Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi

Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi (http://besiktasforum.net/forum/index.php)
-   Popüler (http://besiktasforum.net/forum/forumdisplay.php?f=64)
-   -   ALEN MARKARYAN (http://besiktasforum.net/forum/showthread.php?t=14998)

zibidikartal 09-12-2006 00:17

ALEN MARKARYAN
 
Tribün liderimiz ALEN MARKARYAN ın cikan yazilarini arsiv yapabilecegimiz,ve üzerinde konusabilecegimiz topic olsun bu. yorum yapmak istediğiniz yazı olursa onuda alıntı yaparak devam edelim.LÜTFEN YORUM YAPINIZ VE BİLGİLERİNİZİ PAYLAŞINIZ...

Beşiktaşlı duruş (Alen Markaryan)

30-07-2004

Bu kış bir başka yağacak kar. Rüzgar bir başka esecek. Stad daha bir ayrı dolacak ve üçlüler inanın daha bir güzel olacak. El koyacağız İstanbul'a. El koyacağız yazına kışına. Geçen seneye inat, çalınanlara inat, daha bir ayrı dikleneceğiz çalanlara, hakkımızı yedirtmeyeceğiz. Dost yüzlü dost gülücüklü insanlar vardır aramızda, suratlarında maskeyle dolaşan. İnsanlar vardır kan değirmenleri gibi hep egoist, hep bencil hep bana hep bana ve insanlar vardır maneviyattan yoksun hep maddiyatçı.
Bizim bir Beşiktaşlı duruşumuz vardı, geçen sene alınan. Necip abinin dükkana gelip de gözleri dolu dolu "Ben Beşiktaşlı duruşumu geri istiyorum" dediği.
Yedi düvel hayran; alnımız hep açık. Hep dostça, hep hümanist, hep lider ruhlu. Beşiktaş tribünü dendiğinde ilk akla gelen meşhur Beşiktaş kapalısını yaratan Beşiktaşlı duruşu. Hep isyankar hep agresif aynı zamanda adaletli. O duruşumuzu yıkmak istemişlerdi, yere indirmek istemişlerdi boylu boyunca.
Halbuki biz o duruşu almak için neler feda etmemiştik ki, neler yitirmemiştik ki gençliğimizden. Oysa anlatamamıştık sevdamızı, meğer bir kızı bile sevmeye hakkımız yokmuş. Bir kişi gelip de sormadı babamızı, varolan hep anamızdı...
İşte yitirilen bu değerler, kaybedilen bu gençlik bir şeyi kazanmak içindi.
Ağalar beyler Beşiktaşlı duruşu ayrı bir cümledir ayrı bir anlam taşır. Bırakın anlatmayı yazarken bile ayrı felsefedir. Her uzman çözemez. Onun için kimseler yıkamaz, bozamaz bu duruşu. Onun için direttik anlatmaya çalıştık. Üç locada olsa bizi anlayanlara, yıllardır anlatmaya çalıştığımız mücadelemize saygı gösterenlere ve bize bir adım atıldığında on adım gelineceğini bilen herkese selam olsun.
Herkes birbirine sorsun, bilenler anlatsın bilmeyenlere. 1982 şampiyonluğundaki Trabzon maçını, sabah 10'da çekilen 1 saatlik halayı. Sabah 7'de kapıların kapandığını... Aston Villa maçını, adamların sahaya ısınmak için çıktıklarında korkudan soyunma odasına kaçışlarını. Fenerbahçe maçını. Rahmetli Şaban'ın attığı gol sonrası kapalıdaki sevinci.
Herkes anlatsın beyler, herkes düşünsün. Zaman birlik zamanıdır. O günleri yaşamak ve yaşatmak boynumuzun borcudur.
Hep elele tek vücut. Unutmayın ki;

Efsaneler Asla Ölmez.

zibidikartal 09-12-2006 00:18

Tribün analizi

03-08-2004

Futbol terörüne savaş açmak. Sözde varolan bir savaşı savaşla karşılamak. Bir gazetenin başlığı idi bu. Cümlenin hiçbir yerinde ne barışa yelken açmak, ne barışı kucaklamak, ne de insanı insan yapan değerlerin korunması var.

Üç beş yorumcunun gafillikleri, ihtirasları, reyting uğruna halka yanlış bilgi vermeleri, direnmeye çalışan karınca misali ille de ille benim dediklerimcilikleri. Futbolumuza altyapısı olmayan, deneyimsiz, birikimsiz, bir o kadar da tereddütsüz bir yasa tasarısı hediye etti.
Kapalı devre kamera sistemleri ancak bütün stadın kombine satışı ile alakalıdır. Yoksa bu kanunlar yalnız ve yalnız kapalı ve numaralı tribünler için mi geçerlidir. Öyle ki kombinesi satılmamış bir açık tribünde işlenen herhangi bir suç (mesela bağırmak!) hangi kamera ile ve nasıl tespit edilecek? Düşünsenize büyük bir arı kovanının içinden yalnızca ve fütursuzca tek bir arıyı dışarı alabilmek!
Toplumbilimcilere sormak lazım. Stat kapasitesinin %1'i olan özel güvenlikçiler kitle ve toplum psikolojisi eğitimlerinden geçecekler mi? Olası tribün hareketlenmeleri için bilgi ve nezaket dersi alacaklar mı? Yoksa 87. dakikada yenilen bir golle iyice agresifleşen ve metabolizması bozulan taraftara körükle yaklaşıp kanunlar böyle diyor mu diyecekler?
Avrupa'da statların %80'i kombinelidir. Kamera A13'de B21'de kimin oturduğunu bilir. Yapılan herhangi bir eylemde koltuk numarasından ev adresi bulunur. Zat hakkındaki hukuki işlem sessiz ve sakince halledilir. Oysa statlarımızda kombine satışı %25 civarındadır. O da yalnızca kapalı ve numaralı tribünlere tekamül etmektedir. Görüyoruz ki matematiksel olarak da iş çıkmazdadır.

Saygıdeğer psikologlarımız, toplumbilimcilerimiz ve yasayla ilgilenen büyüklerimiz... Benim size akıl vermek gibi bir düşüncem yok. Haşa! Haddim bile değil. Ama gelin görün ki, olaylar hakkında bilgi sahibi olmak o olayı araştırmakla ilgilidir. Olayları yaşayan insanlarla fikir tartışmaları yapılarak sonuca gidilebilir.
Benim naçizane önerilerim arasında; ayda bir kere taraftara brifing vermek, paneller düzenlemek, taraftarın sorunlarını dinlemek ve onlara çözüm getirmek vardır.
Futbol; hakemler, yöneticiler, medya, basın, futbolcular ve taraftardan oluşan bir zincirdir. Bütün birimler üzerine düşen görevi yaparlarsa, örneğin hakemler tarafsız ve adil olursa, yöneticiler kışkırtıcı beyanlar vermezse, basın tahrik edici başlıklar atıp yazılar yazmaz ise, futbolcular profesyonel olduklarını (yanlızca masada değil) sahada da hissettirirlerse taraftar inanın ki hakkı hakka verir.
Emeğe saygı, alınterine alkış bizim özlediğimiz bir şarkıdır. Bu şarkıyı mırıldanmayalım. Gelin beraber söyleyelim. Biz söylemeye başladık bile.

zibidikartal 09-12-2006 00:19

Ben deli miyim!

07-08-2004


Bu nasıl iştir? Daha ne kadar sürecektir? Günümüzde yazarlık bir takım para, pul, iktidar ve kompleks sahibi insanların kişisel tatmin aracı mıdır?
Yoksa kalemi ile bilgi, emek ve mücadele vererek kazanılacak bir onur mudur?

Yazarlık birilerinden icazet almak mıdır? Birilerine peşkeş çekmek midir?
Bu düzene ayak uydurmak mıdır? Ne yazarsam yazayım ama sivrileyim deyip saçmalamak mıdır?
Beşiktaşlılık duygularını maç seyrederken belki mi hatırlamaktır?
Yazarlığı bırakın, Beşiktaşlılık bu mudur? Kimdir bunlar? İhtiras ve kaprisler derneği üyeleri midirler? Yoksa yazı yazarken psikolojik deşarj yaşamak isteyen eli kalemliler midirler?
Her seferinde içimizi karartmak mıdır yazarlık? Bunların kaleminde hiç iyi olmaz mı Beşiktaş?
Hep kan mı damlar kalemlerinden?
Bu kalemlerin hiç mürekkep ile yazanı yok mudur ? Yoksa bu soruların hepsi bir delinin, deli saçmaları mıdır?

Yoksa bu duyguları yaşayan sadece ben miyim? Yoksa ben deli miyim?
Mevsimlerden kış, günlerden Pazar idi. Dışarıda azmettirici bir soğuk, prangalı bir tipi vardı. Deniz yüz yıllık kinini kusuyordu sanki... Delikanlı iseniz motora binin de karşıya geçin diyordu. Üsküdar'dan geçemiyorduk Beşiktaş'a. Motorcu kaptan "olmaz" diyor, omuzlarını silkiyordu. Bir taksi dolusu cefakar daha geldi. On-onbir kişi olmuştu, ama motorcu ille de ille diyordu. Adımlarımız bizi nedense motora doğru itiyordu. O bezdirici soğuk motorun içinde fiyakasını kaybetmişti ama, amacımıza bir türlü ulaşamıyorduk. Motorcu bizim Beşiktaşlılığımızı kendininki ile mukayese etmiş olacaktı ki, marşı biz söylemeden çevirdi.
Dev dalgaların üstüne üstüne yürüyorduk. Yüzüne tükürmüştük celladın.

Ve İnönü Stadı sanki yüzyıl sonra gördüğümüz ilk kara parçası idi.
Maç başlamıştı, öyle fırtına vardı ki Bako degaj yapıyor, top orta sahadan çift salto atıyor, geriye takla atıyor, ama karşı sahaya geçemiyordu. Tevellütü biraz iyi olanlar anımsayacaktır. O maçı Feyyaz'ın son dakika golü ile 1-0 almıştık.
Maç bitti. Evlere dağıldık. 20:00 haberlerindeki spikerin söyledikleri o günün ve bugün benim yazdıklarımın yorumsuz yorumuydu.
"Biletleri haftalar önce satılan Brezilyalı grubun, bugün saat 14:30'da AKM'de vereceği konser hava muhalefeti ve insanların trafiğe çıkamamaları nedeni ile ileri bir tarihe ertelenmiştir."
Fakat aynı saatlerde oynanan Beşiktaş-Boluspor maçında 11.000 biletli Beşiktaş taraftarı tribündeki yerini almıştı.
AKM kapalı, İnönü açık alan, İstanbul aynı İstanbul, hava aynı hava...
Beşiktaş'ı böyle ayrı kılan cefakar Beşiktaş taraftarını kutluyoruz...
Gerçekleri görüp,gerçekleri söyleyenler. Bi de sizi kutluyoruz.

zibidikartal 09-12-2006 00:19

Bulutların arasından

10-08-2004


Bir şampiyonluk gemisi kalktı cumartesi bu limandan. Biraz ağır, biraz aheste. Ama vakur ama mağrur ama yürekli... Biraz rüzgar çıksın ister, yelken açayım diye ama eller hep küreklerde, kuvvet hep yüreklerde.
Hep gurbete gider, diyar diyar gezermiş, hep sılaya doğru akarmış. Bir dermiş, bir boğazın sularına girsem; şöyle Beşiktaş kıyılarına yanaşsam demir atsam Dolmabahçe önlerine.
Sahilde bekleyen onbinler mendillerini sallasa. Şarkılar söylense halaylar çekilse... Yıkılsa kapalının önündeki cadde...
Ben içimdeki hayranlığı tutamasam, gözyaşlarım bir okyanus olsa ve coşsam.

Tam 33 bin kişi beni itse; işte desem benim denizim bu... Tayfunlara, boralara göğüs gerdiğim, fırtınalara meydan okuduğum, her türlü çatal yürek civan olduğum benim denizim.
Oturmuş yazıcılar ferman yazarlar. Bu kaptan bu gemiyi süremez derler. Derler de kaptanın, İspanyol Kristof Kolomb'un torunu olduğunu bilmezler.

Murettabat der ki;

Biz yola çıktık, bir diyar gezdik, deniz bayağı salladı bizi. Ama yılmadık. Hiç yardım etmedi rüzgar. İyice küreklere asıldık. İki direk daha ekledik yelkenliye. Hava bayağı puslu... Yemekler çok tuzlu... Dört memleket daha gezecekmişiz. Aklımıza Sakarya'da Kovaçeviç, Kadıköy'de Altay maçında - rahmetli - Bora, İnönü'de Fener maçında Zeki, yine Kadıköy'de Fener maçında Sergen, tam bir asırlıkken Ahmet Dursun geldi.
Çorbada bir tuz da bizden Ali Güneş'ten olsun, dedik.
Haaa!.. Unutmadan "güneş" dedik de aklımıza geldi. Hasret kaldık güneşe, unutur olduk güneşi.

Meteoroloji der ki;

Havalar bir müddet daha yağışlı, çamurlu, sert ve puslu geçecek. Arada bir parçalı bulutlu olabilir. Ara sıra kar bile yapabilir. Ancak güneş, vakitlerden bir İnönü sabahında tam 33 bin kişinin avaz avaz gırtlağında doğacak. Belki de hiç batmayacak.
Çünkü güneş de size hasret çocuklar...

zibidikartal 09-12-2006 00:20

Okumanız lazım!

13-08-2004


Ruhumun içinde bir adam dolaşır Pantolonu siyah, gömleği beyaz
Kahvaltıda zeytin peynir yer
Araya çay dahi almaz
Arada bir göz kırpar bana
Kaçar mıyız, der
Aklımı çelmeye çalışır
Halbuki bilmez
Ben zaten Ankara'dayımdır. Atarım ruhumun içinden beni
Düşünürüm!!! 22 maçlık yenilmezliğimizi Gençlerbirliği'ni
Ahh! Keşke yenilmeseydik 71 maçlık bir dünya rekoruna gidecektik
Hani bir maç oynamıştık ya sonunda Hakemi Sabri Çelik
Neyse!!!
Düşmeyelim dipsiz kuyulara Açmayalım okyanusun kapağını Evet beyler!
Oynamanız lazım;
Bizi bu sene ligde yok sayanlar için
Oynamanız lazım;
Babasının koluna girip İlle de ille, deyip
Bana Beşiktaş forması al, diyen bebeler için
Oynamanız lazım;
Yağmuru koluna takıp tipinin üzerine yürüyenler için
Oynamanız lazım;
Malatya maçındaki hırsın tesadüf olmadığını ispatlamak için Evet beyler!
Artık durmanız lazım,
Hakem bitiş düdüğünü çaldığı için...

zibidikartal 09-12-2006 00:20

Ankara günlüğü

17-08-2004


Çırılçıplak bir şafaktı. Öyle delikanlı gelmişti ki yanımıza üryan vücutlarımıza kırbaç gibi çarpan yağmuru bile hissetmemiştik. Sabahın tenha sokakları siyah-beyaz formalı adamlarla sevişiyordu. Yani anladığınız gibi yeni düşmüştük yollara. Yine peşindeydik sevgilimizin. Yar bu şöyle bir göz kırpsa film kopuyordu. Anıtlar Kurulu yasağı olan açığın önündeydim. Bir araba yanaştı yanıma. İçeriye şöyle bir kesik attım. Anne arkada, baba direksiyonda, yavru kartal pilot kabinindeydi. Kendi kendime sordum. Bu aile neden bir brunch ya da kahvaltıda değil. Neden ailece bir Pazar keyfi yapmaz. Neden Bülent Demirlek?!! Neden bir baba çocuğunu bize teslim eder. Elinde yarım ekmeği aç bil aç yollara koyar. "Çocuğum size teslim Beşiktaş kazansın yeter" der. Söyle Bülent Demirlek neden? Bu mudur hak, bu mudur adalet? Sahada yapılanlar sokakta yapılsaydı ceza ile yargılanırdı insanlar. Bırak yargıyı, sen sorgu bile yapamıyorsun. Aşık olduğun üstündeki forma değil,gazete köşeleri, fotoğraf kareleri. Öyle ya reklamın iyisi kötüsü olmaz. Oysa denenmişleri vardı. Hani ismi Cem, soyadı Samsun. O da gündeme C4 gibi düşmüştü! Oysa düşmesi gereken başaklardı. Tek bir başak bile kalmamalıydı suratı asık. Ama sen barış güllerini bir kenera attın. Kaktüsün koluna girdin fütursuzca. Ya sana ne demeli Kaan Dobra? Üzerindeki formanın ne olduğunu düşündün mü? Herhangi t-shirt, fanila mı zannediyorsun. Hani denize ürperirsin de önce, ayağını sokarsın ya suya; sen de ayağını topa değil, sanki soğuk suya sokuyorsun. Düşünmüyorsun onbinleri, yolda uyur uyanık araba sürenleri. Uykusuzca yoldan gelip, hiç uyumadan direk işine gidenleri. Ha Bülent Demirlek ha sen. Dünkü maçın kötüleriydiniz. Oysa güzelliklerden bahsetmek istiyorum. Güneşten ağustosun ortasındaki yağmura kadar. Boylu boyunca yürümek istiyorum cennet bahçesinde. Ankara Çarşı'dan bahsetmek istiyorum. Dernekçiliğin ne demek olduğunu gösterdikleri için. Binbir özenle hazırladıkları şapkaları başkanından futbolcusuna giydirdikleri için. Maksatları şapka giydirmek değildi aslında... Beşiktaş'ı süsleyen o ruhu hissettirmekti yoldaşlarına. Tribündeki koro okyanustaki dalgalar gibiydi. Bravo arkadaşlar. Alın terinizin önünde saygıyla eğiliyorum. Ve ayakta alkışlıyorum deniz manzaralı bilet satan zihniyeti!!!

zibidikartal 09-12-2006 00:21

Orman gibi kardeşcesine

20-08-2004


Biz hep siyahını yaşadık Beşiktaş'ın, beyazını başkaları paylaşsın istedik. Razıydık mutlu olsundu insanlar. Biz zaten sırtlamıştık cefasını Beşiktaş'ın.
Holigan yakıştırması yaptılar bize. "Çapulcu" dediler, "Uzaktan kumandalı kiralık" dediler. Usta kalemlerimiz vardı herşeyi bilen, herşeyin profesörü. Onlar değil miydi, sıcak yataklarında yatarken, herşeyi sabah kalktıklarında öğrenen. Sonra da olayları yaşamış gibi bize lanse eden. Beşiktaş taraftarını parçalamaya çalışmışlardı, senelerce... Ama yalnızca çalışmışlardı!!!
Raconu bize, ahkamı bize kesmişlerdi de diğerlerine gülü, dikenlerini temizleyip vermişlerdi.
Yalnız taraftartara değildi girdap içindeki dipsiz kuyular. Takıma da içten içe sataşıyorlardı. Adam 72 maçta bir kere yenilmişti de "Sistemi herkes tanıyor, bu sistem yürümez" demişlerdi.
Adamlar transfer haklarını aramışlardı da bunlar "Altılı çete" demişlerdi. Sırf usta yazıcılar değildi kan kesmiş ovalar gibi bizi içine alan.
Usta düdükler de vardı.
Fener'le oynadığımız bir Türkiye finalinde 30 metre ofsayt görmemezlikten gelinmişti de neden sonra gazetelerde özür dilenmişti kamuoyundan.
Alpay'la Hakan el ele ceza sahasına girmişlerdi de neden elinden tuttun cezası Alpay'a verilmişti. Aydınspor maçında Şifo, göğsüyle gol atmıştı da, göğüsle gol atılmaz yasası ilk ve son bizim maçta çıkmıştı.
Bir hakem çıkmıştı da "Siz atamıyorsanız, ben atarım" demişti Ankaragücülü futbolculara.
Daha neler olmuştu da Zalad ülkesine Vın Turizm Havayolları'yla kaçmıştı.
Ne usta düdükler, ne de usta kalemler. Olmadı. Başaramadınız.
Doğruya yelken açmadınız. Yanlış elinizin altındaki bir çocuktu.
Ve büyüdü.
Ve şimdi komplike ataklar, bu organize hücumlar bitti. Yeni sistemler üretiliyor. Yeni varyasyonlar deneniyor.
Mesela Sergen'i konuşlandırıyorlar, Del Bosque'nin o sevecen göbeğine. Ve Del Bosque'yi atıyorlar taraftarın önüne.
Hiç yoktan bir loca sendromu yaratıyorlar. Ve içten yıkmaya çalışıyorlar kaleyi.
Ve Beşiktaş taraftarı;
Asla birebir döğüşlerde yenilmediniz. Hep yaşadınız, hep yaşattınız. Ve bir ORMAN gibi kardeşçesine yürüdünüz kötülüklerin üstüne.
Bu yazıyı yazan el belki çırak şimdi, belki hoyrat kokluyor mürekkebi. Ama yüreğim namus işçisi. Yüreğim ayrı seviyor Beşiktaş'ı.

zibidikartal 09-12-2006 00:22

Sevinmek için, sevmedik

24-08-2004


Şu bembeyaz sayfaya yazı yazmak ne zor işmiş, şimdi anladım. Şimdi anladım bu kadar adam bazen niye saçmalarmış!!! Dağların ihanetini yazmak yerine kuzuların sessizliğini oynamak... Bırakın mürekkeplemeyi, rakı bile içmek gelmiyor içimden. Bir sohbet edesim yok. Şeftali bana bakıyor. Baksın. Zaten pörsümüş. Kim bilir kaç saattir orada... Demek ki ben kaç saattir yığılmışım. Can sıkkın. Ayar kaçkın. Ve içim öyle daralmış ki; Anlatasım yok, adımlarıma içimdeki bezginliği... Ya o 10 otobüs çatalyürek delikanlı... Giderken Pamukkale'nin hayallerini kurmuşlardır da, gelirken Kaz Dağı'nın eteklerine kesin sarmışlardır. Ne bitmez yoldur İstanbul, ne ulaşılmaz olur, anlatamam... Futbolcular da keşke dağladıkları yüreklere dair otobüsle dönseler İstanbul'a. Anlasalar; Çökmüşlüğün verdiği ağır boşluğu... Hissetseler; Taraftar neler çekiyor. Bir azap, bir azap ve zehir zıkkım sigaralar. Ve bilseler Baba Hakkı'yı... Hani bilmem kaç tarihinde Ankara'da bir Harbiye maçı... İlk yarı bitmiş, kalemizde 3 gol. Soyunma odası cehennem. Ve Hakkı Baba'nın elinde tren biletleri... Demiş ki yırtarım; Hele almayın bu maçı. Hele oynamayın; Vallahi sayarsınız, Ankara-İstanbul kaç adım... Ve çıkarlar sahaya Kara Kartallar... Bilmem kaç pozisyon bulurlar. Ve 6 gol bırakırlar karşı kaleye. Bana bakmayın ben hep böyleyimdir. Hep sesli düşünürüm. Karanlığın üstüne yürürüm. Bembeyaz aydınlığı arkama alarak. Biz hep bu zamanlar kenetlenmişiz, hep bu haller de sevmişiz. Yücesinin ne olduğunu sevginin, böyle zamanlarda göstermişiz. Biz değil miyiz! "Seni sevinmek için, sevmedik" diyen...

AyTeK54 09-12-2006 00:22

babacan eline sağlık süper gerçektende arşivime ekledim ;)

zibidikartal 09-12-2006 00:22

Nemrut kükrüyor

27-08-2004


Ayrı bir cehennem gene yastığım. Gözlerim tavana dikili ve alev alev. Rahatsız eden bir sancı var yüreğimde. Uyuyamıyorum. Fitil tutmaz bir yara almışım, kan kaybederim habersizce. Uyuyamam ve kalkarım. Usul usul ve sessizce. İşte gene aynı hastalık. Yıllar öncesinden kalan. Yokluyor beni uzaktan. Eskiden maça bir gün kala uykular yasaktı. Ne şafaklar eskittim Dolmabahçe önlerinde. "Allahım" diyorum salona yürürken, ne olur bir pansuman. Bir arkadaş arıyorum aslında geceme ortak ve uykusuz gözlerime dost. Ve geçmişim dikiliyor yanımdaki koltuğa. Yine böyle kötü gidiyoruz, yine bir Antep maçı ve yine keskin bıçakların sırtındayız. Bursa'ya yenilmişiz, kupada Lüleburgaz'a elenmişiz ve ortalık kan pusu. Ortalık toz duman. Tribünler salkım saçak ve biz maçtayız. Ben sahayı bile göremiyorum. Öyle kalabalık. Habire babamı dürtüyorum ne oluyor diye!.. Biraz sinirli, agresif. - Ne bileyim herkes sahaya sırtını dönmüş bize de "Dönün" diyorlar; diye çıkışıyor. Meğerse bütün kapalı sırtını dönmüş takımı protesto ediyor. Bizim rahmetli de tek başına sahaya doğru dönmüş maç seyredecek. Pedere de "Dön" diyorlar. Ona sinirlenmiş meğerse. Seyredemiyor ya! İlk yarı bitiyor. Bir gol yemişiz. Eyvah ki ne eyvah! Millet homur homur. Ve ikinci yarı bir gök gürültüsüyle başlıyor. Sanki Nemrut kükrüyor kulaklarıma. Ve sanki Yeşilırmak sağımda. Taşmış! İnsanlar ağlamakla bağırmak arası bir şeyler yapıyor ve ben de onlara katılıyorum. Beşiktaşsın seeen bizim canımııız... Akabinde gol geliyor şifaen; ve babama bakıyorum. Şah damarı patlamış ve gırtlağı Kızılırmak gibi. Hiç tanımadığı bir adam sarılmış babama, öpüyor. Rahmetli sevmez böyle sevişmeyi ama... O da ne! İade-i öpücük yapmaz mı peder; adamı belinden sararken. Harbi ürperiyorum önce, korkuyorum. Korkmamam gerektiğini bilsem bile. Sonra ne demek olduğunu anlıyorum bütün bunların. Bir gol, bir tebessüm Ve uzanan bir el Kızmak ne kelime Beşiktaş'a Hacet yok anlatmaya Beşiktaş'ı Beşiktaşlı'ya Yersiz, sitem etmek Endişelenmek, Ve somurtmak. Yeridir, otobüslere binip İsmetpaşa'nın yolunu tutmak.

zibidikartal 09-12-2006 00:23

Yüreklere kamçı

31-08-2004


Asaletin verdiği haz vardı suratlarında. Beşiktaşlı oluş ve o meşhur Beşiktaşlı duruştu ruhlarına altın apoletlerle yerleştirdikleri. Yürekleri dağ gibi yükseliyordu göğüs kafeslerinde. Terleri formalarında, alınları ak ayrılmışlardı da sahadan, hep boyunları bükük inmişlerdi soyunma odalarına. Üç diyar gezmişlerdi de deniz deniz, bir rüzgar çıkmamıştı ruhlarını serinletecek. Bıkmışlardı haftalardır onun bunun dediğinden. Kan damlayan kalemlerden gına gelmişti. Cevap sahada verilmeliydi.

Tribünlerde aşk, sahada hırs ilk göze çarpan mutluluktu. Olacaktı, olmalıydı. Bu sefer şırınga daha derine gitmeliydi. Maç başladığında gurbetteki aşıkların ilk buluşmasını andırıyordu tribünlerden yükselen o güzel tınılar. Ayağı devamlı gazda olanlar tribündekilerdi de ayağını frenden çekmeyi unutanlar hep futbolculardı. İlk buluşmalarında çekingenlik olurdu illa ki. Biz razıydık karasına. "İlle de ille" dedikçe gol yiyorduk habire. Beyin damarlarım "özgürlük" diye bağırırken, demir parmaklıkları zorlayan mahkumlara benziyordu. Ha patladı, ha patlayacak.

İçimizdeki sabırdı, bize dikilen. Ha çatladı ha çatlayacak. Strese yenik düşüyordu beynimiz, ama sesimiz gökyüzünü delik deşik ediyordu. Başınızı iki elinizin arasına alın ve düşünün: Cenk ediyorsunuz. Kaleniz düşmüş. Ve kalenin surlarına 4 bayrak çekilmiş. Her yer istila. Kale içi sinmiş, geri çekilmiş ama halk isyankar, hırçın ve ayaklanmış. Koymuş postasını, görmüş restini. Ve vermişler kamçıyı topçuların yüreğine. Saldırı başlamıştı. Sahadan ve tribünden. Azgın sular gibi kükremişlerdi, yanardağın eteklerine. Ve alkış tutmuşlar İbrahim Akın'a ve Carew'e... Ve sonuç malum. Yiğitler cenk meydanlarında ölürler. Can alırlar ve can verirler ecelsiz. Biz savaşanın hep yanında oluruz. Geri adım atanların asla...

zibidikartal 09-12-2006 00:25

Alıntı:

AyTeK54´isimli üyeden Alıntı (Mesaj 188416)
babacan eline sağlık süper gerçektende arşivime ekledim ;)

YENİ BAŞLADIKK

zibidikartal 09-12-2006 00:25

Tükür yüzüne celladın

03-09-2004


Pascal Nouma'yı tanırsınız değil mi? Hani rengi kara, gözü kara. Hani derisinden mütevellit ezgin büyümüş. Hani ölümüne kafa atan tekmeye. Hani boynu kırılma pahasına da olsa kafasını Taffarel'in yumruklarına iğdiş eden. Hani sezon açılışına simsiyah kostümüyle gelip kapalının önünde diz çöken. Diz çökerken de "Siz en büyüksünüz" demeye çalışan. Ve hani Leeds United maçında attığı yumrukla boyun eğenlere, boynu bükülenlere isyan eden.
Atalarım yıllarca ezgin yaşadı, hep itildi, hep horlandı ama onuruyla yaşadı dercesine. En yakın dostuna yarasını gösterircesine.
Asi, yalın ve agresif.
Biz de asi değil miydik, biz de yanlı basının gölgesinde kalmadık mı senelerce, saç ayaklarının 3 numarasından nefret kusmaz mıydık? İrin fışkırmaz mıydı gözlerimizden?
Ve onun için sevmemişmiydik bu kara deriliyi...
Bizi anlatmadı mı yaptıklarıyla? Asaletimizi çalmaya çalışan çıyanlara ve hayınlara diklendiğimiz gibi o da dikilmedi mi, Tomas'a, Bülent'e ve Mills'e.
İstemediler!!!
Beşiktaş'ta iyi giden hiçbir şeyi istemedikleri gibi. İşlerine gelmedi çünkü. İyiden yana ve barıştan yana ne varsa koparmaya çalıştılar senelerce.
Ve hayını
çıyanı,
kötüyü sinsice beslediler bildiklerince...
Bizi enayi sandılar, haldan bilmez sandılar.
Oysa biz kül elenmemiş bir dünya istiyorduk. Pazarlıksız ve kardeşçesine.
Herkesin dürüstçe yaşadığı. Ve kavga etmek istiyorduk delikanlıca. Ölümde olsa delikanlıca.
Ve haklıyı görmek istiyorduk kürsüde. Boynunda altın madalya yerine insanlık unvanı. Adam gibi adam olma unvanı.
Ve biz ne gönderilmesi gerekenler gördük, gönderilenlerin yerine. Ne Gordon'lar, ne Toshack'lar gördük haybeye bu ülkeden giden.
Ve sen dear Del Bosque.
Söylenenlere bakma. Gül ve geç. Beşiktaş'a zarar verdiğini bu işi bilmediğini söylüyorlar. Hiç düşünme geç. Kariyerine laf atıyorlar. Atsınlar. Sen de göğüs stopu yaparsın. Makaranı geç.
Senin aleyhine ne yazılıp ne söyleniyorsa geçme; dur ve gül.
Çünkü bunların hepsi senin çok iyi bir teknik direktör olduğunu gösteriyor.
Seni istememekte haklılar, şer cephelerine mevzilenmişler. Çünkü senin iyi olduğunu biliyorlar. Başlarına öreceğin çorabı da. Onun için arkandayız.
Yürü...
Üstüne üstüne yürü. Ve tükür yüzüne celladın

zibidikartal 09-12-2006 00:26

Zavallı akbabalar

07-09-2004


Bebek ölmeyi bekliyordu yerde upuzun ve hareketsizce yatarken. Afrika'nın bu baş belası açlık sorunu onu da yakalamıştı.
Küçücük bebek ve açlıktan ölmek. Öyle yıkkın Öyle bitkin Öyle perişan. Ve bir Azrail başında. Bir akbaba. Bu pislik, ucube hayvan bir bebenin ölmesini ağzı sulanarak seyrediyordu. Ölse de işimize baksak gibilerinden. Bütün dünyanın kanı donmuştu da bu pislik hayvanın kanı sular seller gibi olmuştu. Akbabalar. Zavallı leş yiyiciler. Sürülerle dolaşır, karanlık yerlerde yaşarlar. Ve avlarının üzerinde dolanır dururlar. Şanlı Beşiktaşım'ın da üzerinde dolananlar var. Ölmesini bekleyenler, bitmesini isteyenler var. Dişlerini gıcırdatanlar, ellerini ovuşturanlar, kanımızla beslenmek isteyenler var. Korkarım uyuyan bir devi uyandıracaklar. Salladıkları ve salyaladıkları gibi kalacaklar. Zavallı o biçare bebenin kimsesi yoktu anlaşılan pislik müsveddesi çıyan gözlü akbabanın elinden kurtaracak. O anın resmini çeken fotoğrafçı Plutzer Ödülü'ne layık görülmüştü de o bebeyi kaderi ile başbaşa bırakmanın vicdani ve ruhsal yarasını rivayete göre "intihar ederek" ödemişti. Peki ya şanlı Beşiktaşım öyle mi? Milyonlar var canını verecek, "Sen kalk da ben ölem" diyecek. Bir darbede o akbabanın ciğerini sökecek. Bizi yerde yatıyor zannedenler, tarihi bir yanılgı içindeler. Şanlı Beşiktaş'ın asla yıkılmayacağını bilmiyorlar, cahiller. Çünkü biz yerde yatarak yaşamayı, ayakta ölmeye tercih edenlerdeniz. Bir ömür boyu sevenlerdeniz. Karşılıksız Pazarlıksız Ve kül elenmemiş. O cennetlik bebenin keşke yanında olsaydım. Şu satırları yazdığım kalemi o akbabanın gözüne sokardım. İhanetin gözüne sokar gibi...

zibidikartal 09-12-2006 00:27

Düş bizim can bizim

10-09-2004

Bir çift gurbet kuşu göz etti bize. Gizlice, "Son liman" dedi gözüken. Fısıldadı, Hani bir şampiyonluk gemisiydi yola çıkan Malatya'dan. Hani yelkeni siyah-beyaz, hani bekleyeni vardı Boğaziçi'nde. Güldü. Islık duyar gibiyim. Hasrete çelme takan ve özleme dikilen. Yumruklarını sıkarken, kaşlarını çattı gurbet kuşu. Sinirli. Hangi limana yanaşmaya kalksak lodos... İskelede okur yazar takımı, oturmuş ferman yazıyor. "İstemezük" diyor. Çımacılar bir alem... Hepsi zulüm giyinmiş: Sinsi, kurnaz ve engerek... Ve her şey zehir zemberek. Ve devam ediyor gurbet kuşu. Allah'tan geminin iskelesi bir asırlık çınar ağacı; sağlam zemin üzerine kurulmuş. Poyraz çıksa sökemiyor. Lodos çıksa yıkamıyor ve fırtınaya gülüp geçiyor. Kuruyan boğazına bir yudum su alan gurbet kuşu, bir of çekiyor, "Nihayet" derken... Cuma itibariyle Adapazarı açıklarına geliyor gemi. Ne zamandır sılada. Dil yarası çok. Tedavi arar, bir pansuman. Ve son tangoya çıkar Sakarya'da... Bir vals, bir çaça ya da bir halay çeker canı. Ve birden şahlanan gurbet kuşu dolu dolu olan gözlerini siler. Bütün heybeti ve ihtişamıyla gürler. Bizim gurbet kuşu; bir Kartalmış meğer. Bir Kara Kartal. Ekmeğimize, aşımıza göz koyanlar oldu. Geceler sessizdi. Malta bıçağı gibi, kınsız ve uyanık dolaştık güvertede. Bir cana kalmıştık, bir de başa. Ve okyanustu bizi serin tutan. Aklı başında sağa sola uymayan. "Sonra garip bir şey oldu" dedi Kara Kartal. Geceleri daralmışken ve neredeyse psikopata bağlanmışken, sesler duyardım kamaradan... Beşiktaşııııııım sen çok yaşaaa!.. Ve göz atardım dışarıya yuvarlak pencerisinden kamaranın.

Su bitmiş.
Deniz yok.
Ve bir el var gemiyi kavrayan;
Bir pençe Milyonların bir yumrukta buluştuğu Bir nefeste soluduğu.
Aykırı Ve işte bizim sevdamız.
Düş bizim can bizim Ellere nesi...

zibidikartal 09-12-2006 00:27

Meğer ben Kızılderili'ymişim

14-09-2004


Avuçları çatlatırcasına alkışlamak bize özgüdür. Ses telleri koparcasına bağırmak bize özeldir. Ve Beşiktaş, bu şanlı taraftarıyla güzeldir.
Anadolu'nun dört bir yanından koşup gelenler vardır sizin peşinize. Deplasmanda yalnız kalmayasınız, diye işini gücünü bırakanlar vardır. Bir Beşiktaş flamasını tribüne asmak için ayakkabısının bağını çıkarıp verenler vardır.
Bir yığınak halindedir taraftar, bir yiğitler yığınağıdır. Senin bir gözyaşını görmeye, ya da alnındaki o helal teri silmeye gelenler vardır. Amaçları sadece size dokunmaktır belki.
Ve futbolcular vardır alkışlayana, emekçiye ve taraftarlara koşacağına mikrofonlara koşan. Bilmem hangi televizyonun önceden planlanmış kameralarına. Siz yenildiğinizde o mikrofonlardan, o kameralardan sizi yerden yere vururlar.
Kamçı izleri kan olup fışkırır sırtınızdan. Ama o şanlı taraftar siz yenilseniz bile sizi bağrına basar. Gül açar öptüğü yerden.
Ne olur sanki önce taraftara koşsanız maç bittiğinde. Tel örgülere doğru yüklenseniz. Kucaklaşsanız taraftarla. Sizsiniz deseniz, "Bizi var eden" ve öpücük seline boğsanız bizi.
O zaman nasıl mutlu olur insanlar bilir misiniz? Nedir o uzaktan çıkış tüneline girerken "alkışlıyorum sizi" numarası yapmak.
Önce sizi alkışlayana sizi bağrına basana koşacaksınız. Ondan sonra duşa mı gidiyorsunuz, mikrofona mı gidiyorsunuz, nereye gidiyorsanız gidin... Yolunuz açık olsun.
Ve çiçekleri gördüm dönerken uykumda. Papatya tarlaları hazıroldaydı. Bütün başaklar yol almıştı, karanfiller gülücük dağıtıyordu etrafına.
Ve dikenleri gördüm gülü kıskanan.
Ve bir gemi belirdi birden. Hani o şampiyonluk gemisi vardı ya... İşte o... Bir garip çıkıyordu dumanı. Sanki bir şey anlatmaya çalışıyordu.
Ve sanki dumanı okuyordum: "İnönü'ye geliyormuş, düğün halayı hazırlansın" diyordu. "Özlem bitti kucaklaşacağız, siyah-beyaz bayraklara dolanacağız" diye devam ediyordu. Ve yeneceğiz önümüze geleni.
Ve soruyordu arkadaşlar.
Nereden anlıyorsun bu duman işini. Rüya bu ya! Meğer ben Kızılderili'ymişim...

zibidikartal 09-12-2006 00:28

Çekirdekçiler!

18-09-2004


70'li yılların sonlarına doğru başlamıştı her şey. Delikanlı duyguların maceraya bakan penceresindeydik. Aslında maceradan öte idi. Çok önemli bir kesitti hayatımızı biçimlendiren. Ta bugünlere uzanan hayat biçimi. Maçlara bilet alabilmek derbilerde tribünde olabilmek için yaşadığımız zorluklar vardı. Maç girişlerinde ise manevi eziyetler çekerek büyüdük. Stat kapılarındaki hengame, bir tek kapıya yapılan 5'li, 6'lı kuyruklar, polisin kapının önünde belirip "Son 10 kişiyi alacağız, bilet bitti" demesi ve diğer kuyrukta kalanların can havli ile kapıya hücum etmesi. Ve biletlerin önceden satılmamasından doğan kaoslar. Ve gün geçtikçe güçlenen bir taraftar imajı. Hoş o günleri inanılmaz arıyorum ya... Derken tribün hareketleri başladı. Maçlara geceden gelmeler oldu. İnönü Stadı'nın kapalısında yer ve söz sahibi olabilmek adına mücadeleler verildi. Bir sezonda 20'ye yakın maçta sabahlardık. Deliler Kupası olurdu, Donanma Kupası olurdu, lig olurdu o olurdu, bu olurdu. Ha bire sabahlardık. O zamanlardı derbi. 40 binler yarıya bölünürdü. Kim güçlüyse onun sesi çıkardı. Yiğit başına. Polis kapalıyı jandarmayla beraber tam ortadan bölerdi. 3 adım fazla koltuk için neler yapardık bir bilseniz. Sonra 3 büyük kulüp de kendi statlarında maç yapmaya başlayınca tribün mücadeleleri ve derbiler daha bir salt durumda kaldı. Sonraları tribünlere Avrupalılaşma anlamında ve bağlamında numaralar kondu. Ama yalnızca kondu!!! 80'lerin sonlarına doğru olan bu gelişmeyi hiç kimse sevemedi. Çünkü bu strateji cefakar taraftar profilini siliyordu. Maksat çekirdekçiyi maça çekmekti. Gelenekleriyle görenekleriyle yaşadığımız bu ülkenin her karış toprağında maneviyatçılık yatmaktadır. Sevmenin yalnızca gönülden sevmenin bazı cezalarını biz zaten "modernleşme" adıyla bu dünyaya ödüyoruz. Derken 90'ların başında derbilerdeki o büyük coşkuyu yaratan kitleler, derbiyi derbi yapan denk kuvvet stratejisi ortadan kaldırıldı. Maçlara deplasman seyircisinin gitmemesi bile istendi. Düşünsenize tuttuğunuz takım 70 binlerin, 50 binlerin, 30 binlerin önünde çırılçıplak. Oysa bu süreç zarfında tribün liderleri kimsenin istemediği bir iş yapıyordu. Barış!!! Medya ortamı gerecek haberler bulamayacaktı. Sanal ortamda hayal tacirlerine hep yenik düştük. Taraftarı sindirdiler, derbileri bitirdiler. Ve kendi çıkarları uğruna yanlışa prim tanıdılar. Sülükler vampir oldular. Gelinen nokta şudur ki, 70'lerin sonunda yakaladığımız derbi coşkusu ve taraftar imajı bir şekilde çürütülmek istenmektedir ve çürütülmüştür. "Paralı kulüp, borçsuz kulüp" sloganı altında ülke federasyonlarına baskı yapan UEFA ve FIFA gerçek ve sadık taraftarı bir kenara itmiştir. Paralı taraftarlar locaları ve VIP'leri doldurmuşlardır doldurmasına ama tuttukları takıma manevi desteğin zerresini bile vermemişlerdir. FIFA ve UEFA ülke federasyonları aracılığıyla kulüplere zengin taraftar profili çizmiştir. Yani taraftar maça gelecek, şapka, atkı, forma alacak, kola içip, tost yiyecek, tuvalete girip para ödeyecek. Ve kulübüne para kazandıracak. Zengin taraftarların statlara gelmesi ile futbol tamamen tiyatro vari bir havaya bürünmüştür. Bu bağlamda UEFA tiyatro sahnelerine de el atmalıdır. Bu kadar tiyatro meraklısı ve izleyicisi varken, tiyatrolarımızın iflas eşiğinde olması düşündürücüdür.

zibidikartal 09-12-2006 00:28

Nişangahtaki adresler!

