (anma) netîcesinde meydana gelen kendini unutma hâli.
Fenâya kavuşmak için lâzım olan on şey; tövbe, zühd (dünyâya düşkün olmamak), tevekkül (Allahü teâlâya güvenmek), kanâat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitablardan sakınmak, zikr (her işte Allahü teâlâyı hâtırlamak), teveccüh (bütün arzu ve isteklerden sıyrılarak Allahü teâlâya yönelmek, sabır, murâkabe (kendini hesâba çekme) ve rızâ (Allahü teâlâdan gelen her şeye boyun eğme)dır. (Ahmed Fârûkî)
Mârifet (Allahü teâlâyı tanımak) ve hakîkî îmân, fenâ hâli meydana gelmesine ve ölmeden önce olan ölmeye (gafletten uzak olup, her an Allahü teâlâyı hatırlamaya) bağlı olduğu için, fenâ hâli çok olanın îmânı dâimâ kâmil (olgun) olur. Peygamber efendi miz buyurdular ki: "Ebû Bekr'in îmânı bütün ümmetimin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr'inki daha üstün olur." Çünkü o, fenâda bütün ümmetten (her müslümândan) daha ileride idi. Eshâb-ı kirâmın hepsi fenâ makâmına kavuşmuştu. (Muhammed Ma'sûm)
Fenâ ve bekâ, sâhibinin vicdânı ile ilgilidir, dil ile söz ile anlatılamaz. Tatmakla anlaşılır. (Abdülhakîm-i Arvâsî) Bir kimsede hâsıl olmazsa fenâ, Hak teâlâya yol bulamaz aslâ.
(İmâm-ı Rabbânî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:49   #55
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FETRET:
1. Aynı cinsten iki hâdise (olay) arasındaki kesinti devresi.

Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem kırk yaşında iken ilk vahy gelerek peygamberliği bildirildi. Kırk üç yaşına kadar geçen fetret devresinde vahiy gelmedi. Fakat İsrâfil aleyhisselâm ara sıra gelip, Peygamber efendimize bâzı şeyleri öğr etirdi. Bu hâl üç sene kadar sürdü. Kırk üç yaşında iken Cebrâil aleyhisselâm gelerek Müddessir sûresinin ilk âyetlerini getirdi. Böylece Peygamber efendimiz insanları dîne dâvet etmekle vazîfelendirildi. İlk vahiyle bu zaman arasına fetret devri adı verildi. (Ahmed Cevdet Paşa, Halebî)
2. İki peygamber veya iki hükümdâr arasında peygambersiz ve hükümdârsız geçen zaman.
Şit aleyhisselâmın vefâtından sonra insanlar bozuldu. Âdem ve Şit aleyhimesselâmın bildirdiği hükümler unutulup, terk edildi. Bu fetret döneminden sonra, hazret-i İdrîs peygamber gönderildi. Ona otuz suhuf (forma) verildi. (Sa'lebî)
Hazret-i Îsâ ile Peygamber efendimiz arasındaki fetret devri bin senedir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Osmanlı târihinde, Ankara savaşından sonra Yıldırım Bâyezid'in ölümü ile oğlu Çelebi Mehmed'in başa geçtiği târihler arasındaki zaman fetret devridir. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)



FETVÂ:Herhangi bir işin dîne (İslâmiyet'e) uygun olup olmadığına dâir müftî tarafından verilen cevâb.
Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Bir kimseye câhilâne bir sûrette fetvâ verilse, bunun günâhı, fetvâyı verene âit olur. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Fetvâ veren âlime müftî denir. Müftînin müctehid (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen bir âlim) olması lâzımdır. Böyle olmayana müftî denmez, fetvâyı nakledici denir. Bunlar fetvâları meşhûr fıkıh kitablarından alırlar, müctehidle rin sözlerini bildirirler. (İbn-i Hümâm)
Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî)
Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)
Yetmiş imâm (âlim) şâhidlik etmeden, fetvâ vermeğe başlamadım. (İmâm-ı Mâlik)
Din ve dünyâ işlerinde bilmiyerek fetvâ verene melekler lânet eder. (Hâdimî)



FETTÂH (El-Fettâh):Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kullarına hayır kapılarını, dileklerine kavuşmak istiyen kullarına kapalı kapıları açan, peygamberlerini düşmanlarının elinden kurtarıp, memleketlerin fethini müyesser (kolay) kılan; evliyâsına (sevdiği kullarına) melekûtünün (gözle görülmeyen âlemin) kapılarını açıp, kalb gözlerinden perdeyi kaldıran.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
O (Allahü teâlâ) Fettâh'tır. Alîm'dir. (Sebe' sûresi: 26)



FEVÂİT:Kasten, bilerek terketmekle olmayıp, dînin kabûl ettiği herhangi bir sebeble, özürle kaçırılmış farz veya vâcib namazlar. Fâitenin çoğuludur. (Bkz. Fâite)



FEY':Dönmek. Muhârebe bittikten sonra, kâfirlerden zorla veya harp yapılmadan sulh yoluyla alınan mal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Allah'ın, (fethedilen diğer kâfir) memleketlerin ahâlisinden Peygamberine verdiği fey'; Allah'a, Peygamberine, hısımlarına (Resûlullah'ın akrabâsı olan Hâşim, Muttaliboğullarına) , yetimlere (babaları ölmüş fakir müslüman çocuklarına) , yoksullara (ihtiyâç sâhibi müslümanlara) , yolda kalanlara âiddir. Tâ ki (bu mallar) içinizden (yalnız) zenginler arasında elden ele dolaşmasın (fakirler bundan mahrum edilmesin) . Peygamber size ne getirdiyse (ne emrettiyse) onu alın, size ne yasak etdiyse ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azâbı (Peygambere muhâlefet edenlere karşı) çetindir (pek şiddetlidir) . (Haşr sûresi: 7)
Fedek arâzisi, sulh (barış) ile alındığı için o da fey' idi. Düşman tarafından hediye olarak gönderilen mallar da Resûlullah efendimiz için fey' olup, O'nun tasarrufunda (idâresinde) idi. Dilediği gibi harcardı. (Ebû Ubeyd bin Sellâm)
Harâc (gayr-i müslim vatandaşlardan alınan vergi) ve cizye de (gayr-i müslim vatandaşların hür ve mükellef olan erkeklerinden, seneden seneye alınan vergi) fey'dir. (İmâm-ı Ebû Yûsuf)