21-09-2004


Lez bağlamış, kokuşmuş, kırış kırış bir önlük var bellerinde. Cepleri var önlüğün belli belirsiz. İçi derin, içi dipsiz ve bir o kadar da sevimsiz. Tohum doldurmuşlar ceplerini avuç avuç. Nifak tohumları... Ve serpmekteler, savurmaktalar ağızları salya salya. Ve filiz beklemekteler. Pazar gecesi gördük ki toprak ana kabul etmemiş tohumlarını. Ne sahaya atlayan, ne tribüne zıplayan, ne de tek bir küfür eden var Dolmabahçe sırtlarında. Ne de korner atan bir adamı kulaklarından yukarıya çekip tokatlayan var. Verilen penaltıda bırakın isyanı, homurtu bile yok. Hakkı hakka teslim ettik. Ecel kayıtları yapan hayal tacirleri, korkuya davetiye çıkartanlar ve o canım stada standart dışı diyenler. Şimdi ne diyeceksiniz!.. O şanlı Beşiktaş taraftarından özür diler misiniz ki, köşe gönderinin dibinde, kuytu bir köşede duran o şaşal şişesine gülüp geçer misiniz ki, içeriye nasıl girdiğini anlamadığım ama asla sahaya atılmayan o meşaleleri yazar mısınız ki... Kibrit çöpünü bile cebinde saklayan şanlı Beşiktaş taraftarına "Alnını uzat öpeceğim" der misiniz ki... Demezsiniz... İşinize gelmez. Siz şimdi başka topraklara gitmektesiniz. Verim ararsınız. O janjanlı camın arkasında otururken cadı, yalan hamurunu dağ dağ yoğurur. İşte isyanımız bunadır. Yok mudur bu ülkede kötünün kulağını çeken. Vardır elbet. Sesimiz doğruca dağlaradır. Çünkü umut dağlardadır. Ve bir gün nifak tohumunun denizine düşenler yılana sarılacaklardır. Ama onlara yılandan fayda gelmez. Çünkü yılan da topraktan yanadır

zibidikartal 09-12-2006 00:29

Yalan senaryoları

24-09-2004


Malumunuz maç seyretme özürlüyümdür. Nedeni kronikleşmiş bir hastalığın pençesinde olduğum değildir. Tamamı taraftara olan saygım ve sorumluluğumdur. Kaç gol vardır, futbolcular üst üste sevişirken attığımızı anladığım, kaç gol vardır top santradayken yediğimizi anladığım. Göremediğim yüzlerce gol vardır, akşam evde seyrettiğim. Ve yüzlerce gol vardır, "Kim attı!" diye sorduğum. Ama hiçbir maçı hatırlamadığım yoktur. Her maçı aşağı yukarı çözerim. Yalanı da bilirim, yılanı da. İhaneti illaki duymuşumdur, fetbazı da. İhanet sehpasında olması gereken kaç futbolcu bilirim. Hala lalezar içinde dolaşan. Ve yalandan bir dağ olmuşken etrafımız, bir oyuk ararız gerçekleri saklayan. Teselliyi o oyukta buluruz, belki delikanlıyla orada tanışırız ama koskoca dağ dururken?!! Hafızama almam gereken maçlardan biriydi, pazar gecesi oynanan derbi. Hani sahaya niye atlanılmadığı sorgulanan, hani "Bu maçta atlamadılar ama öbür maçta kesin atlamaları lazım" denilen. Hani 32 bin koltuğu var, en az 45 bin kişi içeri aldılar ahkamı kesilen ve Galatasaray galibiyeti kaçırdı, Beşiktaş çok kötü oynadı manşetleri atılan. İşte o maçı seyrediyorum. Saat 00.45 TRT 1'deyim. Aslında maksadım tribünden gelen sesi dinlemek. "Görevimizi yapmış mıyız?" diye işkilleniyorum. Dikkatimi ilk 15 dakika ve 2. yarıdaki penaltı çekiyor. Çünkü bu dakikalarda sarıkırmızılı ekibin 'baskısı, atağı ve atış sinyalleri var' spikerin ağzında. Geri kalan bölümlerde hep siyah-beyazlı futbolcuların hırsı, kazanma arzusu, kaçan 7-8 net gol pozisyonu ve rakibi 70'den sonra, bunaltan, sindiren o muhteşem kondisyonu mevcut. "Allah Allah" diyorum yorumcuları ve yazarları düşünürken, ben başka maçı mı seyrettim ya da onlar başka maçı mı anlattı. Neden sonra düşen köşeli jetonun sesini duyuyorum. Bir kahkaha bir neşe sormayın gitsin. Önce kulağıma eğiliyor ve usulca fısıldıyor. Ne dese beğenirsiniz? "Gecenin 1'inde maç seyredersem böyle olurmuş." Maalesef ekrandaki takımlar Altay ile Kayserispor'muş!!!

zibidikartal 09-12-2006 00:29

Bush'la öğle yemeği!

28-09-2004


İsyanın ağır boşluğu vardı kulaklarımda. Sabır taşının çatlayan bölümünde direniş hakimdi kadere. Bütün kurşunları göğsünde taşıyan taraftar, kalbura döndüğünü 7. maçın sonunda anlamıştı. Bir babanın evladına kızdığı zamanki ses tonu hakimdi tribünlere. Ve eve gitmenin imkansız olduğunu ayaklarıma anlatamıyordum. Kanımızdaki asalet şaha kalkmıştı oysa... Tam 92 dakika bağrımıza basmıştık her türlüsünü siyahın. Siyaha verdiğimiz desteği kıskananlar, beyazımıza da laf atıyorlardı sinsice. Aç yırtıcılar gibi en kötü zamanlarda fırsat ticaretine soyunuyorlardı. Doktorlar yemin ederler. Adı Hipokrat'tır. Peki o doktorlar, hakem olursa ne yemini ederler, merakımdır... (Metin Aydoğan) Tekmili birden bütün cesaretli hakemlerin, bizim maçlarda gövde gösterisi yapması düşündürücüdür. Yorumcuların da bu hakemleri gizli gizli desteklemesi eyyamcılıktır. Bir gazetede eski bir hakemin, doktorluktan hakemliğe terfi eden hakem için, "İyi niyetli, gördüğünü çalmaya çalışıyor" demesi bunun katmerli bir ispatıdır. Tayfun'u gören göz Tita'yı görmüyorsa, sorun gözde değil, beyindedir. Acaba o beyin duş alıpta mı maça gelmiştir, yoksa Cem Papila ile bir akşam yemeğine mi çıkmıştır? Bilemem. Ama bildiğim yukarıda bahsettiğim sevgili eski hakemimizin şurupların, pardon grupların bazı taraftar liderlerini yemlediğinden bahsetmiş olmasıdır. İsim istiyoruz beyefendi isiiiim. Kimmiş bu arkadaşlar anlat da bilelim. Ucuz popülizm yapma. Hangi şurup, hangi grup. Şanlı Beşiktaş taraftarlarını ne yerine koyuyorsun da yemden bahsediyorsun!.. Aynı eski hakemimiz, pazar gecesindeki programında Çarşı Grubu'nun futbolcu tayinlerinde Del Bosque'ye baskı yaptığını söylemiş. Helal olsun iyi istihbarat yapmış. Ama Çarşı Grubu olarak, George W. Bush'la bir öğlen yemeği yediğimizi ve Irak savaşını masaya yatırdığımızı atlamış!!! Kör kuyulara olta atıyorsun beyefendi. Sağa sola sataşarak gündemde kalmaya çalışıyorsun. Ve her doksan dakika ses telleri yırtılırcasına bağıran taraftarın emeğine ihanet ediyorsun. "Bu hakeme iyi, bu taraftara kötü" diyen zat-ı muhtereme daha fazla zaman ayırmayacağım. Gelelim beterine... 2-1'lik skor yakalanmışken hangi futbolcuya Del Bosque, lazımdır. Futbolun bir adaleti vardır ve o adaleti futbolcu verir. Çıkarsın oynarsın. Bir yerden sonra teknik direktörün fazla bir etkisi olmaz. Maçı futbolcular kazanır. Cumartesi gecesi sizin antrenörünüz taraftarınızdı. Siz onlara da ihanet ettiniz. Beşiktaş tarihi ile ilgili kitaplar okumanız, Beşiktaş tribünü ile ilgili bilgiler edinmeniz ve o ruhu yakalamanız, futbolculuk kariyerinizle doğrudan bağlantılıdır. Hak edene kadar size de fazla zaman ayırmayacağım. Üstünüzde taşıdığınız forma ve onun arması Türk futbolunun eşsiz ve emsalsiz şanıdır. "Hatırlatayım" dedim.

zibidikartal 09-12-2006 00:30

Yüreğimiz ruhunuzladır

02-10-2004


Geçmişe dönüp baktığımızda hep kahramanlık türküleri söylenir Beşiktaş tribünlerinde. Ve hep yiğitlik şarkıları ezberletilir bebelere. Zulamızda terleyen binlerce siyah beyaz resim vardır, arkadaşımıza göstereceğimiz. Ve duvarlarımıza en güzel siyah beyazı biz asarız. Beşiktaş kapalısı ve efsanesini yaratmak ve ona gıpta ile bakmak sırf siyah beyaz bir düşünce değildi. Taraflı tarafsız herkesin parmakla gösterdiği bir tribün yaratmıştık. Bu süreçte yüzlerce düşmanla savaştık. Aklınıza hangi türlüsü geliyorsa. Ve kafa tuttuk imparatorluklara. Asla yalnız yürümedik. Yüzlerce delikanlı davamıza ortak olmuştu. Beşiktaş aşkının verdiği güçle daha sıkı, daha sağlam, daha siyah, daha beyaz bağlanmıştık birbirimize. Ve onlarcası aramızdan ayrıldı. Göç ettiler bu dünyadan. Kritiği (Müfit) hala görürüm, İstanbul'un herhangi bir caddesinde. Elinde bayrağı, boynunda atkısı ve şapkası hiç eksik olmazdı kafasından. Belki şimdi gökyüzünde bize yukarıdan bakıyor ama ben hep görürüm onu. Öylesine siyah beyaz herhangi bir yerde. Çatal yürekli cüceyi (Ayhan) görürüm, Beşiktaş'ın herhangi ber sokağında. Hayatını adamış bir Beşiktaş bayrağına. Ve elinden düşmeyen o çanı ile bizlere seslenir: "Yürüyüüün laan!" Hacı babayı görürüm, sürünüyorum şarkısının laylayını söylerken. Bir ömüre sığdıramamışken Beşiktaş'ı, ille de ille, söylememizi ister: Beşiktaş'sın seen bizim canımıız... Dağ gibi Soner'imi görürüm, hayatının baharındayken arkasına bakmadan yürüyüp giden. Mühendis Oktay'ımı görürüm, bir Galatasaray maçı çıkışında otobüs beklerken... Sapsarı saçlarıyla Süleyman'ı görürüm, kokuşmuş bu dünyaya her esprisi ile ders veren. Ve kızların sevgilisi Serkan'ı görürüm, Kuzguncuk sokaklarından İstanbul'a taşan. Bu tribünün kurulmasında çok büyük payı olan kokoyu (Cavit) görürüm. Hayatını tırmalayarak kazanan ve saçma sapan kaybeden! Ve Ece'yi görürüm, gökyüzünün herhangi bir kavşağında. On yıllık kısacık ömründe Beşiktaş'a şiirler yazarken. Benim hanımın gelinliği ve onun duvağı hala elindedir belki... Ve o da terkeder suratında maske ile dolaşan bu iğrenç dünyayı. Cennetlik bu kardeşlerimizi siyah beyaz kefenlere sararak gömdük. Mezarlıklar doldu taştı her seferinde. Göz yaşımızın her damlasında bir okyanus gizliydi. Tutamıyorduk... Boncuk boncuk yanağımıza süzülen o gözyaşlarından yıkılmayan bir kale yapmıştık. Ve and içmiştik mezarlarının başında. Ve ağlayarak bağıran, bağırdıkça ağlayan delikanlılar gördüm perşembe akşamı tribünlerde. Duyguları göz pınarlarına taşmış. Ve stadın her yerinden alkış yağmuru gördüm, kapalıyı tebrik eden. Şanımıza san veriyorlardı. Sonra meydanı boş bulduklarını zannedenleri gördüm. O aç yırtıcılar irinlerini dışarıya fışkırtıyorlardı. Beşiktaş'ı yok etmek için önlerindeki tek engeldi Beşiktaş taraftarı. Asla yıkılması mümkün olmayan bir kaleye saldırıyorlardı. Akılları sıra bizi de çökertip arzuladıkları cumhuriyetlerine! kavuşacaklardı. Ve siz cennetin herhangi bir penceresinden bizi seyreden yolu siyah beyaz bütün arkadaşlar. Verdiğiniz onca emek boşa gitmeyecektir. Sinsi zulümlerle gizli gizli düğmeye basan üç beş paçası yırtık, Beşiktaş taraftarını asla lekeleyemez ve yıkamaz. Haklılar her zaman boş arazilerde, teke tek dövüşlerde ortaya çıkarlar. Perşembe akşamı tribünlerden verilen cevap hakkın ve doğrunun ta kendisidir. Ruhunuz şad olsun...

zibidikartal 09-12-2006 00:30

Beşiktaş ve İrlanda!..

05-10-2004


Bütün Britanya'yı ele geçirmek isteyen İngiltere'ye karşı İrlandalılar, Galliler ve İskoçlar birleşirler. İngiltere Krallığı'ndan istedikleri yalnızca adalettir. Bu istekleri dikkate almayan bu krallık, daha da ileri gidip, insanların topraklarına hatta namuslarına bile, namussuzca göz diker. Ve uyuyan bir devi, yüreğinde sadece sevgi olan İrlandalı William Wallace'ı uyandırırlar. Ve bu üç saç ayağıyla İngiltere arasında, film kopar. Uçsuz, bucaksız boş bir arazide kapışılır. Anlayacağınız tam bir er meydanı. Kılıçlar çekilir, okçular gider, atlılar gelir, mızraklar atılır, piyadeler koşar, koşar, koşar... İngiltere'ye muhalefette başı İrlanda çekmektedir. İngiliz piyadeleri savaş nidaları atıp, depara kalkınca İrlandalılar da kendi cephelerinden karşılık verirler. Ve göğüs göğüse gövde gövdeye mücadele başlar. Tam istediğimiz gibi. İngilizler ise bu olaya başka bir savaş taktiği ile cevap verirler. Ve işte o anda ihanet 32 dişiyle gülmeye başlar. Buram buram kokan bu hayınlık bütün Britanya'yı sarar. İkinci İngiltere saldırısına cevap vermesi gereken, hatta bütün araziyi çevrelemesi planlanan İskoçlar ve Galliler, o er meydanı dediğimiz savaş alanından İrlandalılar'ın göz bebeklerine baka baka kahpece ayrılır. Taraftar pardon savaşçılar ne yapacağını şaşırmıştır. Meğer İngilizler, İskoçlar'ı da, Galliler'i de kilolarca altına satın almışlar. Kahpece kurulan bu tuzakla İrlanda'yı alt ederler. Üstüne üstlük ismi yedi düveli aşmış William Wallace'ı da yakalarlar. Ve İngiltere'ye getirirler Wallace'ı. İdam sehpası kurulur. Celladın salyaları akmaktadır. Kesici aletler yan yana dizilir. Paçalarımın asaleti ile kral belirir birden... "Yaşasın İngiltere Krallığı, diye bağır İşkence yapmayalım sana" der. William Wallace bağırır; Öz-gür-lük... Son şans verir Kral ve Wallace yine bağırır. Öz-güür-lüük... Hiç bitmesini istemediğim bu film Wallace'ın parçalara bölünen vücudunun, İngiltere'nin meşhur meydanlarında sallanmasıyla son bulur. Filmin ismi Braveheart. Ha unutmadan söyleyeyim: Filmde bir de cüzzamlı adam var. Aslında çatı tam oradan su alıyor. Fetbazın, yılanın, hayının ve sinsinin en önde flama taşıyanı o... Çok az rol almasına rağmen filmin bayağı bir yükü onda. Şimdiiii... Britanya Adası'nı Türkiye Ligi, kabul edersek, İrlanda'yı da Beşiktaş olarak alırsak, Galler kimdir, İskoçya nedir, William Wallace kime benzetilebilir? İngiltere hangi kurum olabilir? Birazcık düşünün ve cevap verin. Sanırım bulmakta fazla zorlanmayacaksınız... O cüzzamlı adamı da unuttuğumu zannetmeyin. Onu da beynime kazıdım.

zibidikartal 09-12-2006 00:31

Sosyete Eczacı!

08-10-2004


"Ne Eczacı, ne Tofaş, en büyük Beşiktaş" diye bağırırdık o yıllar basketbolun biraz cilveli, biraz karizmalı ama çokça paralı hegomonyalılarına. Genelde müessese takımlarının yapmacık zaferleriyle biterdi maçlar. Jum shoot atardık, hook shoot atardık, sayı atardık, hatta kendimizi yere bile atardık maçı kazanalım diye. Ne mümkün! İki düdük ya da bir steps ya da düzmece bir faul çalardı hakemler. Bütün salon ayağa kalkardı. Küfürün bini bir para! Hakem aşağı, hakem yukarı. Ve isyan ederdi basketçiler, çepeçevre itirazlara boğarlardı hakemi. Tabii malum karar çıkardı. Teknik faul! Ve salon patlardı: "Müessese uşağı inme hakemler." Aldığımız ne maçları verdik böyle altın tepside. Oysa kurulu düzene oyuncak yapıyorlardı bizi. Ne hüzünler yaşardık bir bilseniz... Hatırladığım kadarıyla Ahmet, Hurşit, Battal, Erman ve Tom Davis'li kadrosuyla bir şampiyonluk koparmıştık Spor Sergi Sarayı'nın parkelerinden! Hey gidi Spor Sergi Sarayı... Nelere şahit oldun sen. Ne maçlar yaşadın. Dilin olsa da !? Ne dili, külün bile kalmadı ki konuşasın. Sen gittikten sonra basketbolun da tadı kalmadı. Eczacıbaşı, müessese olabilmenin avantajıyla hüküm sürüyordu ligde. Onlarla oynadığımız her maçta 5-6 bin basıyordu Sergi Sarayı. Onlar bizi hakemlerle eziyordu, biz de taraftarımızla. "Hapçı, kapıcı, sosyete Eczacı" sloganı her maçta teknik heyeti biraz sinirlendiriyordu. Rahmetli Aydan hoca ile uğraşmadan çıkmazdık salondan. Affetsin bizi. "Bombarasi bombarasi bom bom bom, siyah-beyaz güm güm güm" sloganı o zamanki tezahürat anlayışının en skorer sesiydi. Kamera, bayrak, skorboard, sosyete ve üst kattan oluşan beş tribünü vardı Sergi Sarayı'nın. Sahaya hakimiyet, genişlik ve büyüklük bakımından bayrak tribünü en makbulüydü. "Neler oluyor hayatta, bir de şu rüyam gerçek olsa" diye başlayan "Beni arıyor, beni soruyor, hayırdır inşallah" diye biten bu şarkı bir Spor Sergi geleneği haline gelmişti... Aslında basketbol nostaljisine gömüldüğüm bu yazıda hatırlatmak istediğim yaklaşan basketbol ligi midir, yoksa futboldan hiç bahsetmemem, altı çizilmesi gereken bir protesto çeşidi midir? Hiç bitmek bilmeyen isyanım, hakkımızı alana kadar feryatlarıma kardeş olacaktır. Basketbol camiasına hürmetlerimle...

zibidikartal 09-12-2006 00:31

İstenmeyen adamlar!

12-10-2004


Yozlaşan dünyamızda farklı meskenlerde çeşitli duygularla karşılaştığımız olmuştur. Gerçek hayata bakış açısından son derece önemlidir bu randevular. Artık sırça saraydan çıkılmıştır. Yer yoktur maskeyle gezenlere. Ve kalleş cirit atarken sokaklarda söz delikanlının hakkıdır. Kocaman yürekli, kocaman adımlı adamlar gördüm pazar günü Ahmet Fetgeri'de. Basketbol topu değildi elleriyle oynadıkları, sıkı sıkı sarıldıkları hayatın ta kendisiydi. Sandalyenin üzerinde oynuyorlardı. Ve o sandalyenin bilek hakkıyla dönen tekerlekleri vardı. Ayaklarıyla yere basamıyorlardı belki ama yürekleri dolaşıyordu salonun her santimetrekaresinde. Maskesiz, tertemiz ve bir o kadar da asil duruşları vardı gözlemlediğim. Kazanma hırsını sadece ama sadece alınteriyle birleştirmenin haklı vakurluğu vardı üzerinde. Kendisiyle böyle barışık Yüreği böyle altı okka Ve hayata böyle feyk atan Engelli basketbolcu kardeşlerimizin önünde saygıyla eğiliyorum. Yiğitlerin harman, yüreklerin civan olduğu, buram buram alınteri kokan Ahmet Fetgeri Salonu'ndan ayrılırken aklım büyük nezaket gösterip maça gelen ve o maçı pürdikkat gözlerle seyreden Del Bosque'ye takıldı. Ve bayağı gerilere gittim. Aklıma filinta boylu Pascal'ım düştü. Akrep dolu kuyulara itmişlerdi. İlkinde arkasında durmuştuk ama ikincisinde 100. yılımızdan vurmuşlardı. Yakışıyordu bize ve çok yararlıydı. İstemediler. Sonra Toshack düştü aklıma. Adam birkaç kişinin yerini değiştirmiş, birkaç kişi de yedek bırakmıştı. Oysa ileriye dönük büyük yatırımları vardı. Beşiktaş'a 10 senelik bir takım yaratacaktı. İstemediler. Ve Daum'a ilk defa sinirlendim. Ona bir gelecek hediye etmiştik kimyasalı (!) olmayan. "Lösemili çocuklar seni çok özledi" flaması hala gözlerimin önündedir. Beşiktaş'a hizmet ederken kokainman, bu ülkeye girmemesi lazım, 'Benim olduğum yerde çalışamaz' diyenlere hep göğüs gerdik. Oysa şimdi 'dahi' diyorlar. Onu bile hazmedemediler. Gönderdik. Zago'yu bile alet ettiler emellerine. Kuşadası'ndaki seminerlerinde linç ettiler adeta. Çünkü en iyi defans oyuncusunu transfer etmişti Beşiktaş. Heryerden saldırdılar. 'Cani' dediler, 'cellat' dediler. Halbuki çok yararlıydı bize. Yükselen bir değerdi. Maalesef gönderdik. Ellibir maçta bir mağlubiyet alan, geldiği sene şampiyon olan, dönen entrikalara delikanlıca dikilen, başarıları arttıkça korkaklıkla suçlanan ve avucumuzun içinden alınan şampiyonluğa isyan eden Lucescu ilişti hayallerime. Onu da istemediler. Hiçbirisinin arkasında duramadık. O kadar hızlı, o kadar sinsi dönüyordu ki çarklar alev alan yeri söndürürken öte yanı su basıyordu. İnce hesaplanmış milimetrik tezgahlanmış bu oyunlar devam etmektedir. Bize iyi olan hiçbir şey istenmemektedir. Ve kötüye ısrarla iyi denmektedir. Ve bu düzenin son oyuncağı Alex Ferguson'un yere göğe sığdıramadığı Steaua Bükreş'in patronunun 'Hayalimdeki tek şey elini sıkmaktır' dediği Vicente del Bosque'dir. Yanında mı yürürüz, arkasında mı dururuz bilemem. Elimizdeki takdire şayan taşlardan bir tanesidir. İnanılmaz kıskanılmaktadır. Şahsına desteğimiz sürdükçe mutlaka başaracaktır. Ve bu sefer kıskananlar çatır çatır çatlayacaktır.

zibidikartal 09-12-2006 00:32

Vicdan azabı!

15-10-2004


Zulamda kan ter içinde bekleyen kan kırmızısı iki şişe köpek öldüreni, bir kuzu gibi yatırıverdim ayaklarımın dibine... Amacım, kötü gidişten mütevvellit, az bir şey efkar dağıtmaktı. Yoksa ne bir plazanın 12.katındaydım, ne elimde bir duble Macallan vardı, ne de püfür püfür tüttürülecek Cohiba marka purom, ne de hayalini bile kuramayacağım 20 milyon dolarım... Sahip olduğum yalnızca alnımın akı, anamın helal sütü ve babamdan miras şanlı Beşiktaşıma gönül üyeliğimdi. Zulmedilmenin, itilmenin, her seferinde ezilmenin haksız yumruklarına gard alarak büyüdük. Steven Spielberg'in hayal senaryolarına kafa tutan pırıl pırıl bir delikanlılığımız vardı. Gerçekle kolkola yaşayan, asla sanal olmayan bir dünyaydı bizimkisi. Perde arkalarında dönen dolapları görmezden, adam başı verilen şahinleri duymazdan gelirdik. Yüreğiyle mücadele edip, bileğiyle kazanmanın, haklı onurlarını kaç kez yaşadık şarkılı, türkülü, şenli(!) eğlencelerimizde. Afganistan çöllerindeki sinsi sinsi döşenmiş mayınlar bile kıskanır olmuştu, bize kurulan namert tuzaklarını. Yiğitliğe verilen madalyaları çöplüğe atanlar, çöp tenekelerini başarı kürsüsüne çıkartıyorlardı. Gak dendiğinde ağzımızdaki peyniri düşürmemizi isteyenler tırnaklarımızla, dişlerimizle sökerek koparttıklarımıza burun kıvırıyorlardı. Hava kirliliğinden sonra, adam fakirliğine de mi yenik düşüyorduk yoksa. "Haklının yanındayım, güçlünün değil" diyecek birileri yok muydu etrafımızda. Ayaklarımın dibindeki köpek öldüren, sosyete kulvarındaki Macallan'a nispet yapıyordu. Ciğerlerimi zıplatan bu şişe içimi de ayrı ısıtmıştı. "Yak bakalım, yak bakalım puroları yak bakalıııımm" diye tempo tuttuğumuz, yoksa şampiyonlarımızı da çalan markası Cohiba olan purolar mıydı? Salı günü Fanatik Gazetesi'nde Necil Ülgen imzalı o yaşanmamış(!) hikaye bir yazarın vicdan azabı mıdır, yoksa herhangi bir vatandaşın kendisiyle bir iç hesaplaşması mıdır? Yoksa toplumsal çöküntü yaşadığımız bu günlerde üstü yaşanmamış hikaye örtülü gerçeğin ta kendisi midir? Futbol kamuoyuna hürmetlerimle!

zibidikartal 09-12-2006 00:32

Sinsi siyaset!

19-10-2004


Uzun uzun düşünmüştü... Bunca zaman beraber yaşadığı çocuğa ne diyecekti? Çare yoktu. Emir kesindi. Ve vakit tamamdı. Terk edecekti, terk etti. Terkedilmişliğin verdiği acı, yerini kayıp rüzgarlarına bıraktı ve onca yıllık "Çarşı" Boyner oldu. İşte o anda tek oluşumuzun ve var oluşumuzun sayın Cem Boyner tarafından tescillenmesi(!) futbol kamuoyunu ne kadar ilgilendiriyor, ilgilenemem ama beni ayrı düşüncelere itti. Beşiktaş taraftarını Çarşı'ya yüklenerek bölmeye çalışmanın sinsi düşünceleri, siyaset sayfalarına bile taşınmıştı. Yapılan onca provoke, verilen onca ara gaz, "Terk ettirilememenin" rüküş kıyafetlerini andırıyordu. Oysa biz sevdanın ağır ağır kavrulduğu bir memleketten geliyorduk. Güneş bir dilim ekmeğin bölünmesine bile şahitti. Ve masmavi gökyüzünü hep bulutların arasından görüyorduk. Terk edilemeyen bir sevdanın altın prangalarını taşıyorduk yüreğimizde. Yağmur yağdığında altına girilecek bir şemsiyeydi "Çarşı" o kadar. Yoksa şanlı Beşiktaş taraftarından ayrı bir mukayese kantarına çıkarılmak zaptedilmiş köşelerin yılanlarla takviyesi değil de neydi?.. Aç ve susuz kalan, karanlık gecelerde ihaneti yaşayan ve can'ın binbir türlüsünü gerçek hayatında hisseden Ahmed Arif "Terk etmedi sevdan beni" derken Beşiktaş taraftarının sesi soluğu mu olmuştu yoksa?.. Arzulanan terk ediş, istenilen maça gelmeyiş ve istifa seslerinin bir türlü duyulamaması birçok kişiyi derinden yaralamıştır. Kurulan tuzaklar hep boş kalmıştır. Tek bir Beşiktaşlı bu tuzaklara düşmemiştir. Yedisinden yetmişine, bilinçli desteklemenin ne olduğunu yedi düvele göstermiştir. Sayın Cem Boyner "Çarşı"sını belki ticari bir amaçla terk etmişti ama saygıdeğer bazı büyüklerimizin medya desteğini de arkalarına alarak Beşiktaş camiasına sundukları "Çarşı'yı terk ediş" senaryoları ve kampanyaları, sayın Umur Talu'nun dediği gibi "Gazeteciliğin ve haberciliğin hakkıyla yapılamadığı" bir ortamda dahi iflas etmiştir

zibidikartal 09-12-2006 00:35

Bir de benden dinleyin

22-10-2004


Şiddetin önlenmesi ve asgariye indirilmesi konusunda hazırlanan yeni yasa tasarısı hakkındaki bazı çalışmalarımı futbol kamuoyuyla paylaşmak istiyorum. İzninizle...

1- Taraftarlar için uygulanan bütün yasakların, medyaya ve yöneticilere de uygulanmasını (ki yeni çıkan yasada var) uygun görmekteyim. Bence bu madde en etkili sistemlerin ana iskeletini oluşturacaktır. Böylelikle hafta sonu oynanacak olan maça hafta içinden pompalanacak kışkırtma ve tahrik operasyonları en aza inecektir. Ve taraftar maça daha aklı selim gelecektir.

2- Diğer etkili olacak hususların bir tanesi de yetkililerin rahmane bir tavır sergilemesidir. Bir müsabakadaki etkili ve yetkili kişilerin daha sağduyulu davranması gerekmektedir. Örnek, elinde kartı olduğu halde maça giremeyen taraftarın haleti ruhuyesini anlamak ve ona kızmamak!..

3- Ayrıca kültürsüz-cahil olarak gösterilen tribünlerin aslında hiç öyle olmadığı (aksini iddia eden varsa Beşiktaş tribününü araştırsın) tribünü oluşturan kişilerin tamamına yakınının tahsilli fertlerden oluştuğunu herkese açıklamalıyız. Açıklamalıyız ki adeta paranoya haline gelen "Çocuğumu maça göndermem" psikolojisi değişsin. Avrupa daha beter

4- Şiddete Avrupa penceresinden baktığımızda, karşımıza milliyetçilik ve ırkçılığı arkasına alarak çıkıyor. Konuşulanların ve söylenenlerin aksine Türkiye'de milliyetçilik ve ırkçılığa verilen örneklerin hiçbirisinin uymadığını görüyoruz. Avrupa ülkelerindeki Real Madrid-Atleticho Madrid, Barcelona- Real Madrid, Ajax-Feyenoord ve Glasgow Rangers-Celtic maçları "din savaşları" nispetinde geçmektedir. Oysa ülkemizdeki derbi maçlarda veya doğudaki takımla, batıdakinin mücadelesinde geleneksellik, hırs ve rekabet ön plana çıkmaktadır. Bir hakemimizin Pascal Nouma'ya sarfettiği "Zenci" kelimesi Beşiktaş tribünlerinde "Hepimiz zenciyiz" şeklinde cevap bulmuştur. Bu da gösterir ki bazı Avrupa ülkelerindeki ırkçılık ülkemizde yoktur. BJK, GS, FB, üçgeninde yapılan derbiler seneler önce başlatılan bir tribün mücadelesinin ufak kırıntılarını taşımaktadır. Öyle ki bir GS'li babanın çocuğu FB'li olabilir, ya da FB'li babanın çocuğu BJK'li olabilir. Ama hiçbir Celtic taraftarı babanın çocuğu Glasgow Rangers'ı tutamaz.

5- Şiddete bir pencere daha açalım. Çocukların ve geç dimaların akıllarının ve beyinlerinin bir fotoğraf makinesi gibi olduğunu biliyoruz. Yani gördüklerini çok çabuk kaptıklarını ve bunun etkisiyle büyüdüklerini biliyoruz. 90'lı yıllarla birlikte çok kanallı hale gelen televizyonlar ekrana koydukları şiddete, hiddete, kana, ölüme, korkuya, gerilime dayalı Amerikan filmleri gençler üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. Öyle ki atari salonlarında play-station'lar vurdularla, kırdılarla doludur. Görmekte ve okumaktayız ki nice banka soygunları, cinayetler bu filmlerden esinlenerek yapılmıştır (Sen kalk ilgi çeksin diye spor programlarının fragman ve jeneriklerinde meşalelerle yanan tribün kareleri göster, sonra da meşaleyi statlarda yasakla). Bu bağlamda yukarıda gösterdiğim örneklere çözüm amaçlı panel ve brifingler düzenlemeliyiz. Merci sahibi kişileri değil bu işin içinde büyümüş tribünlerin tozunu yutmuş aklı başında kişilere söz hakkı verip, fikirlerini almalıyız. Problemler işin ehli insanlarla çözülür, yüzeysel çözümler her zaman kısa vadelidir. Saygılarımla...

-----------------------------------------------------------------------
Siz kargaları güldürün

26-10-2004


Bazı spor yazarlarımızın 3-5-2'si ile bizim Del Bosque'nin 4-4-2'sini bu sayfalara taşımak abesle iştigal olur herhalde. Bütün dünya 4-4-2'ye dönmüşken ve o sistemin içinde başka bir sistem kurmuşken!.. Hala mı, diyesim geliyor. Ama sonra düşünüyorum, bunları yazan, Del Bosque'ye "Git" diyen, "4-4-2 bu takımın şablonuna uymaz" diyen, Beşiktaş'ı kötüleyen ve içimizden gelip adam olmasına rağmen "Onlar" diyebilen ve de "Kazandıkları penaltılara baksınlar, Trabzon'da verilmeyenlere değil" sazanlığı yapanlar, baksanıza hepsi Beşiktaşlı! İçlerindeki aydınlığı köşe başlarını tutmuş çıyanlara kaptıranlar bir gün şanlı Beşiktaş taraftarı önünde yargılanacaklardır. "Beşiktaş'ın lobisi yok" diye sayfa sayfa yazı yazanlar, sizlere sesleniyorum: Hu huuuu orda mısınız? Lobisizliğimizi size borçluyuz. Uzaktan racon kesmeyle, ahkamı yanlızca kalemle yazmayla malesef bu işler olmuyor. Elalemin yazarları kanının son damlası pardon mürekkebinin son damlasına kadar takımını savunuyor. "Yolun bittiği yerde yol bitti" dersiniz olur biter (Korkmayın yollar hiç bitmez). Belki iyi bir şey değil bu. Kabul ama oyun bu mahallede böyle oynanıyor. Gelelim beterine; 1. Tan Sağtürk adındaki balet arkadaşımız bir söylemde bulunmuş. Futbolcuların "gay"liğine müteakip: "İçlerinde de vardır" demiş. Malzeme sıkıntısı çeken medyaya da gün doğmuş. "Vay efendim nasıl der? Nasıl söyler? O görür gününü. Hemen mahkemeye vereceğim" diyenler oluşmuş. Sanki çocuk "Futbolcuların hepsi katil" dedi. Yapmayın etmeyin abiler; siz milletin cinsiyet belirleyicisi misiniz? "Gay"lik insanların genleri ve hormonlarıyla alakalı bir durumdur. Sakallı, bıyıklı, devasa adamlardan da "gay" çıkar. Bu bir suç da değildir. Ne olur yapmayın ya! Siz 4-4-2'ye, Del Bosque'ye falan saldırın. Hatta deyin ki, Beşiktaş taraftarı, "Beşiktaşım benim, biricik sevgilim" tezahüratını çok yüksek sesle söylüyor. "Futbolcular da korkuyor" deyin. Yani kargalara komiklik yapın, onlar da gülsünler. Humanist olalım efendiler, humanizme yelken açalım. Çünkü bir gün mutlaka insanlık kazanacak.
-----------------------------------------------------------------------
Yüreğimizi hissedin

29-10-2004


İnsanlar kirlenen futbol hikayelerine neden kızarlar anlamam. Bütün dünya donuna kadar kirlenmişken, sevgisizlik alıp başını yürümüşken ve o rant denen canavar virüsü beyinlere kadar girmişken kurşun, hiçbir geceden geçmez üstad. Rahat uyu ama maalesef böyle üstad. Yaşasaydın da şu çirkinliklere de bir şiir yazsaydın. "Futbol" denen bu sanayi değirmeni, bütün iyileri yok etti, kötüleri ununa kattı. Televizyonda başlığı ve sıradanlığı adı altında, ne aile entrikaları, türlü sinkaflarla ifade edilirken o programı izleyen çocuklarımızdan ve gençlerimizden stadlarda küfür edilmemesi isteniyor. Gelinler, kaynanalar, hakaretlerle içiçe yaşarken, başına kese kağıdı geçirilmiş genç kızların acılı hikayeleri (!) göz yaşlarına mendil olurken, çiftliklerde dönen binbir türlü gece masalları prim yapıyor. Bir adet kaliteli program seyredilemiyor! Neden? Çünkü kaliteli insanlar geri çekilmek zorunda kaldı. Neden? Çünkü izleyenler, kan istiyor, gözyaşı istiyor, o berikiyle ne yapmış onu bilmek istiyor. Ve gençlik böyle büyüyor, büyüyor, büyüyor! Etik değerlerimiz, geleneklerimiz ve bütün maneviyatımız elimizden alınıyor. O puşt ölümün bütün boranzancıları sıraya girmiş tek tek kuyuya atıyor bu saydıklarımı. Yiğitlerini kaybetmiş bütün analar ağlarken, ellerini ovuşturuyor şeytanın yavruları. Ve ben ne yaptığımı sorguluyorum, bu gece yarısı FB maçı arifesinde. Ağırlaşan göz kapaklarıma teslim olurken ve bu tükenmez kalem en sonunda tükenirken, 25 sene evveline gidiyorum. Herşey berrak, TRT 1 tek, kirlenme oranı sıfır ve stadlarımız tertemiz. 45 bin biletli seyirci, maçlarda yarı yarıya olan stadlar, aşıklar gibi, ozanlar gibi neşeli atışmalar. 2 sıra polisin ayırdığı tribünler ve kavganın da haklı yapıldığı delikanlı ortamlar. Hepsi mertçeydi. Dedikodusu olmayan alnı bembeyaz gecelerdi. Oysa şimdi kendimi okyanusun ortasında devrilmiş bir kayıkla yaşam mücadelesi verir gibi hissediyorum. Ve bir el uzanıyor cumartesi akşamından. Hatta birkaç el. Hepsi tanıdık, hepsi bildik. Ve beni devrilmiş kayıktan kurtarıp, güverteye alıyorlar. Mehmet Ekşi, Şaban, Zeki, Nejdet hatta Wilson bile orada. Metin, Feyyaz ve Ali'yi saymıyorum. Madida, Ferdinad ve Pascal karanlıkta görünmüyorlar ama yüreklerini hissediyorum. Siz de bizim yüreğimizi hissedin çocuklar. Ve yeryüzündeki bütün girdaplara inat, çıkın sahaya. Ve altı okka yüreğinizi koyun. Ve ne olur anlayın bizi...
-----------------------------------------------------------------------
Yüreğinize sağlık

02-11-2004


Yiğitçe savaşmanın meydan okumuşluğu vardı gözlerinde... Dürüst ve mert olmanın gururlu, onurlu izleri peydahlanmıştı adeta... Beyinlerine vurulan prangayı söküp atmışlardı medyanın çok bilmişlerine. "Yüreğimizi hissedin" demiştim, bir gece önce Ümraniye'de. Öylece dinliyorlardı bizi, dostça, arkadaşça ve sevecen... "Asla" dedim içlerinde en hırslı olanına. Gözlerindeki çocuksu ama kendinden son derece emin ifadelere bakarak devam ettim: "Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur, şarkısı sizi hiçbir şekilde kapsama alanına alamaz. Formanız kutsaldır, üstünüze giydikten sonra başımızın üstüne" diye konuyu açtım. Size moral vermek, kafanızdaki soru işaretlerini silmek ve içimizde bir kanser gibi büyüyen yarayı çekip almak için buraya geldik. O şarkı, Del Bosque'ye kurt kapanı hazırlayıp, göndermek isteyenlere. O şarkı Beşiktaş'ın bölünmezliğini çekemeyenlere ve o şarkı ihaneti soyadı edinenlere (Bir de isimlerini bilseniz) hazırlanmıştı. Lakin, birçok kişi üstüne aldığından büyüklerimiz de, sevdiklerimiz de etkilendiğinden bu şarkıyı söylememeyi planladık. Yüreklerindeki kıvılcımdan o kadar etkilendim ki gaza gelip "Omuz omuza yürek yüreğe verip, bizimle cenk meydanına çıkar mısınız" diye konuşmamı tamamladım. Dünyanın en karakterli taraftarına sahip olunduğu, arkadaşlar tarafından hatırlatıldıktan sonra müsaade istedik. İçimi haftalardır kemiren o stres topunu Çekmeköy Ormanları'na doğru fırlatmıştım. Hele topçunun yüreğini, gözlerinde hissettikten sonra iyice gevşemiştim. Ve gözlerinizin önüne Okan'la Mustafa'nın tribüne gelişini, Sergen'in maça nasıl asıldığını, Carew'in profesyonelliğini, Emre'nin her topa meydana okuyuşunu getirin. Sonra da aynı gözlerinizin önüne Del Bosque'yi göndermek isteyenleri "Okan'ın posasını aldınız" diyenleri Juanfran, "Futbolcu mu" diye soranları ve araştırmadan soruşturmadan bilgi sahibi olmadan spor yazarı olanları getirin. Karar sizin!.. Yoksa siz hala 4-4-2, 3-5-2, blok arası boşluklar, tandem, çift stoper duraklarındaysanız size bir önerim var: Teknik direktörlük kursları açılmış, oraya gidin. Gol sevincini uzun zamandır böyle yaşamamıştık. Topçular üst üste, taraftar sarmaş dolaş. Ve tek yumruk. Teşekkürler çocuklar...
-----------------------------------------------------------------------
Yiğitler harmanı

06-11-2004


İnanmak başarmanın yarısıdır. İnanmak olan tarafı taraftarındır bu başarıda. Kan kustuğumuz gecelerde bile, gözyaşlarımızla arkadaş olmuşken bile inancımız tamdı biricik aşkımıza. Başarmak tarafı da taraftarındır teveccühünüzle. Felsefe dersi vermiştir şanlı Beşiktaş taraftarı sakalıyla dolaşıp gözlüksüz gezenlere! Kaç gece ağlamaklı olmuşuzdur, bilmem kaç gece uykulara düşman kesilmişizdir. Bir tıp öğrencisi gibi, bir kadavraya neşter sallar gibi başarmaya meydan okumuşuzdur. Ve başarmışızdır da. Simsiyah karanlığı arkasına alıp bembeyaz aydınlıklara yürümektir Beşiktaşlılık. Yenililen maçlarda utançlarından soyunma odalarına adeta kaçan futbolcularını onbeş dakika tribünde gırtlak patlatıp tekrar sahaya çıkartıp moral vermektir Beşiktaşlılık. Köşelere kurulan kan değirmenlerini hiçe saymaktır Beşiktaşlılık. "Bu kadar kötü giden takımın arkasında duruyorlar. Bunlar kesin para almıştır" diyenlere gülüp geçmektir Beşiktaşlılık. Ve ölümüne inandığımız bu takım bizi mahcup etmedi. Bizi kan kokan ağızlara, aç yırtıcılara muhatap etmedi. Sevmenin yanlızca sevmenin bütün mükafatlarını beş gün içerisinde iki kere tattık. Athletic Bilbao taraftarının haklı alkışını aldık ve gururlandık. Bugün mütevazı olmak istemiyorum. Ey futbol kamuoyu ve futbola gönül verenler. Şanlı Beşiktaş taraftarı önünde lütfen ceketinizin önünü ilikleyiniz ve alkışlayınız. Yok yok takımın arkasında dimdik durduğu için değil,

YÜCE TÜRKİYE CUMHURİYETİ'ne böyle bir takım kazandırmıştır onun için.
-----------------------------------------------------------------------

zibidikartal 09-12-2006 00:45

İkinci çinko

09-11-2004


Ne kederli geliyor şu elimdeki kalem, ne zavallı geliyor şu kağıt parçası bana bir bilseniz. Şimdi ne yazayım üstüne, ne çizeyim bilmem ki... Tam vitese takmışken, bu fren de nesi, yarabbim. Öylece bakıyor kağıt bana... "Hadi yaz, birşeyler karala" diyor. Tam sevişmeyi düşünürken yazılarda, tam aşkı yakalamışken, 'nedir bu Cemler'den çektiğimiz' diye iç geçiriyorum. Birinci Cem Papila vakasından sonra, ikinci Cem Deda vakası. Penaltı kolik bir bananın, bir o kadar kolik çocuğu... Bana çekecek değil ya... Tabiki babasına çekecek. Ceza sahasında sinek uçsa, penaltı çalardı Sadık Deda. Ne bir yorum, ne bir gözlem... Ve tribün ayağa kalkardı: Sadık yeter artık. Genç ve yürekli olmasına sevindik, ikinci Cem'in. Lakin, bütün bu yürekliler, Beşiktaş'a mı rast gelir? Hepsi bize mi kuşanır, çözemedim. Beşiktaş'a karşı oynayan takımlar, futbolcular, hakemler hemen hemen hepsi hırslı, hepsi agresif ve iştahlı... Beşiktaş'ı kıskandıklarından mı, göze girip Beşiktaş'ta oynamak istediklerinden mi, yoksa Beşiktaş'a karşı birilerinden icazet aldıkları için mi: Bunu da çözemedim. Fenerbahçe galibiyetini Emre'nin parmağı ile örtmeye çalışanlar, şimdi kınayla mı gezecekler, gazete köşelerinde. Yoksa Hooijdonk'un ellerinin, Pascalvari dolaşımı, ikinci çinko mu dedirtecek bazılarına... Yasaya göre tacize giriyormuş Emre'nin yaptığı. O da 6 ay ceza gerektiriyormuş. O zaman maçlarda atılan bütün kasıtlı, bel üstü tekmeler öldürmeye teşebbüs. Gerektirdiği 20 bilmem kaç yıl ceza... Dünyanın bütün sahalarında yapılan bir olayı nerelere getirdiler. Pes doğrusu. İster misiniz, Pancu gitsin, Ernani'yi mahkemeye versin. Öyle ya adam geldi, durup dururken Pancu'yu ayağından sakatladı. Ama önce bir kamuoyu araştırması yapsınlar, bir avukata, bir sosyolağa danışsınlar. Bir psikoloğa sorsunlar. Öyle mahkemeye veririz. Perşembe akşamı hiç sabah olsun istememiştim. Nasıl mutluydum; nasıl coşkulu ve arzuluydum. Ama doğa kanunlarına kimse karşı gelemezdi. Mutlaka sabah olacak. Ve mutlaka sabahla birlikte güneş de doğacak
---------------------------------------------------------------
Ya diğerlerine ne demeli!

12-11-2004


Yalnızca köşe yazarlarına verilen bir iftar yemeğine katıldım. İtina ile hazırlanmış yemekler, titizlikle kurulmuş masalar ve cana yakın misafirperverlik, en göze çarpanlardı. Görmek ve birkaç soru sormak istediğimiz birçok yüz de göze çarpmayanlar arasındaydı. Masadaki komşularım arasında sayın büyüğüm Attila (Gökçe) ağabey de vardı. İstişare halindeyken bana "tribünde neden oturarak bağırmadığımızı" sordu. Ben de bir şarkıcıya oturarak şarkı söyletmenin bir işkence olduğunu nedeninin ise oturarak şarkı söyleyenin diyaframının kilitlendiğini, dolayısıyla ayakta tezahüratın daha güçlü, daha kitlesel ve daha hazır kıta olduğunu belirttim. "Bir şarkısın sen", "Arkası gelmez", "Dertlerimi zircir yaptım" gibi şarkılarda vardı oysa oturarak söylediğimiz. Attila ağabey bu dostane söyleşimizi yine dostane boyutlarda geçen akşam Lig Tv'de tartışmaya sunmuş. "Sevgili Alen" diye söze başlayan, sayın Hıncal Uluç, İngiltere'deki maçlara bir göz atmamı, oralarda nasıl oturarak bağırıldığını takip etmemi istemiş. Saygı duyarım... Lakin, İngiltere'deki bu düzenin yıllar evvel kurulan alt yapıya borçlu olunduğu unutulmamalıdır. Sistematik düzende oturan bu seyirciler bilete en çok para ödeyendir ayrıca. Ama bütün bu sistemlere ve düzene karşı kale arkaları hep ayaktadır. Bunun yanı sıra İtalya'da bırakın oturmayı Milan taraftarı, atılan golü koşarak kutlar. Yunanistan'da bir Olympiakos maçı, bir Panathinaikos maçları salkım saçaktır. Fransa'da Marsilya, Almanya'da Dortmund maçlarında karşıdan tribüne baktığınızda yalnızca insan kafası görürsünüz. Arjantin'i, Portekiz'i saymıyorum. Oradaki taraftarlar üzüm salkımı gibidir. Gelinen noktada görüyoruz ki, AB'de bulunan birçok ülkede taraftar ayakta. Oturan da var ama bağıranlar ve destekleyenler hep hazır kıta. Millet, taraftarı maça çekmek için elinden geleni yaparken (İngiltere'de bir ara radyo yayınıyla okullara çağrıda bulunuluyordu) bizde ise tam tersi. Abartılmış medya görüntüleri, kulaktan dolma süni haberler ve psikolojisi bozuk sunumlarla insanlar statlardan kaçıyor. Bir gün gelir de statlar bomboş kalırsa birçok spor yazarı işsiz kalır. Birçok kulüp de kepenk indirir. Türkiye'deki maçlar da insanların oturmadığı ve hep ayakta maç seyredildiğine dair yanlış bir kanı var ve insanlar böyle yönlendiriliyor. Halbuki İnönü'de oturarak maç seyredilen tribün yok mudur? Vardır tabiki... Numaralı ve kale arkaları bunlardandır. Yoksa hep beraber söylemek istediğimiz bir tezahürat öncesi "Ayağa, ayağa, bütün stat ayağa" diye neden bağıralım ki?
------------------------------------------------------------------
Zavallı

16-11-2004


Haklı kavgalarımız olmuştu. Hep haktan yana tavır almıştık. Ve her seferinde yüreğimizi koymuştuk ortaya. Zaman it gibi ilerlerken, dünya pasak pasak kirlenmişken dimdik ayakta duran bir şerefimiz bir de onurumuz kalmıştı. Çocuklarımıza bayramları anlatmak vardı. Elma şekerlerini, rengarenk pamukları, ellerini öptüğümüz komşuları, İbo'nun balonlarını anlatmak vardı. Barış Manço'nun "Bugün bayram erken kalkın çocuklar" ını ezberletmek vardı. Ama biz kanımızla beslenenlerle uğraşmaktan, suratında maskeyle dolaşanları teşhis etmekten ve popülizm uğruna insanları zan altında bırakan zihniyete cevap vermekten çocuklarımız büyümesin istiyoruz. Kalleşliği mi, hokkabazlığı mı, hayınlığı mı öğretelim çocuklarımıza? Hiç kimsenin tenezzül edip programa katılmadığından dolayı, toplama bir kadroyla, düzmece telefon bağlantılarıyla halka gerekli bilgileri vermeyen sözde spor sunucusunu esefle kınıyorum. Bizim iyiyi bulmak adına hep okumaktan yana, hep gülmek için kavgalarımız olmuştu. Ben Beşiktaşlılığım ve onun adına yaptığım amigoluktan şeref duyarım. Amigo sıfatıyla köşe yazarlığı yapmamı bile çekemeyenler, bu yazıları benim yazmadığımı düşünenler, gazetecilere verilen iftar yemeklerinde benim oraya çağrılmamı hazmedemeyenler var. Ben bu satırlarda Beşiktaş taraftarının takımına olan aşkını, sevişmesini, koklaşmasını yazarken, siz tribün terörünü her seferinde hortlatıp, aklınız sıra o programdan nemalanmak istiyorsunuz. Ben ve arkadaşlarım burada ve tribünde insanları iyiye teşvik ederken, çok önemli bir derbi maçta Ümit Özat'ı Beşiktaş tribünlerine çağırma cesareti gösterirken, sırf (fairplay adına) sen en az iki senelik kasetlerle halkı kandırmaya çalışıyorsun. Hiç bekleme ismini söylemeyeceğim. Sen buna layık bile değilsin. Sen ve senin gibilerin ömrü bir kere klip çekip, bir şarkıyla meşhur olanlar gibidir.

Kapalıçarşı'da geçti,
Tam 15 senem.
Kuyumcuyum yani,
Adamı gözünden tanırım.
İnsan sarrafıyımdır hani.
Onun için derim ki,
Senin yüzün kalleş,
Gözlerin hayın..
Ve demi yoktur,
İçtiğin çayın.
-------------------------------------------------------------
"Narodnizm"

19-11-2004


Salı sabahı saat 9'u gösterirken ben hala şekerleme yapıyordum. Bugün miskinlik günümdü. Kafam rahattı. Bayramın üçüncü günüydü ve ben yeni tatil yapacaktım. Tuana kız, o minicik elleri ve anlamsız agu'larıyla beni uyandırdı. Gözümü açtığımda aklıma ilk gelen, bugün yazımın çıktığıydı. Ne yalan söyleyeyim, ayrı bir keyif alıyorum. Ufaktan narsisizm pozisyonları yani... Gazete ve kahvaltı kısmını ekspres geçiyorum. Sıra, en sevdiğim kahvaltı sonrası Tuana ile oynamaya gelmişti. Yerde şöyle bir iki yuvarlandık. Evde minyatür bir basket topu var. Onu atıyoruz birbirimize. Birden "Basketbol topu mu?" diye kendi kendime irkildim. "Olamaz!" dedim. Birden terlediğimi hissettim. Eşime sözüm vardı; annem Tuana'ya bakacak biz de eşimle akşam başbaşa yemeğe gidecektik. "Çiğdeeem akşam Beşiktaş'ın basket maçı var, ben onu unutmuşum" diye kekelediğimi hatırlıyorum. Ve kızcağızın haklı isyanıydı evin içinde çınlayan... Gönlünü almaya çalıştım ama nafile. Tadım kaçmış, yüreğim ezilmişti. Ama gitmemek gibi bir lüksüm yoktu. Takımın taraftara ihtiyacı vardı. Ve gitmeliydim. Sokağa çıktığımda saat 17.00'yi gösteriyordu. Ve maç 20.30'daydı. Bir yandan yürüyor bir yandan da "Çiğdem de gelse miydi", "Keşke maç yarın olsaydı", "Dükkana mı gideyim, Akatlar tarafına mı!" diye kendi kendime konuşuyordum. Uzun etmeyelim, salonun hemen arkasında bulunan ve ne zamandır görmek istediğim Mayadrom'a gittim. Çay içmek için kafama göre bir kafe ararken, bir kitapçı dükkanı ilişti gözüme. Nasıl olsa daha vakit var deyip içeriye daldım. Yalçın Küçük'ün Sabetayizm'le ilgili kitaplarını karıştırıyorum. Bu arada satıcı kızın "Yardım edebilir miyim" dercesine bakan gözlerine de aldırış etmiyorum. Şebeke adlı kitabın sayfalarını gelişigüzel açıp kaparken bir sayfaya özel ilgi gösteriyorum. Sayfada, "Çarlık dönemindeki Rusya'da zengin aile çocukları ve sıfat sahibi kişilerin halktan yana tavır alması ve onlarla beraber hareket etmesine 'narodnizm' denirdi" diyor ve ülkeye Kurtuluş Savaşı döneminde halkçılık ve popülizm adı altında geldiğini anlatıyordu. Zaten narod Rusça'da "halk" demekmiş. Ve ben bu yazıyı çarşamba gecesi milli maçtan bayağı bir sonra yazarken aklımda kalan ne Ersun Yanal'ın yanlış kadro seçimi ne bir türlü topu içeri itemeyen futbolcular ne de Emre'nin mükemmel futbolu vardı. Dikkat ettiğim maç başlamadan hemen önce rahmetli Şeref Görkey'e yapılan saygı duruşuydu. Bu federasyonun Beşiktaş camiasından bir çeşit gönül alması mıydı yoksa Çarlık Rusyası'ndaki gibi sıfat sahibi kişilerin halka inip, narodnizm sergilemesi miydi? Yoksa biz mi çok fesattık! Basket maçı ne mi oldu? Görevimizi yaptık, maçı aldık. Ama siz de biraz maça gelin lütfen!..
----------------------------------------------------------------
İnsanlığın sonu

23-11-2004


Gittikçe kirlenen bu dünyada sevişmeleri unuttuk. Aşkı hikayelerde dinler olduk. Sevdayı şiirlerde anımsar olduk. El ele tutuşup omuz omuza yürümeyi hayallerde yaşatır olduk. Ne oluyor bu insanlara, nedir bu civisi çıkmışlık? Nedir bu vurdumduymazlık? Sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, alıp başını gitmekte, herşey kavga ile, savaş ile halledilmekte. Pazar günü İnönü Stadı'nda yaşanan bu vahim olay, bence bütün insanlığın sonudur. Çaresizlik gün geçtikçe büyümektedir. Gençliğimiz nereye sürüklenmektedir. İşte gencecik bir beden el sallamıştır, bu çamur içindeki dünyaya... "Belki de ben ölmedim" diyordur yukarıdan bakıp. 32 dişiyle gülüyordur bizlere "Ben kurtuldum, alın başınıza çalın dünyanızı" diyordur.

Hayaller kararmış
Sevdalar tükenmiştir
Ağlamaklıdır bütün gözler
Ve.. Yürekler yaralıdır
Lakin yiğitler ölmez
Sevdayla yazılmıştır
Gönüllere
Aşklara
Şiirlere

Geride kalan bütün bedenlere... Binbir azap ve ızdırapla yazdığım bu yazı, bu sevdaya tutunuş, belki binbir yüreğin acı sesidir. Yavrusu şehit olmuş, binbir ananın feryadı, binbir babanın haklı haykırışıdır. Tanımadığım bu kardeşimizin anası bizim anamız, babası bizim babamızdır. Lakin "Bütün anaların yüreği çataldır" derler. Anam; bütün bu kirlenmiş dünyaya inat, bütün bu insanlık ayıplarına inat, taş bas yüreğine, yetiştirdiğin oğlunla övün. Haklısın, sana ne desem nafile... Ama acını paylaşmak isterim, acın "Bizim acımızdır" demek isterim. Hepinizin başı sağolsun.
---------------------------------------------------------
Yürümek

03-12-2004


Boynumuzda siyah-beyaz kaşkol, zulamızda hangi marş, hangi mısra, yürürüz namus bildiğimiz bu yolda, yürürüz yine de yalın ayak ve ayaklarımız yanarak. Yürümek, Dost omuz başlarına, omuzlarının yanında duyup, kelleni orta yere yumruklarının içine koyup, öyle yürümek. Yürümek, Yolunda pusuya yattıklarını, arkadan çelme taktıklarını, bilerek yürümek. Ve yürümek, Yürekten gülerekten yürümek. Şairimize atfedilen bir şiir ve bir şaiirimizin duygu dolu bir başka şiirini düz yazı ile sizinle paylaşmak istedim. Sevdayı bir kardeş, bir arkadaş gibi hep yüreğimizde taşırken, insanlığı bu satırlarda hep canı gönülden işlerken, bir şeyi unuttuk. Yürümeyi... Üstüne üstüne yürümeyi, rest çekerek yürümeyi ve yüzlerine tükürmeyi, bütün cellatların. Beşiktaş sahipsizmiş gibi düşünenlerin iki büyük yaratılmak istenirken, burada Beşiktaş'ı devre dışı bırakanların içindeki şeytana diklenmeyi unuttuk. Halbuki Beşiktaş, bütün takımların ve yandaşlarının ana temasını oluşturur bünyelerinde. Hem de reddemeyecekleri bir özellikle. Çünkü "halktır" Beşiktaş. Bir mühendis gözlemlerim hemen yanı başımda, ağzı salya sümük. Bir doktor hemen berisinde gözleri ağlamaklı. Hemen yanında manav Orhan ağlıyor bağırırken. Bir marina müdürü tanırım, yumruklarını sıkmış heyecanından yerinde duramayan. Bir şaseci tanırım elleri hep siyah. Devre arasında çay içerken 5 vakit namazında bir kardeşim vardır büfeci, hep "Alacak mıyız maçı" diye sorar. Sonra "Falanca hakemi, filanca gazeteciyi mahkemeye verelim" diye bir avukat belirir yanımda. O da belli ki sinirlenmiştir hakeme... Sonra reklamı çok bir bluejean firmasının sahibi elleri çatlayıncaya kadar alkışlar Beşiktaş'ı. İşte o onun için bölemezler Beşiktaş'ı. İşte onun için gelin abiler, ağalar, dostlar gelin, bütün Beşiktaşlılar... Gelin tek yumruk bir yürek olalım. Gelin düşman çatlatalım. Ve yürüyelim üstüne üstüne...
--------------------------------------------------------------
07/12/2004

Bize borcun var!


Bugün size engelli basketbol kardeşlerimizin onurlu mücadelesini yazacaktım. Pazar günü 14.00 itibariyle oynadıkları maçın genel profilini çizecektim. Bileğiyle, yüreğiyle oynamanın zerafetini anlatacaktım kendimce. Yürek nedir, yiğitlik nasıl bir şeydir, onu paylaşacaktım sizlerle. Devrilen tekerlekli sandalye ve üstündeki oyuncunun hiç kimseden yardım almadan tek başına kalkışının öyküsü saklıydı bu köşede. Acıdan paramparça olmuş o yüreklerin, yüzündeki yansımalarını görecektiniz. Adeta 32 dişiyle gülen tek başına hayata dikilen. Onları okuyacaktınız burada... Tekerlekli sandalyeyle adeta tango yapan, sapsarı saçlarıyla Murat'ı yazacaktım. Amatör ruh, profesyonel düşünceyi Ahmet Fetgeri Salonu'nun parkelerine kazıyan Aytaç'ı anlatacaktım. Ve... "Yalnızca Basketbol Birinci Ligi'ni mi anlatacaksınız" diyecektim İsmet Badem'e... "Gelin gerçek hayattan kesitler sunun Türk halkına" diye seslenecektim. Bilirim koşa koşa gelecekti İsmet ağabey, "Bir daha ki sefere söz" diyecekti. Ancak pazar akşamki maçtan sonra Tümer düştü aklıma. Sezar'ın pardon Tümer'in hakkını yiyemezdim. Son iki haftada oynadığı futbola şapka çıkartıyorum. Sanki hakemlere "Siz haksız yere Pancu'yu atın, Toraman'ı atın, ben de iki kişilik oynayıp gol atayım" diyordu. "İlle de Alex" diyenlere, nazire yapıyordu aslında. "Ben de varım" diyordu Ersun Yanal'a. İlhan defterini de kapatmış gözüküyordu. Onsuz da oluyormuş be Tümer. Bir iftar yemeğiydi ve sen herkesten uzakta oturuyordun. Sanki hayata kırgındın, küsmüştün ve elindeki çay fincanıyla uzaklaştın gittin. O gün gitmiştin ama dönüşün muhteşem oldu. Attığın bacak arası ve sol ayağının dışıyla tokatladığın o top hakikaten gözlerimizin pasını sildi. Yalnız bir sorun var. Bu futbol resitalini yaparken tribünlerde hiçbir Beşiktaşlı taraftar yoktu. Hiç kimse yaşayamadı seni. O yüzden Beşiktaş camiasına borcun var Tümer. Hadi o zaman, asıl küreklere.
--------------------------------------------------------
10/12/2004

2004


İlk çeyreği şöyle böyle denilebilirdi. Ama sonraki periyotları "İllallah" dedirtti bize. Meşhur Papila ve Papilizim süreci ile başlayan aksilikler zinciri çıplak bedenimizden bir an olsun ayrılmadı. Hep tökezlediğimiz bir çakıl taşı yığınının üstünde yürümeye çalışıyorduk. Önce birkaç yöneticinin istifasıyla başlayan çatırdamaların seslerini işittik. "İnşallah takıma yansımaz" dualarının bir numaralı yakarışçısıyken son bir yılda abonesi olduğumuz sürgün cezalarından biri olan Kocaeli'deki İstanbulspor maçına çıktık. Hani 65 dakika santrforsuz oynayıp 2-1 kaybettiğimiz. Sonra yalnızca ismi olağanüstü olan olağan bir kongre yaşadık. Kongre izlenimleri sanki bir çok şeyin habercisi gibiydi.
Ve Fenerbahçe derbisinde yenildiğimiz yetmiyormuş gibi, Beşiktaş Başkanı da istifa ediyordu. Birlik ve beraberliğin mihenk taşlarından olan camiamız bölünmüşlüğün nefesini her ortamda rahatça hissedebiliyordu. Derken 4 adaylı bir kongrede Beşiktaş yeni başkanını seçmişti. Kendimi ilk yarısını mağlup bitiren ama maçı almak için hırslanıp, ikinci yarı sahaya çıkan futbolcu gibi hissediyordum. Yapılan transferler, kariyeri bir hayli iyi hoca inanılmaz iyi niyet, "sesi gür, yümrüğü sıkı" felsefesi ve kazanma iştahı bizi umutlandırmış ve sevindirmişti. Ama çıplak bedenimizde hissettiğimiz aksilikler zinciri halkalarını arttırarak uzuyordu.
Tabi art niyetli hakem yönetimleri ve atamaları omur iliğimizi kelepçeye almıştı. Sosyal hayattan yansıyan bazı özel handikaplar da (tecavüz gibi) Beşiktaş'ı yıpratmaya çalışanların ekmeğine kaymak sürüyordu. Ve Malatya maçıyla başlayan topun bizi istememesi hep bize rastlayan hakem hataları, havada uçuşan kırmızı kartlar ve onların futbolcu üzerindeki negatif yansımaları hakikaten bize "İllallah" dedirtti. Gençlerbirliği maçında Ahmet Yıldırım, "topu yere vurdu" diye, Toraman, Trabzon'da "hakemin omzuna dokundu" diye, Samsun'da Pancu, "yerçekimine karşı gelemedi" diye, yine Toraman, seyircisiz maçta "koşuyor" diye kırmızı kart görmüştür. Tayfun'a gösterilen kartta ise "Papila gösteriyorsa ben de gösterebilirim" mantığı yatmaktaydı. Ve son periyotta ise yaşanan o üzücü olay. İyilik adına aklımızda kalan şanlı Beşiktaş taraftarının, takımına takdire şayan sahip çıkışıydı. Hoş bu da bazı çevrelerce değişik algılandı ve yorumlandı ya! Neyse!.. Söylemek istediğim şudur ki: 2004 Beşiktaş'a yaramamıştır. Baksanıza ne varsa terslikten yana hep Beşiktaş'tan yana... O yüzden sevemedik 2004'ü. Onun için 2004, sırf bu yüzden 2004 düş yakamızdan
-----------------------------------------------------------------
14/12/2004

Sandalyenin efendileri

"Bırakın hayat sizden ders alsın" yazılı pankart ilişmişti gözüme salona ilk girdiğimde. Anlamı maçın içinde gizliydi bence... O yarım bedenler dev adımlar atıyordu hayata. "Beşiktaş aşkı engel tanımaz" ikinci gözlemlediğim flamaydı. Hakikaten yalnızca ligin adı engellilerdi sanki. Birbirlerine tekerlekleriyle baks koyuyorlar, düşüyorlar, parkeleri yumruklayıp, kendi başlarına yine hayata göz kırpıyorlardı. Ya bir mayın tarlasında, ya fütursuzca fırlayan bir şarapnel parçasında, ya da içkiden beyni uyuşmuş bir adamın gaz pedalında bırakmışlardı ayaklarını. Ama bırakmadıkları bir şeyleri vardı: Şerefleri ve onurları... Aytaç'taki kazanma azmini gözlerim dolu dolu izledim. Kaan'daki marur olma hali ona özgü olsa gerek. Hele 5 saniye kala attığı şampiyonluk sayısı ve onun sevinci görülmeye değerdi. Ya Mehmet Arpak'ın profesyonelliğine ne demeli... Düştü, düşürdüler, kalktı sayı attı, en sonunda da kupaya uzandı. Sinan Erdem, adına düzenlenen turnuvayı bulutların arasından seyrediyordu. Bence gözleri yaşla dolmuştur. Gururlanmıştır, sevinmiştir ve çılgınca alkışlamıştır ter dökenleri. Kayseri'de bir maç oynandı hiç merdiven boşluğu gözükmeyen. Bence merdiveni bile yoktur ki o tribünün, boşluğu olsun. Yalnızca basamak vardır ve insanlar -12 derecede birbirlerine sokulmuşlardır. Ama bundan bahsetmeyeceğim. Luciano'nun, "Şiddede kırmızı kart" kampanyasından haberi yoktu herhalde. Salladığı tekme şiddet içeriyordu oysa. Ama esas şiddet kırmızı karttan hemen evvel Ayhan Akman'ın dudakları arasındaydı. Papilizm kurucusuna "Lastiktir!" deyip durdu. Lakin ona "Ne lastiktir çocuğum" diye soran çıkmadı. Bunları anmayacağım bile. Dünyanın gerilimi yüksek olan 3. derbi niteliğindeki maç (!) 780 rakip taraftarıyla, bir tarafı yıkılmaya müsait tribünüyle, herhalde birinci sıraya yükselmiştir! Nereden çıktığı belli olmayan bu sıralama iki büyük yaratma teorilerini de bir hayli kuvvetlendirmiştir. Bunları da es geçiyorum. Ben sandalyenin tekerleğini çevirmekten nasır tutmuş avuçları, karda kışta, bu soğukta, taa Muş'tan İstanbul'a manevi destek için gelen sayın Vali'nin hassasiyetini yazacağım. Ben Beşiktaş'ın ping pong maçı bile olsa oraya da koşacak olan ve her gittiği yere neşe ve sıcaklık getiren şanlı Beşiktaş taraftarını yazacağım. Ben kupa töreninde Karagücü, İzmir Belediye, Diyarbakır ve Muşlu Engellileri topyekün tribüne çağırıp onlarla tek tek kucaklaşan Çarşı ruhunu yazacağım. Kürsüde söz aldığında "Galatasaraylı olmama rağmen, her seferinde hayranlık duyduğum, Beşiktaş taraftarını yürekten alkışlıyorum. Döneklik olmasaydı Beşiktaşlı olabilirdim" diyen TESYEV Başkanı Yavuz Kocaömer'i yazacağım. Ve tekerlekli sandalyenin efendileri; bu hayata inat, bu kokuşmuşluğa, bu çivisi çıkmışlığa inat, daha fazla desteği hak ediyorlar. Unutmayın, hepimiz birer engelli adayıyız.
-----------------------------------------------------------
18/12/2004

YANGIN

Yangın

87. dakikada bulmuştuk ikinci golü. Parma'nın kalecisi Berti yediği golden sonra çirkefliğe naz yapıyordu adeta. Topu kucağına almış 'ille de vermem' diyordu. Bizimkilerle it dalaşına bile girmişti. İşte o anda Beşiktaş'ın her zaman iyiliğini düşünen medya (!) düşüverdi aklıma. Hafta başından beri futbolcuya verilen konsantrasyona inat "Parma kupayı istemiyor" "Parma için önemli olan lig" "Parma kalecisi güya 'yedeklerle çıkacağız' demiş miş!" diye bir sürü uydurma haber yayınladılar. Biz de dinledik. Biz bile ciddi ciddi umursamadık Milano'ya 40 dakika olan bu şehrin takımını. Neyse! 87. dakikaya geri döndüğümüzde beddua sahneleri, lanet senaryoları 'böyle takım olur mu' değerlendirmeleri yerini 3- 3 kehanetlerine bıraktı. Dükkanda herkes 'ben dememiş miydim' diye birbirine bindirmeye başladı. Lakin İtalyanlar bildiğimiz çamur İtalyanlar. Tümer'in ensesine tokat attılar, İbrahim'i demoralize ettiler, kolundan çektiler. Meğer bizim medyanın tam aksine iyi tetiklemişler kendilerini. Bir de sahada olanlar yetmiyormuş gibi maçı anlatan spikerin boşboğazlıkları, maçı devamlı aleyhimize okuması, Beşiktaş taraftarına meşale ile ilgili Parmaspor analizleri yapması çıkmaz mı... Zaten mağlup takımın taraftarı pozisyonundayız. İllet olmuşuz iyice. Bütün filikalar batmak üzere. Spiker beyefendi Babil'in Asma Bahçeleri'ni anlatıyor! İsyan.. İsyan.. İsyan.. Nasıl isyan etmeyeyim. Her şey karşımızda Tek bir şans O bile değil yanımızda. Dört aya yakındır yazı yazıyorum. Hiçbir zaman taktiksel ve teknik konulara girmedim. Yine de girmeyeceğim. Ama şunu da söylemeden edemeyeceğim. İlk geldiği günden beri arkasında dimdik durduğumuz sayın Del Bosque, Juanfran, Sergen, Tümer ve Ahmet Yıldırım gibi dört aynı karakterdeki adamı yan yana nasıl oynattığını bize anlatırsa sevineceğim. Ve bir de Pancu niye oynamaz bilmem. Delireceğim! G-mall'deki yangından ötürü herkese geçmiş olsun diyeceğim. Ölüm olmaması sevindirici bir sonuç. Ama korkumuz devam etmekte. Nede olsa G-mall İnönü'ye 300 metre mesafede. Yangını biz mi çıkardık falan diye paranoya hallerdeyiz. İster misiniz federasyon, G-mall'deki büyüyle İnönü'deki büyüleyici atmosferi karıştırsın!!! Neyse... Biz yüreğimizdeki yangına bakalım. Kim söndürecek bilmiyorum. Yoksa Gülşen, 'kömür gibi yanıyorum...' derken...

zibidikartal 09-12-2006 00:50

21/12/2004

Sadece bir soru!


Hiç alışık olmadığım bir şeydi televizyondan yaşamak Beşiktaş'ı. Ama kaderden kaçılmaz, derler ya, işte o hesap. 3-4 senede yapamadığımı zorunlu olarak yarım sezona sığdırıveriyordum maalesef. Büyülü cam dedikleri kutuya mahkum bırakılmanın ağır boşluğunu yaşıyorduk. "Şimdi orada olmak vardı" iç çekmelerinin yanına "O topa öyle mi vurulur be oğlum" hayıflanmaları eşlik ediyordu. Kimisi antrenöre, kimisi hakeme, kimisi de yorumcuya çıkışıyordu. "Sanane kardeşim sen maçını anlatsana", "Hepiniz Beşiktaş düşmanısınız", "O adamı niye orta sahada oynatır" anlamam bağırtıları ve otoriteleri, etten satır kıyması çeken, Cemal ustanın takırtılarına karışıyordu. Esas ızdırap televizyonun alt kısmına gelen reklam bantlarındaydı. Soldan bindiren Tümer'in çoğu zaman, ne yaptığını göremiyorduk. Defanstan atılan uzun bir top gide gide bahsettiğim reklam bandının arkasına gitmez mi? İki rakip futbolcu da topun peşine takılmaz mı? Top reklam bandının arkasında ama sahanın neresinde belli değil. Ne oluyor, ne bitiyor, görebilene aşk olsun. Tabi homurtular yükseliyor hemen. "Hay reklam bandınızın..." diye söze başlayan birine "Kaç metre olduğunu merak ettim de!" sorusu ve tamamlaması geliyor arka masadan. Devre arası konuşulan konu ise beni her görenin sorduğu sualle aynı konu başlığını taşıyordu. "Ne olacak bu Beşiktaş'ın hali?"; "Ne yapalım, bu sene böyle" cevapları kimseyi tatmin etmiyor, istifalar konuşuluyor, yorumlar yapılıyordu. İkinci yarıda gelen goller, bozuk olan moralleri biraz olsun düzeltiyor, Ahmed Hassan'ın attığı golden evvelki pas kombinasyonlarına, dükkandaki herkesten alkışla karşılık veriliyordu. "Kebabçı mısın, reklam yıldızı mısın" diye bağıranlarsa, "Alen abi çok kazıkçısın" diye espriyi patlatınca, gollerle gelen neşe ayyuka çıkıyordu. Nihayet kırmızı kart görmeden, penaltı yaptırmadan, bir maçı bitirmenin mutluluğunu yaşadık. Bu galibiyetin hayırlara vesile olmasını dileyip, 2005'i beklerken, yazımı şu soruyla nihayetlendiriyorum: Juventus-Milan maçını seyreden var mı?!!
--------------------------------------------------------------
24/12/2004

İzafiyet Teorisi

Sırça köşklerdeki sıcacık odalarından hedef göstererek konuşan zat-ı muhteremin sesi hala kulaklarımdadır. "Beşiktaş böyle giderse aç kalacağız."


Geçtiğimiz sezonun bu dönemlerinde yapılan bu talihsiz açıklama, FB-Rize maçının ikinci defa oynatılmasıyla tuhaf bir hal alıyordu. Samsun ve Ankara maçlarındaki bariz, kasti hakem hataları ve yönetimleri, 51 maçta sadece bir kez yenilen futbolcular üzerinde derin yaralar açıyordu. Psikolojik olarak tahrip haldeki futbolcular hakemlere olan güvensizlikleri ve bunun paraleninde inançsızlıkları nedeniyle, yakaladıkları 11 puanlık farkı koruyamayıp, lig sonunda 14 puan da geriye düşüyorlardı. (Hiçbir detay ve faktöre değinmiyorum, nasıl olsa bir şey çıkmıyor.)


"Atı alan Üsküdar''ı geçti" mantığıyla buralarda değilim. Çok başarılı geçen bir buçuk sezonun öbür yarısında kaybettiğimiz 32 puan da hiç önemli değil (Bu bağlamda). Asıl üzerinde durduğum böyle bir tablo örneği herkesin belleğinde varken, hiç sorgulanmadığıdır. Lakin bu dönemde varılan 14 puanlık fark, herkes tarafından sorgulanmaktadır. Başarısızlık apoleti takılan Beşiktaş''ın, derin bir futbol analizinde 17 maçın tam 10 tanesini deplasmanda, 2 tanesi de seyircisiz oynadığını görüyoruz. GS ve FB derbileri dahil, sadece 5 maç yapmış, taraftarının önünde. Geçen seneden kalan hakem fobisi ve güvensizliği nedeniyle kan değişikliğine giden yönetim, mazbata alımı ve transfer sezonu bitimi arasındaki, yaklaşık 40 günde 13 yeni futbolcu almış ve bunların uyum sürecini beklemiş. Lucescu''yu yıpratma politikasının bir benzeri, Del Bosque''ye yapılmış, adam bildiğini unutma m****a girmiş.


17 maçın, 7''sini 10 kişiyle, birini 9 kişiyle bitirebilen Beşiktaş, liderden sonra 40 golle en fazla gol atan takım olmuş. Son 9 maçın, 7''sini galibiyet, 2''sini de beraberlikle tamamlamış. Bilbao maçından önce, "Emre" olayıyla konsantrasyon bozulmaya çalışılmış, Bükreş maçında ise vahim olayın yansımaları futbolcu ve camia üzerinde etkili olmuş. Bu arada inönü Stadı büyütülmüş, Akatlar Kompleksi Avrupai tesis haline gelmiş, Türk sporunun hizmetine sunulmuş. Basketbol takımının ligde ve Avrupa''da 9''ar maçta, bir yenilgisi bulunuyor. Ligde averajla 3., Avrupa da ise lider. "Hayata inat, yaşasın hayat" parolasıyla engelli basketbol takımımız rekor üstüne rekor kırmaktadır. Hentbolde rakip tanınmamaktadır. Önceden play tuşuna basılmış parmakların doğrultusunda yerden yere vurulan Beşiktaş''ın bu izafi bakış açısıyla bakıldığında, yorum sizce nedir? Buyrun kahvaltıya
-------------------------------------------------------
28/12/2004

DUVARA KARŞI

Kayınpeder ile aramız iyidir. Ara sıra oturur tavla atar, muhabbet ederiz. Laf aramızda iyi de zar tutar. Nasıl olduysa şans benden yana. "Fırsat bu fırsat kızdırayım" dedim. "Sizin oturduğunuz yerler trafiğe kapatılacakmış" diye mevzuya girdim. "Nereden çıktı, hayırdır" cevabını zaten bekliyordum. "Onu Merdiven Köy''de otururken düşünecektiniz" dediğimde yıkılıyorduk.

Şaka bir yana neydi gündemimize bir anda futboldan öte ayrı oturan. Neydi bu merdiven boşlukları. 70''li yılların sonuna doğru, 5- 6 milyon insan yaşıyordu İstanbul''da. Ve İnönü Stadı, 45 bini biletli, 50 bini aşkın seyirciyle adeta şov yapıyordu. Tam 25 yıl sonra Beşiktaş''ın 100. Yıl''ını kutladığı, 2003 tarihli İnönü Stadı''nın dolum kapasitesi ise 21 bin 500''dü. Ve İstanbul, 20 milyona göz kırpıyordu. Şehrimizde insan sayısı çoğaldıkça artması gereken stat kapasitesi yarı yarıya azaltılıyordu. Merdiven boşlukluklarına oturulmayacak yaptırımları, 50 sene evvelki stadı inşa eden mimarlarca, tahmin edilebilir miydi? Azıcık araştırdığımızda statlarımızın yaşlı, dizayn ve sistemlerinin eski olduğunu görüyoruz. Belki de birkaçı hariç özellikle futbol için bile yapılandırılmamışlardır. Kaldı ki, Sebat''ta olmayan merdiven boşluğu, Kayseri''de Beşiktaş maçında var mıydı ki?

Futbolun beşiği lakaplı ülkesi İngiltere, meşin yuvarlakla ilgili bütün konularda örnek gösterilir oldu. Merdivenlerin boş kalmasıyla bütün örnekler, bu alt yapısı yıllar evvel hazırlanmış, oturma düzenleri ona göre hazırlanmış ve öyle olmasına rağmen her statta istenilen düzeye ulaşılamamış İngiltere''den verildi.

Milano''da gol sevincinin nasıl yaşandığı, Palermo''da, Roma''da, Napoli''de nelerle karşılaşıldığı Juventus derbisinde neler olduğu, Dortmund kale arkasının ürkütücülüğü, Olympiakos maçları hiç irdelenmedi. İlle de İngiltere örnek olacak diyenlere, ufak bir anekdot sunayım: 24 Aralık gecesi, 1-2''si hariç Hıristiyan aleminin, noeliydi. 20 takımlı İngiltere de noelini kutladı. Ve 26''sında lig maçlarını tv''den seyrettik. Ufak bir yılbaşı eğlencesinden sonra da lig aynen devam edecek. Oysa bizde "yabancı futbolcular, noelini kutlayacak" diye erken paydos ediyoruz. Ve 40 gün arayla, rekor kırıyoruz. Neden hayata dair bulguları, örnek almayız da!..

Yoksa gidip "Duvara karşı" filmini mi seyretsek?
------------------------------------------------------------------
31/12/2004

Son Gün Kazığı

Hakikaten önlem alınamayan bir sonun başlangıcıysa bütün bu yaşananlar. Hatırı sayılır irilikte bir göktaşıysa şu deprem dedikleri. Binlerce ışık yılından kopup hızla dünyanın üzerine yürüyen ve Hint Okyanusu'nun göbeğine "şofurt" diye çakılan. Uydudan çekilenleri saklayıp, yalnızca okyanusun öfkesini gösteriyorlarsa bize. 2006 yılında "Fotus" denen bir manyetik alana girecek olan bu yerkürenin ilk sızlanmalarıysa bu gördüklerimiz. Ve "Tsunami" diye bize yutturdukları yıllarca insanlıktan birçok şeyi saklayan NASA'nın bir tiyatrosuysa bu içler acısı felaket. Ve biz yalnızca ağıt yakıyorsak ölenlere, rahmet diliyorsak tanrıdan. Ve siz "Bu deli yine ne saçmalıyor" diyorsanız, ihtisas alanımıza geri dönelim.

Bu yazıyı dün oynanan Efes maçından, bir gece evvel kaleme aldığımdan dolayısıyla skoru da bilmiyorum (İnşallah yenmişizdir). Zaten bütün sorun, maçın dün 15.00'te oynandığıdır. Fikstür falan da anlamam. Elin oğlu, Pazar günü cümbür cemaat istediği gibi sahaya çıkacak, bize de üvey evlat muamelesi yapılacak. Millet yılbaşı üstü işten mi kaytarsın, okulunu mu assın, anlamadım ki!.. Hangi akla hizmettir, hangi zihniyettir çözemedim ki!.. Yoksa 2004'ün bize uğursuz olduğuna uyandılar, son gün kazığı mı çakıyorlar ne? Bir gün Ahmet Cömert'teyiz; Ülker'le de maçımız var. 200 Beşiktaşlı'yı almışlar içeri, 400'ünü de dışarıda unutmuşlar!.. Bir aşağı, bir yukarı yırtınıyorum, "çocukları içeri alalım" diye. Basketbol Şubesi de bizle beraber seferber durumda. Bütün yetkililere rica ediyoruz, ama nafile: "201 olmaz" diyorlar. Demiri kesecek tek şeyin, emir olduğunu bildiğimden, Ülkerspor Başkanı'na bizzat başvuruyorum. Salonun boş olduğunu, buna mükabil taraftarın bilerek dışarıda bekletildiğini, üstelik bunun her sene yapıldığını dile getiriyorum. Seyirci avantajını bize kaptırmak istemediklerini ve bunun için böyle bir uygulama yaptıklarını da açık yüreklilikle söyleyen Ülkerspor Başkanı'na, söylenecek bir şey kalmıyor. Ülkerspor Başkanı'dır, takımının menfaati açısından da Beşiktaşlı taraftarları içeri almayarak bir dereceye kadar haklıdır. Bu tamaaam.