Fey-i Zevâl:Güneş, gün ortasında (Nısf-ün-nehârda), tam tepeye gelince görülen en kısa gölge uzunluğu.
Asr-ı evvelin vakti; bir şeyin gölgesinin boyu, fey-i zevâl artı kendi boyu olunca başlar. Asr-ı sâninin vakti, bir şeyin gölgesi, fey-i zevâl artı kendi boyunun iki misli olunca başlar. Asr-ı evvel, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, Asr-ı sânî İmâm-ı A'zam'a göre ikindinin başladığı vakittir. (İbn-i Hümâm, Ahmed Ziyâ Bey)



FEYLESOF:Beğendiği düşüncelerini hakîkat olarak anlatıp, yaldızlı, heyecanlı sözlerle inandırmaya çalışan kimse. Felsefeci.
Feylesoflar nakle değil akla inanırlar. Din bilgilerini fen bilgileri ile isbat eden mü'minlere Hukemâ denir. (M. Sıddîk bin Saîd)
İspanya fâciâsı olmasaydı, feylesof İbnü'r-Rüşd'ün ve İbn-i Hazm'ın bozuk fikirleri belki din ve îmân hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazin levha yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. (M. Sıddîk bin Saîd)
Âhiret azâbı hakkında peygamberlerin sözbirliği var iken, feylesofların sözlerine îtibâr olunmaz. Bu azâb aklî değil, hissîdir (bizzat tadılacak şekildedir). (İmâm-ı Rabbânî)



FEYZ:Akma. Peygamber efendimizin mübârek kalbinden, evliyânın kalbleri vâsıtasıyle akıp gelen mânevî bilgiler.
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş (faydalanmış) olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz yolu açılır. (İmâm-ı Rabbânî)
Bir kimse âlimlerin sohbetinde bulunur fakat onlara hürmet etmezse, ilâhî feyz ve bereketlerden mahrum kalır ve âlimlerdeki nûrlar kendinde görünmez. (Ebû Ali Sekafî)
Kendisinden ilim öğrendiği zâtta, ayıp ve kusur arayan, onun ilminden, feyz ve bereketinden faydalanamaz. (Abdullah binMenâzil)
Evliyâ mezarlarını ziyâret ederek, feyz vermeleri için yalvar. Fâtiha ve salevât okuyup sevâblarını mübârek rûhlarına göndererek onları Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için vesîle yap. (Mazhar-ı Cân-ı Cânân) Gelince feyz ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir an, Onun râhı (yolu) dü-âlemde (dünyâ ve âhirette) selâmet yâ Resûlallah! (Yaman Dede)



FIKH (Fıkıh):Bilmek, anlamak. İslâmiyet'i bilmek. Dinde yapılması ve sakınılması lâzım gelen işleri bildiren ilim.
İbâdetlerin en kıymetlisi, fıkıh ilmini öğrenmek ve öğretmektir. (Hadîs-i şerîf-Mecmûa-i Zühdiyye)
Allahü teâlâya fıkıhtan daha üstün bir şeyle ibâdet edilmedi. Muhakkak ki, bir tek fıkıh âlimi, şeytan üzerine bin âbidden daha şiddetlidir. Her şeyin bir direği vardır. Bu dînin direği de fıkıhtır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Fıkıh ilmini öğrenmek, her müslümanın üzerine farzdır. Ey müslümanlar, öğrenin veya öğretin ve fıkıh öğrenin de câhil olarak ölmeyin. (Hadîs-i şerîf-Edeb-üd-Dünyâ ved-Dîn)
Fıkhın bânîsi (kurucusu) Ebû Hanîfe'dir (İmâm-ı a'zam). Fıkhın dörtte üçü ona âittir. (İmâm-ı Rabbânî)
Fıkıh ilmi dört büyük kola ayrılır: 1) İbâdât: Namaz, oruç gibi ibâdetler. 2) Münâkehât: Evlenme ve boşanma ile ilgili hususlar. 3) Muâmelât: Alış-veriş, kirâ, şirketler vb. 4) Ukûbât: Cezâlar. (Ahmed Zühdî Efendi)
Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. (İbn-i Âbidîn)
Fıkıh bilgisi, ekmek su gibi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)




Fıkıh Usûlü:Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nâsıl çıkarıldığını öğreten ilim. (Bkz. Usûl-i Fıkıh, Fıkıh)




FIRKA:Cemâat, topluluk, bölük, grup.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Ey Peygamberim! Dinde fırka fırka ayrılanlarla senin hiç bir ilgin yoktur. Onların cezâlarını Allahü teâlâ verecektir. Kıyâmet günü Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hatırlatacaktır. (En'âm sûresi: 159)
Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (hıristiyanlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennem'den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Doğru yol Ehl-i sünnet yoludur.Peygamber efendimiz ve Eshâbının gittiği doğru yol, Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldur. Zamanla yanlış fırkalar unutuldu. Şimdi, İslâm memleketlerinin çoğu bu doğru fırkadadır. (M. Sıddîk bin Saîd)



Fırka-i Dâlle:Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi görüş ve akıllarına göre mânâ vererek, doğru yoldan ayrılıp dalâlete (yanlış ve bozuk yollara) sapmış fırkalardan her biri.
Fırka-i dâlleden hiç kimseye evliyâlık kemâlleri (üstünlükleri), mânevî yüksek hâller, tasavvuf zevkleri verilmemiştir. (Abdülhak-ı Dehlevî)
Fırka-i dâllenin ortaya çıkmasının sebebi Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere yanlış mânâ vermeleridir. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)



Fırka-i Nâciye:Kurtuluş fırkası. Cehennem'den kurtulacağı bildirilen fırka. İslâm dîninde doğru îtikâd üzere olanlar. Peygamber efendimiz ve Eshâbının ve bu büyüklere tâbi olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda bulunanlar (Bkz. Ehl-i Sünnet ve Cemâat).
Ey mü'minler! Ehl-i sünnet ve cemâat denilen fırka-i nâciyenin yoluna sarılınız! Çünkü, Allahü teâlânın yardımı, koruması ve saâdete ulaştırması, yalnız bu yolda bulunanlar içindir. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı, bu fırkadan ayrılanlar içindir. (Seyyid Ahmed Tahtâvî)
Hadîs-i şerîfte, müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmiş üç fırkadan herbiri kendilerinin fırka-i nâciye olduklarını söylemektedir... Hâlbuki fırka-i nâciyenin alâmetini, işâretini Peygamber efendimiz şöyle bildirmektedir: "Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır." İslâmiyet'in sâhibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, bunları da söylemesi; "Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Fırka-i nâciyenin yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur" demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:50   #56
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

FUHŞİYÂT:Çirkin, ayb şeyler, sözler. (Bkz. Fuhş)



FUKAHÂ:Fıkıh âlimleri. Fakîhin çokluk şekli. (Bkz. Fakîh)




Fukahâ-i Seb'a:Medîne'de yetişen yedi büyük fakîh (âlim).
Medîne-i münevverede yetişen fukahâ-i seb'a şunlardır: Sa'îd bin Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Urve bin Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebû Seleme bin Abdurrahmân bin Avf, Ubeydullah bin Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân (r.anhüm). (Ahmed Nâim Efendi)



FUKARÂ-YI SÂBİRÎN:Dilenmeyip sabreden ve şerî'ate (İslâmiyet'e) uyan fakirler.
Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâ-yı şâkirîn (şükreden zenginler)den hangisinin efdal (daha üstün) olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, fakirliği ihtiyâr (tercih) etmişti. " Rabbim beni doyuruyor, içiriyor" buyururdu. Fakirlik, ibâdete ve hizmete mâni olursa, taât (ibâdet) yapmağa kuvvet kazanmak için zengin olmak efdâldir, daha iyidir. Böyle zenginlik büyük nîmettir. (Abdullah-ı Dehlevî)



FÜCÛR:Günâh işlemek.
Yalandan sakının, o fücûr ile berâberdir ve her ikisi de Cehennem'dedir. (Hadîs-i şerîf-İhyâ-u Ulûmiddîn)
Fücûr sâhibleri dünyâ lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyet'in ve aklın beğenmediği taşkınlıkları yapar. Yimekte, içmekte ve evlenmekte dinde mekruhlara ve haramlara sapar. Çirkin, kötü işlerden zevk alır. (Ali bin Emrullah)



FÜLÛS:Altın ve gümüşten olmayan mâdenî paralar, pul. Fels'in çoğulu. (Bkz. Fels)
Değerini, kıymetini kayb eden fülûslar kıymetlerinden ödenir. (İmâm Ebû Yûsuf)



FÜRÛ':Dal, asıldan türeyen. Fer'in çokluk şeklidir.
1. Fıkıh ilminde (İslâm hukûkunda) çocuklar, torunlar ve onların çocukları.
Mîrâs hukûkunda Zevil-erham denilen akrabâlar on sınıftır. Birinci sınıfı ölenin fürû'u olup şunlardır: Kızının çocukları ve oğlunun kızının çocukları ve bunların çocuklarıdır. (M. Mevkûfâtî)
2. Ahkâm-ı şer'iyye yâni İslâm dîninde ibâdet, münâkehât (nikâh, boşanma, nafaka), muâmelât (alış-veriş, ticâret, kirâlama v.b) ve ukûbâtla (cezâlarla) ilgili hükümler.
Müctehid denilen büyük âlimlerin birbirlerinden ayrılmaları yalnız dînin fürû'undadır. Usûl-i dinde yâni îtikâd ve îmân (inanç) bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktur. (Şehristânî)



FÜTÜVVET:Cömertlik. Başkasını, kendisine tercih etmek. Başkalarının işlerini düzeltmeye çalışmak ve faydasına koşmak. Fütüvvetin başka değişik târifleri de yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir: Kendi nefsinde başkasının üzerine bir meziyet, üstünlük görme mek. Hatâlarını îtirâf edenleri affetmek, hiç kimseye şahsî düşmanlık beslememek. Ahlâk güzelliği.
Dostların aybını örtmesi, bilhassa, düşmanlarının başına gelen belâlara sevinmekten sakınması fütüvvetin îcâblarından, gereklerindendir. (Er-Riyâdü't-Tasavvufiyye)
Fütüvvetin en üstünü, kemâli, kâinâtın efendisi, cezâ gününün şefâatçısı, sevgili Peygamberimize mahsûstur ki; o günde herkesin, "Nefsim! Nefsim!.." diyerek kendi hâlleriyle meşgûl ve telâş içinde oldukları o dehşetli günde; "Ümmetim! Ümmetim!" niyâzını, şefâat kapılarının anahtarı yapacak ve kalblerin mahşer korkusuyla müthiş bir ızdırap içinde titrediği o vakitte, aslâ kendisini düşünmiyerek, ümmetinin başları üstüne himâye kanatlarını açacak ve bütün mahşer meydanını fütüvvet gölgesinin himâyesine alacaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:50   #57
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

-G-



GABEN:
Aldatma, aldanma, alıcı ve satıcıdan birinin diğerini aldatması.