Peki, aynı uygulamayı, Federasyon Başkanı yapıyorsa, yani maçı perşembe günü saat 15.00'te oynatarak, birçok Beşiktaşlı'yı, bu önemli maçtan mahrum bırakıyorsa, bu da bir nevi, Beşiktaşlıları içeri almamak değil midir? Bu taraftar avantajını kullandırmamak adına çifte standart değil midir? Nasıl ki, Asya faciasının 2.5 saatlik kaçma ve kurtulma fırsatını, ölen onbinlerce insandan esirgeyen yetkililerden, insanlık adına hesap istiyorsak, sizden de Beşiktaş camiası olarak açıklama yapmanızı bekliyoruz, beyefendi... Lütfen...
-----------------------------------------------------------
04/01/2005

El Oğlu Duymasa

Gordon Milne ve Del Bosque'nin ortak özelliklerini anlatan Güven Taner imzalı bir yazı okudum geçenlerde. İlgimi çekti.

Milne, "Röportajlarında futbolcularla ilgili sorulara yanıt vermezdi" diyor Sayın Taner. Tipik İngiliz katılığı ile. Del Bosque de ise durum, futbolcuların hep iyi yanlarını söyleyerek değişmekte. Tipik Akdeniz yumuşaklığı ile. Ve iki hocayı aynı yerde buluşturan, ortak özelliği futbolcularını asla satmamaları. Benim anladığım kadarıyla söylüyorum, kapıyı kapatıp, perdeyi çekiyorlar ve tabiri caizse belki yumruklaşıyorlar bile. Ama dışarıya ellerinde çiçek, yüzlerinde gülücükle çıkıyorlar.

Ve biz bu iki değerli insanın hayat ve futbol felsefesini, her gün baktığımız aynanın bir köşesine yerleştirsek ve her aynaya baktığımızda Beşiktaşlı yazarları, muhalefeti, iktidarı, taraftarı, bilumum bütün Kartallar'ı, eskileri yenileri aklımıza getirsek... Şer cephelerine bir su damlası kadar malzeme vermesek. Ve yüreğimizi avuçlarımızın içine koysak. Öyle yürüsek üstüne. El ele verip düşman çatlatsak. Yılandan korktuğumuz kadar, yalandan da korksak. Ve tek bir koltuğa, 4 başkan adayı da otursa. Bütün güçler birleşse. Sırça saraylardan tutun da Sıradan insanlara kadar Herkes ama herkes kolkola girse Ve çekili perdeler ötesinde el oğluna hiçbir şey hissettirmeden, birbirimizi yesek... Tipik Beşiktaş asaletiyle... Fena mı olur?
----------------------------------------------------------------
14/01/2005

NAFİLE SEVDALAR

Eğitimin iyi olması için eğitimcinin eğitimli olması şarttır. Bu felsefi olguyu ben 13 yaşındayken Kapalı Çarşı'da çırakken öğrendim. Yani iyi usta olmam gerekiyorsa ustamın "usta" olması esastır. Öyle değil mi usta!..

Kar gibi tane tane iğrençlik yağarken üstümüze kan kırmızısı yediverenleri görmek isterdim, davet edildiğim panelde. İğdiş etmek isterdim futbolumuzu sayın büyüklerimle... Bir spikerin "Maç anlatırken, yorum yaparken, içki içmesi ne demektir" diye sormak isterdim. Soramadım... Üç büyük kanalın yorumcuları oturuyordu panelist koltuğunda... Semra Hanım, denilen virüs kelimeyi doladılar dillerine... Bir saat "Semranım" dinledik.

"Ya bırakın Semra'yı futbol elden gidiyor" diyecek oldum. Dinlemediler bile... Mikrofona öyle yapışmışlardı ki, topu topu 10 kişi olan dinleyicilerin dışarıya kaçarak gittiklerini görmediler bile... Allah rızası için bir su, pardon "soru" sorayım hallerine düşmek üzereyken, lütfedilip dikkate tabi tutuldum.

E!.. Hadi sor bakalım edalarında, "buyrun" ikramını aldım. Soruyu sormam için giriş bölümünü bir anektodla hatırlatmalıyım. Tam mevzuya gireceğim, o ne! Adam, yargıç Wilkinson edasında, Zagor'un tokmağını masaya vurur gibi, "Soruyu sor" diye çıkışmaz mı?

"Allahım nereden geldim" buraya diye iç geçirmekteyim, inanılmaz rahatsızım ama denize atladık bir kere... Çaresi yok, yüzeceğiz. Beyefendi sizin "Semranım"ınızı bir saat dinledik. Siz de benim, "Salazar'ımı dinlemek zorundasınız" deyince kaşlar çatıldı. Ve ben bir kaş çatımı boşluğu yakaladım ve sazı elime aldım.

Bir zamanlar Devlet Başkanı Salazar olan Portekiz'den tutun da, teşvikiye'ye "uslu uslu" geldim. Etrafımızda "caart cuurt" diye sesler duyduğumuzu, bu seslerin Ayşe Teyze'den değil, "teşvik yok" diye yırtınanlardan geldiğini, teşvik-i mesainin teşvikiyede başladığını, teşvikçilerin, teşvikiyeden geçtiğini, teşvikiyeden geçebileceklerini ama teşvikten geçemeyeceklerini vurgulamaya çalıştım ama "nafile sevdalar."

Lakin beklenen şarkı şey "soru"yu sorduğumda "Terör halkın kanında var" diye cevap geldi. "Sorumun cevabı bu değil" diyecek oldum. Umursamadılar bile.


Bahsettiğim insanlar "eğitim" diye popilizm yapanlar, eğitimci kulvarındaki kalemlerdi. Üzüldüm. Beşiktaşlı unvanını aldığım o yüce duygunun, bendeki sorumluluğunu anımsadım. İrkildim. Ve paltomu alıp oralardan uzaklaştım
------------------------------------------------------------
21/1/2005

Parkedeki Delikanlı

Müessese takımlarının kayrılmışlığına ve o cüretle ligimize vurdukları icazetli damgalara başkaldıran, isyan eden ve açık açık dikilen bir delikanlı vardı. Parkelerin cilalı yüzüne kanmayan, alın terinin harman olduğu, salonlarda birebir dövüşmeye çıkan bir delikanlı. Salkım saçak tribünlerde insan nefesinden oynanmaz hale gelen nemli parkeler üzerinde ne maçlar alındı elimizden!. Ne alın terine saygı vardı, ne de onca emeğe. Bir keresinde sahaya truva atı getirmedikleri kalmıştı. Ne çirkinlikler yaşanıyordu bir bilseniz.

Sizce, ilk yarı şov yapan iki Amerikalının ikinci yarı hiç sayı atmamasının anlamı nedir? 29 sayılık fark, hangi akla hizmet bir senaryoyla çöpe atılabilir? Direnme kimliği altında asil tavırları, asalet kokan duruşuyla her seferinde dikildi delikanlı. Alnı açık, göğsü dik, yılmadan, kimseden korkmadan.. Ve yavaş yavaş, eze eze yürüyerek tüm aşıklarını ruhunda hissederek meydan okudu delikanlı. Ahmet Cömert ve Haldun Alagaş Spor salonlarında tribünler bomboş olduğu halde dışarıdaki binlerce Beşiktaş taraftarını içeriye almayan zihniyet, hangi IQ testine sokulabilir. Tabii ki tarih bütün bunların hesabını soracaktı, hatta yargılayacaktı bile. Ama tarih sırasını beklemeliydi.

Çünkü geçtiğimiz pazar, infaz vardı Akatlar'da. Alın terine saygıyı öğreneceklerdi. Binlerce yiğidin başkaldırışına yalnızca şapka çıkartacaklardı. İkinci yarı yalnızca 22 sayı atabilen Ülker'e, tokat gibi bir cevap vermişti delikanlı. Güney Asya felaketini salondaki 4 bin kişiyle 1 dakikalık saygı duruşuyla da olsa yüreğimizde hissettik. Yazılı ve görsel basının bu olaydan hiç bahsetmemesini de, aynı acıya vakıf kalbimize taşıdık. 150 sanatçının yardım amaçlı verdiği konsere 500 kişi gelmişken, bir alkış yazısı hak etmiştik oysa. O konsere gelmeyenlere inat.. Heyecan doruklarında ribaund aldık. Ter okyanuslarında tam saha pres yaptık. Ve hücum organizasyonlarında 4 bin kişiyle beraber potaya girdik.

Onu bunu kayırmadan, peşkeş bayırında koşmadan, "Adil maç" yöneten hakemleri, gördüğünü aktararak hatasız ve eyyamsız sunum yapan İsmet Badem'i yanaklarından öpüyorum. Her zaman söylüyorum; biz iyiler mutlaka bir gün kazanacağız. Basketbol camiasına hürmetlerimle..
-------------------------------------------------------------------
28/1/2005

Nükleer karınca


Kan tarlalarında beslemişlerdi seni... İhanet fırtınalarında bir filikan bile yoktu. Hemşehrilerinden ilk defa ayrı kalışın ve sılada oluşun hep garipsendi. O göbeğin ve bıyığın hep dillere dolandı. Bir tek iyi adamlığın vardı pozitif. Ona hürmet yalnızca "Yeniköy Kasabı"nı yapıştırıverdiler. Yoksa "Cubali'de lağımcı" bile yapabilirlerdi seni. Tabi bir de bu linç değirmenlerinin ortasında bütün asaletiyle bir delikanlı vardı. Ayağa kalkıp "Viçente" diye bağırdığında cümle alem, azar işitmiş çocuk gibi köşesine çekiliyordu. Real Madrid'i "Ben bile çalıştırırım" diye ukalalık yapıyorlardı ama kendi ayakları üzerinde durup, tuvalete bile gidemiyorlardı. Bu blender kılıklı heriflere kimse "dur" demedi. Yağma operasyonlarında seni de tuzla buz yaptılar. Ben bunları senin iyi hocalığından ya da kötü oluşundan mütevellit yazmadım. 3-5 köşe gardiyanının ellerini ovuşturup sinsi sırıtışlar içerisinde emellerine kavuşmasına içerliyorum. Tıpkı 2. Dünya Savaşı'nda Alman subayların öldürdükleri esirlere bakarken, duydukları haz gibi. Korkum buna paraleldir ki, "Büyük Kaptan"ı da bu çarkın dişlerine takmasınlar. Ne Atom Karıncalığı'nı bırakırlar, ne de iyi insanlığını... Onlar için 15 seneyi aşkın Beşiktaş forması giymen bile basit bir iştir. "O takımda ben bile oynardım" deyip inerler otobüsten. Seni öteki durağa kadar azraile teslim ederler. Yırttın yırttın. Yırtamadın başka hocaya koltuk hazırlarlar. Etrafımızda birçok insan kime inanacağını bilmiyor Kaptan. Onun için hep kaybediyor. Umarım ve isterim ki atom karıncalıktan terfi edip, nükleer karınca olursun. Sana da bu yakışır. Sevda bayırlarında bize el uzatanı hep bildik. Hizmet edeni, hem de karşılıksızca sırtımızda taşıdık. Okyanuslarda dev dalgaları dert etme. Boğuşur ve kazanırsın. Ama ne olur, sığ sulara dikkat et. "Ayağım yerde dersin" harcanırsın. Seni seviyoruz, "Büyük Kaptan." Rastgele...[/b]
------------------------------------------------------------
04/2/2005

Kaşkolum ve Ben

Boynundaki zulaya siyah-beyaz kaşkolu aşikar eden bir neslimiz doğmaktadır. Yalan etmektedir, tüm araştırma otoritelerini. Ciğerimiz yansa da delikanlılığımıza gram leke sürdürmeyiz demektedir. Ve taparcasına sevmektedir, ölürcesine itaat etmektedir. Cadde cadde dolaşın, sokak sokak gezin, arşınlayın bütün vapurları o zaman anlayacaksınız; bu adam neler söylemektedir.. Tüm paltoları sayın, bütün montlara bakın, boyun kısmında siyah-beyaz bir kaşkol göreceksiniz. O kaşkol, her ilkbahar geldiğinde özenle tertemiz yıkanır. Ya anaya, ya da yare teslim edilir. Boynundan çıkarasın gelmez, biraz duygulanırsın ama öteki kışı bir başka beklersin. O kaşkolun boynunda oluşu, göğsünü ya da boynunu ısıttığından değildir o gencin. Ruhunu sarmalamıştır adeta, sıcacık etmiştir benliğini. Ve kuvvet vermiştir yüreğine. İşte onun için.. Ne zülumler çektik, ne zalimler gördük stat kapılarında. Yağmurlar düştü üstümüze. Kar yağdı lapa lapa. Şampiyonluk dahi görmemiştik oysa. 40 binlere rakam bile demiyorduk. Bir Rize maçı hatırlarım 2-1 yenildiğimiz.. Rahmetli Bora'nın kemikleri hala sızlamaktadır. Bora gol attıkça, hakem saymamaktadır. İnönü'de fırtınalar kopmaktadır ve gökyüzü haset içindedir. Çünkü 40 bini aşkın taraftar üstüne düşen kar parçacıklarını hissetmemektedir bile. Ve zaman.. İşte o zaman, hatta zaman zaman yenik mi düşüyoruz zamana? Yıllar eskidikçe, yollar uzadıkça, haller mi değişmekte yoksa? Bırakın maç anındaki kar yağışını, yağmuru, doluyu.. Ya saatler evvel bilet almak için beklediğimiz kuyrukta yediğimiz soğuk.. O yürekler dağlayan cefa, o bitmek bilmeyen kuyruk ıstırapları. Ve şimdinin 18.30'una ayarlanmış meyhane çıkışları, maça 10 dakika kala turnike senaryoları. Takım 18.20 sahada, batılaşacağız diye batıyoruz, futbolcuyu tribüne çağıracak taraftar yok statta. Futbolcu öksüz ısınıyor, yetim vuruyor topa. Ama neymiş efendim! Avrupa'da diye başlayan onlarca hikaye.. Ve ruhumu sıcacık yapan o siyah-beyaz kaşkolum. Boynumda.. Ve ben maça gitmekteyim.. Kar da yağsa, yağmur da düşse üstüme.. Kutuplardan buzullar kopup da gelse.. Pazar günü maça gitmekteyim.. Onbinler kesmez beni.. Dışarıda kalmalı insanlar, Ancak öyle gözlerim yaşarır, Tüylerim diken diken olur.. Ve boynumdan çıkar.. İki elimin arasına gerilir kaşkolum.. Ve ben söylemeye başlarım.. "Bir şarkısın sen!.."
-------------------------------------------------------------
09/02/2005

Sahte Reçete


Düdüğünün içine kan dolmuştu.. Her üfledğinde, bembeyaz zambak tarlalarında kan kırmızısı gelincikler bitiyordu. İrin dalgalarında neşter sallayan doktor gibiydi. Ameliyatın risksiz bölümünü orta sahada yapıyordun da, en uska makas figürlerini kaleye yakın bölgelerde gerçekleştiriyordun.

Bu eyyamcılık, bu yetim hakkı; boğazına dizilmez mi arkadaş! Bir karıncayı ezdiğimizde günlerce vicdan azabı çekiyoruz da; sen milyonlarca taraftarın yüreğine, emeğine ihanet ederken bitmek usunmak bilmeyen gecelerde rahat uyuyabilir musun?

Asıl sen operasyonunu en cafcaflasını Trabzon'da yapmıştın zaten. O zaman neşteri acemi kullanıyordun, hep yara izi bıraktın. Bu sefer iş temiz olsun istedin. Tek vuruşta kelleyi gövdeden ayıracaktın, soranlara da "Çok uğraştık, kurtaramadık!" diyecektin. Kaşla göz arasında Tayfur'a da ince iplikli sarı bir dikiş atayım dedin. Basitleşip bir "Gol" diye bağırmadığın kaldı.

Daha önce aynı kutsal topraklarda İbrahim Üzülmez'e darptan dolayı adam yaralamadan şartlı tahliyesi olan Ali Tandoğan'ın, bu sefer adam öldürmeye teşebbüs dolu resim karelerine Hitler'in o narsist kişiliğinde gülüverdin. Anladığım kadarıyla hastanın vücudunda kan dolu bir düdük unuttun. Yani, suç aletini!! Onu, abilerine teslim edip seni babana şikayet edeceğiz.

Bir daha sana düdük müdük yok. İlle de düdük diye inat edersen, evde bir tencere var, düdüklü!! Onunla idare edersin. Babanla iki kelam edelim istiyoruz ama o bize hep LÜTFEN diyor. Demezler mi adama; sen şiddet nasıl önlenir panellerine katılma, sonra da LÜTFEN de...

Ne veriyorsunuz ki, ne istiyorsunuz insanlardan... Doktorun verdiği reçete sahte çıktı. O nedenle doktorun diplomasının iptaline ferman çıka! Reçete de baştan yazıla! LÜTFEN...
---------------------------------------------------------------------

zibidikartal 09-12-2006 01:00

11/02/2005

BU DAVA HEPİMİZİN


Yine duygu dolu nöbetlere çıkmışım. Başım ağır, yüklüyüm iyice. Hafif de güzel olmuşum. Ve gözlerim dolu dolu. Çok sevmenin cezalarını çekmekteyiz. Hırsım, isyanımı bastırmış adeta. Birkaç dostla beraberim ve adımlamaktayız geceyi. Kar, bembeyaz tüfekleriyle esir almış İstanbul'u. Ve gece simsiyah heybetiyle kol kanat germiş şehre. Yolda yürürken kar ve gece, ufuk çizgisi siyah ve beyaz. Aynı alnımdaki yazı gibi. 16'da 16 yapın diye bağıran şanlı Beşiktaş taraftarı ve futbolcu takımı. Üçgenin öteki cephesi Akaretler. Anlamıyor musunuz, Saldırdıkça güçleri bitiyor, güçleri bittikçe sinirleniyor ve sinirlendikçe hata yapıyorlar. Görmüyor musunuz, Bu taşı kımıldatamıyorlar bile. Taktik senaryolar aynı. Üretkenlik sıfır ve tükenmek üzereler. 49 maçlık yenilmezliğimize kan doğrayan Sabri Çelik'in, 14. dakikada Recep'e faul yaptın diye gösterdiği sarı, verdiği frikik, bozduğu baraj ihlali ile ikinci sarıdan kırmızı gösterdiği tiyatro sahnesi gözlerimizin önünde. Sayın Kuddusi'nin 58'inci dakikadaki film karelerine bakın. Tıpkısının aynısı. Pozisyonun gol olmamış halini düşünün. İlk düdük top oyunda.. İkinci düdük Tayfur baraj ihlali ve sarı.. Tayfur "Yeter artık" deyip el kol hareketleri yapar ve kırmızı.. Alın size defalarca çalışılmış intikam enstanteneleri. Ve adımladığımız gece sabaha karşı gökyüzünün rengini almış denize götürdü bizi. Tam karşısındaydık denizin. Beleştepe'de.. Sol karşımda 'Kapalı' bütün haşmetiyle bize bakıyordu. 'Cefakar açık' sırt vermişti bize, biz de onlara söz verdik.. Tek bir Beşiktaşlı evde seyretmeyecekti maçı. Meyhaneler, restaurantlar kusura bakmasın ama bomboş olacaktı. Biz halk takımıydık ve halkın asaleti çektiği çilelerdendi. Onun için stada koşacak, tribünlere yürüyecektik. Hem de bu asi başımızı, yumruğumuzun içine koyarak. Bu dava, Akaretler'dekilerin değildir yalnızca. Bu dava yürekleri çatal bütün yiğitlerindir. Bu işin yazarı, çizeri, muhalefeti, iktidarı yoktur. Çocuklarımıza bırakacağımız yegane miras olan bu münevver ve güzide camia hepimizindir. Beşiktaş camiasına hürmetlerimle.
------------------------------------------------------------------
16/02/2005

HAYATIN ANLAMI

Karısından ayrı yaşıyordu. Mahkeme onları bir celsede boşamıştı ve 11 yaşındaki delikanlı anneye verilmişti. Karısının, duruşma salonunda hakime anlattıkları, dudaklarında gülümseme, kulaklarında çınlama yapıyordu. "Hafta içi basket, hafta sonu futbol maçlarına gider, bize hiç vakit ayırmazdı. Uykusunda hakem isimleri sayıklar, federasyonu istifaya davet ederdi. Evin içinde Beşiktaş'tan başka bir şey konuşulmazdı. Meğer bu adam benimle değil, Beşiktaşla evliymiş" sözleri; İnönü'nün bütün koltuklarına kazılıydı sanki. Bütün bunlar yetmezmiş gibi haftada bir gördüğü oğlu babasının elinden tutarken "Baba, beni maça götürme. Çünkü hakemler Beşiktaş'ı sevmiyor, ben de hakemleri sevmiyorum" dediğinde, dudaklarının arasından "Beşiktaş'ın Beşiktaş'tan başka dostu yok" mırıldanmaları ancak çıkabilmişti. 11 yaşındaki çocuğun bile sevgisinden yoksun bu hakemler, nefret bahçelerinde mi büyümüşlerdi acaba? Bu sefer adaletli maç yöneteceklerdi.. En azından öyle umuyordu.. Ve çocuğuna söz vermişti hakemler adına.. Beyninde, karısının hakime söyledikleri vardı.. Yüreği ise inadına Beşiktaş diyordu. Çocuk, 12. dakikada verilmeyen penaltı sonrası babasına şöyle yandan bir bakış attı. Baba mahcup ama azimliydi, ses etmedi. 19. dakikada Ronaldo sahada, adam da çocuğunun yanında kıpkırmızı olmuştu. Çocuk aklıyla işi çözmüştü. Ama babasını kıramıyordu. Onu, en sevdiği tribüne "Kapalıya" getirmişti. Babasının omuzlarında ilk maça gelişi ve tribünün onu "Yavru Kartal" diye selamlamasını asla unutamazdı. Babası, tribünle beraber iyice galeyana gelmişti. Futbolcu onur mücadelesi veriyordu. Beşiktaş ruhunu iyice hissetmeye başlamışlardı. "Hep böyle oynayın canımızı verelim" nidaları, 2-0'ın coşkusuyla tavan yapmıştı. Adam çocuğunu kavrayarak "İşte bu ruh, bu onur mücadelesidir aşık olduğum. Ama annene bunu bir türlü anlatamadım" derken gözleri nemlenmişti. Aynı gece çocuğun annesi, baba ocağında TV'den Beşiktaş maçını izliyordu. Yaşadıkları gözünün önünden film şeridi gibi geçmeye başladı.. Kocasını ilk gördüğü yer kapalı tribünün C kapısıydı. Şakır şakır yağmur yağıyordu ve delikanlı çubuklu bir forma giymişti. Birbirlerine aşık olmuşlardı.. Delikanlı, kutsal apoletli formayı oracıkta kendisine hediye etmişti.. Genç kadın, babasının şaşkın bakışları arasında o kutsal formayı üzerine giydi. Hayatın anlamını, iş işten geçtikten sonra anlamıştı. Volume tonlaması sonda olan TV'den Beşiktaş taraftarının sesi bütün odayı sarıyordu: "Bir anda tutuldum aşık oldum ben, hayatın anlamı siyah-beyazdı.."
-----------------------------------------------------------------------
20/02/2005

Kim Bilir ?

Rıza'nın talebeleri çatal yürek çıkmışlardı sahaya. Hissedilmesi gerekeni hissediyorlardı. Öyle ya sevmek için önce hissetmek gerekiyordu. Aşksız geçen günlere isyan eder gibiydiler. Her yerde adeta bittiler. Ne boş bir alan bıraktılar, ne de sahada basmadık yer. Dönülmesi gereken virajlardan biriydi. Belki de tünelin ucundaki ışıktı. Kim bilir? Belki de uyuyan devlere kalk borusuydu. Sesiydi belki isyanların. Lakin! Dönüşü olmaz bu seferlerin. Tadı damağımızda kaldıkça isteriz. İlle de ille sevdaları düşleriz. Antep'in acılı diyarlarından şen şakrak baklava börek döndüler. Isınma turları on numara geçti. Cicim ayları kazasız belasız son buldu. Her şeyden önemlisi kazanmayı öğrendiler. Belki de ölü toprağı kalkmıştı üstümüzden. Kim bilir? Belki Rıza'nın gönlündekiler ayna olmuştur sahaya. Rekor bile çıkar bu sevdadan. 16'da 16 yapın diyen taraftar bir şey mi biliyor yoksa? Kim bilir? Geçen senenin hırsız ilahları kendini affettirecektir belki de... Baksanıza son 13 haftanın 1 maç eksikli lideri konumundaki şanlı Beşiktaş, taraftarlarının da kayıtsız şartsız desteğini almış durumda. Gol dağlarına çabuk çıktık. İnişi uzun oldu. Çetin bir mücadele sonrası dimdik ve zaferle ayrıldık oralardan. Laf aramızda ne zamandır gol de yemiyoruz. Onu da öğrenmişler. Bırakın gol yemeyi pozisyon bile vermiyoruz. Heyecanlanacak bir dost bile nafile ceza sahamızda. Rıza bildiğiniz üzere çift karbüratör çalışırdı İnönü'nün çimlerinde. Köpek ciğeri gibi cümlesi hep onun için kullanılırdı. Cuma gecesi gördük ki koşmaları, ısırmaları ve kazanma arzuları ile kendini baştan yaratmış. Rastgele dedik kaptan Yolun açık olsun...


------------------------------------------------------------------
23/02/2005

Hepiniz Suçlusunuz

Yayık ayranı misali çalkalanan futbolumuz utanç dolu söylemleri de aşina ediyor gözlerimize. Kulaklarımıza alenen söylenenler yıllardır cesaret edilemeyenler. Bilinmez değiller aslında. Ne doping ilaçlarını getirenler, ne teşvik iğnelerini yapanlar. Masum değiller asla. Görmezden gelenler, ayıp kapatanlar ve emek çalanlar. Ve günahkarmıdırlar. Çöken futbolumuza parmağını bile kıpırdatmayanlar, yolda yürümesini bilmeyen Letonya'ya elenip finallere gidemeyenler, milyon dolarların uçuştuğu transfer odalarında yorulup aşk yuvalarında final yapanlar. Ve yıllardır Avrupa semalarında bir tek maç dahi yönetemeyenler. Kahrolmaz mısınız ki Bir tek düdük çalamamak ne esef verici bir yüklemdir. Ve sizin eyyamcılığınızdandır 12. Zaragoza'nın 1. FB'yi kendi evinde yenmesi. Sayenizde rahatlığa alışan futbolcularımız bayan voleybol takımı gibi. Elin oğluyla oynadıklarında da yer cimnastiği yapıyorlar. Yuvarlan babam yuvarlan. Bir de her düştüklerinde elinin baş parmağıyla işaret parmağını birleştirip kart göstersene diye hakeme koşmaları yok mu? Hepsi birer pandomimci. Hepsinden hepiniz suçlusunuz. Ligimizin kalitesi istatistiklerde. Avrupa'da sıramız 15. Maça gelen seyirci ahde vefası olanlar. Siz çöken futbolumuzu düzeltmeye uğraşmayın, merdiven boşlukları ile uğraşın. Yarın onları da bulamayacaksınız! Ben bu filmin sonunu biliyorum diyen sinemasever bir daha o filmi seyreder mi? Bir pastayı hep aynı üç kişi mi yer? O zaman kıtlık olmaz mı, kıran olmaz mı? Aç kalmaz mı insanlar? Benim futbolum vardı her hafta sonu evimi süsleyen. Her sabah gazetenin arka sayfası vardı işe giderken okuduğum. Hepsini çaldılar. Şimdi yorumcular ve hikayeleri var. Masal masal yoğuruyorlar bizi. Aynı cadının yalan hamurunu dağ dağ yoğurduğu gibi...

---------------------------------------------------------------------
27/02/2005

Boşuna Çalkalamayın

Anlamlı kalabalıkların toplumlara verebileceği özel mesajlar vardır. Topyekün hareket edebilmenin ayrıcalıkları olduğu gibi... Artniyetsiz Beşiktaş'ı sahiplenmenin "maddi kulvarlar bölümü" özel bir diyet gerektiriyor. Oluşan sinsi girdaplara düşmemek, göğsünü gere gere hür iradeyi özgür düşünceye ifade edebilmek gibi... Beşiktaş camiası bugün mesaiye erken başlayacak. Lakin şer cepheleri ve dedikodu atölyeleri bir haftadır kesintisiz çalışmakta. Bir kişinin bile hakkını "ret" olarak belirleyip yönetimleri ibra etmemesi şırınga edilmekte halkın gözünün içine. Enjekte edilen aslında kötü niyetin sulandırılmış hali. Ucuz malı işportadan alıp belli olan nihai ve etik karardan zarar etmemek asıl amaçları. Sayın kurnaz derebeyleri; boşuna çalkalamayın bu yoğurttan size ayran olmaz. Yani hiçbir Beşiktaş Genel Kurul Üyesi, kavgasını gösteri sirkinde yapmaz. Biz kavgamızı çocukların duymayacağı odalarda yaparız. Bütün yönetimler vermesi gereken hesabı tabii ki verecektir. Ama dedik ya; hesabı yanınızdaki bayanın görmesine gerek yok. Sessizce ödeşiriz. Anlamını layıkıyla bütünleştireceğimiz mali kongrenin maddi çıkar ve rant kapılarına mahal vermeden sonlandırılması ve oradan vardiyanın ikinci bölümüne hızla geçilmesi en büyük temennimizdir. Sakarya maçı Ali Sami Yen'deki mücadeleye açılan ince bir koridordur. Futbolcunun belli bir amaç portresi çizmesi için Sakarya maçı birinci önceliktedir. O yüzden bırakın hakemler kendi yaktıkları kazanlarda yansınlar, ellemeyin. "Hakem" kelimesinin geçtiği bir cümle bile duymak istemiyoruz, bugünkü maçta. Bizim hakkımızda her kim ne düşünüyorsa Allah onlara iki katını versin. Bugün anlamlı kalabalıkların stadı dolduracak olması spor kamuoyuna özel mesajdır. Beşiktaş camiasına hürmetlerimle.
-----------------------------------------------------------
02/03/2005

Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz

Duyulması kargalar arası gülüşmelere yol açan buna müteakip mide kramplarıyla sonlanan TERRÖR kelimesi, ille de birilerine yakıştırılacaksa bu önce futbolu yöneten sonra da yazarak ve yorumlayarak yönettiğini sananlara yakıştırılmalıdır. Futbol yorumculuğunun kompleks tüccarları tarafından sürklase edilmesi ve RTÜK''ün bu tekeliyet karşısında üç maymunu oynaması Türk toplumunda izah edilemeyecek yaralar açmaktadır. Statlarda edilen küfürler yıllardır tartışılmaktadır ancak köşe başlarını tutmuş yorumcuların halka yanlış bilgi vermeleri ve ağır tahrikleri görmezden ve duymazdan gelinmektedir. İnsanlık adına söyleyin, kan değirmenlerini andıran, buram buram eyyam kokan, vatandaşı çıldırtan bu programlar ve yorumcular yokken tribünlerde bu küfürler ediliyor muydu? Sıkılan dişlerin gıcırtısını, akan salyaların görüntüsünü evimizin içine kadar getiren ve hiç kimseye cevap hakkı tanımayan, Şenol''a edilen küfrün pozisyon halini uygulamalı ve açıklamalı anlatan (!) zat-ı muhteremin ruh halini tartışmak üzere bütün psikologları göreve davet ediyorum. Ve bundan sonra İnönü Stadı''nın localarında kim bu adama viski ısmarlayıp goygoyculuk yaparsa, ki bu insanlar kendilerini biliyor, kendilerini Beşiktaş düşmanı ilan edeceğim. Futbolcu kan kusturur, hakem çıldırtır, federasyon racon keser, yorumcular idam ederler. Peki taraftar haklı duruşunu nerede verecek? Nerede kendini savunacak? Yetim, hakkını kime soracak? Be ağalar!.. İşte statlardaki asi ruh, haksızlığa isyan ve fütursuzca haykırış bu sorumsuzluklaradır. Taraftarlara uygulanan zulüm ve cezalar, tahrik musluklarını sonuna kadar açmış bu futbol ulemalarına da yansıtıldı mı? Rivayet odur ki Carew''in tükürüğüne kellesi, güvenlikçinin kafasına İnönü Stadı''nın anahtarlarını isteyen zihniyet, Kadıköy''de Ömer''e atılan şemsiyenin, Trabzon''da sahaya atlayan taraftarın faturasını göstermelidir. Beşiktaş''ın önlenemez yükselişine el freni çekmek isteyenler, Sakaryalı yedeklerle güvenlikçilerin en kötü adliyelik kavgalarını görmezden gelip Şenol''un affedilemez tahriklerini ellerinin kenarıyla köşelere itmektedirler. Biliyorlar ki; Beşiktaş''ın ayak sesleri, saltanat kayığından, taraftarın o hür iradesi sırça köşklerinden edecek onları. Yazık! Ben de Mali Kongre''de yaşadıklarımı anlatacaktım hesapta. 25 senedir camianın içinde olmama rağmen hiç görmediğim yüz ve çehreleri dile getirecektim. Evin teyp ve televizyon kumandalarını kaybetmiştim, onları şikayet edecektim ki meğer o kumandalar kongreye gitmiş... Yüreği Beşiktaş için çarpan yiğitlere saygısızlık yapanlar ve hançeri sırta saplayanlar... Bilir misiniz ki, Gün gelir eşkıya diz çöker ve yetim hakkı sorulur adalet önünde...
---------------------------------------------------------
08/03/2005

Yarı Açık Cezaevi

Milattan önce 1903 tarihinde Avrupa yakasında bir köy varmış. Köyün de bir tarafı inşaat halinde hapishanesi. Hapishanenin de, tesadüf bu ya hiç suçu olmayan 763 adet mahkumu varmııış. Koğuşlarında dışarıdan bakıldığında siyah, kaynar suya atılınca kırmızı renk veren, maliyeti 150 bin lira civarı bir bitkiyi satan terbiyesiz bir ihtiyar bulunuyormuş. Maliyeti 150 bin liraymış ama ihtiyar o bitkiyi 3 milyona satıyormuş. Aynı koğuşta o ihtiyara yan tezgahta eşlik eden, kıymaları misket büyüklüğüne getirip dörder et parçalı halinde ekmeklerin içine koyup 6 milyona satan bir genç mevcutmuş. (Meğer bunlar diplomalı gaspçılarmış) Bu hapishanenin en ilginç yanı, içinde mahkumdan çok gardiyanın olmasıymış. Gardiyanlar, 8'er sıra halinde mahkumların arasında dolaştırılır ve oturtulurmuş. Lakin gardiyanlar da rahatsızmış bu işten ama ne yapsınlar, emir demiri kesermiş. Sonra, mahkumlar monotonluktan kurtulsun diye yuvarlak bir nesneyi 22 kişinin kovaladığı, onları idare etsin diye de sağa sola koşuşturan bir adamın olduğu bir oyun peydahlamışlar. Ama oyunu seyretmeyi de ücretli yapmışlar. Hem de tam 66 milyon lira.. Hikaye bu ya, mahkumların hepsi tahsilli, uyanık ve civa gibi.. İşi oracıkta çözmüşler!!! Devir hesap devriymiş. Rakamları bu kadar yüksek tutmalarının ana sebebi, bir tarafı inşaat halinde olan hapishaneye finans sağlamak. Mahkumlar, hapishane yönetimini protesto amaçlı o oyunu seyretmeyeceklermiş ama "Manevi mecburiyet" zorunlu kılmış hallerini. Özgürlük ve hürriyet düşünceleri süslermiş düşlerini. Saz çalmışlar, davul çalmışlar hücrelerinde. Ve beklenen gün binbir zahmet ve binbir suratla ıkınarak, sıkınarak kapıya yaslanmış. İkisi de üzgünmüş?! Mahkumlar ve hayalleri. Lakin, hapishaneden dışarı çıkmak, içeri girmekten zormuş. İçeri girerken 3 kere aranıyormuşsunuz, sonra nüfus kağıtlarınız kontrol ediliyormuş, en sonunda ikametgah istiyorlarmış. Yoksa, en yakın muhtara gardiyan gözetiminde gidip, çıkartıyormuşsunuz. O kadar!!! Ya dışarı çıkarken.. Sizi, inşaat halindeki yere davet ediyorlar. Önce yürüyorsunuz, sonra kocaman bir su birikintisi. Çare yok, yüzeceksiniz. Akabinde, 1.5 metre yüksekliğinde demir set.. Oradan da atlayacaksınız. Atlarken düşünüyormuş mahkumlar.. Pentatlonda mıyız, triatlonda mıyız? Durun bitmedi.. Basık bir odaya giriyorsunuz. Arkanızda binlerce gardiyan. Evhamlıysanız, yandınız. Nefes dahi alamazsınız. Tam kapıyı görüyorsunuz, "yaşasın özgürlük" diye bağıracaksınız; kapı kapalı.. Tek tek çıkartılıyorsunuz. Ve nihayet temiz hava, bol oksijen. Ama o da ne.. İstediğiniz yere gitmek mümkün değil. Oklar ve tabela, istikamet olarak aşağıyı gösteriyormuş. Tabana kuvvet.. Ama yalnızca marş! O hapiste ceza çekmeyenler için bir örnek vereyim.. Cezanız bitti, kapının önündesiniz, eviniz de hemen bir arka sokakta.. Evine gidemezsin hemşeriiiiim! Önce istikamet nereyi gösteriyorsa, oraya. Taaaa öbür şehre.. Ya dostlar, işte böyle.. Neler yaşanmış o köyde neler. Sahi.. Hiç yoktu aklımda bu hikaye.. Lakin Cumartesi, ALİ SAMİ YEN'deykene!!!
-----------------------------------------------------------------
16/03/2005

O Koltuklarda Rahatmısınız?