Gaben-i Fâhiş:
Piyasadaki en yüksek satılandan altın ve gümüşte % 2,5 ve daha fazlasına, urûzda yâni ölçülüp tartılan ve taşınabilen mallarda % 5, hayvan için % 10, binâ için % 20'den, ibâdet konularında lâzım olan şeylerde de piyasadaki fiyatından iki misli fazla olan aldanmalar.
Bâyi' (satıcı), bu mala, şu kadar lira veren oldu deyip, satsa, sonra gaben-i fâhiş olduğu ve başkası, o kadar lira vermediği anlaşılsa, müşteri (alıcı) bey'i (satışı, alış-verişi) fesh edebilir, bozabilir. (Mecelle)
Yolculukta, su, gaben-i fahişle satılırsa veya piyasa fiyatı ile alacak fazla parası yok ise, namazını teyemmüm ile kılması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)


Gaben-i Yesîr:
Az aldanma veya az aldatma.


GADAB (Gazab):
1. Hiddet, öfke, kızgınlık.
Gadab, şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan, ateşten yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını giderirse, Allah da, ondan azâbını def eder, giderir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Gadaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya gücü yettiği hâlde, yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ onun kalbini, emniyet, güven ve îmân ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Gadab kanın hareketinin artmasından (tansiyonun artmasından) meydana gelir. Allah için gadaba gelmek iyidir, dîne olan gayretindendir. (Ali bin Emrullah)
Gadabının peşinden hilm eden, yumuşak davranan kimseyi Hak teâlâ sever. (İmâm-ı Rabbânî)
Gadab, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Gadabdan güç ve intikam hırsı, hüzünden ise, dert ve hastalık doğar. (Rıslân ed-Dımeşkî)
Ey oğlum! İnsanlara kızmaktan çok sakın. Yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve sözlerden sakın, sonra aşağılanırsın. (Ca'fer-i Sâdık)
2. Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikam almak istemesi.
Hadîs-i şerîfte buyruldu ki:
Bir yudum şarab içene, Allahü teâlâ üç gün gazab eder. (Yâni buna tövbe etmedikçe, üç gün içindeki iyiliklerine sevab verilmez ve günahları affedilmez. Üç gün içinde ölürse îmânsız gitmesinden korkulur. Bir kadeh içene Allahü teâlâ kırk gün gadab ede r.)
Yalan yere yemin ederek, birinin malını alan kimse, kıyâmet günü Allahü teâlâyı gadablı görecektir. (Hadîs-i şerîf-Seâdet-i Ebediyye)
Allahü teâlâ iyilik ve kötülük yapmayı çeşitli sebeblerle hatırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları kötülük yapmak irâde edince, isteyince O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde ettikleri zaman O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydana gelir. Gadab ettiği düşmanlarının kötü irâdelerinin, isteklerinin yaratılmasını O da irâde eder ve yaratır. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için bunlardan hep fenâlık meydana gelir. (Abdülhakîm Arvâsî)


GADR:
1. Verdiği sözde durmamak.
Gadr eden kimse, kıyâmet günü kötü bir şekilde cezâsını görecektir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Dört şey münâfıklık (müslümanları aldatmak için müslüman görünmek) alâmetidir (işâretidir) : Emânet olunana hıyânet etmek (emânet edilen şeyi kötüye kullanmak, ona zarar vermek), yalan söylemek, va'dini (verdiği sözü) bozmak ve ahdine (sözleşmesine) gadr etmek, mahkemede doğruyu söylememek. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Din kitaplarının hepsi, gadrden sakındıran yazılarla doludur. Gadr ekseriyâ mal ve ikbâl (yükselme, mevkı) hırsı ve istek sebebiyle olur. Her ne sûretle olursa olsun, hepsi dinde zemmedilmiş, kötülenmiştir. (Ahmed Rıf'at)
2. Zulüm, haksızlık.
Allahü teâlâ kıyâmet günü bir adamı bütün insanlar arasında hesâba çeker ve aleyhindeki doksan dokuz defterini ortaya kor. Allahü teâlâ; "Bu günâhlardan, kabûl etmediğin ve meleklerin sana fazla yazdığı husûsunda bir diyeceğin var mı?" diye sorar. Ad am; "Hayır yâ Rabbî! Bir diyeceğim yok; hepsi benim yaptığım günâhlardır" der. Allahü teâlâ; "Bunlara karşı öne süreceğin mâzeretin (özürün) var mı?" diye sorar. Adam; "Hayır yok yâ Rabbî! Bir mâzeretim, bir îtirâzım, bahanem ve bir diyeceğim yok" de r. Allahü teâlâ; "Hayır, dediğin gibi değil. Bizim nezdimizde (nazarımızda, yanımızda) senin bir sevâbın vardır. Bugün zulüm yok" buyurur ve iki parmak eninde ve boyunda bir kâğıt çıkarılır. Burada; "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû" dediği yazılıdır. Kâğıdı gören adam; "Yâ Rabbî! Şu doksan dokuz defter karşısında bu kağıdın ne kıymeti var?" der. Allahü teâlâ; "Hayır sen bugün gadre uğramazsın" buyurur ve doksan dokuz defter terâzinin bir gözüne, Kelime-i şehâdetin yazılı olduğu iki satırlık kâğıd da terâzinin öbür gözüne konur ve şehâdet kelimesinin yazılı olduğu kâğıt, doksan dokuz defterden ağır gelir. (İmâm-ı Gazâlî)