Yağan karın İstanbul hükümdarlığı az sürmüştü. Güneş, hava durumuna el atmıştı. Mavi gökyüzüne hasret benliğimiz, paltoları bir celsede boşamıştı. Nakkaştepe güzergahında her adım atışım bir telefon çalışına eşlik ediyordu. Malum, Beşiktaşımın aşırı kan kaybedişinden dolayı bir burhan dönemi yaşıyorduk. Ankara'nın yolları taşlıydı. Ve biz oralarda istenmiyorduk! Lakin bitmek bilmeyen bir isyanın haykırış nakaratındaydık. Her çalan telefon sesi "İmdat" diyordu. Ankaralı, İstanbullu ama Beşiktaşlı hiçkimse stada alınmıyordu. Tepki telefonları Ankara ahalisindendi. Tribünler boş olmasına rağmen 14.30 itibariyle kapılar kapanmıştı. Gişeler paydos etmiş, biletler aforoz olmuştu. Beşiktaş'ı seyretmeye gelen binlerce taraftar kapı dışarı bırakılmıştı. Bu muydu sayın Melik Gökçek'in misafirperverliği!! Ya da 5149 sayılı madde ne demekteydi. Hatırlayalım! Hiç bir kulüp toplu bilet alamaz ve dağıtamaz. Oysa bütün belediye çalışanları, Büyükşehir Belediye Ankara sevgisiyle tribünlerdeydi!!! Samet Aybaba'nın, "Beşiktaş'ı ciddiye almadığımızdan yenildik" beyanatı ise benim gibi yüzbinlercesini kendine getirdi. Biz potansiyel düşmandık. Cemlerden Papila olanı, Kayseri-Samsun maçında Mike Tyson'ın (yumruğunu görmezden geldi ve sarı kartını nezaketen çıkardı. Oysa, İbrahim Üzülmez'e Samsun maçında gösterdiği kırmızı kart, Teksas İlçe Düellosu'nda çekilen silahlara benziyordu. Kin, nefret ve intikam (Aferin hocam devam)! Cemlerden Deda olanı ise, play-station kabiliyet katiliydi. Penaltıların ön plana çıkardığı hakemlerin kablosuz yayınıydı. Lakin UEFA'ya şikayet dilekçesinde yeni bir kuralda ısrar ediyordu. "Ceza sahasında topa vurulan her tekme penaltıdır!?" Wederson'un bize attığı penaltının tekrarı, Carew'in Sakarya'ya attığı penaltıyla örtüşmüyor mu ? Tekrarlattık diye yaygara yaptınız. "Alın sizinkini de tekrarlatıyoruz" mantığı içermiyor mu? Ve biz nereye gidiyoruz. Milyon dolarların uçuştuğu ligimizde, maç sonuçlarını futbolcular yerine hakemler mi belirleyecek? O zaman futbolculara verilen astronomik rakamlar niye? Bu işe kimse dur demeyecek mi? Ekmeğini futbol sektöründen kazanan tüm insanlar, rahatsız olmuyor musunuz? Nedir bu, "Ben tuttuğum takımın analizini ve kritiğini yaparım" mantığı. Futbol elden gidiyor, yanında basketbolu da götürüyor. Bir adamcılık, bir eyyamcılık almış başını gidiyor. Tahrik adeta açık arttırmada. Çifte standart karaborsada. Ve siz futbolun patronları, Merdiven boşluğu diye zıplıyor, küfür ediliyor diye milyarlarca ceza kesiyorsunuz. Bir sürü kampanya da cabası. Arızalı maç yöneten hakemlere, 10'ar bin dolar ceza kesebiliyor musunuz, oturduğu maç yorumcusu koltuğunu hükümet koltuğu zannedenlere hak mahrumiyeti verebiliyor musunuz, yanlı yayın yapanları RTÜK kapatabiliyor mu? Siz ondan haber verin. Önce yukarıları temizleyin sonra göreceksiniz ne küfür kalmış ne de merdiven boşluğu.
-----------------------------------------------------------------
21/03/2005

O Yosun solucan harcıdır

Onlar kötü günlerin vazgeçmez bekçileriydi. Ülke ekonomide, "Titanik"i oynarken para tarlalarında tırpan sallar gibiydiler. Onlar yoktan var etme savaşının yenilmez kahramanıydılar. Acımasızlık sahnelerinde diş sıkan dublörü oynuyordular. Beşiktaş taraftarının yıllardır süren bu onur mücadelesine ve evelsi gün başlayan küfürsüzlük eylemine herkesin destek olması şarttır. Borsanın kara lakaplı olanı Cuma günü ellerinin kirini 25 milyona satıyordu. Akatlar, Fener maçıyla tarihi gün yaşarken, karaborsacıların müthiş zaferi insanı canından bezdiriyordu. 3 bin kişinin dışarıda kaldığı basket maçının belleklerdeki dedikodu örnekleri FB TV'nin yaptığı yanlı yayındaydı. Bakın dostlar derbi maçlarda tansiyon, içilen tuzlu ayranlara bağlıdır. Azınlıkta kalan tarafın psikolojisi bilinç altıyla beraber dikkat çekmek ister. Hoplar, zıplar, agresif olur. Bu her yerde böyledir. Velhasıl 150 kişilik Fener taraftarı da 7-8 civarı maytabı sahaya fırlatarak Beşiktaş takımının konsantrasyonunu bozmaya çalıştı. Buraya kadar herkesin canı sağolsun. Normaldir. Ama! FB TV'nin kendi taraftarlarının attığı maytapları Beşiktaş tribünlerine mal edip ekranlardan sarı-laci haykırması kendi günahlarıyla iç hesaplaşmasıdır. Vebali kendi boyunlarınadır. Yetkili ve etkili şahısların televizyonlarından cihat çağrılarını andırır vaziyette Beşiktaş camiasına potansiyel düşman sağlaması bizi fazla düşündürmez. Düşünmesi gereken kurumlar vardır. Önce federasyon, RTÜK. Hatta pek renkli basın. 3 hafta önce Beşiktaş'tan sabıkalı Selçuk Dereli'yi başkanın başlattığı kampanya akabinde hemen ve tekrar sahaya süren, küfür olayı sanki sırf Beşiktaş'ın sorunuymuş gibi davranan, başkanınızın "küfür etme" kampanyasını bütün gazeteler dahil 3. sayfalarda işleyen bütün sorumlular düşünmelidir. 88 dakika tek bir küfür etmeyen Beşiktaş taraftarını zorla küfüre teşvik eden Selçuk Dereli de düşünmelidir. Zira tahrik çok önemli bir suç ve bugüne kadar edilen küfürlerin altyapısıdır. Böylesi önemli derbi öncesi bir ilki başarıp 22 futbolcuyu tribüne çağırdıktan sonra bize "Katil" diye bağıran Trabzon taraftarı da düşünmelidir. Beşiktaş taraftarının sırtındaki yargısız kamçı izleri şevkimizi, şafkımızı, bulut güllerinden daha bir suna yapmıştır. Lakin yosun solucan harcıdır. Bunları da düşünün. Her hattığıyla hedef halinde olan bu camia yaşlısıyla genciyle travma yaşamaktadır. Federasyonun bizzat kendisi arabayı üzerimize sürmektedir. Selçuk Dereli bu maçta neyin nesidir, hatta ne demektir!
------------------------------------------------------------------
Kaldırım Ciğer ve Zar

26/03/2005

Sumakla yoğrulmuş, ince ince kıyılmış soğanın kızarmış patatesle koluna girdiği, servisinin uzun kayık tabaklarda yapıldığı, kare kare doğranmış bir yakışıklı vardır... Arnavut ciğeri. Siyah-beyaz resimlerde hissettiğimiz, kokusunu büyüklerimizin anı defterlerinde aldığımız ne aşkların son bulduğu, şairlerin ilham kaynağı İstanbul sokakları. Buram buram tarih kokan bu şehir sokaklarının, kare kare taşlarla döşenmiş mistik bir yapısı vardır... Arnavut kaldırımı. Hilenin olamayacağı, masaların hakimidir. Kendine göre ters raconu, değişik kuralları vardır. Barbutu heyecanlı ve canlı kılar. Köşeleri kırık olduğundan masa üzerinde cilve yapar, naz eder... Arnavut zarı. İnsanların para harcamaya korktuğu, dolayısıyla ekonominin yerlerde olduğu, ama milli değerlerin sıkı sıkı sarmalandığı, hocasına bir tek futbolcu yüzünden cephe alınabilen, maneviyatı her dönem yüksek bir ülkeyle karşılaşacaktır,

Arnavutluk Milli Takımı
Biz bu ülkenin evlatları olarak milli duygularla karışık, milli hasretlerimiz vardır. İlk basamak bu gecedir. Futbolla yaşayan bir gençliğin bireyi olarak Almanya'ya gitmek istiyoruz. Yüreği çatal, yumruğu sıkı, bu ülkeye borcu olan bütün futbolcuların bu akşamki mücadelesi onuruna ve şerefine olmalıdır. Bu ülkenin bu akşamki galibiyete şiddetle ihtiyacı vardır. Bunu sağlayacak da, başaracak da futbolculardır. Hem de gayrisiz. Aslında bu yazı 500 Beşiktaşlı delikanlının Abdi İpekçi Salonu'na terk edilip, oradaki türlü maceradan geçtikten sonra ayakta ve hayatta kalabilmesiyle ilgili bir yarışmaya ait olabilirdi. Ağızlarında "Terörü engelleyeceğiz" diyenlerin tatbik emir ve uygulamada (Mesela su satmayarak işkence) beyinsel olarak terörü körüklediklerini okuyabilirdiniz. Ama ben bugünümü Türk Milli Takımı'na ayırdım. Hadi bakalım, milyon dolarlık futbolcular, gösterin hünerinizi, kırın şu, Arnavut inadını.

zibidikartal 09-12-2006 01:05

Portakallı ördek

Sarışın, mavi gözlü, mat bakışlı bir dostumuz vardı. Beraber olduğumuz süre içeresinde çok güzel günlerimiz de oldu, kederli anlarımız da. Sonra terk-i diyar eyledi. Dostluğumuz sürer gibi olduğundan bağlantıyı kesmemiştik. İyi haberlerini aldığımızda seviniyorduk. Hasta çocuklara yardım ettiğinden dolayı da değerini ikiye katlamıştı gözümüzde. Sonra... Sonra aradan yıllar geçti... Bir gün bir haber geldi Beşiktaş'a. Sarışın dostumuz bizden uzak ellerde yanlışa düşmüş, Kokain diye bir dilberle geziyormuş. Abayı yakmış anlayacağınız. Vaziyet ve hal iyice sarpa sarınca mahkemelik bile olmuş ülkesinde. Üzülmüştük, şaşırmıştık. Hatta kahrolmuştuk... Oysa kendi vatanının sportif liderliğine oynuyordu. Kariyer yapacaktı, ama yapamadı.. Velhasıl ülkesinde iş yapamadığından aramıza dönmek istedi. Beni alın diye yalvarıyordu gözleri. Dostluğumuza ihtiyacı vardı. Bizden başka herkes tavır aldı bu sarışın dostumuza. Bütün yazıcılar ferman yazdılar, istemezuk dediler.. Hatta Başkan sıfatlı bir büyüğümüz ise, "Bırakın olduğum yeri bu ülkeden içeri bile sokmam" buyurdular. Lakin... Bizim okyanuslar kadar geniş gönlümüz vardı. Bir merhabaya, bin takla atardık. Merhamete ihanet etmezdik. Laf aramızda yedi düveli aşmış şanımız da bundandır. Türk insanının, ananesine ve ona hürmetine yakışanı yaptık. Ahde vefa.. Onu hayata bağlamalıydık. Bütün ülke karşımızda olsa da ona sahip çıkmalıydık. Çıktık da. Bir keresinde Kadıköy'e gezmeye gitmiştik. Ortalık iyice kalabalıktı. O kargaşada moralini bozmak istediler. Önüne, geçmişini hatırlatacak ufacık "beyaz" paketler attılar. Yerin dibine soktular..

HORLAMAYI KES ARTIK!
Sırtını sıvazlayıp, aldırma diyen yine bizdik.. Vücudumuzun en belirgin yerindeki bu yara bir türlü kabuk bağlamıyordu. Çünkü birileri birilerini "kaşıyıcı" olarak tutmuştu. Her hafta içi gittiği mahkeme, yaşadığı her başarısız sonuçtan sonra yüzüne vuruluyordu. Oysa biz, bir insan kazanmanın her yolunu deniyorduk. Kazandık da... Onu, belli bir süre sonra başka bir ülkeye gönderdik. Orada, başarı haberlerini duydukça seviniyorduk. İyice kendine gelmişti. Eski halinden eser yoktu. Bir arar diye bekledik ama nafile.. Varsın aramasındı.. Biz ona hayat vermiştik ya.. Lakin bir haber daha geldi Beşiktaş'a. Dostumuz bizden habersiz Türkiye'ye gelmiş ama Kadıköy'den bu yana geçmem diyormuş. Ona kucak açanlara, onu hayata bağlayanlara değil de; "Değil bulunduğum yere, bu ülkeden içeri sokmam" buyuranlara teşekkür ediyormuş. Ona dalga geçer gibi ufak "beyaz" paket atanlarla sıkı fıkıymış. İşin en garibi bizim yanımızdayken ona kin kusanlar, son Kadıköy seyr-ü seferinde, lale bahçelerinde dolaşır olmuşlar. Ohh! Ne âlâ memleket.. Bizdeyken at sineği, onlarda portakallı ördek.. Sonra gaipten bir ses işittim.. Eşim başıma dikilmiş "Horlamayı kes" diye çırpınıyordu. Uyandım.. Ama lütfen siz de uyanın sevgili Beşiktaş camiası.. Geçen hafta Abdi İpekçi'de yaşanan olaylar, Akatlar'da yaşansaydı Beşiktaş sahası kaç sene kapatılırdı. Belki Akatlar, yıkım cezası bile alırdı. Katil, çete, hapçı hakaretlerinden sonra ne damga yerdik kimbilir? İşte bunları düşünürken dalmışım da, yukarıdaki rüyayı görmüşüm.. Rüyamda, Aziz bir adam vardı. Sanki Abdi İpekçi'deki...
----------------------------------------------------------------

Nabza şerbet apoletleri!

06 Nisan 2005

Uzun koşu programının iki numaralı seri başı, tuttuğu takımın maçını yorumlarken Effa'nın haklı avukatlığına soyunmuştu. Hemen akabinde Adem Dursun'un canlı telefon bağlantısındaki isyan dolu haykırışlarını gönülden destekledik. Yorumcumuz C.Çakır'ın olaya popülist yaklaşmasını, Sakarya'nın 2 ve 7 numarasının olayları provake etmesini anlattı, durdu. Haklıydı da.. Hatta ben de objektif açıdan bakarken olayın "play" tuşuna basıldığında kaleci Şenol'un ters tarafa bakarak olaydan habersiz ısındığını gördüm. Ve o kaleci Şenol'un bütün olayları görmüş gibi yan hakeme koşmasını da.. Olayın esas özetinde Effa tekme atmamıştı. M.Sert, tekme yemiş süsü vererek olaylara start vermişti. Adeta canı yanan yorumcumuz, A.Güçlülüğün tesirini hoşgörüsüne sığdırarak telefondaki Yılmaz Vural'a ılımlı ve mütevazı serzenişte bulunuyordu: "Aman Yılmaz, takımı küme düşüreyim deme ha!" 27 Şubat Pazar gününe, yani Beşiktaş- Sakarya maçına döndüğümüzde tekrar edilen suni penaltı düdükleri, taraftarı tahrik eden kaleci Şenol'u ve Carew'in hırs dolu isyanını nasıl yorumlamıştınız? "Filler gibi hem ağızdan, hem burundan fışkırtıyor." Evet sayın büyüğüm, İnönü Stadı'ndaki güvenliğin attığı kafa ile Yılmaz Vural'ın attığı yumruğun etik ve stat sınırları açısından ne farkı var? Neden Beşiktaş maçındaki gibi bas bas bağırmadınız, "Bu saha üç maç kapatılmalı" diye.. Sizin tuttuğunuz takımın maçında Sakaryalıları haklı olarak provakasyonla suçlarken, Beşiktaş maçında neden Sakarya saflarındaydınız? Maalesef, nabza şerbet apalotlerini bir türlü omuzlarınızdan atamıyorsunuz. Değişirsiniz diye beklediğim bu hafta da, yine hayal-i sükut var halinizde.. Aslında 400 bilmem kaç gün evveline gidip popülizmin hortladığı geceye dönmem lazım. 'Eh be Samsun' diyesim geliyor.. Samsun- Malatya maçından sonra "20 senedir futbolun içindeyim, evsahibi takımın bu kadar ezildiğini görmedim" diyen Ertuğrul kardeşime "1-4'lük maçı ne çabuk unuttunuz" diye sorasım geliyor. Bizim yüreğimiz yanarken neredeydin be Ertuğrul! Saçımızı başımızı yolarken, nerelerdeydiniz? Ve siz sayın başkan İsmail Uyanık.. Haksızlıklara isyan edip sahaya indiğinizde 400 küsür evvel gün Beşiktaş camiasının yaşadıklarını anlayabildiniz mi? Bilir misiniz ki, o gün yüzünden binlerce Beşiktaşlı paranoya halde geziyor. Bu ilahi tesadüf sonrası neler düşünürsünüz? Mesela "Keşke" der misiniz?
-----------------------------------------------------------------
Tuzak fısıltıları

12 Nisan 2005

Gökyüzünün mavi oluşundan mı, denizin gökyüzü gibi duruşundan mıdır bilmem! Delikanlı baharın ağır abi gibi geç gelişi mayışık haller kıldı üzerimde. O yüzden elim gitmez oldu kaleme, varmaz oldu düşüncelerim hayale. Lakin iştir aynası kişinin zaman, yazmak zamanıdır boş durmaya gelmez. Hele masa başlarını boş bırakmaya hiiiç gelmez. Yazacaklarım güldürüyor beni. Çünkü okuduklarım komik. Uyumaktayız toplumca ya da uyutuyorlar!. Kartal gözlerime ilk ilişen haber Efes-Panathinaikos maçının bedava oluşuydu. Millet akın akın Compela etmiş, Abdi İpekçi adeta iptal. İstanbul'- un her yerinden otobüsler kalkmış. İyi güzelde sayın büyüklerim yürürlüğe giren kanunlar belli takımlara göre mi hazırlanıyor? "Yöneticiler bedava bilet dağıtıyor" diye yırtınan spor yazarlarımız bulut muydular yoksa! Nereye kayboldular kimbilir!.. Kartal yüreğime dokunan ikinci asoşeytıt pires (!) makyajlı haber ise bizim kapalıdaymış meğer. Sözüm ona kavga çıkmış tribünde. Polisler gelmiş ayırmış. Sonra kavga çıkaranları dışarı atmışlar. Vay vay vay. "Belki doğrudur" diye düşünmekteyim. Çünkü biz bir ara Vatikan'a gittik, Papa'nın cenazesine.. O ara film kopmuş olabilir. Ama azıcık okşasam, çocuktular. Ben de çocukluklarına veriyorum. Bu arada güneş tam karşıma düşmüş. Hani akşam güneşi güzele vurur hesabı. Karnım da bir acıkmış ki sormayın. Ve bir şarkı düşmüş dilime "Karnımııız acıııktı biziiim Levent baba, bize yemek ısmarlasanaaa." Sahi yemek deyince sizin aklınıza ne gelir? Valla sizi bilmem ama benim aklıma rahmetli babam gelir. 15 günde bir bütün aileyi toplardı. "Herkes gayrısız gelecek" derdi. Gelmeyenler mi!!! Tuzak fısıltıları içimi ürpertir..
--------------------------------------------------------------------
Palavra Hükümdarları

16/04/2005

Debelenen timsahları gördüm.. "En büyük benim" dedikçe suya batmaktaydılar. Cebelleşen köpek balıkları bilirim.. Okyanuslar ötesinden kan damlasının şehvetine pike çekmekteydiler. Daniskasını ölçtüm, akbaba denen rezaletin.. Ölülerden, leşlerden medet umarken, ağızları sulanmaktaydı.. Ve ekmeğine ihanet edenleri, yalan kusanları, icazet alanları, peşkeş uğruna eyyam yapan ibrikçileri okudum..
Yüzüncü yılımıza dil, şampiyonluk kupasına el uzatanları yakaladım.. Elinizi de, dilinizi de çekin.. Yoksa söylemek zorunda kalacaksınız. Ahmet Dursun'un Kocaeli'ne attığı ofsayt golünden başka ne gösterebileceğinizi! O senenin derbi maçları hâlâ hatıramda da!!! Palavra hükümdarları, armamızın hemen üstündeki ikinci yıldızın haram olduğunu buyurmuşlar. Rahmetli Cenk Koray'ın kemiklerinin sızlamayacağını bilsem, ne yapacağımı biliyorum ama.. Yoksa armamızın üstündeki yıldızları ne yapayım.. O armanın içindeki yıldız, yeterince onurlandırıyor bizleri. Aslında derbinin yalnızca bir jilet markası olmadığını yazacaktım. Derbinin anlam özelliğine hürmeten, bazı olguların gözden geçirilmesini isteyecektim sayın büyüklerimden. Mesela, statların tekrar yarı yarıya olması.. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Ama yazamıyorum.
Çünkü, birilerinin gazı var. Bu; ne boru hattında gizli bir doğal gaz, ne de taksilerin bagajında saklı bir LPG.. Bu bir gastrit.. Ülsere dayalı, travmatolojik bir bulgu!!! Çekememezlikten mütevellit ihtiras kasırgaları.. Kendilerinin büyük, Beşiktaş'ın en büyük olduğunu, Asya kıtasının yazıcıları da çok iyi biliyor. Lakin..
Gözünü kırpmadan güneşe bakabilen tek canlıdır Kartal.. Tıpkı, muhteşem taraftarının sevgisi uğruna gözünü kırpmadan kendini feda edebileceği gibi.. O Kartal ki.. Sevdası uğruna çıkabileceği en yüksek doruklara çıkar, çıkar, çıkar.. Adeta tırmanır. Sonra.. İçindeki asaleti gökyüzüne, oradan tüm aleme yansıtır. Uğrunda ölmeyi düşünür. Ve düşünce, eylemi tetikler. Devasa kanatlarını hiç açmadan, kılını bile kıpırdatmadan, yerkürenin o eskimiş, o kanlı, o kirli ve bir o kadar da namert tabanına kendini bırakır. Ölüm kaçınılmazdır.. Ve ben ne Kartallar yaşadım.. Debelenenlere inat, cebelleşenlere inat, sevdası uğruna ölümle makara geçmekteydiler
-------------------------------------------------------------
Ah be Rıza!

22.04.2005

Bu bir başkaldırışın öyküsüdür.. İsyan dolu haykırışların destansı efektleri kazınmıştır belleklere.. Dost omuzbaşlarını, yumruğunun içine koyup da arkadan çelme takacaklarını bilerekten.. Öylece.. Sadece.. Gülerekten.. Arkasına bakmadan yürüyenleri anlatır. Ve yalınayak kor ateşler üzerine basanları söyler. "Susuz yaz" filminin kulaklarını çınlatırcasına susuzluğun belgeselini Saracoğlunda çekip kaptan Gusto'ya armağan ettik. Susuzluktan ölümün provasını yapanlar aç ve suzuz kalmanın esaretini dişimizde bir sancı gibi beklettiğimizin farkında değildiler. Onlarca fenalaşan oldu.. Ama yine de "gık"ımız çıkmadı. Gündem değiştirmenin kitabını yazan ultra profesyoneller, yine bir mağlubiyet sonrası klaslarını konuşturdular. Beşiktaş'a İnönü'de ezildiklerinde Emre'nin parmağını tartışanlar. G.Saray'a Sami Yen'de de yenildiklerinde Merdivenköy muhtarını konuşuyorlardı. Son Kadıköy seferindeki mağlubiyet kılıfı da ilginç, bir o kadar da enteresandı.. "Bizim stadımızda küfür yok" popülistliğine soyunanlar, şanlı Beşiktaş taraftarının stada girişini karşılayan koronun nasıl bağırdığını duymamışlar mıdır acaba? Açılan "Blow Job Clup" yazılı İngilizce pankartın ne anlama geldiğini bilmemişler midir acaba? Çok sevgili spor muhabirlerimiz uyumakta mıdırlar? Spor medyamız nerededir? Bursa taraftarının, Beşiktaş fobisi ve lobisi maçtan önceki hangi dakikalara tekamül etmekdedir lütfen araştırınız. Neden her şey Beşiktaş taraftarının üzerine atılır.. Bütün ülke takımlarının taraftarları, Beşiktaş tribünlerini benimserken, bu çekememezlik niyedir? "Taraftarımız yenildiği halde centilmence Beşiktaş'ı alkışladı" cümlesinin doğrusu, "Taraftarımız Daum'a inat, van Hooijdonk'u alkışladı" değil midir? Ekmek ve süte duyulan hasret, Rıza Efendi'de mi gizlidir? Ah be Rıza, gül de geç be Rıza Gül, o namert çölde de yetişecek be Rıza O pankart sana açılmadı ki be Rıza 20 milyon Rıza var bu camiada Onlara açıldı Ne olur kafana takma be Rıza Biz Pascal için zenci olduk Senin için de kapıcı oluruz be Rıza!
-------------------------------------------------------
Ben istemeden asla alamazsınız!

27/4/2005


Zamansız gelen ziyaretlerin en fetbazı, destursuz gecelerin en anlamsızı en madrabazıydı.. Ecel ismi verilen bu hayırsız, çatal yürekli bir gence takmıştı kafayı. Ölümle kol kola girmiş bu kanser bozuntusu, bu yiğit kardeşimizin lenflerine saldırıyordu. Amansız bir hastalığa yakalanan bu delikanlının, ayağına kadar gelen ecele bir çift kelamı vardı; "Ben istemeden, beni asla alamazsınız.." Ölümün karanlık suratına adeta tüküren, yaşamak sevincini asla yitirmeyen ve kanserin o cüzzamlı, o sinsi karakterine meydan okuyan bu kardeşimiz bir gerçeği daha ortaya çıkartıyordu. Yürek alır parayı.. Belki de Allah onu sevdiklerine bağışlamıştı. Ölüme karşı dimdik duruşu, tüm savaşların en görkemlisiydi.. Lakin bir savaştan çıkıp, başka bir savaşa gireceğini kim bilebilirdi ki? Zafer kutlamalarının en leylim zamanlarında, postacının eve getirdiği mektup ve onun içinden çıkan yazı savaşın başka bir cepheye kaydırıldığını gösteriyordu; "Sayın Haluk Yıldırım, kulübümüzle olan anlaşmanız feshedilmiştir. Kendinize kulüp bulunuz" cümleleri ahde vefanın anlam bütünlüğünü, gözlerinden akan iki çift damlaya teslim ediyordu. Oysa 10 seneye yakın hizmet ettiği camiadan bir teşekkür beklerdi. Yolları ayrılsa bile soğuk bir teşekkür kafi olabilirdi. Kanseri tokatlamanın keyfini yaşamadan, köşeye itilmenin filmini seyreden Haluk, onur savaşının ilk basamaklarını çıkıyordu. Senelerdir müessese takımlarının hegamonyasına tek başına dikilen Beşiktaş'la kesişti yolları Haluk'un.. Akatlar'daki ilk Ülker maçında onur mücadelesinin galip hali, salonu dolduran 4 bin Beşiktaş taraftarını kucaklarcasına açtığı kollarında gizliydi. Kadere ve terkedişmişliğe isyanın, çaresizliği kabul etmeyen haykırışların, Abdi İpekçi'deki son Ülker maçı bir ders niteliğindeydi. El Amin denilen basketbol sihirbazının skora itirazı, Haluk'un erken gelen ölüme itirazı gibiydi; "Ben istemeden bu maçı asla alamazsınız.." Bütün Ülker savunmasını darmadağın eden bu Pascal ruhlu adam, Haluk'a gönderilen o mektubun intikamını alıyordu. Basketbolda yıllarca yaşanan eziyet ve işkence, yani müessese kulüplerinin acımasız zulmü, elbet bir gün bitecektir. Nasıl ki Haluk kanser bitirimine avucunu yalatmıştır, Beşiktaş basketbol takımı da şampiyonluk mızrağını ligin en tepesine dikecektir.
-------------------------------------------------------------
SAMANLIK-SEYRANLIK VE MANSUR FORUTAN

İki gönül bir olunca samanlık seyran olur" cümlesini kuran ceddim Nostradamus'un büyük amcası mıydı yoksa! Seyrantepe'nin şu hali ancak iki kulüp başkanlarının gönül sahnelerinde mertçe tokalaşıp final yaptığında verimli olacaktır. Seyrantepe arazisinin seyranlık olması hepimizin arzusudur. Lakin; Seyranlığınla da samanlığınla da hiçbir şekilde ilgilenmediğimiz ve umursamadığımız halde bizi bu girdaba çekmeye çalışanlarda hepimizin korkusudur. Beşiktaş yönetiminin bu ikili çekişmeye neden müdahil olmadığını hince ve "Bilgiç"çe ortalığa atanlar şunu bilmelidir Beşiktaş'ın tapuya da, araziye de ihtiyacı yoooook. Çünkü onlardan bizde çok ! Seyrantepe muhabbetinden dolayı gerilen sinirleri yatıştırmak amaçlı düzenlenen bir zirve yaşadık. Bu zirveden bir kaç da karar çıktı. Yapılan anlaşmaya göre kupa finalinde G.Saray numaralıya, F.Bahçe'de kapalıya gidecekti. Buraya kadar beni ilgilendiren hiçbir şey yok. Ancaaak, Köşesinde "kapalı hep Fener'indi zaten" başlığıyla alınan karara nostaljik bir yorum yapan Mansur Forutan'ı okudum. Ara sıra okurumda zaten. Olayları "ti"ye alarak yazması hoşuma gider. Bahsettiğim yazısında ise yanlış tespitleri var. Doğru analizler yapmamış değil. Hepsi tartışılır. Anlatımında stratejik bir kırılma noktasına değinmiş. 2 Ekim 1994 tarihinde Galatasaray'a Samiyen'de yenildiğimiz 3-1'lik maçın endüstrileşme bölümünü şahane anlatmış. Keşke o maçtaki Kubilay Türkyılmaz, Rıza muhabbetine Bülent Yavuz'un nasıl penaltı çaldığını da anlatsaydı. Sonra Catering şirketlerinin kaşar ekmek meyva suyu tamek alaturkasına nasıl kara bulut gibi çöktüğünü anlatmış. O sıcacık fırın kokan kıymalı pideleri hatırladım. Bir pideyi üçe beşe bölerdik. Dumanı bile karnımızı acıktırırdı. Sonra kombineleşmeyi ve localaşmayı şöyle bir geçmiş. Yani para kazanmaktan başka hiçbir şey düşünmeyen zihniyeti. Yani cefakar taraftar dışarı, paralı taraftar içeri mantığı. Yarı yarıya stadların vazgeçilmezlerinden olan karşılıklı beste çalışmalarına değinmiş. Bize arabacılar diye takılanlara "arabanın tanesi bugün üç milyon" deyip krikosunu da hediye ederdik. "Sakın küfür etmeyin, edeni dışarı atarım" sözlerini sarfeden başkomserin bu tatlı tehdidi karşısında Avanak Avni'nin ıfıl tıfıl, aga nagi lugatlarına besteyi yapıştırıp "Anlayan anlar" dediğimizde komserin kahkahası hala kulaklarımdadır. Yalnııız! Birkaç yerde ufak bir yerde de büyük hata yapmış Sayın Forutan. Başlık tam anlamıyla sınıfta kalmış. Beşiktaş'ın ve Beşiktaş taraftarının olduğu bir ortamda kapalıdan bizim diye bahsetmek biraz garip kaçmıyor mu ? Garibime gitti de...
-------------------------------------------------------------
05-05-2005

BESİKTASLI BABA

Beşiktaşlı 'Baba'

Girilmez yazılı tabelanın tam altındaydı. Ameliyathane-nin o çirkin yüzlü kapısı o ana kadar ona hiç bu kadar soysuz gelmemişti. Başını iki küçük elinin arasına almış, oracığa çömelivermişti. Gözlerinden akan yaşlar Kızılırmak'ın deli suları gibiydi. Varsın aksındı. Hatta hiç durmasındı. Ama doktor amca müjdeli haberi bir an evvel versindi. "Baban kurtuldu" desindi. 11 yaşındaki o gencecik yüreği şimdi bir ayrı çarpıyordu. Çaresizlik durağında beklemek onu bir hayli yıpratmıştı. Şöyle bir ayağa kalkar oldu. Acıktığını hissetmişti. Ellerine baktı... Kan içindeydi. Üzerinde babasının ona 100. yılda aldığı nostalji formalarından vardı. O günü hiç unutamıyordu. Babası iş çıkışı "store"a uğramış, akşam yemeğinde ona sürpriz yapmıştı. Heyecandan sabaha kadar formayla dolaşmış, hiç uyumamıştı. Ya şimdi! Babası azraille çatışıyordu. Üstündeki formanın armasını öptü, gözlerini kapadı, ağzından iki üç kelime döküldü: "Seninle ağladık, senle güldük biz..." Sonra bir duygu sağanağı patladı. Bir türlü gözlerine dolan yaşlara hakim olamıyordu. Formasının alt kısmıyla gözlerini sildi. "Ne vardı sanki balkona çıkacak" diye kendi kendine hayıflandı. Fenerbahçe maçının atmosferinden etkilenmişti babası... Konya maçından sonra eve geldiğinde şampiyon oldukları sene diktirdiği bayrağı sandıktan çıkarmış, bir güzel ütülemişti. Bayrağı caddeye asacaktı. Ama ip eksikti. Onu da ertesi gün işten gelirken alacaktı. Bu işleri iyi biliyordu. 1982 şampiyonluğunda İstanbul'u bayrak delisi yapmışlardı. Antrenmanlıydı. İpi alıp geldiğinde bir yandan çocuğu ile konuşuyor, maaşını aldığında 1 numaralı Pancu formasını alacağını taahhüt ediyordu. İşte o anda balkonun en bakımsız ve çürük yeri çökmüştü. Babası gözü önünde Beşiktaş bayrağıyla aşağı düşüyordu. Bayrağın balkon demirlerine takılması düşüş hızını kesmişti. Hastaneye nasıl gelmişlerdi hatırlamıyordu. Birden irkildi. Babası hâlâ çatışıyor muydu azraille? Doktor hâlâ neden "müjde" dememişti? Babası da annesi gibi onu terk mi edecekti? Hüzünler hiç bitmez miydi? Ve kapı açıldı... Doktor karşısında dimdik duran çocuğa ağlamaklı bir sesle ancak "Kimin kimsen yok mu?" diyebildi. "Kurtaramadık" diyememişti bile. Avucunda doktorluğuna lanet edercesine sıktığı bir kağıt parçası vardı. Sessizce uzatıverdi çocuğa... Ufacık elleriyle buruşuk kağıdı düzeltti. Kağıtta; "Sevdamız uğruna canlar verdik biz Siyahın zindan olsun beyaz aydınlık Herkese nasip olmaz Beşiktaşlılık" yazıyordu...
--------------------------------------------------------------
Emek hırsızları!

12.05.2005

Gerçeklerin üzerine gidebilmek, ihanet rüzgarlarını başlamadan dindirmek demektir. Bu yazıyı kağıda dökmem de, o gerçeklere sırtımı dönemememdendir. Zaten güleç yüzlü maske takmış bu dünyaya hiçbir sempatim kalmadı ya, neyse! Oturmuşum, ağır ağır yazmaktayım. Aslında herkese gönül koymaktayım. Bir türlü içimden atamadığım o basket maçıyla depreşmekteyim. Ve hep o an gözümün önüne gelmekte. Salondaki 4 bin kişi, iki dakika sonra gelecek şampiyonluğu beklemekte. Laf aramızda, şampiyonluk da bir ağır, bir nazlı ki sormayın. O iki dakika bir türlü geçmemekte.. Biz de ağır işçiyiz hani.. Yürek işçisi.. Terlemekteyiz buram buram.. Emek vermekteyiz yani.. Bir yandan da elinde mikrofonuyla ne bağırdığını bilmeyen adama 'sus' demekteyim. Bu tribünlerde asla olmayacak bir işe soyunmakta. "Ya sabır" çekiyorum, bir an evvel diyorum ama; ı-ıhhh.. Ve gözlerim yedek basketçilerin oturduğu, antrenör ve koç Aziz Akkaya'nın olduğu bölüme takılıyor. Oraya da bench diyorlar. İyi güzel de, ben orada kimseyi göremiyorum ki!! Çünküüüüü! Kravatlı bir sürü adam, takım elbiseleriyle bench'in önüne adeta baraj kurmuşlar. (Sergen gelip ince ayar çekse bile nafile) Nedeni, iki dakika sonra gelecek şampiyonlukta güzel bir fotoğraf karesinde poz verebilmek. Kızlar, 20 sene sonra şampiyon olmuş kimin umurunda! Ona buna öpücük dağıtmaktalar. Sanki şampiyonluk onların basketleriyle, emekleriyle geliyor. Yedek kızlar adeta sinmiş. Sahadakiler şaşkın. O tabloyu dışarıdan gören herkes, basketbol şubemizde 70 tane yönetici var zanneder. Aslında her şeyi protokolün arkasında kalan kafeteryaya girdiğimde anlamalıydım. Yerler vıcık vıcık yağ içindeydi! Zemin bir kaygandı ki, sormayın.. Düzgün adımlarla yürümek, özel bir yetenek istiyordu sanki.. Ve elinde yağdanlıkla dolaşanları gördüm. Başkanın görüş alanına girebilmek için birbirlerini eziyorlardı. Sonra.. Binbir cefa, binbir eza, binbir gayretle gelen şampiyonluğun kupa törenini, o kupayı öncelikle hak etmiş kız basketçilerle kutlamak isterdim. Nerdeeee! Sermayeci kuruluş, yine sahanın göbeğindeydi. Ve kupa basketçiler yerine onların elindeydi. Tıpkı pazar günü, Samsun maçının devre arasındaki ödül törenlerinde olduğu gibi.. Yazık!
-------------------------------------------------------------------
Hacivat ve Karagöz

18.05.2005

Gönlüm bir sual arzu eder, cevapsız kalacağını bilerekten.. Yaram derine inmiştir, düşüncelerime düşerekten. İstanbul şehrinin taraftar kısmı hep sorgulanmış, yargılanmış, hatta acımasızca infaz edilmiştir. Bir darağacı kalmıştır kurmadıkları. Ve bir türlü sevememişlerdir bizi. Oysa Anadolu insanının o sıcacık duygularını çalabilmek için popülizmin kucağına düşen, onların gözünde kahraman olmak adına ayrımcılık yapan kalemşör bazı yazarlar; haftalardır stat dışından tribün içine, Beşiktaşlısına Fenerlisine atılan taşlara kalkan olabilecekler midir? Zevk alacaklar mıdır, başı kanayan insanları gördükçe.. Ve unutmayın timsah kısmı yavrusunu yer, akarsu çekildikçe.. Neden Dolmabahçe'de, Sami Yen'de ve Kadıköy'de Anadolu'dan gelen taraftarlarla ihtilaf olmaz da ve hatta bazı bazı alkışlanırlar da, Anadolu'ya deplasmana çıkıldığında futbolcuların kaldığı otelden tutun da tribünlerde kin kusan insanlara kadar tam tersi olur! Cevapsız kalacağını zaten söyledim.. Bari bundan sonra yapmayın ve soyunduğunuz kabinde giyinin lütfen! Gönlüm Beşiktaş'ın durup dururken deplasmana çıkmasından mütevellit bir sual daha arzu eder.. Karagöz, iki dudak öpecek diye Hacivat neden cereme çeksin ki? Neden adamın teki hakeme tekme attı diye Beşiktaş, Kocaeli'ne gitsin ki? Siz federasyon olarak İstanbulspor'a değil, Beşiktaş'a ceza veriyorsunuz. Öyle ya, İstanbulspor kafilesi 25 kişi civarı.. Bir otobüsle işi çözüyorlar. Ya Beşiktaş! Yüzlerce taraftarıyla yollara düşüyor, kazası belası da cabası.. Takım İstanbul'da oynama avantajını kaybediyor ve bütün pazarımız İstanbulspor'un cezası nedeniyle zehir oluyor. Ama neymiş? Federasyon, İstanbulspor'a ceza vermiş! Oysa basketbol federasyonu adaleti ve mantığı bir salıncağa kurmuş. Bir şehrin takımı aldığı cezayı aynı şehrin başka bir takımına karşı kullanamaz. Ceza, şehir dışından başka bir takımla oynanacağı zaman devreye girer. İlgililere duyurulur..
-----------------------------------------------------------

zibidikartal 09-12-2006 01:14

Siyah-beyaz bir aşk hikayesi

24-05-2005

Ağustos ayıydı.. Güneş bütün sobalarını yakmış, mavi gökyüzünde keyif çatıyordu.. Rıhtımda ağır abi gibi duran gemi, uzun bir yolculuğa göz kırparken, çımacılar halatları çözmüş, aheste aheste kalkmakta olan gemiye el sallıyorlardı. Şampiyonluk gemisi, bacasından tüten siyahbeyaz dumanıyla, kaşlarını kışkançlık bulvarına çatmış, bulutlara nazire yapıyordu. Dolmabahçe sahillerine kamp kurmuş yüzbinler, 6 hafta sürecek bir bekleyişin tatlı heyecanı içindeydiler. Yabancı sularda hatalı dümen kullanan gemi kaptanı, bütün iyi niyetiyle engin denizlere savaş ilan etmişti. İlk 5 limandaki bilanço akıllara zarardı.. Gemi, her yerinden yara almıştı. Ayakta durmasının yegane bir sebebi vardı: Manevi iç huruzu. Marmara kıyılarından Dolmabahçe sahillerine kulaç atan rotası bozuk bu gemi, iskeleye yüzbinlerin haykırışları arasında yanaştı. Herkesin kalbinde aynı flama vardı. Sevinmek için sevmedik.. Lakin Trabzon limanında, Kuddusi denen vatandaşın gemiyi ele geçirmeye çalışması yanlış tesadüflerin akıllı hamleleriydi. Bu arada gemi kaptanını, Dolmabahçe açıklarına demirlediklerinde zorla Yeniköy'e götürmüşlerdi. Semtin kasaplarına!.. Yolculuk sırasında tayfa Carew'in rüştünü (!) ispat ederek nefis çalımlarla direğe tırmanışı, miço Mustafa'nın karanlık sulardan intikam alışı; kaptanın seyir defterine altın harflerle yazılıyordu. Tersane yönetiminin hiç istenmeyen talihsiz bir olay sonucunda gemiyi üç haftalığına kızağa alması, deniz bilimlerini alt üst ediyordu. "Şefaatinden vazgeçtim, bari mezarımdan taş çalma" mantığının en kuvvetli ayrılık rüzgarı, geminin Konya ovasında kaybolduğunda esiyordu. İspanyol kaptan, sessiz terkediş filminin başrol oyuncusuydu. Zorunlu ayrılık, sorunlu birlikteliğin "The End" çizgisindeydi. Ve geriye o geminin 20 sene tayfalığını yapmış yeni bir kaptan geldi. Ekmeğiyle sütüyle, saçlara düşmüş akıyla, ciddi yüz hatlarıyla yeni bir kaptan.. O ki, tüm liman muharebelerinde bir yenilgiyle adeta güven tazelemiş, Pancu denen tayfadan Panter icad ederek gönüllere taht kurmuş, yara almış geminin tüm onarım masraflarını üstlenmiş bir Kartal yürekli... Ve son limandaydık geçenlerde... Kürek çekmiş tayfaların yorgunluğu, dut yemiş bülbülerin suskunluğu çökmüştü cümlemize. Belki de yeni bir yolculuğun şişkin hayallerini kuruyorduk. Siyah-beyaz düşlerimiz, sevda ambarlarında fink atıyordu. Ve hiç bir denizin susturamayacağı martılar, geminin güvertesinden haykırıyorlardı: Gelecekse tüm acılar senden gelsin, Bu sevdadan vazgeçersek, Allah cezamızı versin!..
-----------------------------------------------------------------
Muradım

30/05/2005


Öyle açar ki Murad... Şavkı bulut küllerinden daha bir suna. Daha bir burcu burcudur. İçim öyle bir kıpraşmaktadır ki yüreğim yetmez tansiyonuma. Acı vermektedir tüm yaşadıklarım. Sevgi sellerinin en alıp götürenidir sanki. Heyecan duraklarının en nefes alınmayası "onur" denilen mühimmatın en alkışlanasıdır. "Üç onluk" diye tabir ettiğimiz hayat tablolarının şapka çıkartılası ilk günüdür bugün. Gün Beşiktaş armasının olduğu her yere yürüyenlerin günüdür. Hatta yürümenin yalnızca güneşe karşı olamayacağını, son zamanlarda sözünü sıkça telaffuz ettiğimiz bu adımlama eylemenin, ölüm yollarına uzanan siyah-beyaz bir aşkın arşınlandığını da hatırlatmak halidir. Çünkü biz yürümeyi Liverpool'lulardan öğrenmedik. Güneşe karşı asla yalnız yürümeyecek olanlara inat biz yıllardır arkamızdan çelme takanları bilerekten ölümüne yürüyoruz. Hem de tek başımıza... Neyse bugün pazartesidir. Haftanın en zahmetli, en rahmetli, en çekilmez günlerinden bir tanesidir. Ama bugün özeldir. Akşamı iple çekilecek saatlerin başlangıcıdır. Zeytinburnu yollarının en aşındırılası zamanların yeganesidir belki de. Ve Murad... Öyle açar ki içinde 30 yıllık özlemin son durağındayımdır belkide. Ne Efes'in 4 uzunu korkutur gözümü, ne de biracıların müessese olma hali. Ne de seçimlerde desteklenmemiş basketbol federasyonu. "Korkutmaz bizleri musalla taşı" deriz ya aynen öyledir işte haleti ruhiyem. Hem neden korkacakmışım ki! "2.16'lık Varda" denen bir dev dururken parkenin göbeğinde; Kanserin o sinsi ve kalleş yüzünü darmadağın etmiş "Haluk" denen bir şovalye varken intikam kulvarında... Sarı saçları güleç yüzüyle en olmaz dakikaların uçuş sahasındaysa Ellies, Neden korkacakmışım ki!.. Yarangüme ve Veyseloğlu ailelerinin çaylak çocuklarıysa iki genç Kartal pençesi; İcraatın içinden filminin sessiz kahramanıysa Maher, ve 'sayı olmadı' diye reklam panolarını yumruklayan bir Beşiktaş delisi varsa Nedim diye... Neden korkacakmışım ki!.. Boyu kısa yüreği dev biri daha vardır ailenin içinde. Kara derili, çatal yürekli ve gözü kara. Ustalığı yüreğinden, bileğinden. Gücünü taraftarından almakta. Bilirim. Her faul sayısı göklere açılan ellerin dua halidir. Amiiiiin...
-------------------------------------------------------------
Çıldırtınız..!!

02/06/05


Bıktım. Senaryoların hep aynı suda yüzmesinden. Defalarca oynatılan sinema jenerikleri gibi basit ama tuzak dolu düşünce karelerinden. Usandım. Hep aynı pencerelerden bakanlardan. İnsanlara şirin gözüken maskeleri takıp, esasında kendilerini kandıranlardan. 12 bin kişilik Abdi İpekçi'de final oynama zevkini siyah-beyaz işkenceye dönüştürenlerden. Çoğu işyerinin 19.00'da paydos olduğu bir ülkede 18.30'da final maçı başlatmanın anlamı nedir? Buna rağmen ikinci ve üçüncü periyotlara kadar dışarıda upuzun kuyruklar oluşmasını görmezden gelmek ne demektir? Beşiktaş taraftarına ayrılan yer hariç muhtemelen salonun diğer yerleri boş olduğu halde dışarıda bırakılan binlerce insanı bu finalden mahrum etmek etik midir? Uzatılan mikrofonlara "Türk basketbolu için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz" söylemlerinin mealleri, yukarıdaki sorularda mı gizlidir? Nedir istedikleriniz? Fütursuzca çaldığınız düdükleri katmerlemek midir heyecanınız? İlle de müessese diyen felsefenizi pekiştirmek midir hesaplarınız? Ne istemektesinizdir? Çekinmeyin LÜTFEN! Beşiktaş taraftarı maça gelmesin mi? Ülker ve Efes hep mi final oynasın? Acaba yanlarına Tofaş'ı da alsalar mı! Beşiktaş sahaya çıkmasın mı? Nedir bütün bunlar?.. Hakemlere kulüp takımlarının maçları ağır mı geliyor? Hakemler stresli ve agresif taraftarı kaldıramıyorlar mı? Final demek; kameraya takılan 7-8 manken, 3-5 şarkıcı mıdır? Hakem demek, Nikolic'ten çıkan topu görmemek midir? Ya da yanına yanaşan takım antrenörünü elinin tersiyle azarlamak mıdır? Yoksa bunlar Orta Çağ Baronu mudurlar? Prkacin denen tiyatro sanatçısı neden yerde yatma gereğini duymuştur? Kafasına şişe mi gelmiştir, yoksa 'Alice Harikalar Diyarı'nda mıdır? Ya da beyninde Akatlar'a gelmemek gibi hinlikler mi dolaşmaktadır? Eşinin sahanın ortasında ne işi vardır? Sonra o orta parmak deklarasyonu ortopedik bir vaka mıdır? Acaba ben de El Amin yerde yatarken sahaya girebilir miyim? Liverpool taraftarı çok mu güzel şarkı söylermiş? Peki Beşiktaş taraftarı 90 dakika ne yaparmış? Göze ve kulağa gelmek için İngilizce şarkı mı söylemek gerekiyormuş! Kimin bacağını sıkmışım tramvayda? Soluğu nerede almışım? Ne bacağı? Ben tramvaya mı binmişim? Ben neredeyim? Çıldırttınıııııııııııızzz!..
---------------------------------------------------------
Aya gidiyorum!

Sponsorların ve çekirdekçilerin istila ettiği İnönü tribünleri, karnaval alanında donma tehlikesi geçiren insanlarla doluydu. Uzaktan bakıldığında kıpkırmızı giydirilmiş cehennem girişini andıran İnönü Stadı, görselliğin ve şovun doruk noktasında iken Eskimo evlerinin dış kapısını çalıyordu. Akdeniz ikliminin o sıcacık ve ateşli kimliği acaba hangi G.B.T.'ye takılmıştı. Çekirdek firmalarının Biletix'ten daha fazla hasılat yaptığını anlatmaya çalışsak, olayın vehametini ve hazin sonunu kare içinde işaretleyebilir miyiz? Manchester ve Milano'dan verilen örnekler ne kadar subjektif ise, Milli Takım oyuncularının tribünler konusundaki isyanı o kadar objektiftir. İlle de Manchester tribünleri, ille de İngiltere maç kültürü diye tutturan zihniyet sonun başlangıcına gelindiğini bu milli maçtan sonra artık anlamalıdır. İtalya'nın yalnızca Milano'dan var olmadığını; Palermo'nun, Lazio'nun, Bari'nin de birer İtalya şehri olduğunu artık bilmelidir. Ve bilinmelidir ki, gerilimi ve stratejisi yüksek G.Saray-F.Bahçe Türkiye Kupası finali ve Türkiye-Yunanistan milli maçı, uygulanan yanlış bilet politikası nedeniyle sükutu hayal ile sonuçlanmıştır. (Ya da bilerek yanlışlık yapılmıştır.) 90 dakika bağırmak ve takımı ateşlemek bir eylemdir. Bu eylemi de gerçekleştirmek kuşkusuz genç işidir. Motive etmesi beklenen kapalı tribün kaç paradır? - 110 milyon lira. Kapalı kaç koltuktan ibarettir? - 5840 (Bir de 5149 var, ama onun konumuzla alakası yok!) Şu andaki ülke ekonomisinde bırakın 5 bin küsur kişiyi, tezahürat etmek için maça gelip de 110 milyon lira ödeyecek 2 bin adet genç delikanlı bulun, ben de aya çıkıp Yuri Gagarin'e nazire yapacağım. Ama deseydiler ki; "Beşiktaş kapalısında kombine sahibi 1000 kişiyi milli maça davet ediyoruz. Bu milli görevdir. Bunun da organizasyonunu tribün liderlerine bırakıyoruz.'' İşte o zaman bütün Türkiye'ye gümbür gümbür bir tribün, canlı canlı bir milli takım ve gıcır gıcır bir 3 puan hediye ederdik. Futbol kamuoyuna hürmetlerimle...
-----------------------------------------------------------------
13'üncü Olmayız

15/06/2005

Serseri parmakları hoyrat dolaşıyordu piyanonun üzerinde. La minor tuşunun cazibesine takılmıştı. Dilinde bir melodinin şaşkın nağmeleri belirmişti. O anda bir korsanın ganimetleriyle çektirdiği resim karelerine çok benziyordu. Hani sağ dudak aralığından gözüken iki diş görüntüsü ve onun gülüşü andıran muziplik hali. Nağmeyi oracıkta kayda geçmişti. Güfte kısmı iyi gidiyordu da, melodiye sözleri bir türlü oturtamıyordu. Bir süre beste ve notaları karıştırıp durdu. İlham almak için sağa sola saldırıyordu. Sanki, Tchaykovski koltukta oturuyor, televizyonun hemen karşısındaki kanepede de Beethoven uyukluyordu. O anda elinde bir şişe şarapla kapıdan içeri giren arkadaşına da 'Tatyos efendi' diye hitap etmekten kendini alamamıştı. Şaka bir yana, iki haftalık süresi kalmıştı. Kutsal görev ona verilmişti. Ve o bir türlü rahat olamıyordu. Anıyla, şanıyla, yedi düvele destan olan Beşiktaş kapalısının bir neferiydi. Güneş görmemiş sözler yazar, bunları arkadaşlarıyla paylaşırdı. Son dönemlerde gazete sayfalarında sıkça bahsedilen 'müthiş taraftar' övgülerini, her Beşiktaşlı gibi içinde hissediyordu. Mutlaka bunu da başarmalıydı. Eş dost herkes seferber olmuştu. Camianın bürokratlarından bile, tribünde söylenen bestelere destek gelmiş, hepsine patent alınması için başvuruda bulunulması istenmişti. Hatta bazı şarkıcılar da, çıkarttıkları kasetlerde bu bestelerden bir kaç söz kullanıyor hissi vermişlerdi. İşte bu bütün gurur verici gelişmeler, magazin ve spor kamuoyunda hareketlenmelere yol açtı. Müzik piyasası karıştı.. Neydi bu kutsal görev? Chopin'i bile mezarından çıkartacak bu çatlatası görev neydi? Merak ediyorsunuz değil mi? Öyleyse sıkı durun.. 'Müzik ruhun gıdasıdır' derneğiyle, 'anlamam cazdan müzikten' oluşumunun ortaklaşa düzenledikleri anketten şu sonuç çıkmıştır: Gelecek sene düzenlenecek olan Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye'yi, Beşiktaş kapalı tribünün temsil etmesi uygundur!
-----------------------------------------------------------------------
BABA

19/06/2005

İçki sofralarının en neşeli adamıydı. Kır düşmüş saçlarını kıpkırmızı yanakları süslerdi. Sofrasından rakı, dudaklarından tebessüm hiç eksik olmazdı. Yıllar ondan çok şey alıp götürmüştü. Saltanat kayığından inip sefalet salına binmek, onarılmaz yaralar açmıştı benliğinde. Ama yine de rakıya olan tutkunluğunu, Beşiktaş'a karşı bitmek bilmeyen sevdasını hep iç cebinde taşıdı. Yüreğinin hemen üstünde... 60'lı yıllara ait bir İstanbulspor maçı anlatırdı hep. Salkım saçak, tıklım tıklım tribünler önünde oynanan. Aşırı izdihamdan dengesini koruyamayıp yeni açığın ikinci katından aşağıya düştüğü. Ve bileğini iki yerinden kırdığı. Sonra bir Fenerbahçe maçı anlatırdı. Çengel Hüseyinlere, Doktor Vediilere dair... Bu sefer yer, kapalı tribün. Ve karman çorman bir seyirci topluluğu. Aşırı heyecandan yerinde duramadığı, kelimelerin ağzından jet hızıyla çıktığı, inceden de küfür edebiyatının bulunduğu bir maç. Keyifli olup da bu maçı anlatmadığı olmazdı. Bir yudum rakı alır, bir parça peynirden ısırır ve muhabbete devam ederdi. Sonra 6-7 Fenerlinin kendisini ablukaya aldığını "Akıllı ol'' gibilerinden gözdağı verildiğini, suskun ve şaşkın bakışlar arasında anlatırdı. Anlattığına göre şaşırdığını hatta biraz korktuğunu, "Hastayım, bir soranım yok'' misali de içerlediğini hep işitirdim. Lakin oturduğu sandalyeye yayılıp da o kara, o yağız, o iri yarı adamın yanına geldiği sahneyi anlatması yok mu?! Vallahi zevkten dört köşe olurdum. Hem de defalarca dinlememe rağmen. O iri yarı adamın eski mahalle kabadayılarını andıran namus bekçisi edasında, o 6-7 kişinin içine kıvrılıp sanki hiç kimse yokmuşcasına bizimkine "Buraları bizden sorulur, bu pazar boydan boya'' diye bağırması ve o 6-7 kişinin buhar olup uçması hâlâ beynimin naklen yayın alanındadır. Yaaa işte böyle sayın büyüğüm, sevgili babacığım. Her sofra kurulduğunda hep hoş muhabbetin çınlar rakı kadehlerinde. Hep ocak başı istemişsindir de bir türlü götürememişimdir seni. Kah yokluktan, kah boşluktan! İçimde bir uktedir. İnan baba. Hele seni hastaneye kaldırdığımız günün sabahı keşke tavlada yenmeseydim. Keşke kızdırmasaydım be seni baba. Keşke o pulları çalmasaymışım be baba. Demek son kelimelerimizmiş onlar. İçim cız ediyor be baba. Son nefesini verirken "Alen" diye bağırmışsın. Yetişemedim. Affet beni be baba. Oğlun şimdi yürümekte. Dimdik ve yıkılmadan. Çelme takanlara aldırmadan. Ve bir torunun oldu baba. Saçları kıvır kıvır, karnı süt beyaz. Dededen Beşiktaşlı. Tüm insanlığın Babalar Günü kutlu olsun.
-------------------------------------------------------------------
ÇUKUR

22/06/2005

Tramplenin en ucuna gelip de denize atlamanın en heyecanlana-sı dakikalarını Küçük Su Plajı'nda yaşamıştık. Boğaziçi'nin bu nadide sahili gençliğimizin adrenalin üretme merkeziydi adeta. Boğaz suyunun akıntı halinde olması, tramplenin bir hayli yüksekte durması, adrenalin denen salgının med-cezir vakasıyla eş anlamda boyutlar içermesi anlamına geliyordu. Beynindeki en güzel figürleri parmak uçlarına aktarıp deniz kızı Eftelya misali suya dalışın yok mu?! Offf diyorum size! Sonra dünyanın kirlenmesinden denizler de nasibini aldı. Plajlar boşaldı. O güzelim sahiller terkedildi. Karşı cinsle tanışmanın birinci adresi Süreyya Plajı, Yeşilçam filmlerinin en güzel figüranı Moda Plajı, siyah beyaz fotoğraf kareleriyle antik müzelerdeki yerlerini aldılar.


Havuz yüzmek içindir
Bütün meyvelerin hormonlusu, rakıların sahtesi çıktı. İnternet ağı ortamlarında sanal ve suni muhabbetler peydahlandı. Ve bilumum atıkların kirlettiği denizlere alternatifler üretildi. Havuzlar! Boş bir çukura doldurulan su anlamına gelen bu deniz sahtesini son zamanlarda ne kadar da duymaya başladık. Federasyonun ilgi alanından, bütün kulüplerin bilgi alanına kadar hektar hektar ne yer kaplıyormuş meğer. Oysa adı üstünde. Havuz. Boş bir çukur yani. Boyu uzun olanın yüzmeyi bilmese de yüzer gibi yapacağı alan hani. Halbuki okyanuslarda harbi dalgalara kulaç atıp, havuzda sadece güneşlenmeye gelen yiğit yürekli adamlar da var. Canı sıkılır duş alır, isterse süt alır banyo yapar. Kleopatra bile kıskanır. Lakin Çilekli Tesisleri'nde de boş bir çukur vardı. İçini suyla doldurdukları. Üç beş dost görmeye, iki de kelam etmeye giderdik. Ama galiba; Havuzun parayla dolanıyla uğraşmaktan, suyla dolu olanını tramplende unuttuk!
-----------------------------------------------------
27/06/2005

Yaz aylarının gelmesiyle tüm aleme rehavet çöker. Bilimum bütün düşler, Akdeniz'e yoğrulur. Öğrencinin pasosu, mavinin hasosu ve kızların cabası; birinci adres Akdeniz'dendir. Topyekün spor alemi saatlerini denizin tuzuna, tatilin ateşine göre ayarlar. Gazete sütunlarının muz kabuğu üzerinde yürüyeni, bu ayarların farklılığındandır. Gezegenin en meşhur topçuları ligimize gelecektir de, hep nazlanırlar. En azından gazeteler öyle söyler. Her gün bir futbolcu transfer edilir. Havuzda yüzerken attığı kulacı yarım bırakıp duş bile almadan Türkiye'ye gelen topçular vardır! Hesapta topçu gelir de, bizimkiler naz eder! Yöneticinin teki Figo'nun baş parmağını, başkanın birisi Morientes'in dişlerini beğenmez. Koltuğu sağlam herhangi bir gazeteci de "Shevchenko'nun bacakları çarpık, bundan oyuncu olmaz" der. Gören de babasından kız istiyoruz sanacak! Velhasıl bir rüya alemidir gider. Bütün uykular hayımdır da, ne hikmetse bütün düşler kardeş çıkar. Kulüpler her sene transfere zorlanırlar. Bankalara paralar bloke edilir. Ona buna borçlanılır. Bu para çeşmesinin vanası nerededir bilinmez. Futbolun, böyle yapılarak da üstesinden gelinmez. Böyle de biline. Futbolcular, genç çağların hem en şanslısı, hem de dolar milyoneridir. Allah daha çok versin, ceplerinde balyalarla dolaşırlar. Ama aralarına akrep koymayı da ihmal etmezler. Kumar masalarına, kadınlara ve kızlara, çuvalla para akıtırlar da; bir düşmüşe, bir yetime, bir el uzatmayı hiç düşünümezler. Futbolu, zevkten, tutkudan, temaşadan ve forma aşkından çıkartıp da, endüstrinin ve sanayileşmenin bir numaralı sektörü haline getirenler; yarın şeytanın yavrularını emzirmesine de seyirci kalacaklardır. İşte biz de o zaman onları, statların en pahalı localarından seyredeceğiz. Hem de bacak üstüne bacak atarak!
------------------------------------------------------------
Neredesiniz!

29/06/2005

yılının ortalarıydı.. Camianın delikanlıları, köyiçinde toplanmışlardı. Amaçları ve hedefleri tekdi. Yürek yüreğe vermek... Beşiktaş geleneklerinin hep baş üstünde olduğu bir ortama şahitlik ediyorlardı. Tribünleri şaha kaldırması planlanan bu oluşumun ilk resmi adımını orada atıp, ismini koyuverdiler: Genç Beşiktaşlılar Derneği... Acıkmış bir Kartal iştahında saldırıyorlardı. Tribünlerin varolan coşkusunu, görsel şovla süsleyip, insanlara ayrı bir temaşa zevki veriyorlardı. Hele bir derbi maçta 3 adet davuluyla bize karizma yapan deplasman taraftarına, zulalardan çıkan 150 davulun gürültüsü, fiyakası ve gülüşü yok mu.. Zamana mağlup olmanın kaçınılmazlığı ve ekonomik zayıflamalar sonucu derneğin yönetimi el değiştirdi. Değişim rüzgarlarının ilk hevesi ve nefesi, Ajax maçına rastladı. Bir hafta boyunca sabah akşam demeden tam 30 bin bayrağa sopa taktılar. Ve bize unutulmaz bir 8'e 10 kala yaşattılar. Sonra bu yönetim de çatırdadı. 1994 kasımında ise sıra bize gelmişti. Tüm zamanlarda, tüm yönetimlere zaten destek veriyorduk. Resmileştik. Ve sıfat kazandık... Herkesin bir görevi vardı. Hizmet sınırsızdı. Öyle ki Forza Beşiktaş dergisi, Türkiye'de "hit" olmuştu. Dernek üye sayısı 10'binlerde tavan yapmıştı. Lakin 8 sene süren bu serüven, tribünlerin tüm sorumluluğunu taşıyamamaktan resmi suçlamalar nedeniyle tarihteki yerini şanıyla aldı. Bunları anlatmamın sebebi, arka arkaya açılan 100'e yakın derneğin ne iş yaptığını bilmediğimdendir... Bu derneklerin kriz anında ortaya çıkıp, düşüncelerini ifade edemediğinden, var olduğuna asla kuşku duymadığımız Beşiktaş aşklarını taraftara yansıtamadığındandır. Ve özetle dernekçilik, camiaların ve kulüplerin resmi sesidir. Duyamıyorum da...
-------------------------------------------------------------
Sadece yaşamak

04/07/2005

Alevi'si, Sünni'si, Kürd'ü, Ermeni'si, Türk'ü, Laz'ı. Her inançtan, her etnik kökenden insan, hem kendinden hem toplumdaki kardeşinden bir parçayı onların müziğinde buluyor." Yukardaki paragraf Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sayın Ergun Babahan'a ait. "Siyasetin ve şiddetin ve sözün dile getiremediğini müzik en iyi şekilde ortaya koyuyordu. Anadolu insanı tarihten gelen kardeşliğini bu müzikte buluyordu" diyerek "Kardeş Türküler" adlı grubun icra ettiği müziği Türkiye'deki yansımalarıyla mükemmel anlatmış. İmza. Lakin hislerimin yoğunlaştığı, aynı duyguları yaşadığım çok özel bir mekan daha mevcut. İstanbul'un yüzyıllar evveline dayanan o kozası hala orada nefes almakta. Sevginin ve kardeşliğin bütün omuzdaşlığını orada görebilirsiniz. Farklı siyasi görüşlere, farklı dinlere, kültürlere ve geleneklere kucak açan tarihi bir mekan. Ülkemizin o sıcacık iç içe geçmişliğini 150 metrekare içinde toplayabilen kadirşinas, sevecen, bir o kadar agresif ve dimdik bir ortam. Söylediklerim bir moda dergisinin tanıtım programı değil. Bir gurmenin "Aman yarabbi, o ne lezzet" diyeceği yer hiç değil. Bahsettiğim bu mekan; bir aşığın bütün aşklarını orada yaşadığı, aşkı uğruna ölümleri göze aldığı ve aşkını da, yaşanmışlarını da, kendini de, ruhunu da ebediyen kilitlediği bir yer. Beşiktaş kapalı tribünü. Laz'ın, Çerkez'in, Ermeni'nin, Sünni'nin, Alevi'nin, Kürd'ün, Yahudi'nin, sağcısının, solcusunun, zenginin, fakirin ve gayrısız 72 milletin kellesini aynı yumruk içine sokup kardeşçe ve delikanlıca tek vücut ve tek ses halinde biricik aşkına yırtındığı o yüce mekan. Ve iyiler hep yaşamak zorundalar. Sadece yaşamak.

zibidikartal 09-12-2006 01:26

İSYANIM ŞAFAKLARA

14/07/2005

Sevgiyi yudumlamak zor zanaattır. Tıpkı sevdayı yorumlamak gibi. Yudum yudum gırtlağından ciğerlerine dolan aşkın ağababasıdır oysa. Solumak için hep peşinden koştuğun.. Halbuki hep siyahını üstlenmişsindir, beyazını sevdiklerine veresin diye. Sevdan, taa derindedir. Sevgilin yaban ellere gitmiştir. Viyana kapılarını zorlarcasına gittikleri Avusturya'dan saz semaisi dinlenmekteydik nicedir. Özledim, göresim geldi.. Düştü aklıma, geçen senenin bu günleri. Ne de hummalı koşuşuyorlardı Fulya önünde.. Ne çok koşturup da, ne acele ediyorsunuz diye Akaretler'e asıvermişlerdi hemencecik.. Şimdilerde ise ağırdan alıyorsunuz, biraz acele edin demekteydiler otoriteler. Ahh, ahhh.. Şu bab-ı ali çapkınları işin ortasını bir türlü bulamadılar ya! Kampın, gazete sayfalarına yansıyan Sergen'in meşhur kilolarıydı. Lakin, camianın kafasındaki en büyük soru işareti ise Turca'nın Cola'larıydı. "Kalkıyor gemi" derdi rahmetli peder... Gözleri dalardı... Aynı şu andaki ben gibi.. Yürümekteyim ufuklara ve düşünmekteyim. 20 gün sonrasını, ligi yani... Halim nicedir. İsyanım şafaklaradır, hem de çırılçıplaklarına. Nedir bu pamuk tarlasındaki kola kırmızısı? Nerededir bu orta saha ve hanidir bu çerçeveci? Nasıl ki McDonalds'ın salt rengini siyah- beyaza çevirebildiler, formanın asil rengine hürmeten de ..... McDonalds zordu; hem kırmızı değişti, hem sarı... Bu daha kolay. Yap kırmızıyı siyah, hep beraber rahatlayalım. Dostlar, kalemim yettiğince bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Duymakta mısınızdır beni ve hissetmekte misinizdir ki beni? İyileri bir araya toplamaya çalışırken, bir iyi adam daha çarptı kapıyı, arkasına bakmadan.. Arkasında kalmadan arkaların, en önde giderekten... Durağan nehirlerin temiz yüzlü abidesi... Hoşçakal be 90 dakika...
--------------------------------------------------------------
Talihsiz çocuklar

Evvel zaman olurlarında Spor Yazarları Kupası'nın telaşı yaşanırdı. Lig öncesi lig maratonuna terazi konurdu. Kefelerden hangisi ağır basardı? O tartışılırdı. Lige hangi takım daha hazır onun analizi yapılır adeta takımlar birbirine güç gösterisinde bulunurdu. Lakin çok sert geçen maçlar, dolayısıyla sakatlanan futbolcular nedeniyle bu maçlar angarya gelmeye başladı. Kulüpler riske girmemek adına sahaya yedek oyuncularla iner olunca da ipler iyice gerildi. Bunun üzerine TSYD bilet fiyatlarını da yüksek tutunca o gerilen ipler koptu. Ligin başlamasına bir hafta kala yapılan bu maçlar nedeniyle takımlar kamp yerlerinden vakitlice gelir, açılışlar izdihama dönüşürdü. Tıklım tıklım tribünler önünde oynanan o maç ve açılışların camları bardak oldu. Bu düşüncelerin ve mazinin depreşmesi Ostrava maçının boş tribünlerinden mütevellit. Gözlerimin önünden şerit gibi geçiverdi de mazim. Lig öncesi Spor Yazarları, lig ortasında Donanma Kupası, Deliler Kupası, lig sonunda Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Kupası. Baksanıza ne çok karşılaşırmışız bizim ezelilerle. Hepsinin maneviyatı aynı, hepsi ayrı ayrı değerleri ayrıcalıklı ne günler yaşadık. Zamanımızın talihsiz çocukları ve gençleri ise neredeyse derbi maçlarını göremeyecekler bile. Nerelerden nerelere!!! Aslında sahadaki hırsı, futbolcunun arzusunu, gurbetçinin boşvermişliğini yazacaktım. Futbolcu ayrımına girmeyecektim de "Youla çok iş yapar" diyecektim. "Takım gaza bastığında 5. vitese adam lazım. Görmüyor musunuz" diye seslenecektim. Ve "ille de bir golcü" diye yırtınacaktım.
----------------------------------------------------------
Uykudan Önce

22/07/2005

Göz kıyılarının kenarları büzüşmüştü. Elindeki kahve fincanını zor zaptediyordu. Belli ki sinir yapmıştı... Medeniyet çağının ukala camı karşısında okudukları gastritini azdırmıştı. Dünyanın dört bir yanından yazılan garip, belki doğru, belki saçma ama hep muhalefet bir sürü kelime yığınına kafası acaip takılmıştı. Oysa ne güzel, ne keyifli oturmuştu bilgisayarının karşısına. Güne Beşiktaş''ının haberleri ve yorumlarıyla başlayacaktı. Başladı da... Başlamaz olaydı. Bir tanesi Ailton''un 32 yaşında olduğunu, 2 sene sonra bunu satamayıp para kazanamayacaklarını irdeliyordu. Ötekisi sakat olduğunu, diğeri şişman olduğunu yazıyordu.. Başka bir forum kaptırmıştı kendini Fulya projesiyle. Doğru yazanlar da vardı ama "yıkıcı terminatör" edasında çekiştirenler de çoğunluktaydı. Aklına son mali kongrenin bazı kareleri düştü. Bu projeye ilişkin bir büyüğün sözleri hâlâ kulaklarındaydı. "60 milyon doları biz aramızda 5-6 kişiyle toplarız. 10 milyon dolar benden." Hatta bazı zenginler de başını olur gibisinden sallamış, salondan da alkış almışlardı. Bu haberleri yan masada şaşkınlık içinde oturan sekreterine print ettirmişti. Bir yanda çaresizlik içinde ödeme yapılmasını bekleyen çekler, öte yanda elindeki A4''ten pis pis sırıtan sanal alemin korkusuz silahşörleri... Elindeki kahve fincanını masaya koydu. Sekretere dışarıda beklemesini rica ederek klavyenin tuşlarına doğru taarrruza geçti. Koca okyanusta bir kibrit çöpü, gökde bir yıldız burcu da olsa, alsa da gençliğimi ben Beşiktaş''ımı seviyorum. Kimler gelmedi ki. Tüm gelenler bırakıp da gitmedi mi bizi. Çıplak ayaklarımızla yürümedik mi peşlerinden. Yöneticisi de, başkanı da, topçusu da çalmadı mı sevdalarımızı. Sizin elinizdeki internet bir oyuncak. Oyalanıyorsunuz. Oysa dışarda gürül gürül akan bir dünya var. Maalesef uyuyorsunuz...
-----------------------------------------------------------
İyot kokularında oturmuştum. Akıntıya karşı kuşanmanın anlamsızlığını düşünüyordum Yeniköy sahillerinde. İstinye'ye doğru koşuşan denizin dinginliği hayret alanımdaydı. Fırtına öncesi sessizlik bu demekti galiba. Bin yıllar öncesine ait bu düzenek her nüansı ayrı ayrı düşünülmüş, bin yıllar sonrasına ait bir makineydi sanki. Tabiat ana dedikleri bu kurgunun sert ve katı tek bir kuralı vardı. Bana asla karşı gelemezsiniz. Oysa yıkılmış devletlerin, yakılmış imparatorlukların tek suçu vardı. Kendilerini tabiat ana gibi zannetmek. Meçhul anaforların, dipsiz girdapların içinde kaybolan nice insanın tek handikapı kendini karşı konulmaz sanmasıydı. Tek başına hayata dikilmiş bir ağaç gibi tek ve hür yaşamaktı sevdalarımız ormanların kardeşliğinde. Kimseye ait olmadan. Tek başına göklerde uçan Kartal'ı kıskanmaktı hasretlerimiz, özgürlüklerin pençesinde. Kimseyi, bir kıl ucunu dahi incitmeden. Sevmenin, delice sevmenin hesabı gelmişti. Avucumda ne varsa ödemiştim hayata dair. Hem de üstü kalsın diyerek. Bahşişleri biriktirip zengin olanlar bile vardı. Cabalarını yazmıyorum. Her defasında çıplak gövdemizi siper ettik. Tek kullandığımız "Beşiktaş alın yazım" yazılı kalkanlarımızdı. Kahrettiğim, kahrolduğum gecelerin siyahındayım. Hüzün, makas almış yanağımdan. Ve o yanaktan iki damla da yaş süzülmekte. Üzülmekteyim yani. Radyoda bir sevda türküsü... Ve bitirirken ilk defa nasıl bitireceğim diye düşünmüyorum. Hatta önemsemiyorum bile. Neyse! Açmayalım okyanusun kapağını. Sadece... Beşiktaş'ı Beşiktaşlı gibi düşünün ve Beşiktaşlı gibi de yaşayın. Çünkü Beşiktaş, sadece Beşiktaşlılarındır
-----------------------------------------------------
Aydınlıktayız

Yakamoz düşer ya suya gecenin bir vakti, hani ay hünerlerini gösterir... Sen keyif yaparsın karşısında, rakın ufak ufak içilir kadehinden... Hani tozlu topraklı yollardan geçersin de çalı çırpı batar ya ayaklarına. Düze çıkmaktır amacın da son tepeyi aşmak istersin her türlü. Bitmişsindir yorgunluktan ama son tepe de aradan çekildiğinde masmavi rengiyle denizle baş başa kalırsın ya.. Serin serin atarsın kollarına kendini... Hani İstanbul'a şöyle bir tepeden bakarsın ya.. Altınboynuz Haliç'i, Beykoz'dan tut da Üsküdar'a en rengarenk boğaz kıyılarını, ışıl ışıl o canım adaları görürsün. Çamlıca'nın tepesine kurulmuşsundur da, bir ince çayını yudumlarsın. Ve piyerloti sana karşı tepelerden yalnızca el sallar. Ve ben Pazar gecesi sırılsıklam gömleğim, yapış yapış pantalonumla bu zevklerin hepsini bir arada yaşadım. Hatta localarda oturanların bir fazlası bile vardı. Dünyanın en büyük korosunu dinleme hakkına sahiptiler çünkü. Yemyeşil sahada bir yakamoz gibi duran o pırıl pırıl, o çakmak çakmak ve boydan boya endamıyla parmak ısırtan şanlı Beşiktaş'ım. Kahrolası karanlıklar bitti.. Aydınlıktayız... Çatlamakta kıskançlıklar ve biz bütün hasretlerin kahrına yedi iklim hazır kıtayız... Artık keder yok kaderde... Hazin sonları Dolmabahçe'nin çöplüğüne fırlattık... Ve bugün Ankara gözükmekte ufukta. El sallayanları görüyorum piyerloti gibi, ellerinde mendil... Bir şey anlatmaktalar... Yolunuz açık olsun, uzak ara der gibi...
--------------------------------------------------------------
Sağlı sollu ataklar, şutlar, rakibe nefes aldırmadan ilk topa basmalar ve inanılmaz bir tempo. Amansız bir baskı kurulmuştu. Gökhan'ın sakatlanması Beşiktaş'ın iyice yükselttiği bu temponun düşmesine neden oldu. Diyarbakır kalecisi Murat'ın tek başına direnişi bana 1974 Dünya Kupası Almanya- Hollanda finalini hatırlattı. O maçta top kaleci Sepp Maier'in sırtına çarpmıştı, pazar günü de Murat'ın omuzuna.. Maier'in o günkü şanslı kurtarışları Almanlar'a kupa getirmişti.. Murat'ınkiler de Diyarbakır'a puan.. Ailton'un şutunda top "Kornere mi çıksam, gol mü olsam" diye 10 saniye düşündü.. Biz de tribünde 10 sene ihtiyarladık. Kleberson, öyle bir kafa attı ki topa, insan (!) yüzü suyu hürmetine içeri girer.. Ama yok.. Top gitti direğe kafa attı.. Bütün gazeteler Alex'in volesini rövaşata yapıp adeta fotoromanlamışlar.. Toroman'ın göğüs stopu ve volesinden bahseden yok. Sahaya şiş atılmış!!! Davulun sıkma çubuğu ne zamandan beri şiş sayılıyor? Bir yorumcu ahkam kesmiş. "Bu saha kapatılmalı ama F.Bahçe maçı var, kapatamazlar!" Kapatamazlar derken de gaz pedalını iyice körüklemiş. Aklı sıra federasyona yol gösterecek ya.. Biz de onlara ceza yönetmeliğinin 31'inci maddesini gösterelim. Beşiktaş taraftarına sataşmayı huy edinenler, maç kasetlerini lütfen bir daha seyretsinler. 95 dakika boyunca küfür edilmiş mi? Maçın bitişiyle birlikte Beşiktaşlı futbolcular tribünlere çağırılmış mı? Çağırınca da çılgınca alkışlamış mı? Ve alkışlayarak da soyunma odasına yollamış mı? Tribün terörü diye, olmayan bir şeyi canlandırmaya çalışanlar bir gün kendi kazdıkları kuyuya düşeceklerdir. Bizim iyi niyetimizin onda birini sizden rica ediyoruz. Lütfen elinizi vicdanınıza koyunuz.. Biz yoksa başka maçta mıydık!..
-------------------------------------------------------------
Yeter artık

Danimarka maçının ülke genelinde tansiyon yükseltmesi ve heyecan yaratması, aynı bağlamda gittikçe kızışan ligin yavaşlatma ibresi oldu. Lig maratoncuları mola alıp soluklandı. Gözler usta kramponların milli portrelerindeydi. Oynadığı ikinci yarı boyunca bulunduğu mevkiide adeta şahlanan ve inanılmaz orjinde bir gol atan Okan, Diyarbakır maçından sonraki olaylar nedeniyle ne yazık ki ceza kuruluyla karşı karşıya.. Performansının zirvesindeki bu adamdan Beşiktaş belli bir süre yararlanamayacak. Allah'tan kan değirmenlerinin gücü İNÖNÜ'ye yetmedi. Yoksa Beşiktaş camiası ondan da yararlanamayacaktı. Tümer'in oyuna hükmedişi ve attığı gol, önemi nedeniyle de yılın golüne aday.

Yoruma bak yoruma
Lakin spikerin gol tanımı ve methiyesi enteresan. Böylesine kritik maçta umutlar tükenmişken atılan gole yakıştırmaya bakın! Alex'vari.. Vay vay vay.. Popülizm kusursuz ama.. Yiyen var mı! Bir TV programında Mehmet Demirkol arkadaş kavlince eğlenirken Beşiktaş taraftarının kombine almamasını, nasıl olsa sahanın devamlı kapandığını söylemekte. Sırça saraylardan yapılan bu ve benzeri hükümlere dur deme zamanı gelmiştir. Yönetim, acilen medya takip ünitesi kurmalıdır. Asılsız sataşmalara, bilinçsiz önyargılara ivedilikle cevap vermelidir. Hatta Beşiktaş'ı maddi manevi zarara uğratacak her kelimeye dava açmalıdır. Şimdi kolay şöhret olmanın seranatını yapanlara bir soru soracağım; İyi düşünün, hatta taşının da! Ve bir kerede cevap verin.. Beşiktaş taraftarı geçen sene saha kapattıracak ne eylem yapmıştır? Biliyorsanız cevaplayın.. LÜFTEN!

------------------------------------------------------------
Ölü toprağı

21/09/2005

Kum gibi tane tane acıların ortasına düştüm. Hüzün acı acı bakmakta. Ve gözümü her kapatışta maçın bir karesi canlanıyor.. İblisin nöbet tuttuğu dakikalarda, Kleberson'un golüne melekler bile şapka çıkartıyordu. Lakin ölü toprağı serpilmişcesine bir havaya bürünen İnönü Stadı, bilmem kaçıncı maçında bize "game over" yapıyordu. Youla, yeni bir trendin öncülüğünü yaptı. Kırık burun modası.. Velhasıl bende uyandırdığı izlenim ise kırık hayal dünyası. Pancu'dan beklediğimiz rakibin belini kırmasıydı.. O gitti kendi belini sakatladı.. Ve.. Maçın tek otoritesi Fırat Bey'in ön plana çıkan Beşiktaşlılığı ve buna dayanan kampanyaları kaldıramaması, gene de onun iyi bir hakem olacağını gerçeğini değişteremez. Öyle değil mi F.Bahçe medyası! Ama Ailton'un bir serzenişine çıkan sarı kart, Anelka'nın düdükten sonraki vuruşlarına neden çıkmaz. Beşiktaş'ın verilmeyen, F.Bahçe'nin verilen penaltısı arasındaki fark, yalnızca renk ayrımı mıdır? Yoksa göremediğimiz 5 tane gizli nokta mı vardır.. Gizli noktaları bulanlara, F.Bahçe yönetimi ve PFDK şilt mi verecektir? Ya da bu olanlar kurulu bir düzeneğin altın kaplı dişlileri midir? Her zaman söylediğimiz gibi kazananın elini sıkmak isterdik.. Racondandır.. Lakin, golü atan Tuncay efendi sevinmek yerine saatlerce aynanın karşısında çalışılmış "sus" işareti yaptı ve yerlerde kıvrandı. Vizyondaki "fair-play!" filminin en iyi yardımcı oyuncu rolüne adayım, Tuncay Şanlı'dır.. Ve "7 dalda oynayan", pardon Oscar'a aday bu filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu kim biliyor musunuz? Çoook tanıdık bir isim..
---------------------------------------------------------------

zibidikartal 09-12-2006 01:58

Toslaşma

Vakti zamanında bir futbolcu yaşarmış... Boyu kısa, zaman-laması mükemmel. Topçuluğu da bayağı iyiymiş. Sessiz sedasız kişiliğinden dolayı basına da hiç malzeme vermezmiş. Lakin yedek kaldığında bilmem kaçıncı yeniçeri ayaklanamasının da başmimarı o olmuş... "Aheste çek kürekleri, mehtap uyanmasın" cümlesinin isim hakkı da, telif hakkı da ona aitmiş... Türlü entrikaların bir numaralı senaristi bu vatandaş, hala layık olduğu yerde değil maalesef! Neticesinde iki başkan ve onlarca yöneticinin ona diş geçirememesi hala konuşulmakta. Ve günümüz Beşiktaş'ında yukarıda bahsedilen nostaljinin bir benzeri yaşandığı söylenmekte. Gazeteler yazmakta. Dilden dile dolaşan rivayetler, dedikodular; çalkantılarla başımızı ağrıtmakta... Soru işaretlerinin bolluğundan hiçbir cümleye nokta koyamıyoruz. O yüzdendir ki, Beşiktaş yönetimi ivedilikle radikal kararlar almalıdır. Ve Başkan, yanındaki hiç kimsenin tesiri altında kalmadan salt düşüncesini uygulamaya koymalıdır. Hele hele sevdanın çamaşır iplerine asıldığı bir Ankara maçı sonrası. Kim, neyi ve nereyi karıştırıyorsa ve benim sevdamı çamaşır ipine asıyorsa, onun da asılacağı yer herhalde bizim evin duvarı olmamalıdır. Başımızdaki sorunların çokluğundan ulu orta toslaşmaları kaçırmışız... Biz kaçırıyoruz tamam... Çünkü yoldaydık... Peki, çok sevgili yorumcularımız da mı yoldaydı? Hayır... Onlar sırçasaraylarında üç maymunu oynamaktalar. Diyarbakır maçından 15 dakika sonra Okan'a kırmızı kart gösteren zihniyet, Samsun-G.Saray maçının devre arasında nerdeydi? Neden bu hiç irdelenmedi? Neden ceza söz konusu olmuyor? Aynı toslaşma Beşiktaş'ta olsa "her iki topçuya kaç maç ceza verelim" tartışması yaratılmamış mıydı? Efendim, bu toslaşmayı görmüyorsanız önünüzdeki adalet duvarına toslamaktan kaçamazsınız. Onun için hız yapmayın!
---------------------------------------------------------------
Boşuna!