GADÎR-İ HUM HADÎSİ:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye giden yol üzerindeki Gadîr-i Hum denilen vâdide buyurduğu hadîs-i şerîf.
Peygamber efendimiz Hudeybiye andlaşması veya Vedâ haccı dönüşünde Eshâb-ı kirâmla (arkadaşlarıyla) birlikte Gadîr-i Hum denilen mevkiye geldiklerinde istirâhat edip, namaz kıldıktan sonra hutbe okudu ve; "Ben de insanım. Bir gün ecelim gelecek. Size Allah'ın kitâbını (Kur'ân-ı kerîm) v e Ehl-i Beytimi (ev halkımı) bırakıyorum. Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yola sarılınız! Ehl-i Beytimin kıymetini biliniz" buyurdu. "Ey insanlar! Siz ne üzerine şehâdet edersiniz?" diye sordu. "Allahü teâlâdan başka ilâh bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın da Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederiz" dediler. Peygamber efendimiz; "Sizin velîniz kimdir?" diye sorunca; "Bizim velîmiz Allahü teâlâ ve Resûlüdür" dediler. Peygamber efendimiz; "Ey insanlar! Ben size kendi cânınızdan evlâ değil miyim" diye sorunca; "Evet yâ Resûlallah!" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır (beni seven ve yardımcı bilen kimse, Ali'yi de yardımcı bilsin) . Allah'ım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et!" buyurarak duâ etti. Peygamber efendimiz Gadîr-i Hum mevkiinde buyurduğu için, Gadîr-i Hum hadîsi denildi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim, Ahmed bin Hanbel)
Hazret-i Ali'yi seviyoruz deyip, Eshâb-ı kirâmın geri kalanına söğen kimseler, Gadîr-i Hum hadîsini ileri sürerek halîfeliğin hazret-i Ali'nin hakkı olduğunu, Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.anhüm) tarafından haksızlıkla gasb edildiğini ileri sürmeleri do ğru değildir. (Abdullah-ı Süveydî)


GAFFÂR (El-Gaffâr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Günah, kusur ve kabahatları çok bağışlayan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki ben, tövbe eden, îmân edip sâlih (iyi) amel işleyen, sonra da hak yolda sebât gösteren ve buna devâm eden kimseyi Gaffârım. (Tâhâ sûresi: 82)
Allahü teâlâ Gaffâr'dır. O, güzel işleri açığa çıkarıp, günâh ve kötülükleri örtendir. Kullarının kabahatlerini başkalarının gözünden saklayan, kalbe gelen kötü düşüncelerden dolayı kulları sorumlu tutmayıp, affedendir. (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı(güzel isimleri) vardır. Bu isimleri de, kendi zâtı gibi ezelîdir yâni başlangıcı yoktur. Bu doksan dokuz isminin arasında bulunan ve bulunmayan Müntekim ve Şedîd-ül-ikâb gibi isimlerinden dolayı yedi Cehennem'i yarattı. Rahman ve Rahîm ve Gaffâr ve Latîf ve Raûf gibi isimlerinden dolayı sekiz Cennet'i yarattı. Cehennem'e ve Cennet'e gitmeğe sebeb olacak şeyleri ezelde ayırt etti. Çok merhâmetli olduğu için, bunları kullarına bildirdi. (Hâdimî)
Cumâ namazından sonra yüz defâ el-Gaffâr ism-i şerîfini söyleyen, Allahü teâlânın af ve mağfiretine kavuşur. (Yûsuf Nebhânî)


GÂFİL:
Gaflette olan. Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutan kimse.
Gâfiller arasında Allahü teâlâyı anan, gâziler arasında muhârebe eden kimse gibidir. (Hadîs-i şerîf-Kelâm-ı Seyyid-il-Arab vel-Acem)
Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır. (Abdülkâdir-i Geylânî)
Dünyâ, uyuyan kimsenin rüyâsı gibidir. Devâmı olmayan nîmetin ne safâsı(hoşluğu, güzelliği) olur? Bir kere düşün ki, dün sende bulunan nîmetler, bugün gidince, rüyâ görmüş kimseden ne farkın var?Allahü teâlâdan gâfil olanlar o kadar çoktur ki, bunlar dünyâ hayâtından gâfil değildirler. Allahü teâlâya ibâdette o kadar çok uyuyan vardır ki, dünyâ işlerinde uyumazlar. (İmâm-ı Mâverdî) Gâfil olma, kıl namazı çün seâdet tâcıdır, Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mîrâcıdır.
(Lâ Edrî)
Mü'min gâfil olmadıkça çok gülmez. (İmâm-ı Gazâlî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:50   #58
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

GAFLET:
Nefsin arzularına uyarak, Allahü teâlâyı, emir ve yasaklarını unutma hâli.

Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onları iş bitirildiği (hesâb görüldüğü) zamanın dehşeti ile korkut. Onlar hâlâ gaflet içindedirler. Onlar îmân etmiyorlar. (Meryem sûresi: 39)
Ey insanlar! Ölmeden önce gafleti bırakın, Allahü teâlâya dönün. Tövbe istiğfâr ederek Allah'a kulluk edin. Sizi oyalayıcı işleriniz çoğalmadan yararlı işler yapmağa gayret edin. Allahü teâlâyı çok çok anın. Rabbinizin rızâsını kazanmaya çalışın. Böyle yaparsanız, rızkınız bol olur. Kazancınız çoğalır. Yardım görürsünüz ve eksikleriniz tamamlanır. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i İbn-i Mâce)
Dört şey kişinin nasîbsizliğinden ve gafletindendir: Gözlerin ağlamaması, kalbin katılaşması, hayalperest ve aç gözlü olmak. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır. (Hazret-i Ali)
İnsana zarârı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zarârı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütûf ve keremin ile bu duâmı kabûl eyle. (Bâyezîd-i Bistâmî) Ömrünü boş geçirme, nefsine kuvvet verme, Uyan! Gaflet eyleme yalvar güzel Allah'a. Günâhın çok olsa da O'ndan ümidi kesme, Afvı, keremi boldur, yalvar güzel Allah'a.
(İbrâhim Tennûrî)