Gerçek demokrasi hakkını alabilme gücünü göstermekle sağlanabilir. Alın terinin boşa akan kısmı, toplumlarda kaos yaratır. Ben şahsen federasyondan, özellikle de sayın Şekip Mosturoğlu'ndan; MHK'yi ve PFDK'yı kınama ve çekidüzen yazısı yazmasını beklerdim. Ve bu yüzden insanlar helal alın terine hasret kalıyor. Ara ki bulasın... Özgüç Türkalp'in cesaret edemediği ya da çalmadığı o biçare düdük, insanları infiale sürükleyecek kadar fütursuz bir alet... Ama Anelka'nın Maradona tandanslı "Tanrı'nın eli" ufak bir ayrıntıda gizli. Maradona, "Tanrı'nın eli" diyebilme cesaretini gösterdi... Ama Anelka "Şeytanın eliydi" diyebilme nezaketini bile maalesef gösteremedi.
Yazık!.. O zaman insanlar, hatta bütün dünya yönetimleri; milyonlarca doları genel müdürlüklere, yönetimlere, futbolculara ne diye veriyorlar? Ben Malmö'yü eledim diye niye seviniyorum? Tribündeki adam gırtlağı patlayana kadar niye bağırıyor? Neden ha, neden!.. İnsanlar, analarının ak sütü gibi helal alın terlerini çalma hakkını nasıl buluyorlar. Yok mu bu gidişe dur diyecek birisi. Benim içerlediğim en hüzünlü bölüm, 10 kişi kalmalarına rağmen 11 kişilik Brezilyayı ellerinden kaçıran 17 yaş altı delikanlıları... Maçtan sonra nasıl çökmüşlerdi... Emekleri, alın terleri, o çatal yürekleri bir anda tükenivermişti. Ve hüngür hüngür ağladılar... Ey, o çakmak çakmak gözlerden süzülen yaşlar... Ey, o açık alınlardan dökülen terler... Akmayın boşuna... Sizi kimse görmüyor ki!
-----------------------------------------------
Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur mantığının en önemli kanıtı bugündür. Çarşamba Arnavutluk'u yen, perşembe Almanya kapılarını ardına kadar aç. Arnavutlar'ın Türkiye'de bir zarı meşhurdur bir de kaldırımı. Bir de kuşbaşı şeklinde kesilmiş ve kayık tabaklarda servis edilen meşhur Arnavut ciğeri. Anlayacağınız, iç içe geçmişizdir Arnavutlarla. Tavuklarımız birbirine karışmıştır yüzyıllar boyu. Ama bugün ciğer de istemiyoruz, tavuk da. Canımız ille de gol çekiyor. Türkiye gol gol gol. Tümer'in milli takım performansını Beşiktaş'ta attığı golün "nasıl sevinmez" iyle kıyaslayanlar bir noktayı gözden kaçırmaktalar. Tümer, yapmacık gol sevinçleri yapamaz. Karekteri buna müsait değildir. 3-1'de bile tur atlanmış bir Malmö'ye dördüncüyü atmak onun için yalnızca tabela değiştirmektir. Ama Danimarka ve Ukrayna'ya gol atmak istikbalini de, futbol kaderini de değiştirecektir. Öyle değil mi? Nuri Şahin diye bir delikanlı keşfettiler. 17'sinde bir gurbetçi. Almanlardan önce davranıp Türk Milli Takımı'na almaları helalliklerini de ikiye katladı. Kimin emeği geçtiyse sağolsun, varolsun. Lakin, çocuğu bu kadar pohpohlamaları ve janjanlı manşetlere taşımaları o yaşta insana büyük zararlar verebilir. Çocuk bu kadar övgüyü kaldıramazsa, bir anda kaybolur gider. Ve siz abiler, bir cevher buldunuz.. İyi, güzel... Kaybetme hakkınız var mı? Teşekkürler!
------------------------------------------------------------
3-5-8

Başım yastığa düştüğünde geceyi azad eden yüreğime bir acı saplandı. Gözlerimdeki sancı düşlerime engel oluyordu. Ve ruhumu İnönü'de bırakmıştım. Sahadaki basiretsizliği ve vurdumduymazlığı anlatmak bir tribün adamı ve toplum insanı olarak bana düşmez. Teknik analizleri, abuk sabuk tandemleri, 4-4-2'leri, 3-5-2'leri kan değirmenlerine bırakıyorum. Siz sistemlerinizle bol bol sevişin. Ama "Ben sistem mistem anlamam. Bu Beşiktaş, bu Kayseri'yi yenmeli. Yenemiyorsa da bu diyardan gitmeli'' mantığında olanlara ne diyeceksiniz. 3-5-8 oynasınlar mı? Beşiktaş tribünleri neden kılıçları çekti? Agresif ve depresif olma hali neden hep Beşiktaş'la anılır oldu? Arz edeyim efendim. Bizanslar'dan bu yana hakemlere olan güvensizlik, taraftarı dipsiz kuyulara itti. Paranoya gezme hali, federasyona karşı bir travma yarattı. Kapitalizm patronlarıyla kol kola yürünmesi, halkın ta kendisi olan Beşiktaş tribünlerini de bu kurumdan soğuttu. Hemen her dakika dış mihraplarla uğraşan taraftar, futbolcusuna da aynı duyguları taşımaya başladı. Aşırı güvensizlik! Forma aşkına bu kadar önem veren Beşiktaş tribünlerini anlayamadılar. Zannettiler ki dünya paranın etrafından dönüyor. Oysa ter ile ıslatılmış Beşiktaş forması, en değerli mücevherattır. Bunu bilemediler. Beşiktaş taraftarı, pazar gecesi futbolcusunu öldürdü mü, öldürmeye teşebbüs mü etti, bilmem. Ama birçoğunu yaşarken ölü olma halinden kurtardığı kesin. Ve Rıza hoca. Geldiğinde bugünleri yaşayacağını sana söylemiştim. Bu düzene bizim gibi sen de yenik düştün. Gözünü kan bürümüş canavarlara karşı seni koruyamadık. Sistem bir kurban daha istedi. Direnemedik... Rıza efendi flamasının yapmacık sevda tepkilerine kanmış mıydın yoksa? Rastgele Rıza kaptan!
---------------------------------------------------------------
Xibalba

Darağacındaki delikanlı göz kırpıyordu çapkınca. Boynunda ilmik, dudağında tebessüm. Ve yüreğinde binlerce coşkuyla... Çekemeyenler bizi astığında biz şarkılar söyleriz. Çünkü çocuklarımıza sözümüz var, doğacak güneşi bekleriz. Beşiktaş taraftarının kalıtsal özelliklerindendir güçlü ötede dururken haklının koluna girmek. Kayseri ve Bolton maçlarının derin analizlerinde hoca ve futbolcu girdapları gözümüze ilişti. Karnı ağrıyan çocuklardan tutun da raftan ayağına sünger düşmüşlerine kadar. Hatta kıl dönmesinden ameliyat olanlar bile çıkabilir!!! Kalın bağırsakta bir gaz birikmişti ki sormayın. Yanlış stratejilerin çıkmaz sokağındaydık. Ve Beşiktaş taraftarı bir duruş sergiledi. Takımını çılgınca desteklerken futbolcusunu da azarladı. Bu azarlamadan da 8 futbolcu sakatlandı!!! Türlü kültürlerden, çeşitli yörelerden bir sürü insan bilene bilmeyene futbolcuları da etkileyerekten kapalı tribün pozitif baskısını darağacağına astılar. O tribünü nefret ve kin dolu topluluk ilan ettiler. (Bkz. Atilla Gökçe'nin yazısı) Sokak dediler, cadde dediler. Futbolcular negatif etkileniyormuş, maç boyunca protesto etmişiz. Öyle buyurdular. Senelerce Beşiktaş'ı yıkmak için taraftarıyla uğraşıp durdular. Sonunda camianın şah damarını buldular. 'Kesin, kurtulalım' dediler. Mayalar'ın kutsal kitabı Popol Vuh'ta anlatılır. Yeraltı tanrıları, kahraman ikizleri yine yeraltına Xibalba'ya maça davet eder. Bu defa ikizler maçı kazanır. Daha önceki maçı kaybetmiş olan baba ve amcaların bedeni de biri ay, diğeri güneş olarak gökyüzünde yerlerini alır. İşte tüm Mezoamerika'da hayat bu maçın kazanılmasıyla başlar. Ölümün krallığı yani yer altı dünyası yenilmiş, hayat ve ışık kazanmıştı. Yani ölüme meydan okumanın tebessümüdür darağacındaki delikanlının dudakları.
------------------------------------------------------------------
Mübarek Kadir Gecesi yağan yağmurun gazabı mıdır, tribünde ıslanan insanın cefa dolu azabı mıdır bilmem. Lakin bildiğim şudur ki, Şahsım, Sayın Demirören'in yerinde olsa Cem Papila'ya dava açardı!.. Cumartesi gecesi verdiği eyyam penaltısı, pazar günü Beşiktaş maçına gelecek en az 5 bin kişiyi küstürdü. 5 bin çarpı ortalama 25 milyonu siz hesaplayın. Ve o hesabı Cem Papila'dan isteyin. "Papilizmin'' mimarı bu vatandaşın vermesi gereken onca hesap varken "Store''daki hesaplarla uğraşmak biraz komik kaçmıyor mu Atıf abi?


Platonik olduğuna inanılan bir aşkın ürkek basamaklarıydı pazar gecesi yaşananlar. Futbolcuya taviz vermeden yalnızca takımı destekleyen bir koro vardı tribünde. Ne yaptığını bilen, aklıselim. Çılgın gibi yağan yağmurla çılgınlar gibi seviştik. O ne muhteşem düetti öyle... Beşiktaş taraftarı kimseden "İcazet'' almadan karşılıksız aşk yaşadığını ima etmeye çalışmıştır o kadar. Siz yoksa tribünde "İstifa'' sesleri mi bekliyordunuz sayın Tükenmez?

D.Bakırlı futbolcular, Beşiktaş'la oynadıkları maçta hatalı taç kararından 2 pozisyon sonra gol yediler diye maçtan sonra hakemi dövmedikleri kalmıştı. Hatta Okan'a yumruk bile attılar. O da 2 maç ceza aldı, o ayrı! Benim takıldığım, cumartesi gecesi çalınan o eyyam penaltısına hiçbir Antepli'nin itiraz dahi etmemesiydi. (Lazarov hariç) Utanmasalar, formaları maç bitmeden değiştireceklerdi. Öyle değil mi sayın spor kamuoyu?

Bakın ne çok şey varmış konuşacak! Öyle değil mi sayın CAMİAM...
------------------------------------------------------------
Yüksek gerilim

Sona kalmanın vehametini, sona korumasız gelmenin esaretini ama sonu ülkemizde yapabilmenin cesaretini yaşıyoruz. Halkımıza son yıllarda hediye edilebilecek en güzel finalin ev sahibi konumundayız. Yürekle, bilekle, cesaretle ama hepsinden öte beynimizi çalıştıraraktan sonuca gidilecek bir 90 dakikanın sabahındayız. Gerek ekonomik, gerek politik alanlarda gitar teri gibi gerilmiş halkımızı bu sefer de milli maç vesilesiyle germek, akşam oynanacak maçın göbek adını oluşturdu. Yüksek gerilim! Maçlardan önce ısınmak amaçlı gerilmek iyidir de, psikolojik amaçlı olan gerilmek ise biraz üç boyutludur gibime geliyor. Bilinçsiz ve kontrolsuz güçlerin güçsüzlüğünü reklam filmlerinden bile beynimize kazıdık. Kontrolsüz güç, güç değildir!! Öyleyse; galeyana, gerilmeye, nasihate değil, Sabıra, rahatlamaya, yüreğe ihtiyacımız var! Sevgiye, kol kola girip dostça yürümeye ve sadece iki gol atmaya mecburuz. (Maç uzasın yeter) Avuçlarımız çatlayıncaya kadar alkışlayacağımız bir kadro umut etmek, bir Türk insanı olarak en birinci hakkımız! O yüzden, Adam ayırt etmeden, 70 milyonun beklentilerini bilerekten, kor ateşler üzerinde, hem de ayaklarınız yanaraktan yürümelisiniz. Yürüyelim arkadaşlar!
----------------------------------------------------------------
İnsaf Be!

Basketbol maçının hırslı, büyülü, bir o kadar zevkli atmosferinden çıkıp İnönü'nün ne yaptığını bilmez topçu kalabalığının ortasına düştük. Elindeki çayla sevgilisine sarılanlar vardı. Salonun bir köşesinde mayışmışlardı sanki. Onlar bile çıktı ribaunt aldı, yeri geldi tam saha pres yaptı. Sırf sahadaki hırsa, Sırf formanın kutsallığına, Sırf oyuncunun taraftarına gösterdiği saygıya, Sevgilisinin elini bırakıp Beşiktaşının elinden tuttu. Saygıya sevgiyle cevap verdi. Aynı taraftar, salondan terle ıslanmış kazaklarla çıkarak binbir trafik işkencesi çekerek stada koştu. Zor günler geçiren Beşiktaşının yanında olabilmekti amacı. Ama malesef karşılıksız aşk yaşıyordu. Gol gol gol diye sesleniyordu biricik aşkına, aşkı evde kimse yok yok yok diye omuz silkiyordu. Yokların içerisinde varolabilmenin haklı gururunu yaşarken böyle aşka da, onun ızdırabına da isyan etti. Ve tam 2 senedir seyrettiği bu kahır filminin kasedini kırdı, attı. Bir gece evvel de Real Madrid-Barcelona maçını seyretmiştik. Her iki yarının başında sahaya girenleri, çırılçıplak protestoscuları, şefer tribününde yumruklaşmaları seyrettik. Barcelona'nın üçüncü golünden sonra Madrid seyircisinin alkış karelerini gördük televizyonda. Neyi alkışlıyorlardı kimbilir? Ronaldinho'nun sambasını mı, kendi takımının kötü oyununu mu, yoksa o kadar lig bir o kadar Avrupa şampiyonusun, bir kere de yenil canım (!) lüksünü mü? Allah'tan o maçı seyretmişim. Yoksa Şansal beyin Beşiktaş taraftarını itham ederek, Antep maçına ithafen 80 bin kişinin alkış sahnelerini göstererek "Onlar da yenildi. Ama bakın nasıl alkışlıyorlar" cümlelerine inanacaktım. Duyan da zannedecek ki Beşiktaş taraftarı, her yenilgiden sonra protesto yapıyor. (Son 15 senede iki yönetime, iki topçulara) İnsaf be! Bağrımıza basa basa bağrımız kanıyor.
-------------------------------------------------------------------
Kıskanmayın

Kafalarında kimbilir ne düşüncelerle gitmişlerdi Sivas'a. Terketmek mi kolaydı, kalıp savaşmak mı zordu? Taraftar mı haklıydı, yoksa kendileri hatalı mıydı! Yoksa Konfüçyüs'ün dediği gibi kuyu derin değildi de ip mi kısaydı? Ve her şey Ailton atılıncaya kadar devam etti. Biri boşluk, biri kuyu, biri derin, biri kısa. Fetişist hareket lideri Ailton, önce Fevzi'nin ayağına, sonra da Cem Karaca'nınkine basarak ben "ayak" muhabbetinden hoşlanıyorum mesajı verdi. Ailton atılmayı hak etmişti ve atıldı. Futbolcular 10 kişi kalmanın hazin sonunu düşünerek ve geçen seneki 10 kişilik maçları hatırlayarak Sivas'ı yendi. Demek ki isteyince oluyormuş! Ne ilk dakikada yenen o şanssız gol, ne Ailton'un kırmızı kart görmesi, ne Sivas'ın (askerliği orada yapanlar iyi bilir) bıçak gibi kesen soğuğu, ne Koray'ın boşa atılması, ne de geçen haftanın demoralize hali futbolcuları yıldırmamıştı. Neydi bu özel olma hali? Tigana'nın özel harekatı mı, yoksa biz böyle iyiyiz (!) psikolojisi mi? Ağlayan simsiyah gecelerin rakı kadehine vuran bembeyaz yakamozlarıydık. Her kulaç atışta uzaklaşan sevgilinin dudaklarını özledik. Her seferinde çok sevmenin ağır bedelini de ayrıca ödedik. Ama bırakın da bari hayallerimiz bize kalsın. Sırça saraylarda oturup, kamera karşısında reyting kurnazlıkları yapan televizyoncu abilerimiz; Bari hayallerimizi kıskanmayın
--------------------------------------------------------------------
İftira kavşağı!

Derisi kara bir adam geçti İstanbul'dan... Yüreği yaralı, ayakları yalın ve Beşiktaşlı. Attığı goller için değil, verdigi felsefe için teşekkürü hak etti. Sen, yaşattıklarınla hafızamızda kal, ondan kötüsünü zaten hazmedemeyiz. Onun için hep kalbimizdesin be gözü kara adam. Bir Metin Tokat geçti Kadıköy'den... Futbolun adaleti durağın sonuna geldi dediğimizde, üfleyemediğini düdükle. Sahanın en belirgin "sabit ayak" kuralını ihlal eden Appiah'ı yalnızca seyrettiği, gözlerle. O Metin Tokat, Sergen'in kırmızı topa vurduğu frikikte de "Van"dan geçmemiş miydi! Bir eyyam kokusu geçti burnumun hemen İzmir'inden... Her atılan kibrit çöpünü, her raftan düşen süngeri; ikiz kulelerin bombalanmasıyla eş tutan ve bunları Beşiktaş tribünlerine mal eden ama Karşıyaka basket maçında bombalanan yürekleri görmezden gelen bir medya eyyamı. Herkesin canı sağolsun. Bir Mali'li geçiyor yüreğimin orta yerinden... Geçidi Zigana olanı, hocanın Tigana olanı dedirten. Her hafta 9 eksik yetmiyormuş gibi bir de sahada eksilenlerle uğraşan. Manisa maçının devre arasında kendisine yapılan sevgi tezahüratını, "Ben daha bunları hak etmedim" diyerek duymazdan gelen. "Bienvenue" be ezgin adam! Ve önümden gülyüzlü bahtiyar geçiyor... Dar edilmiş mavi gökyüzüne inat, çatlamış saza, uzamış sakala ve ölüm ilanlarına inat bir yakışıklı. Ezgin adımların iftira kavşağındaydık. Her kesilen koyunun kasabını, biz bildiler. Mezbahaya adım bile atmadılar. Ve gözümün önünden geçen gençliğim el sallıyor. Kah gülerek, kah yanarak... Millet, bırakın beyaz peyniri, lahanayı; ithirasını bile "Çarşı"ya çıkıp alıyor...

zibidikartal 09-12-2006 02:01

Her yer karanlık

Mavzer gibi atan yüreğim nicedir kıpraşmıyor. Sevmelerim anlaşılamamakta. Ve yüreksizlik denizinin içine düşmüşüm. Ne yana baksam karanlık, tutarsızlık ve öfke. Kan bulutları dolaşıyor sanki gökyüzünde. Bilirsiniz, güreş sporunda el ensenin ayrı bir kuralı vardır. Kurala göre atılmalıdır el ense, yoksa ihtar yersin... Ümit'in el semaisine geçiştirme kart gösteren Cüneyt Çakır, Toraman'ın "Duymuyor musun, küfür ediyor" veryansınına "Yürrü, anca gidersin" dedi! Oysa aynı küfür muhabbetinden Koray, iki maç ceza almamış mıydı? 2-1 Beşiktaş öndeyken gösterilemeyen bu kırmızı kart, maçın en önemli dakikasıydı bence... Üçüncü golden sonra Ayhan Akman'ın Beşiktaş tribünlerine yaptığı orta parmak senfonisi, iğrenç el kol hareketleri, nasıl olduysa televizyonlarda gösterildi. Hayret!.. Geçen sene de aynı hareketleri yapan bu terbiye yoksunu kişiye, bakalım kim, ne kadar ceza verecek? Yine de iki kere öne geçtiğin halde kaybettiğin bu maçı hiçbir mazeret kılıfının içine sokamayacağımızı, futbolcu arkadaşlara bildiririz. Kulaklarımıza küpedir; ufak çocuklara huysuzluk yaptığında ağzına "biber" sürerim dendiği. Lakin zaman değişti, teknoloji gelişti. Şimdi o biberin sıkılanını gaz haline getirmişler... Sıkıldıkça sıkıyorlar! Tiyatrocular bence sanat dallarının en zorunu icra ediyorlar. Hep takdir etmişimdir. Düşünün; yakını rahmetli olan bir tiyatrocuyu. Akşam da rolü var, hem de komedi. Nasıl da çıkıp güldürüyor milleti, hep şaşardım. Bende çok sık bir hal gözlenmekte. Komedi göletlerindeyim. Her yanım komik. Güneş gülmekte, ağaçlar gülmekte ve toprak ana kahkaha tufanlarında. Peki ben niye ağlamaktayım, Allah aşkına!
--------------------------------------------------------------
Geri çekilin

Elimi üstüne koyasım geliyor, belki diner diye. Yumruğumu üstüne çakasım geliyor, belki biter diye. Yumasım geliyor gözlerimi, belki kaçar diye. Ama nafile dostlar. Sol yanım çok acıyor. Bildiklerime susasım, gördüklerimi örtesim, duyduklarıma gülesim geliyor. Kan kırmızı yediverenler bile isyan ediyor yağan kara. Zozan çıldırmış, Nemrut kükremekte. Ve sol yanım çok acıyor be dostlar... Dişteki sancıyı beklettiğim gibi öfkemi ayrı, sabrımı ayrı sakladım. Güneşi yakalamanın tatlı hayallerini yeşerttim umutlarımda. Ama son maçta deniz bitti. Meğer yüreğim de ayrı bekletmiş acısını, aylarca belki de yıllarca. Acısıyla savaşmanın bitkin hallerini gördüm göz pınarlarında. Ve o da dayanamadı, seslendi: "Sol yanım çok acıyor..." Yağan karın heybetine burun kıvıranlar vardı. Yüreği alev alev yanarken bıyığı, sakalı buz tutan... Donuna kadar sırılsıklam ve avaz avaz... Ve kahrın binbir çeşidi. Lakin kahrın ve sabrın selametine inananlara 90 dakika boyunca bir pozisyonu çok gören kifayetsiz ve vurdumduymaz futbol. Sol yanım kanamaya başladı! Ayhan Akman'ı kıskanan Adem Dursun'un orta parmak rezaleti, Youla'nın silüeti, Ailton'un ille de gideceğim düeti... Şimdi dinleyin beni. Konfüçyüs, halkın arasında tüm ezginliği ile yürürken çok dar bir sokağa gelir. İki kişinin aynı anda geçmesi mümkün değildir o sokaktan. Yolun yarısına geldiğinde karşıdan şehrin en zengin adamının bütün haşmeti ile geldiğini görür. İkisinden biri geri geri gelip yol vermek zorundadır. Zengin adam ukala bir tavırla "Ben bir serserinin karşısında geri çekilmem" der. Konfüçyüs hemen tüm bilgeliği ile cevap verir: "Ben çekilirim!"
--------------------------------------------------------------------------
Kuşlar!

Kuşun gribinden korkmam, garibinden korktuğum kadar. Yalanlar, yılanlar misali. Kuşun gribine inat, garibi (!) ülkeye korku salmıştı. Firari güvercinler su başlarındaydı ve voltadakiler dağ doruklarına süzülmüştü. Garibi de, gribi de neticede kuştu ama garibine (!) akıllara zarar önlem alınıyorken, gribine nice bebeler kefen giyiyordu. Kuşun garibi her Akatlar'a geldiğinde grip aşısı oluyordu ama nafile. Aşı tutmaz bedenlerin, çöl susuzluğundaydılar.

Aslında bütün kuşlar grip olmuştu. Ve grip dedikleri aslında bir vebaydı. Zavallı kuşların garip halleri, hızla kirlenen dünyanın, belki de futbolun garip yüzüydü. Ve bütün kuşlar tanık sandalyesine oturdu. Akıl almaz senaryoların şahitliğini yapacaklardı. Sürüden ayrılan yalnızca bizim garip vardı. Ve bir tek onu suçladılar.

Mitolojik çağların babası, depresif doğuşların anası Anka Kuşu, grip, garip ve muzdarip dinlemeden Antalya'ya geldi. Avucunda bir tutam kül, dudaklarında bir tek kırmızı gülle. Külü, yeniden doğması için; gülü, doğduktan sonra koklaması için serpiştirip gitti Antalya semalarından. Gribi götürdü, garibi (!) bıraktı. Yeniden doğmanın ağır sancılarını, aya benzeyen yüzüyle apaçık alnının akıyla karşıladı Beşiktaş. Dimdik turan taraftarına bir tebessüm hediye etti. Bir ışık verdi tünelin ucunda. Ve bir zeytin dalı uzattı, mücadeleye hasret gözlerimize.
--------------------------------------------------------
KÜFÜR

Küfür küfür esen rüzgârların tam da kalbindeydik.

Yolsuzluk, kaçakçılık ve insan ticaretlerinin bolluğunda küfür edebiyatına saplanmıştık. Buram buram nezaket kokan bu yerkürenin düzeni tek bozuk kütlesi ve kitlesi taraftarlar idi. Cümle alem o kadar nazik ve edepli konuşuyordu ki, bir tek ağzı bozukluk ve kültürsüzlük tribünlerdeydi.

Tabii ki küfürbaz sistemin önüne radikal birikimlerle ve derinine mücadeledeyiz. Tabii ki tasvip edilemez boyutların en yiğit silahşorüyüz. Ve inanın bu ortamdan biz de rahatsızız. Lakin bu fatura hep abalıya mı kesilir? Kürk paltolarla dolaşanlara hiç mi reçete verilmez? Unutmayın ki, eylemciler araçtır, amaç ise beyin takımlarında gizlidir.

Statlardaki yaş ortalamasının düşmesi, futbol yorumcularının argovari üsluplarının yoğunlaşması, hakemlere güvensizlik, gerek ülke gerek kulüpler bazında devamlı başarısızlık, inanılmaz eyyamcılıklar, adaletsizlik, tartışılan bu önemli konuya davetiye değil midir? Küfür bütün bu olumsuz tablonun, "Grizu patlaması" değil midir?

Küfür senelerce deşarj savsatası altında insanları amaçladıkları hedeflere sürüklemenin ağır motifleri değil midir? Derdin nedir diye neden sorulmaz, neden hep belli kesimlere küfür edilir, insanlar küfür etmekten zevk mi alırlar, kişiler robot mudur da küfüre ayarlanmıştır, küfür kötü müdür? Kötüyse komedyenlerimiz sahnelerinde neden hep belden aşağı espri yaparlar? Ve bu esprilere insanlar katıla katıla neden gülerler? Niye televole reyting yapar da tiyatrolarımız boş koltuklara sahne yapar? Yetkililer neden bunları araştırmaz da hep küfürün şikayetini yaparlar?

İnanın küfürsüz resitallerin hayallerini kurmaktayız. Ve Beşiktaş tribünleri bunun öncülüğünü yapacaktır. Size söz. Lakin yukarıda saydığım soru ve yorumları ancak pişti yaparsanız etrafınızdakileri sağlıklı bilgilendirebilirsiniz.

Yarınki F.Bahçe maçıyla ilgili tek kelamım taraftar olarak alınmadığım yeri yazmaya da tenezzül etmememdir. Unutmayın ki cadı, yalan hamurunu dağ dağ yoğurur.
---------------------------------------------------------
Daha dün...

Daha dün... Ranza dibinde volta atan yüreği cehennem, zulası asi bir delikanlıyı andırıyorduk. Daha dün... Avaz avaz sesimizle, raydan çıkmış futbol takımına methiyeler düzüyorduk! Daha dün... Mali kongrenin sancılarında, ibra kelimesinin imarsızlığında kavak yelleriyle dans ediyorduk. Daha dün... Mali kongrenin mali kangren haline dönüşmesinde, ihanet senaryolarının hülyamsı ve fulyamsı kuklacıklarını konuşuyorduk. Daha dün... Küfürleri, yönetimleri, hakemleri, federasyonu, onu, bunu bir çuvalın içine atıp irdelemiyor muyduk? Daha dün... Hatta demincek; yılar da geçse demincek, Metinler'i, Aliler'i, Feyyazlar'ı yadetmiyor muyduk? Sahi ne oldu? Sihirli değnek mi değdi kanayan yaralara! Yoksa, güneşin adeta batıdan doğmasını nasıl açıklayabiliriz. Bir "Ruhunuz Yeter" pankartının tüm yaralara pansuman olmasını mesela!

Tribünler gerçeği yansıtır
Kadıköy'de başlayan özgüven sürecinde pabucun pahalı olduğunun ortaya çıkması, basketbolcuların takdire şayan mücadelesinin futbolculara örnek gösterilmesi, bu gizli rekabetin kimselerin haberi olmadan camiaya "tarafımızca" enjekte edilmesi, gençlere önem verilmesi, Samsun'da 10 yıllık "güleç" yüzlü bir golcü kazanılmasını ya da... Nasıl açıklayabiliriz? Tigana'ya derisi kara diye sevinmedik mi, ezgin büyümüş gibi güvenmedik mi? Madida'ya, Amokachi'ye baksanıza... Nouma'yı saymıyorum bile. Bize, "Ohen" bile ihanet etmedi. Bu gözler bir kere bile faka basmadı. Taraftarın mücadeleyi maksimumda isteriz yırtınması akılları başa getirdi. Açıklıkta olan açıklanacaklar, taraftarın civan duruşunda gizlidir. Tribünler bir aynadır, sadece gerçekler yansır. Gece yarısı sokağa çıkıp güneş doğmadan eve dönenlerin esamesi bile okunmaz. Ve daha dün... Küfürü bahane edip küfür kusanlara, tertemiz ve küfürsüz tribünler hediye ettik. Yalnızca insanlığın menfaati için. Lakin; biz güzelden yana ne varsa yelken açmışken, bataklık ağzıyla yorum yapanlar hâlâ televizyonda kan emiyorlar. Hem de salya salya. RTÜK beye sormak geliyor içimden; sizin evin TV'si bozuk mu?
-------------------------------------------------------
Alın Teri

Yedikule zindanlarının tarihsel boyutlarına nazire yaparcasına medeniyete göz kırpan büyük bir yapı yükselir Zeytinburnu'nda... Adını da canpazarlarına teslim olmamış bir yiğitten alır; Abdi İpekçi... İşte biz bu büyüğümüzü rahmetle anarken, o salona doğru da hareketlendik. Yol boyunca Beşiktaşlılar vardı bizimle aynı yöne giden; keyiflendik. Anlaşılan arz da vardı, talep de... Trafik babanın müsadesiyle salona geldik. Biletliler, biletsizler, kuyruktakiler, şikayetler, fetvalar, diz boyu sorunlarla kol kola girdik. Her şeye tamam, boynumuz da kıldan ince de; bu salon görevlilerinin görevi, görevsizlik ilkesi içinde kapıları açmamak mıdır? Başlamış olan maçın ortasında yöneticilerimizi bu kapıların açılmasını için uğraştırmak mıdır? Taraftarın elinde bilet olmasına rağmen, bu insanları maça ancak ikinci yarı mı ittirmektir? Nedir bu eza, nedir bu işkence? Bu salonun yetkililerini ve bu zihniyeti taşıyanları kınıyoruz.

Futbol ve girdaplar
Lakin alkışladıklarımız da var. Murat Didin ve talebelerine, sisteme karşı savaştıkları, düzene karşı boğuştukları ve de bunları alt edişlerini bize yaşattıkları için siyahbeyaz teşekkürler. Kerem Tunçeri'yi yemek için kapıda bekleyen piranha zihniyetli psikologlar, utanmışlar mıdır acaba? Onlar önce kendi potasyum sülfatlarına baksınlar! Ffrend'in takdire şayan mücadelesine ne demeli? Ya maçtan sonra tüm takımın tribünlerin karşısına geçip, herkesin tüylerini amuda kaldırırcasına "Helal olsun size" diye tempo tutmasına. Hele binlerce kişinin içine girip de bir sevinç yumağı oluşturan basketbolcuların mütevazılığı... Kusura bakmayın ama bütün bunlar yaşanırken kalkıp da futbolu ve girdaplarını yazamazdım... Unutmayın, alın teri teşekkürle ödenmez. Lütfen şapka çıkaralım!
--------------------------------------------------
Evren'sel çizgilerin topa vuruş beyanlarında muhteşem falso fetvası verenlerin futbol acizliğine düşmelerine acıyorum. Olsa olsa komiklik tanrısının emridir, gol olan o vuruş... Yoksa ne falsosu! Falsoymuş!.. O zaman Toraman'ın Konya maçında kendi kalesine attığı gole ne fırtınalar kopartırsınız. Futbol cambazı diye! Adem Dursun'un Trabzon maçındaki muhteşem vuruşuna nedersiniz kimbilir? Bazuka falan mı! 20'nci saniyede Denizli'den yenilen gol, Rize'deki 2'nci dakika şoku, Erciyes'te Cenk imzalı anlaşmazlık tuhaflığı, Mustafa Doğan'ın Samsun şekerlemesi (Ayrıca geçmiş olsun)... Baksanıza bu kadar tuhaf ve komik gol, yalnızca filmlere konu olabilir. Komiklik tanrısı ve gazabı! 6 yabancı sınırlamasının dondurulması ve bu sınırların birileri istiyor diye açılmaması Türk futbolu için bir kazançtır. Ama bu işe, biz ve bizim gibi düşünenlerden öte bir kişi daha çok sevinmiştir. Kazım abi (Kanat). Düşünsenize, 11 hakkını da yabancıdan (hele ki bunlar Brezilyalı olursa) kullanan bir takımı eleştirdiğini. Yazısının ve zamanının yarısını soyadı kanunu ile uğraşarak geçirecekti. Son zamanlarda Beşiktaş taraftarını eleştirmek moda oldu. Bilen bilmeyen herkes ferman yazıyor. Bir zamanlar küfürden sorguluyorlardı, o bitti şimdi de baskıdan yargılıyorlar. Yahu bir tane Allah korkusu olan yok mu! Stadı bu boş hale ben mi getirdim? Liderle 20 puan farkı ben mi yarattım? Rize ve Erciyes'e 10 puan veren kim? Sonra utanmadan çıkıp baskıdan söz ediyorlar. Bence de baskı var ama çiçek desenli?! Çağdaş zamanların ve medeni duyguların en hasosunu bu arkadaşımız yaptı, Beşiktaş formasını giymek istemiyorum diye. Saygı duyarız!.. Başka takımla anlaşma yapmadan bu açıklamayı yapsaydı, daha makbule geçirdi. Yapabilir miydi, kuşku duyarız. Lakin, dün akşam konuştuğumda "Ben de onu istemiyorum" diye bir çıkış yaptı. Kim mi? Beşiktaş forması!..
-----------------------------------------------------------
Tahrik meselesi

Cımbızlama harekatının en büyük hamlelerinden birini yaptı Kadıköy yakasındakiler. Hit olacak cümleyi bulup, vitrine taşıdılar. G.Saray şampiyon olsun. Kim şampiyon olur ikileminin en yağız sorusuna bu cevabı vermişti Beşiktaş Kulübü Başkanı. Samimi, dürüst ve mertçe verilen bu yanıt; herkesi rahatsız etti. Dürüstlük ilkeleri, ahlaki değerler ve hukuki takip talepleriyle, akılları sıra 33'üncü haftadaki maça pranga vurmaya çalıştılar. Uzaklara gitmeden, Kuyu, girdap, tahvil ve düdük kelimelerine 32 dişimizle gülerekten cevabımız yalnızca ve sadece; Beşiktaşlı duruşudur. Öğrenile! Denmektedir ki; Adem'i, Youla'yı, Çağdaş'ı Beşiktaş tribünleri yolladı. Teveccüh göstermişler! En azından hiç oynamayanları saptayarak Türk futboluna katkıda bulunuyoruz. Lakin; Lucescu, Del Bosque, Nouma ve Zago gibi futbolumuzun kalkınmasında % 100 etkili olabilecek insanları Beşiktaş'tan adeta koparırcasına ayıran, yanlı medya kalemşörlerine ne demeli. Sizi gidi atık varil dostları... Manisa-Fener maçının ardından anonscuya ağır tahrikten tutuklama gelmiş. Sami Yen'de yenildiğimiz bir G.Saray maçı sonrası hoparlörlerden ölüm marşı (!) çalmışlardı. Ayhan Akman'ın orta parmağı, Tuncay Şanlı'nın 'Hindi Baba'sı ve sahamızın bir maç kapanmasına neden olan kaleci Şenol'un yaptıklarının akibeti ne olmalıdır? Beykoz basket maçında çıkan olaylarda, bir hafta boyunca Beşiktaş taraftarı suçlandı. Sorgusuz, sualsiz... Gühanımızı çala çala, günahımız da kalmadı gayrı. Beşiktaş TV'de gösterilen görüntülerden sonra sevaplarımız prim yapmaya başladı. Gözünüzün sadakası olsun!
--------------------------------------------------------------
Kocaman olmak!

Ne okuldaki kırık not ne ayağındaki çamurlu bot ne de üstündeki yamalı kot umurlarındaydı. 'Gool' diye ayağa kalkmak isterdiler, çümbüşün bir kenarından tutup eğlenceye katılmaktı arzuları. Ertesi gün okula gittiklerinde arkadaşlarına hava atacaklardı. Bize her gün bayramdı (!) ama onların tek özeli o gündü. Adı üstünde çocuk bayramı. Beşiktaş kulübünün jesti üzerine tribüne davetliydiler. Tam bine yakın bebe. Minicik bedenleriyle, kocaman ayaklı futbolculara ruh vermeye çalışıyorlardı. O kocaman ayaklılar, bir tek golü çok gördü çocuklara. Sevindirmediler. Yazık! Birileri bu arkadaşlara "kocaman" olmanın yürek işi olduğunu öğretmeli. Ya da "B Planı" nı devreye soksunlar. Aykut'a akraba olsunlar. 23 Nisan dedik ya devam edelim. Malumunuz bu özel günde çocuklar sembolik olarak makamlara oturtulurlar. Başbakanlık, Meclis Başkanlığı v.s. Federasyon da bu geleneksel adetimizi boş geçmedi. Beşiktaş-Sivas maçına bir çocuk yolladı! Sembolik hakem olarak. Tüm zamanların en büyük derbisinin (!) yenileni suçu ne taktikte arasın ne de teknikte. Ne Gerets'e bulsunlar kabahati ne de Mondi'ye. Bütün suç takımı bu kadar rahatlatan, gevşeten ve etkisiz kılan bir tek kişidedir.. Ata Demirer! Seni maçtan bir gece evvel 'psikolojik olarak rahatlat' diye çağıracaklar, sen de kırıp geçeceksin... Kim dedi sana kopart diye. Hayvanseverler nankör kedileri korumayı, sokak köpeklerini kollamayı, zengin sırtındaki postları şikayet etmeyi iyi biliyor. İzafidir. Lakin Saracoğlu'ndaki öleceğini zannettiğinden tir tir titreyen o zavallı hindiyi neden görmezsiniz. Yoksa siz de işin içinde Fenerbahçe olunca tüm medya gibi görmeyenlerden misiniz?
--------------------------------------------------------------
Onurlu duruş

Bugün, sessiz bir haykırışın çığlıklarını duyacaksınız. Üç senedir devamlı kanayan bir yaranın, anestezi sonuçlarını alacaksınız. Lokal mi olmalıydı, genel mi yapılmalıydı sorusunun; en ağır cevaplarını işleyeceksiniz. "Bu takım istediği zaman iş yapar" cümlelerinin, hakikatli ve göreceli işlevlerine şahit olacaksınız.
Belki bugün, İlk yarıda Diyarbakır maçında 2-0 ile gelebilecek liderliğin yangınlarına tutuşacaksınız.
İnönü'de kaybedilen 26 puanın mevcut puan ile birleştirildiğinde trajikomik bir hikayenin ilk satırlarına gülümseyeceksiniz. Belki de ağlayacaksınız. Belki lanet gelecek dudaklarınızın arasına, belki dişlerinizi gıcırdatacak, yumruklarınızı sıkacaksınız. "Şimdiye kadar nerelerdeydiniz" cümlesini, "23" ayrı ses tonuyla dillendireceksiniz.

Üç yıllık pozitif enerji
Belki yarın, Lideri yenmenin tatlı huzuruyla uyanacaksınız. Gazetenizi, çayınızı yudumlarken okumanın ayrıcalıklı keyfine erişeceksiniz.
Güneşin geç de olsa doğduğunu görecek, delikanlı bahara selam duracaksınız. Belki de, kahır gecelerine inat çırılçıplak şafakların haklı galibiyetlerine şapka çıkaracaksınız.
Üç senedir içinizde biriken pozitif enerjiyi, bir hamlede dışarı atacak; Eğlenecek, eğlenecek, eğleneceksiniz... Ve bütün zamanlarda, Bütün galibiyetlerden daha galip olma hali, onurlu bir duruştan geçer. Dimdik duran bir Beşiktaşlının kazancı, bu gece yalnızca bir kupa olabilir.
Lakin; her daim galip olma halimiz, onurlu Beşiktaşlı duruşunda gizlidir.

zibidikartal 09-12-2006 02:07

Yeter

Kaz dağlarının virajlı hallerindeydik. Ağır ağır dönen yılanımsı kıvrımlar uykumuzu getirmişti. Tepemize çöken güneşin gözkapaklarımıza uyguladığı zülum, tartışmasız bir işkenceydi. Bu baskıya dayanamadık. Ve uyuduk.. Lakin hayallerimiz başkaydı bizim. Yarı yarıya bölünmüş statların, eşit parçalanmış hasretlerin ve yürek yüreğe çarpışmaların yangınlarıydaydık... Kora kor kramponların öksük evlat gibi dolaşmayacağı özlemlerdeydik.. Fair-Play'i, beyinlerinde tilki, dudaklarında güvercinle ortaya koyanların çiyan dolu tuzaklarına tok karınlarındaydık. 50 bin kişinin birbirine girmesini bekleyip, bundan çıkacak çuval çuval malzemenin el oğuşturmasını yapanlar, sadece avuçlarını yalayabildiler. İstanbul'dan İzmir'e göç ederek, uzatmalarda stadı adeta esir alarak, ciğerleri patlayana dek bağırarak, futbolculara adeta ruh veren Beşiktaş taraftarına, Konfüçyüs'ün bir borcu olduğunu düşünüyorum. Felsefesi, test edilip onaylanmıştır. Daha demincek, 1 hafta da geçse demincek kazandığımız kupanın sevincini doyasıya yaşamanın şeref turlarını atıyorduk. Ama ne yazık ki, şaşalı dönemlerimizde kazanılan şampiyonluklar sonrası atılmayan turlar için feryat figan edenler, "Bir turu bile bize çok görüyorlar" diyenler, şimdi tam aksine; "Bir kupa alındı diye tur mu atılır" buyuruyorlar.

Federasyona başvurun
Efendiler... Siz ille de muhalefet yapacağım diyorsanız, seyircisiz oynanan Fenerbahçe- Erciyes maçının stat etrafına doluşan kalabalık hakkında federasyona başvuruda bulununuz. Çünkü, 4 sezon önce seyircisiz oynanan Beşiktaş-Bursa maçında biz de aynı duygularla stat etrafında toplanmıştık. Hani kapalıya "Ruhumuz Yeter" flaması açılmıştı ya, işte o maç. Beleştepe'ye süzülüp, kapalıyı karşımıza almıştık. Gözlerimiz dolu dolu "Siyaaah" demiştik. Demez olaydık!!!
------------------------------------------------------------
Beşiktaşlı 'Baba'

Girilmez yazılı tabelanın tam altındaydı. Ameliyathane-nin o çirkin yüzlü kapısı o ana kadar ona hiç bu kadar soysuz gelmemişti. Başını iki küçük elinin arasına almış, oracığa çömelivermişti. Gözlerinden akan yaşlar Kızılırmak'ın deli suları gibiydi. Varsın aksındı. Hatta hiç durmasındı. Ama doktor amca müjdeli haberi bir an evvel versindi. "Baban kurtuldu" desindi. 11 yaşındaki o gencecik yüreği şimdi bir ayrı çarpıyordu. Çaresizlik durağında beklemek onu bir hayli yıpratmıştı. Şöyle bir ayağa kalkar oldu. Acıktığını hissetmişti. Ellerine baktı... Kan içindeydi. Üzerinde babasının ona 100. yılda aldığı nostalji formalarından vardı. O günü hiç unutamıyordu. Babası iş çıkışı "store"a uğramış, akşam yemeğinde ona sürpriz yapmıştı. Heyecandan sabaha kadar formayla dolaşmış, hiç uyumamıştı. Ya şimdi! Babası azraille çatışıyordu. Üstündeki formanın armasını öptü, gözlerini kapadı, ağzından iki üç kelime döküldü: "Seninle ağladık, senle güldük biz..." Sonra bir duygu sağanağı patladı. Bir türlü gözlerine dolan yaşlara hakim olamıyordu. Formasının alt kısmıyla gözlerini sildi. "Ne vardı sanki balkona çıkacak" diye kendi kendine hayıflandı. Fenerbahçe maçının atmosferinden etkilenmişti babası... Konya maçından sonra eve geldiğinde şampiyon oldukları sene diktirdiği bayrağı sandıktan çıkarmış, bir güzel ütülemişti. Bayrağı caddeye asacaktı. Ama ip eksikti. Onu da ertesi gün işten gelirken alacaktı. Bu işleri iyi biliyordu. 1982 şampiyonluğunda İstanbul'u bayrak delisi yapmışlardı. Antrenmanlıydı. İpi alıp geldiğinde bir yandan çocuğu ile konuşuyor, maaşını aldığında 1 numaralı Pancu formasını alacağını taahhüt ediyordu. İşte o anda balkonun en bakımsız ve çürük yeri çökmüştü. Babası gözü önünde Beşiktaş bayrağıyla aşağı düşüyordu. Bayrağın balkon demirlerine takılması düşüş hızını kesmişti. Hastaneye nasıl gelmişlerdi hatırlamıyordu. Birden irkildi. Babası hâlâ çatışıyor muydu azraille? Doktor hâlâ neden "müjde" dememişti? Babası da annesi gibi onu terk mi edecekti? Hüzünler hiç bitmez miydi? Ve kapı açıldı... Doktor karşısında dimdik duran çocuğa ağlamaklı bir sesle ancak "Kimin kimsen yok mu?" diyebildi. "Kurtaramadık" diyememişti bile. Avucunda doktorluğuna lanet edercesine sıktığı bir kağıt parçası vardı. Sessizce uzatıverdi çocuğa... Ufacık elleriyle buruşuk kağıdı düzeltti. Kağıtta; "Sevdamız uğruna canlar verdik biz Siyahın zindan olsun beyaz aydınlık Herkese nasip olmaz Beşiktaşlılık" yazıyordu...
-------------------------------------------------------------
Biranın Kapağı

Döndükçe kirlenen bu yerküre kapitalizme olan aşkını bir kere daha ilan etmiştir. Bu sermaye düşkünlüğü ve onun borazancıları bir kere daha toplumlara ve manevi değerlere sırtını dönmüştür. Pazar günü oynanan maçın üç kere saatinin, üç kere de hakemlerinin değişmesi, oyuncakçı dükkanına kepenk indirtmiştir. Sırf Efes istiyor diye... Sırf düzen böyle emrediyor diye... Sezon içinde oynanacak yine bir Efes maçında beyzadelerinin Avrupa Ligi'nden dönüşü 48 saati doldurmadığından ve de yönetmelik böyle diyor olduğundan bir ertesi güne kaydırıldı. Oysa geçtiğimiz cuma günü 20.00'de oynanan maçla, pazar günkü 16.00'daki maçın saat farkı 44. Yani yönetmeliğe aykırı. Sırf Efes istiyor diye... Sırf seçimlerde desteklenmedin diye? Bu camia seni unutmayacak sayın Turgay Demirel. Şehr-i İstanbul'un bütün köşelerine otobüs yolladılar senelerce. Kendilerini desteklesinler diye Türk halkından yardım istediler... Renk fark etmeksizin... Ama pazar günü sırf rengi siyah-beyaz diye aynı halkı içeri almadılar. 8 bin biletin parasını ödeyip biletleri çöpe attılar. O 40 milyarı bir hayır kurumuna bağışlasaydınız Beşiktaş taraftarı sizi anlardı. Bira, bu kapağın altında mıymış!? Elalemin camiaları basketbol maçlarına 100 kişiyi yan yana koyamazken, her maçını mubalağasız 4 bin kişiye oynayan Beşiktaş Basketbol Takımı ve yönetimi; taraftarına sadakat plaketi vermelidir. Önümüzdeki sezon bu branşa daha çok zaman ve para ayırmalı. Pozitif baskının kaç ribaunt ve kaç sayı aldığını futbolculara öğretmelidir. Neden lobimiz yok diye sızlanan genç arkadaş ve taraftarlarımız bugünden tezi yok kolları sıvamalı, çok okuyup çok çalışarak yarının gözlemcileri, hakemleri, editörleri, yazarları nasıl olunursa kilitlenmelidir. Ve bilinmelidir ki bundan böyle Beşiktaş taraftarını final ve yarı final kesmeyecektir. İyi ve temiz niyetli mücadeleye gösterilen sabrın altın alkışlarını bence son defa duydunuz. Elindeki geniş kadroya rağmen sadece playoff serisi için Efes neden 640 bin dolara Smith'i getirdi?! Basketbol camiasına hürmetlerimle...
---------------------------------------------------------------
Para=Tanrı mı?