GAFÛR (El-Gafûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kulların günâh, ayıb ve hatâlarını pek çok örtüp, bağışlayan.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Bir kimse, zulüm (günâh) i şleyip, sonra tövbe eder, sâlih (iyi) amel işlerse, Allahü teâlâ tövbesini elbette kabûl eder. Muhakkak ki Allahü teâlâ, Gafûrdur, Rahîmdir (çok merhâmetlidir) . (Mâide sûresi: 39)
Şüphe yok ki, Allahü teâlâ Gafûr'dur, Rahîm'dir. (Tegâbün sûresi: 14)
(Ey Habîbim!) Kavmine de ki: "Ey günah işlemekle nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden ümid kesmeyiniz! Allahü teâlâ bütün kulları affeder. O Gafûr'dur, Rahîm'dir. (Zümer sûresi: 53)
El-Gafûr ism-i şerîfini söyleyenin son nefeste Kelime-i tevhîdi söylemesi ve ölümü kolay olur. (Yûsuf Nebhânî)


GAMÂRÂ:
Yahûdîlerin Tevrât'tan sonra mukaddes kitab saydıklarıTalmûd'un kısımlarından biri. Talmûd; Mişnâ ve Gamârâ olmak üzere iki kısımdır.
Yahûdî inanışına göre, Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma Tûr dağında Tevrât kitabını (yazılı emirleri) verdiği gibi, bâzı ilimleri yâni sözlü emirleri de bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm bu ilimleri Hârûn, Yûşâ ve El-Yesa'a aleyhimüsselâm bildirdi. Bunlar d a kendilerinden sonra gelen peygamberlere bildirdiler. Bu bilgiler nesilden nesile yâni hahamlardan hahamlara rivâyet edildi. M.Ö. 538 ve M.S. 70 yıllarında Mişnâ adı verilen çeşitli kitablar yazıldı. Zamanla bu kitablara şahsî görüşler karıştı. Böylece pekçok rivâyetler ve kitablar ortaya çıktı. Nihâyet mîlâdî ikinci asırda bütün kitabları içinde toplayan meşhûr Mişnâ, Tannaim denilen hahamlar tarafından yazıldı. Amoraim (Îzahçılar) denilen hahamlar da Gamârâ kitabını toplayıp ortaya koydular. Daha sonra Mişnâ ve Gamârâ'ya birlikte Talmûd adı verildi. (Müslümanlık ve Hıristiyanlık)


GAMÛS YEMÎNİ:
Geçmişteki bir hâdise için, bile bile yalan söyleyerek, yemîn etmek. (Bkz. Yemin)
Gamûs, günâha ve Cehennem'e sokucu yemindir. Büyük günâhtır. Pişmân olunca tövbe istigfâr edilir. Keffâret verilmez. (İbn-i Âbidîn)


GANÎ (El-Ganî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Hiçbir zamanda, hiçbir mekânda, hiçbir hâlde, hiçbir şeye muhtâc olmayan. Allahü teâlâya, hiçbir şekilde başkasına muhtaç olmayan mânâsına Ganiy-yi mutlak da denir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O'na bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyti (Kâbe-i muazzamayı) hac (ve ziyâret) etmesi, Allahü teâlânın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim küfrederse, şüphesiz ki Allahü teâlâ âlemlerden ganîdir. (Âl-i imrân sûresi: 97)
Rabbin herşeyden ganîdir ve rahmet sâhibidir. Eğer dilerse (ey müşrikler) sizi giderir (ortadan kaldırır), arkanızdan da yerinize dileyeceğini getirir. Nitekim sizi de başka başka bir kavmin neslinden peydâ etmiştir. (En'âm sûresi: 133)
Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiçbir zarar veremezsiniz ve bana hiçbir fayda sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve berîyim. Ben, ganîy-yi mutlakım siz de fakîr-i mutlaksınız, mutlak muhtaçsınız. (Hadîs-i kudsî, Hilyet-ül-Evliyâ)
Allahü teâlâ ganîdir. İnsanlara acıdığı için, onlara ihsânı olarak emir ve yasaklarını bildirmiştir. Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır. Allahü teâlâya faydası yoktur. Allahü teâlânın bunlara ihtiyâcı yoktur. Allahü teâlâ Ganiy-yi mutlakt ır. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fiillerine hiçbir sûretle, hiçbir şey lâzım değildir. (Ahmed Fârûkî)
Hastalık veya bir musîbet geldiğinde el-Ganîyyü ism-i şerîfi okunduğunda, Allahü teâlâ âfiyet verir ve o belâdan muhâfaza eder. (Yûsuf Nebhânî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:51   #59
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

GANÎMET:
Harpte düşmandan zorla alınan mal.

Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
Şimdi elde ettiğiniz ganîmetten helâl ve hoş olarak yiyin. (Enfâl sûresi: 69)
Ganîmetler bana helâl kılındı. Benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı. (Hadîs-i şerîf-Buhârî-Müslim)
Düşmandan alınan ganîmet, dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) getirilince, askerin hakkı olur. Fakat, taksim edilmeden önce mülk olmaz. Ganîmetin beşte biri beytülmâle (hazîneye) verilir. Geri kalanı askere dağıtılır. (İbn-i Âbidîn)


GARÂMET:
Borçlanılan şeyi ödeme. Bir çeşit vergi.
Müslümanların, hıristiyanlara ve yahûdîlere yapmakla yükümlü oldukları muâmele şekli, bizzat Resûlullah efendimizin, bütün müslümanlara hitâben yazdırdığı şu mektûbda açıkça bildirilmiştir. Mektûbun tercümesinin bir kısmı şöyledir:
Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammed'in, bütün hıristiyanlara verdiği sözü bildirmek için yazılmıştır... Müslüman olmayan herkes, benim himâyem (korumam) altındadır. Hıristiyan manastırlarının (kiliselerinin) hiçbir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp, müslüman mescidleri için kullanılmasın. Ticâret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgûl olan kimselerden, her nerede olursa olsunlar, garâmet almayın... (Feridun Bey-Mecmûa-i Münşeât-üs-Salâtîn)


GARAZ:
1. Kin, içinden düşmanlık yapmak.
2. Gâye, maksad, arzu, dilek, istek. Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan gayrı Garazım yok, reh-i ışkında fenâdan gayrı
(Fuzûlî)
(Ey sevgili! senin bulunduğun yerde, benim belâdan başka bir kazancım yoktur. Aşkının yolunda, yok olmaktan başka bir maksat, gâye taşımıyorum.)


GARER:
Tehlike, zarar. Sonu belli olmayan şüphe ihtimâli olan satış.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem garer bulunan satışı, yasak etmiştir. Bu sebeble yakalanmadan önce, balığı, havadaki kuşu, kaçıp, kayıp olan hayvanı satmak bâtıldır. Hattâ sonra gelip müşteriye teslim edilse yine satış geçerlilik kazanmaz. (M. Ebû Zühre)


GARÎB:
1. Yabancı, memleketinden uzakta bulunan, kimsesiz.
Garîb hastalanır, dört yanına bakınır da, tanıdık bir kimse göremezse, Allah onun geçmiş günâhlarını affeder. (Hadîs-i şerîf-Deylemî)
Dünyâda garîb veya yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
Garîbler azdır. Onları sevmeyenler çoktur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
En garîb ve muhtac olduğun gün, kabre konduğun gündür. (Ebû Zer Gıfârî)
Gariblere merhamet etmek Resûlullah efendimizin sünnetidir. Nerede bir garip görsen ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır. (Ahmed Yesevî)


GASB:
Başkasının malını izinsiz (rızâsı olmaksızın) zorla elinden almak. Malı alana gâsıb, alınan mala mağsûb denir.
Gasb, haram olduğu gibi, gasbedilen malı; hediye, sadaka, ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak da haramdır. (Abdülganî Nablüsî)
Bir müslüman ölüp geriye gasb edilmiş bir mal bıraksa, vârislerin bu malı, parayı alması helâl olmaz. Vârislerin bu malı sâhibine, eğer sâhibi bilinmiyorsa fakîrlere vermesi lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)


GASÎL-ÜL MELÂİKE:
Melekler tarafından yıkanan; Eshâb-ı kirâmdan Uhud harbinde şehîd olan ve cenâzesini meleklerin yıkadığı Peygamber efendimiz tarafından müjdelenen Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretleri. (Âdem aleyhisselâmı da melekler yıkamıştır.)
Hanzala'ya Gasîl-ül melâike lakabı verilme hâdisesi şöyle olmuştur:
HanzalaUhud gazâsına çıkılacağı gece evlenmişti. O gecenin sonuna doğru Peygamber efendimizin harb haberini alınca, boy abdesti alma fırsatı bulamadan Uhud harbine katıldı ve şehîd oldu. Harb sonrası Medîne'ye dönüldüğünde, hanımı, Hanzala'yı sorunca , Resûlullah efendimiz şehîd olduğunu bildirdi. Hanımı tekrar: "Yâ Resûlallah! O, boy abdesti almadan harbe katılmıştı, bulunup yıkansın" deyince, Peygamber efendimiz; "Sen Hanzala için hiç merak etme. Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm" buyurdu. (İbn-ül-Esîr, İbn-i Hacer)


GASL:
Yıkamak, yıkanmak. Ölünün cenâze namazı kılınmadan ve kefenlenmeden önce teneşir tahtası üzerinde, ayakları kıbleye gelecek şekilde sırt üstü yatırıp, göbeğinden dizlerine kadar bir örtü ile kapatılarak yıkanması.
Âdem aleyhisselâm vefât edince, melekler Cennet'ten hanût ve kefen getirdiler. Su ve sedir yaprağı ile gasl ettiler. Üçüncüsünde kâfûr koydular. Üç kefen ile kefenlediler. Namazını kıldılar. Lahd (mezârın içinde kıble tarafının biraz açılması) yaptıl ar. Defnettiler. Sonra çocuklarına dönerek, ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız!" dediler. (Sa'lebî, Nişâncızâde, Mirhaund)
Meyyiti gasletmek, kefenlemek, cenâze namazı kılmak farz-ı kifâyedir (bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden düşen farz). (İbn-i Âbidîn)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Alt 15-01-2007, 14:51   #60
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

GÂŞİYE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin seksen sekizinci sûresi.

Gâşiye sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yirmi altı âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen Gâşiye kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede kıyâmet ve âhirete âit haberler bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs-Taberî)
Allahü teâlâ Gâşiye sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Cennet'te yüksek sedirler ve tahtlar vardır. (Âyet: 13)
Kim Gâşiye sûresini okursa, Allahü teâlâ (kıyâmet gününde) onun hesâbını kolay eyler. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)


GAVS:
Yardım eden. Evliyâ arasında kullara yardımla vazîfelendirilen velî zât.
Muhyiddîn-i Arabî'ye göre gavs, medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre ise, medâr kutbundan ayrı ve daha yüksek olup, ona yardım edicidir. Bu sebeble, medâr kutbu birçok işlerinde ondan yardım bekler. Ebdâl makamlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır. (Bkz. Kutb) (S.Abdülhakîm Arvâsî)


Gavs-ı A'zam:
Büyük gavs (yardımcı). Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin lakabı.


Gavs-üs-Sakaleyn:
İnsanlara ve cinlere yardım eden büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin lakabı.
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, tasavvufta Gavs derecesine ulaşmıştır. İnsanlara ve cinlere yardım etmesi ve imdatlarına yetişmesi sebebiyle Gavs-üs-sakaleyn ve Gavs-ül-a'zam lakablarıyla meşhûr olmuştur. (Şâh-ı Nakşibend)


GAVUR:
Müslüman olmayan, îmânsız. (Bkz. Kâfir)


GAYB:
Hazır olmama, gizli kalma. Hazır olmayan gizli kalan, görünmeyen.
1. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde bildirilmeyen, his organları, tecrübe ve hesâb ile anlaşılmayan gizli şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Gaybları ancak Allahü teâlâ bilir. O'ndan başka kimse bilemez. (En'âm sûresi: 59)
Gayb olan şeyler beştir. Onları yalnız Allahü teâlâ bilir. Ana rahminde olanı, yarın ne olacağını, ne zaman yağmur yağacağını, nerede ve ne zaman öleceğini, kıyâmetin ne zaman kopacağını. (Hadîs-i şerîf-Buhârî-Müslim)
2. Akıl ve his (duyu) organları ile bilinemeyip, ancak peygamberlerin haber vermesi ile bilinen, Allahü teâlânın sıfatları, âhiret günü, öldükten sonra dirilmek, canlıların mahşer yerinde toplanması, hesab vermeleri v.b şeyler.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Onlar gayba îmân ederler. (Bekara sûresi: 3)
Gaybları bilen yalnız O'dur (Allahü teâlâdır). Bildiği gizli şeylerden dilediği kadarını yalnız peygamberlerinden istediğine açıklar. (Cin sûresi: 26)
3. Mahlukların bir kısmının bilip, diğer kısmının bilmediği şeyler.
Cinlerin hâlleri, yaşayışları, insanlar için gaybdır. Uzak yerlerdeki şeylerin durumları cinler için gayb olmadığı hâlde, insanlar için gaybdır. Bundan dolayı bâzı kimseler, cinlerin gaybı bildiğini iddiâ etmişlerdir. Hâlbuki onlar, görmediklerini de ğil, gördükleri şeyi bilirler. Eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleymân aleyhisselâm onları çalıştırırken, vefât ettiğinde, onun vefâtını da bilirlerdi. Hâlbuki bilememişlerdir. Yine semâlardaki (göklerdeki) şeyler, semâ ehline (meleklere) göre gayb olmadığı hâlde, insanlara gaybdır. Aynı şekilde doğudaki şeyler de batıdakilere göre gaybdır. Bu kısım gayb bâzan vahy ve ilhâm ile, bâzan aradan perdelerin kaldırılması veya bunların şeffaflaştırılması sûretiyle bilinir. Perdelerin kaldırılması şeklin deki bilme, mûcize ve kerâmet kâbilinden olsa bile, gaybı bilme değil, gördüğünü bilmektir. (Senâullah Pânî Pütî)
Kâhinlere, falcılara inanmamalıdır. Gaybı, gizli, bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır. (İsmâil Hakkı Bursevî)


GAYBET:
Tasavvufta, kalbin kendisine gelen mânâlarla meşgul ve onlara dalmış olarak, kendisinden ve halkın işlerinden, etrâfında olan şeylerden habersiz olması.
Gaybet hâlindeki kimse, hissini ve şuurunu kaybeder. Kalbi, kendisine gelen feyzler ve ilhâmlar, mânevî ilimler ile meşgûl olur. Rebi' bin Heysem bir gün İbn-i Mes'ûd'un (r.anh) huzûruna giderken, bir demirci dükkanının önünden geçiyordu. Körüğün ağz ında kızarmış bir demir gördü ve cehennemliklerin Cehennem ateşindeki hâllerini hatırlayıp kendisini bir gaybet hâli kapladı. Kendinden geçip yere düştü. (Abdülkerîm Kuşeyrî)


GAYRET:
Bir kimseden fâidesi bulunmayan, zararlı olan bir şeyin ayrılmasını istemek, böyle şeyleri reddetmek, kabûl etmemek.
Allahü teâlâ mü'min kuluna gayret eder. Mü'min de mü'mine gayret eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Malını; haramda, zulümde, İslâmiyet'i yıkmada, bid'atleri ve günâhları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de hased olmaz din gayreti olur. (Muhammed Hâdimî)
İlmini; mal, mevkî ele geçirmek, günâh işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. (Hâdimî)


Gayret-i İlâhiyye:
Allahü teâlânın kullarından beğenmediği hallerin ayrılmasını istemesi, böyle şeylere rızâ göstermemesi.
Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Yûsuf aleyhisselâmın şerbetçiye; "Sultanın yanında benim ismimi söyle" demesi gayret-i ilâhiyyeye dokunarak birkaç sene zindanda kalmasına sebeb oldu. (Muhammed Hâdimî)
Dâvûd aleyhisselâm, duâ ederken; "Yâ Rabbî! Evlâdlarımdan bir kaçının namaz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruç tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir" demişti. Dâvûd aleyhisselâmın bu sözü gayret-i ilâhiyyeye dokundu ve Allahü teâlâ; "Ben dilemeseydim, k uvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı" buyurdu. (Muhammed Hâdimî)
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 18:38 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580