Aşkların patavatsız, sevgilerin yozlaşmış, kelimelerin kifayetsiz biçimleri moda olmuş nicedir. Sevda ambarları bomboş. Maalesef dansözlerin işşiz kalacağı mesailerdeyiz. Herkes kıvırmakta... "Söz" denen altın külçesinin değerini araştırmaktayım. Bende para etmiyor... Çünkü, bana göre maneviyatı yüksek bir mücevher. Konuştukça ağırlaşan, hatta derinleşen, belki de çok derin... Lakin bazılarında yargılaması esas alınmış 'Tanrı'lar gibi. Düşüncenin söze, sözün dövme mürekkebine emrettiği ve kola yafta gibi yapıştırttığı "Beni ancak Tanrı yargılar" cümlesindeki Tanrı (!), parayla yer mi değiştirmeli. Kavlince edilen bir söz, parayla mı orantılanmalı? Para=Tanrı mı? Bir cümlede işlenen ihanet sayısına bakar mısınız? Dilindeki söze, kendi bedenine, düşüncelerine, taptığına ve onu öyle kabul edip sevenlerine... İhanete bulaşmış bu düşüncelerin doğru paraleli şudur: Beni ancak dolar yargılar, euro sorgular! Beş yıllık bir yemek sofrasından, "Kesenize bereket" demeden kalkıp gitmek ne kadar etiktir. Daha seni Tanrı'nın yargılamadığı dönemlerde, Samsun'dan gelen icazetle, Samsunspor'a para kazandırmak için Beşiktaş idmanına İlhan Mansız ile beraber çıkmaman, Beşiktaş'a borcunu ödemeden yürümen doğru mudur? Serhat Ulueren ile yaptığın röportajda "Çok net ve kesindir. Türkiye'de Beşiktaş'tan başka takımda oynamam" cümlesinin ağır boşluğu altında ezilmiyor musun? Şanlı Beşiktaş camiasından, "o kulüp" diye bahsetme cesaretini ve cüretini, hangi akıl hocalarından alıyorsun? Sevgili (!) Tümer Metin, Ölçündün, biçildin ve tartıldın. Maalesef yetersiz bulundun...
------------------------------------------------------------
Çınlıyorum

Kulak çınlamasının dayanılmaz ıstırap-larındayım. Bitmek ve durmak bilmeyen bir "çınnnn" sesinin gazabına uğramışım. Nasılsın diye gelen hatır sorularına, iyi niyet gösterisi yapıyorum. İyi diyelim, iyi olalım.. Kırk yılda bir hastaneye işim düştü, o da naz yapmakta. Serumlar, ilaçlar, basınç odaları, oksijen tüpleri, ne yapsak nafile... Meğer kulak çınlamasının belirgin bir tedavisi yokmuş. Sadece güldüm! "Tedavisi olmayan bütün hastalıklar da beni buluyor" dedim. Doktor, "Başka ne hastalığınız var ki?" diye sorduğunda, "Beşiktaşlılık" iyi cevaptı sanırım... Her gün doğan yeni güneşe umutla bakabilmenen antrenmanını yaparken, gelen ziyaretçiler ve dostlarla elbet Beşiktaş'ı da konuşuyoruz. Ameliyat masalarının bolluğunda! Defanstan oyun kurabilecek bir adamın eksikliğinden söz etmekte insanlar. Orta sahayı rahatlatma amaçlı. Popescu, Ronaldo tarzı... 10 numaranın bir an evvel bulunması ve o şahsın çürük elma olmaması herkesin birinci duası. Savaşan kaliteli adamların çoğalması, herkesin taktiri. Yaşlı bir tribün emekçisinin "sağ çizgiye çok hızlı, kaleye çabuk inebilecek birini acilen bulmaları lazım" dediğinde, hemşirenin odaya girişi milleti kendine getiriyor. Burası hastane odası! Sağ kulağımdaki bu "çınnnn" sesli dostumu duymamak için televizyonun sesini açıyorum. Dünya Kupası karşımda! Bu sefer kalbimdeki "cızzzz" sesi ön plana çıkıyor. Hayıflanıyorum! İran, Trinidad&Tobago, Togo, Angola var... Altın dişi, süt dişi, Fildişi var.. Ama biz yokuz! Allah bana acil şifalar, Türk halkına da büyük sabır versin.
-------------------------------------------------
Hepinize!

Buruk ve sancılıydı. Adalet isteyen bir adamın gururu vardı sesinde. Belliydi ki, isminin başka bir camia ile anılması geldigi Beşiktaş'ta hem de ilk günden rahatsızlık yaratmıştı. Anlaşılan başbelası dedikodu tacirleri yine işbaşındaydı. İlk maçta "yuh"lanacağı söylenmişti kendisine.. Rahatsızlığı bundandı.. Telefonun öte ucundaki bu haykırış, ciğerime oturdu. Şaşkınlığımdan ne diyeceğimi düşünürken, o devam etti: "G.Saraylıyım ama vereceğim mücadele ile Beşiktaş taraftarına layık olacağıma söz veriyorum." Yüreğiyle, bileğiyle, korkmadan ve delikanlıca girdiği bu büyük yükün sorumluluğuna bakar mısınız? Vereceği mücadele! Yani onuruyla, yani kıvırmadan, dimdik ve asil. Etraf soytarılardan geçilmezken, ben doğuştan şu ya da bu takımlıyım meramlarına takılmayan güzel insan Kerem Tunçeri'den bahsediyorum. Hele beraber katıldığımız bir panelde sorulan bir soru üzerine Beşiktaşlılığı anlatışı, onu daha çok sevmeme neden olmuştu. Hatta Yıldız Üniversitesi onu ayakta alkışlamıştı. Ve gitti.. Nihat'ın gittiği yere.. Türlü entrikaların (!) kurbanı olarak İspanya'ya giden Nihat, bağrımızdan koparılmıştı ama Sociedad'ta hem ülkemizin hem de Beşiktaş'ın gururu olmuştu. Lakin Kerem'in gidişine bir Beşiktaşlı olarak üzüldüm ama hak, hukuk, insanlık kumaşı ve Türk halkı adına sevindim. Mücadelemiz sonsuza kadar iyilerin hep iyi yere ve yanyana gelmesinden yana olacaktır. Elimizden geldiğince ve kavlimizce. Kerem, Madrid'e imzayı atmış ve İstanbul'a gelmiş. Dostlarıyla veda hazırlıkları yapıyormuş. Tam bu yoğunlukta Beşiktaş taraftarları adına teşekkür ve başarı dileklerimi sunmak için telefon ettim. Telefonu açtığında Akatlar'da bir senedir ter döktüğü bench'in üzerinde oturuyormuş. Hangi duyguları yaşıyordu bilmiyorum. Ama ağlıyordu.. Bu yazının hayata geçmesinde sebep de o gözyaşlarıdır. İmza törenlerinde "Doğuştan Beşiktaşlıyım" diyenlere saygılarımla!
---------------------------------------------------------
Menfaatler!

İkibinaltının ya da üstünün umutlarla dolu öteki yarısıyla yeni yeni merhabalaşmaktayız. İçimiz ince ince kıpraşmakta. Bu sefer olur mu sorusunun mantıklı doğruları, üç senedir gerginleşen yüz hatlarımızı gevşetmiş. Yani mutluluğun resmini çizmeye çalışıyoruz. Fırçalar, Delgado'yu çiziyor bütün şehre. Ve tualler ağlamakta. Artık konuşarak değil, çıkıp sahada savaşarak gündeme gelecek bir takımın hayallerini kurarken, arınmışken (!) ve kurtulmuşken (!) mutlu oluyoruz. Beşiktaş tribünlerinin yegane isteği olan yalnızca ve daima mücadele; Tigana'nın ağzında şekilleniyor. "Öyle bir kondisyonumuz olacak ki, rakiplerimizi adeta ezeceğiz!" Lakin aklımızın bir köşesinde, alınacak yabancının hangi mevkide olacağı mevzuu var. Gönlümüz ve tecrübelerimiz, defansı toparlayabilecek, açıkları kapatabilecek, bu işin ehli bir vatandaştan yana. Biliyoruz ve gördük ki defası iyi takımlar, başarıya daha yakın. Ama bütün bunlar Tigana'nın işine karışılıyor anlamına gelmemeli. Işık tut, yak ve yol ayrımlarını tercih sebeplerine bırakmak ilkelerimiz Beşiktaş menfaatleri uğrunadır. Velhasıl son kelamım ise bir kavram kargaşasıyla ilgili. Daum'un Beşiktaş'a ikinci gelişinde, 'ben olsaydım'la başlayan, 'içeri sokmazdım'la biten kahramanlık hikayeleri dinlemiştik. O Daum, F.Bahçe'ye gittiğinde herkes köşesine çekilmiş, bu sefer Daum kahraman ilan edilmişti. Es geçtik! Peki İbrahim Kutluay'ın dönüş sinyallerinde, F.Bahçeli olduğuna kesin gözüyle bakanlar şu sözü hatırlıyorlar mı? "Bu adam ben varken bu kulüpten içeri asla giremez!"
---------------------------------------------------------------
Üşüyorum!

Kadife bir kılıfın içinde oynaşan onca yazıcı, "sıcakları" maçların birer oyuncusu gibi lanse ederken; Tigana'nın bence akılcı taktiğini atlamış... İkinci yarı, savunmaya yönelik oyunu beğenmeyenler şunu da düşünmelidir ki; maç tam saha oynanacağına yarım saha oynanıp enerjiyi kontrollü kullanmak, hele bu sıcaklarda daha dahiyanedir. Ortadoğu'da işlenen insanlık ayıbını irdelerken, bunun bir başka versiyonu olan "Delgado'ya linç girişimi" adlı filmi eleştirmeden geçemeyeceğiz. Hakemlerimiz yıldız oyuncuları UEFA'nın öngürdüğü ölçüde korumak zorundadır. Oysa daha üçüncü haftada, Adnan Polat tarafından yargılanan bu hakemlerimiz ne hikmetse İsrail birliklerinin, pardon rakip oyuncuların tekmelerine seyirci kalmakta. Nerede bu Birleşmiş Milletler!.. Ortadoğu'da süren can pazarı, iğdiş edilen bebeler, hunharca katledilen karnı burnunda gebeler ve sobecilik oynamakta ısrarcı Birleşmiş Milletler! Ve her taraf cayır cayır cehennem... Ve psikolojik sıcaklık 50 derece... Ve futbolumuzun son üç haftalık bilançosunda ağızlara sakız bir 40 derece evhamı. Tabii ki sıcakların gazabından aramızdan ayrılanlara Tanrı'dan rahmet, kurtulanlara geçmiş olsun diyoruz. Lakin ligler, ilk defa ağustosta başlamıyor ki... Senelerdir bu devran böyle dönüyor. Sonuçta bu işin adaleti sağlık kontrolleridir. Cooper testleri, efor testleridir... Üzülerek söylüyorum, gerisi hikayedir... Lafın belini kırarsak; kışın oynanan maçları akşam vaktinden öğlene kaydırın; millet gecenin ayazında tir tir titriyor ve bir sürü insan zatürre oluyor dersek, haksız mı sayılırız? Yoksa yayıncı kuruluşun gazabına mı uğrarız?
--------------------------------------------------------------
Gül ve Dikeni

Küresel ısınmanın dünyamıza verdiği sakıncalı işaretler, İnönü Stadı'nın tribünlerinde kendine koltuk bile bulamıyordu. Cümle alem ve bilimum yazıcılar, futbolcuların o sıcakta çektiği eziyetten bahsederken; taraftar, Beşiktaş için çekilen bu eziyetten adeta zevk alıyordu. Çünkü bu takım, bu eziyete değerdi... Son üç sezondur ilk defa taraftarın takımı değil de, takımın taraftarı galeyana getirip bağırttığına şahit oldum. O ne hırstı öyle... Yeni aşık olduğun birini sokakta görmenin heyecanını nasıl yaşıyorsan, Delgado'nun topla buluşmasında da aynı yürek çarpıntılarını hissedebiliyordum. Burak Yılmaz denen vatandaşın, Avrupa kalitesindeki fiziği, tekniği, hatta fuleleri; gözlerimizin pasıyla ilgili sorunları bir çırpıda çözebiliyordu. Lakin, bir sürü tansiyon hastasının maça geldiğini düşünerekten "acil önlem kampanyası" adı altında Runje'ye bir chack-up şart. Lalezar içinde dolaşmanın keyfini çıkartacaklarına, ellerine batan bir gül dikeni için hastaneyi ayağa kaldıranlar, elbet bir gün şükür etmeyi öğreneceklerdir. Şarap ve esrar kelimelerinin hakim olduğu bestenin söylenmemesi gerektiğini, biz de insanlara defalarca vurguladık. İki senedir de söylenmiyordu. Bu kadar güzelliğin içerisinde bir tek onun göze batması, bizim de gözümüze battı... Doğaçlama ve spontane gelişen ve enteresandır bütün stada birden yayılan bu duruma engel olunamadı... Lakin bu olayı, popülizm duvarlarını zorlarcasına, hatta kırarcasına "oradaki çocuklar bu kelimelerden kötü etkileniyor" diye olayı başka yerlere çekmeye çalışanlar; hiç de iyi şeyler yapmadıklarını, kötüyü afişe ederek kötüye prim verdiklerini bilmelidirler.

Ve... Pekala bilinmektedir ki, at yarışı da bir tür kumardır ve bahsettiğiniz çocuklar için hiç de iyi değildir. Şimdi biz de kalkıp, o reklamlarda niye oynuyorsunuz diye size ahkam mı keselim. Öyle değil mi sayın hocam!
----------------------------------------------------------------
Kelimeler Kifayetsiz

Sevebilmek olgusunun nimetlerinden yararlanmayan insanların en güçlü silahlarındandır karamsarlık. Yenilmek kavramının hep karamsarlıkla anılması eski bir modanın değişilmezlerindendir. Madem ki yenildin kötüsündür. Bir hafta evvel kendi imzalarıyla yazılanların hiç de önemi yoktur onlar için. Skor yazarlığı hortlamıştır da kimse hâlâ önlem almamaktadır. - Maç kaç kaç bitti koçum? - 1-0 üstadım. Telefon görüşmesi olup da öylece maç yazısı yazan var desem kaçınız güler bana? İşte o an ağlanası halimizin komedi karesindesinizdir haberiniz olsun. İstatistiki bilgiler 35'ten fazla yan ortadan bahsediyorsa, Manisa ikinci yarıda ilk atağını 88'de yapabiliyorsa ve buna karşı aynı Manisa 46 faulle oynamışsa burada şanssızlıktan hiç mi bahsedilmez? Bu gencecik takıma hiç mi destek olunmaz? İlle de birilerini asmak mıdır ilkeleriniz? Hiç mi yapıcı davranmazsınız? Bu kadar mı kifayetsizlik aşikârdır hayret! Ya da ben çok mu Polyanacılık oynuyorum? Elalemin yazarları toprakçılık oynarken, siz hâlâ Brütüs'e özeniyorsunuz. Lakin özgüvenini yakalamış bir Beşiktaş'ın şampiyonluğun en güçlü adayı olması benim en kuvvetli ihtimallerim arasındadır. Sonuna kadar mücadele eden pırıl pırıl bir takımın sofrasında baş köşede oturuyoruz. Masada bir özgüven eksik, bir de lobi.

zibidikartal 09-12-2006 02:10

İzafidir

İzafiyet Teorisi'nin çıkışından mesul Einstein, bu kuramın ne hallere düştüğünü görseydi kesinlikle utanırdı. Bakış açılarının çok farklı olabileceğini anlatmaya çalışan bu duayenimiz bazı köşe yazarlarına gücenmiş. Bazı insanlar doğrularla, bazıları da doğrularıyla yaşar cümlesini de mi bilmezler diye kulağıma fısıldadı. Gaipten!! On gün boyunca Beşiktaş'tan hiçbir şey olmaz diyenler Süper Kupa finalinden sonra nasıl ağız değiştirir, her yazı yazan yazı yazmak için mi yazı yazar diye söylendi. Vallahi ben onun yalancısıyım!! Lakin 20 Temmuz tarihli yazımda "Safkan Latin bariyerlerin kenarından geliyor, dikkatle izleyin" dediğimde ortalığı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramayanlar, Delgado'nun Sergen olamayacağı geyiğini ortaya atıp, mikserliğe soyundular. En azından bu kulağıma fısıldanmadı! F.Bahçe'nin B 36 ile oynadığı maçta, Tümer'in futboluna kalemşörlük yapıp şapka çıkartanlar (Biz de seyrettik o maçı) Delgado'nun adamı kepaze eden çalımlarına ve asistlerine hâlâ burun kıvırmakta. Etrafıma ve elimdeki notlara baktığımda bu takıma en büyük zarar kendi camiasından gelmiş. Ranta soyunmuş bir sürü insanın umuru Beşiktaş değil ki. Onlar oy simsarlarının direktiflerine göre dua ediyorlar. İnşallah kaybederiz maçı da!.. Sezonu F.Bahçe galibiyetiyle kapatan, bir sonrakine de G.Saray'ı yenerek merhaba diyen Beşiktaş futbol takımının önünde yalnızca yanlı köşe yazarları var. Baksanıza, Nobre'nin takımda liderliğe soyunacak kadar Beşiktaşlı olmaya çalıştığına değinen hiç kimse yok. Golden sonra takımın balık istifi olana kadar kümelenerek gol sevinci yaşamasını sorgulayan yok. Runje'nin klası ortada olmasına rağmen, kaleciliğini acaba mı sorusuyla gündeme getirip ona buna peşkeş çekenlere "Ne diyorsun?" diye soran da yok. Einstein'ın İzafiyet Teorisi, Beşiktaş'a hep kötü ve yanlı bakanlar tarafından çürütülmek üzere. Baltalamak ve kemirmek maksadıyla kurulmuş bu bataklık, Beşiktaş'ı sonsuza kadar yaşatacaklar tarafından kurutulacaktır. Einstein'a saygısızlık yapamayız. İzafidir de...
----------------------------------------------------------
Sahana Geçsene!

Sözlük anlamı danışıklı dövüş olan bu kelimenin son günlerde ne çok bahsini duyduk değil mi... Dünya tarihinin belki de en eski çirkinliğinin, en eski onursuzluğunun bize kare kare fotoğrafını gösteriyorlar. Makyavelist kırıntıların laylıksızlık ibresindeler. Herkesin üstünde ama az ama çok çamur lekesi varken, "Ben ak kaşığım" tripleri de neyin nesi... Telefon dinlemelere tam alışmışken, bu mektup muhabbeti de nereden çıktı. Bu mektuplar okununca insanlar "ligin son 6 ayı incelensin mi" der. Medya, olaylara neden hep seviyeli davranır. Yoksa, seviyeli muhataplıklarda genelleme yapmazlar mı! Biz de şimdi çıkıp da "liglerin son 20 senesi incelensin" mi diyelim.. Şahin marka arabaların dumanı, hangi ateşten çıkıyor; onu mu soralım. Zalad denen vatandaş ülkeye neden gelmez, onu mu irdeleyelim. "Şerefli ikincilikler" ana temasının çıkış sebepleri üniversitelerde ana ders konusu yapılacakken, neden hiç gazetelerde makale bile bulamaz... Sabaha kadar bu sorulara devam etsem yorulur musunuz; ben yorulmam.. Yorulmam gayrı da, tüm dünyayı bahis çılgınlığı sarmışken, debelenmelerim boşuna sanırım. "Gözümden kaçtı, gözüm karardı, kilitlendim sanki" cümleleri, bir çok maçın sonucuna 32 dişiyle gülüyorsa fazla bir şey gelmez elden. O yüzden ruh halleri, karakterleri, insanlıkları ve futbolculukları 10 numara bir takım denk getireceksin; hakemi de rakibi de şikeyi de ancak öyle dize getireceksin. Bir futbolcu, yedikleri golden sonra santra yaparken, kendi yarı sahalarında olan hakeme, "Sahana geç de maça başlayalım" nasıl der! Nedir o sözlerin altındaki psikoloji.

Cevap Verin !

Veremiyorsanız susun... Çizme denen ülkenin skandallarıyla prim yapmayın. O ülkede Milan da var, Palermo da var.. Siz hep örnekleri Milano'dan verirsiniz de!
----------------------------------------------------------
Yürü be

Ortadoğu'da günlerdir süren insanlık dramı ve ayıbı, bazı sadist ve çıkarcı ilişkilerin yüzündeki "İlle de barış" maskesinin suratlarından düşmesine neden oldu. Önceden hazırladıkları bombaları, avuç kadar bebelerin üzerine yollayan mantık, bundan sonra hangi kösele yüzle insanlara çıkıp da "Biz hep barıştan yanayız" diyebilecek. La Bomb (!) filmiyle sinema piyasasına giriş yapan bomba edebiyatı, F.Bahçeli eski yönetici Erol Usel'le de transfer borsasına çentik atmıştı. Bombayı patlatacağım! Her alacağı oyuncuyu bomba gören zihniyet, onu patlatmaktan da zevk alıyordu. Birçoğu elinde patlasa bile! Bu modaya medyamız da ayak uydurdu. Her yaz döneminde bomba patlatacak parolasıyla kulüplerin üzerine yürüyenler, bombaların zamanla balona dönüşmesine seyirci kaldılar. Aslında ben esas bombayı önceki gece Tayfur'dan beklemiştim. Amokachi heyecanlandırmış, Pascal sevindirmişti. Ama, bir o yoktu ortalıkta... Les Ferdinand! Gordon Milne'in öğrencisi olması gelme ihtimalini kuvvetlendirmişti ama olmadı. Lakin, böyle bir jübile ortamını düşündüğümden, herkesin gözünü anılarla dolu şanlı maziye çevirdiğimden, orayı burayı kullanıp fazla reklama soyunmadığından, belki de sırf bu yüzden sağolasın kaptan! Sade futbolun, sade yaşantın ve sadece göründüğün gibi olduğundan dolayı belki yine sırf bu yüzden sağolasın kaptan! Bombayla başladık, bombayla bitirelim. Malumuzun at yarışları bombalardan geçilmiyor. Her gün bir at, bomba diye lanse ediliyor yarışçılara. Ahır bakımı iyi, tımarı güzel, hayatta geçilmez diye... Ben, bir evvelki gece at değil ama harbi safkan bir futbolcu gördüm. Bombanın "A babası", safkan Latin... Şöyle, bariyerlerin kenarından ufak ufak gelmekte... Lütfen takip ediniz.
---------------------------------------------------------------
Yılın Filmi

Dünya ekonomisini 3-5 madrabazın birkaç da manipülasyoncunun eline bırakan zihniyet, dünya futbolsuzluğunun çöküşünü de puro ve viskilerini içerek kutlamışlar mıdır? Bütün dünyayı sistem ve taktik yaygaralarıyla uyutmaya çalışan bu mantığın görünmez efendileri, Dünya Kupası'ndaki futbolsuzlu, topu bilen insanların maça gelmeyişlerini ve kendi yarattıkları yıldızların sönüş ve çöküşlerini izlemişler midir? Bu mudur büyülü ayak Ronaldinho? Figo nerededir? Zidane, kafayı nereye atmıştır? Yoksa bize futbol diye başka bir şey mi seyrettiriyorlar? Yazdıkları ve söyledikleriyle, gördüklerimiz neden hiç uyuşmaz? 3-5-8'i, pardon 3-5-2'yi sistem diye gözümüzün içine sokanlar, gözümüzün görmesi gerekenlerini de perde arkasına süpürüyor. Çünkü ellerinde "faraş"la bekleyenler, perdenin öte tarafında. Tuttuğu takımın yenilgisinden sonra gülen ve alkışlayan taraftar profilini, "medeni insan şeması" olarak algılayan ve bunu devamlı gündemde tutarak övebilen mantık; Acaba?

Sistem kurbanları

Dünya insanının mücadeleci yapısını, onuruyla savaşmasını ve asla boyun eğmek istemeyen gururunu törpülemek mi istiyor?Acaba? Vefanın, cefanın hatta gözyaşlarının ambar ambar olduğu ülkemiz taraftar profilini, viskici amcalar ve kapitalist sistemle değiştirmek mi istiyor? Her hafta deplasmancıya ayrılan bölümün koltukları kırılır da, o bölümün koltukları neden atılamaz ve kırılamaz maddelerden yapılmaz? Çünkü sistemsizlik, sistem teşkil etmektedir. Çünkü genç nesil sistem kurbanıdır! Sen adama şöhret verirsin, para verirsin, sonra da top oynamasını beklersin. Oooldu! Bence siz bir film çevirin, adı da "Sistem Kurbanları" olsun.
-------------------------------------------------------
Düşündürücü!

Kopma noktasının 'cuma' gecesine rastlayan bölümünde haz, hız ve his kelimelerinin yoğunluğunda yastığıma gömüldüm. Uyandığımda binbir keyif içeren sabah şeriflerine 'merhaba' dedim. Akşamdan kalan mutluluğumun devamı için bir sürü gazete siparişi verdim. Spor sayfalarını tatlı dokunuşlarla bir gece evvel yaşadıklarımı bir de okuyarak yaşamak için araladım. Birden suratım düştü. 3-1 kazanmış bir takımın ardından yazılanlar komik ve düşündürücüydü. Burak'ın elle düzeltip attığını yalnızca üç Konyalı'nın gördüğü golü, geçen sene Anelka'nın elle attığı ama bütün dünyanın gözü önünde işlenen cinayetle denk tutan, üstüne de özür bekleyen bir zihniyetle karşılaştım. Siz özür dilemiş miydiniz sayın Özdemir? Beşiktaş camiasının isyan sesi belki o elle atılan gole rastlamıştı ama haykırışlarımızın tek nedeni; 3 sezondur devamlı bize rastlayan adaletsizliklerdi.

Düşünün sayın Özdemir!
"El değmemiş temiz bir lig istiyoruz" flamasının ana temasını bize soracağınıza bütün kulüplerin o flamayı size karşı niye açtığını oturup düşünmenizi rica ederiz sayın Nihat Özdemir. Bab-ı Ali duayeni olarak gördüğüm bir gazeteci büyüğüm, 30 bini aşkın kişinin yüreğini ve sesini hiçe sayarak hala geçen senenin kırıntılarıyla uğraşmakta. "Gol gol gol" tezahüratına burun kıvırıp, futbolculara olası bir yağmurda şemsiye hazırlamakta. O ses 'Beşiktaşlıyım' diyen herkesin tüylerini diken diken etmekte. O yüzden bu görüşünüze katılamıyoruz sevgili Attila (Gökçe) ağabey... Başka bir yazıyı okuduğumda az evvel düşen suratımı aramaya başladım. "Korkutmaz bizleri musalla taşı'' diye başlayan tezahüratın "Ne biçim'' olduğunu, "bununla futbolcular asla motive olamaz'' yorumlarını okudum. Futbolcular ölümden korkarmış, ters etkilenirlermiş ve daha niceleri. Türkiye Kupası finalinin uzatmalarında 2-2 giden maçta bu tezahürat tam 25 dakika söylenmiş, bütün Türkiye televizyonda ibretle izlerken Beşiktaş o motivasyonla üçüncü golünü atmıştı. Beşiktaş'ı "iyi'' takip etmenizi rica ederiz sevgili Faik (Gürses) ağabey... Mamafih her insan gibi bana da devamlı mutluluk düşmedi ve ben hala düşen suratımı arıyorum...
-------------------------------------------------------------
3F

Vakti zamanında bir toplantıda Portekiz Devlet Başkanı Salazar'a sormuşlar: "Sayın Başkan, Siz Maliye Bakanıydınız, bir baktık Devlet Başkanı olmuşsunuz. Nedir bunun hikayesi?" Biraz düşündükten az da tebessüm ettikten sonra, "3F" demiş Salazar... Biraz açar mısınız, pek anlamadık da diye bastırmış gazeteciler. Herkesin şaşırtacak bir cevap gelmiş başkandan; Fado, Fiesta, Futbol... Şaşıran yüzleri aydınlatırcasına, felsefe profesörü edasında devam etmiş eski maliye bakanı... Gelişmekte olan ülkelerde, pek yaygın olan kitle psikolojisinden faydalandık. Herkes (günümüze çeviriyorum) Televole kültürüyle o ne yapmış, bu tostunu yemiş mi, o yalnızca arkadaşıymışlarla ilgilenirken, Müslüm Gürses dinleyenlerinin kendilerini jiletlemesiyle meşgulken Fadoizmi ve Fiesta'yı... Olmayan tribün terörünü sulandırıp ağzını açmayan yöneticiye "şunu dedi" suçlamasıyla ortalığı bulandırıp, "o kaleci iyi, bu defans iş yapmaz, o santrfor yaşlı" nakaratlarıyla futbolu ön planda tuttuk. Millet bunlarla ilgilenirken, ben kendi işlerimle uğraştım. Ve sonuç malumunuz... İşte bu kıssadan hisse, günümüz futboluna bazı sorular sormakta.. Örneğin; Basketbolcularımızın şapka çıkartılacak başarısı günlerdir alkışlanırken, yanlış stratejilerle Dünya Kupası'na gidemeyen Milli Takımımızın gün be gün yaklaşan ve bugün oynanacak Malta milli maçı niye gerektiği kadar irdelenmez. Fenerbahçe camiası; sarı-lacivertli yönetimin parmağını kapıya sıkıştırırcasına sadece iki gün içinde dört futbolcu almasını veya takım içindeki huzursuzlukları tartışacaklarına, dediği ya da demediği belirsiz Tahir Kıran ve Haluk Ulusoy polemiklerini neden ön plana çıkarır. Beşiktaş futbol takımı, alışma sürecini en az kayıpla ve keyifle sonlandırırken, neden düşman kalemler tarafından adı üstünde "hazırlık maçında" yerden yere vurulmaya çalışılır? Affedersiniz, sesim geliyor değil mi!
---------------------------------------------------------------
Harakiri

Hazan ve hüzün kelimelerinin yan yana gelmesi, eylül ayının azizliğinden midir bilmem.. Lakin, 11 ve 12 Eylül dramlarına bir yenisinin eklendiği kesin ve aşikâr olduğu bilgi dahilidir. 10 Eylül Trabzonspor magibi... Üzülmez'i, Tandoı ve Nobre'yi uzun bir şişe dizmesi, aralarına da defne (!) yapraı koyması, sonra diz çöküp o şişi kendi karnına saplaması bize bir tek şeyi hatırlattı: harakiri! Mali'li hocamızın takımı mali yönden düşünüp ekenomik kullanması bir bakış açısıdır ama Beşiktaş taraftarının kendisini sevmesi, kendisinin bile anlayamayacağı maneviyat içermektedir. Dikkatine sunulur! Gecenin 02.00'sinde yüzlerce taraftarı otobüs ve minibus duraklarında kuyrukta gördüğümde, federasyonun vatanda .ları hiç umursamadıını, tamamen yayıncı kuruluşa teslim olduğunu ve paranın yine başrole soyunduğunu lanetle selam ettim. 21.45'te maç oynatmak demek, insanlara "içki için, maça öyle gelin" demek değil midir? Kapıdaki polis memurunun, şaşırmış bir vaziyette "daha kapıdan alkolsüz bir adam geçmedi" demesi, federasyonun "tav.ana kaç, tazıya tut" felsefesi değil midir? Ondan sonra küfürsüzlük politikası çizip fetva vermek ne kadar inandırıcıdır? Bu işler, orta yere çıkıp da "küfür etmeyin" demekle olmuyor. Çıplak ayaklarınızı, kor ate.ler üzerinde görmeden samimiyetinize inanmayacağız. Oysa rahmani bir eda ve samimi bir seda, Trabzon maçının 90 dakikasında gizlidir. Lütfen takdir ediniz! Ve kan tarlaları içinde umuda soyunduk. Bugün oynanacak CSKA maçı için sevda ambarlarından taştık. Kahır gecelerini unutamasak da, kırmızı gelincikleri aramaktayız beyaz kar bahçelerinde...
------------------------------------------------------------
250 Milyara Profiterol!

Tigana, taşları bir türlü yerli yerine koyamıyordu ama kapalı tribünün çatısındaki taş(!)lar maçtan önce sıra sıra nasıl da dizilmişlerdi!. Tigana'nın maçı kaybetmesi halinde koltuğu sallanabilin diyenler çoktu ama Sami Yen'deki koltukların bırakın sallamayı, parça parça edilip Beşiktaş taraftarının önüne konmasını kimseler neden sorgulamamıştı? Tigana, merdivenleri birer birer çıkmayı planlıyordu ama kusursuz maç yönettiği (!) söylenen Cüneyt Çakır'a Sami Yen'de "Merdiven boşluğu gördün mü?" diye sorma nezaketini niçin hiç kimse göstermiyordu? Cüneyt Çakır çok iyi maç yönetmişti de; İnamoto, Burak Yılmaz'ı Çırağan Sarayı'nın havuzuna mı itmişti? Ya da Song, Karadeniz Halk Oyunları'nda horon mu tepiyordu da attığı tekmeler görmezden gelindi? Dikilen yüreklerin cesareti, yanlış tercihlerin esareti nişanlanmıştı pazar gecesine. Beşiktaş-Konya maçında adamın yemek için aldığı profiterolü, kızıp ani bir refleksle sahaya atmasını 250 milyar cezayla ödedi Beşiktaş. Bir de yarım şeftali var sahaya atılan.. Pazar gecesi çatıdan atılan taşlara, pırlanta demeyeceksiniz herhalde! İnönü'de her maçtan önce gıcır gıcır silinmiş ve tertemiz koltuklar görürsünüz. Gözlemciler bunu bildiği halde tek tek gözlerler. Adı gözlemci ya!.. Peki o gözlemcilerden Sami Yen'de yok mu? Oradakiler ne iş yapar? Bütün koltuklar paramparçaydı stada girdiğimizde. İnsanın aklına çocuksu şeyler gelmiyor değil. Acaba diyorum Seyrantepe'yi... İnönü'de her maçtan 5 dakika önce, aralıklarla 3 görevli memur, 2 polis ve bir de stat müdürümüz Turgut bey gelir merdivenlere boşluk yaratılması için. Yoksa hakem maçı başlatmayacakmış derler. Binlerce kişi yetmiyormuş gibi bir de merdiven boşluklarıyla ilgileniriz. Pazar günkü maçta sonra bir etkili ile konuştum da, o dedi bana... Federasyonun aldığı tüm kararlar İnönü'yü kapsıyormuş! Ve futbolun yalnızca sahada oynanmadığını anlatmak istedim. Simon Cuper gibi, Aziz Yıldırım gibi...
--------------------------------------------------------------
Dedenin bastonu

Elinden alınmış bir oyuncağın yıllar süren travması vardı çocuğun yüzünde.. Yıllar geçse de, "demincek" diyebilecek bir ruh haliydi, delikanlının çehresine yansıyan... Başka bir köşede, bastonu havada yaşlı bir amca gördüm... Ağzında kalan tek tük dişleriyle "unutmadığını" bağırıyordu.. Belliydi ki, yediden yetmişe herkesin belleğinde yara açmıştı. Her A.Gücü maçı, her sonbahar dökülen güz yapraklarıydı sanki. Sararan sayfaların canlı anılarını yaşatıyordu bize. 93 yılı olmasına rağmen, "demin"di.. 8-0'lık tiyatronun suflelerindeyim. Senaryosunu herkesin bilmesine rağmen, kimsenin çıt çıkarmamasına isyandı belki de; dedenin elindeki baston, çocuğun travmalı yüzü ve delikanlının sinir dolu çehresi... Burak'ın golü, iftarını açıp tribüne gelmiş adamın yediklerini hazmettiriyordu sanki. Gökhan Güleç'in ki ise, kaymaklı ekmek kadayıfı kıvamındaydı oruç tutanlar için. Maçın başından beri çalışkanlığı, her yere koşması, hırsı ve azmi; onun penaltı noktasıyla kesişmesini sağladı. Taraftar bu ödülü Nobre'ye layık görmüştü. Olmadı.. Canın sağolsun Mert adam... Ricardinho oyuna girdikten sonda 4-5-1'e dönen oyun şablonunu da gördük. Demek ki göremediğimiz çok şey varmış!!! Değil mi sevgili skor camiası.
--------------------------------------------------------
İnadına

Yorgun olmasına rağmen Erciyes'e pozisyon dahi vermeyen, her hattıyla sonuna kadar mücadele eden Beşiktaş, Kayseri'den üç puanla dönmesini bildi.. Son günlerin çalışkan futbolcusu Nobre, attığı golle Sofya yorgunu Beşiktaş'a rahat bir nefes ve üç puan aldırırken, sakatlanması tüm camiayı üzdü.. Delgado, Kleberson ve Koray gibi yıldızlarının sakat olmasından dolayı kadro kurmakta zorlanan Tigana, genç yıldızlarına forma şansı tanı"KELİME EDİTLENMİŞTİR" İstanbul'a cebinde üç puanla döndü... Kleberson'un yokluğunda formasına kavuşan Fahri, bu şansını iyi kullanarak kazanılan üç puanda söz sahibi oldu.. Belli ki 120 dakikalık kupa maçı onlara vız gelmişti. Sofya neresi, Kayseri neresi? Bir de arada İstanbul var. İki günde bu üç şehirde mekik dokuyan bu yürekler, Erciyes dağının yanaklarında üç puanlık bir makas aldılar... Size, muhtemel 5 ana başlık yazısı verdim... Ama Lazarov'un golü, bütün bu başlıkları dipsiz bir kuyuya bıraktı. Keyfe keder tüm yazıların inadına, istikrara doğru yapılan tüm hamlelere destek çıkıyoruz. Tigana ile oyuncular arasında taktiksel anlamda büyük ve kalın bir bağ olabilir. Lakin, işin en önemli yanı dinleme ve anlama bölümüdür.. Hocaların sistemleri, oyuncuların pistonlarıyla eşgüdümlüdür. Yani, ne kadar ekmek, o kadar köfte.. Babıali'nin eski muhabirleri haber kapmak için kapı kapı dolaşıp, telsizsiz ve internetsiz ortamda başarı yakalarlarmış. Muhabirlik mesleğini rafa kaldıran bazı cin fikirler, taraftar sitelerine dadanarak kimin ne yazdığını bilmediği her yazıyı, internetten gazetesine taşı"KELİME EDİTLENMİŞTİR" sözüm ona muhabirlik yapıyor.. İşin komiği; karısıyla kavga eden, ideolojisine uymayan, babasından harçlık koparamayan ve her sinirlenenin klavyeye koştuğu bu ortamda yazılanlar; kamuoyunu yanlış yönlendirip kendi kuyusuna maya yapıyor. Yoksa; tribünlerin sonuna kadar sahiplendiği, ama internet sanşölyelerinin dibine kadar ittirdiği bu karmaşa başka nasıl izah edilebilir... Yönlendirme varsa bu, yönetimle taraftar arasında değil, kapitalist sistemle bazı güçler arasındadır... O yüzden sayın Turgay Demir, önümüzdeki ilk maçta da "Je t'aime Tigana!"

zibidikartal 09-12-2006 02:13

Soramazlar

Ayrıntılara gebe olan detaylar, gözümüzden ırak olmaya çalıştıkça başarılı olacağını zannediyor. Sayfa aralarına sıkışmış pozu vermek, kelime oyunlarıyla kurnazlık senaryoları üretmek, hep bu kaçamakların sinyalleri... Çok konuşan, çok yazan ama çok üretemeyen bir toplumun alarm avlularındayız. Vergi borcumuzun "yok" denecek kadar az olduğu 2003 yılında GS ve FB'nin içinde bulunduğu bir af sistemi getirildi. Beşiktaş'ın borç hanesinde; atıyorum 1 lira yazıyordu, onlarınkinde ise 100... Onlarınki çok dolambaçlıydı, bizimki düz... Gayrı bizim, hiç kimsenin cebinde gözümüz yoktu ama... Lakin bu oynanan oyun, dünyanın en büyük kazanç sektörü ise ve başarı, kazanılan paraların bileşkesinde yatıyorsa... Futbol bu ayrıntılarla saklambaç oynuyordur... Diyelim ki bu olay da, her aşk gibi yaşandı ve bitti. Bilinmez sevdalara fora edildi yelkenler. Belki kılıçlar çekildi 40 yıllık dostlara. Selamlar-sabahlar kesildi. Ama dünya yine de dönmeye devam etti. Fazla değil, üç sene döndü... Baktık ki borç hanesi sıfırlanan GS, 200 milyon dolar barajını yine geçmiş... (Oh, ne ala memleket) "O da bir şey mi" diyerek ocakta sıfırlanacağız sinyalleri veren Adnan Polat'a merak edip de soran oldu mu?.. Gün, kimin hesabına tutar akşamı! İşte futbolun bu ayrıntıları vardır, gözlerden devamlı kaçırılan... Detaylara kimse tenezzül bile etmez. Fatih Terim'e kimse sormaz, Kahveci'yi niye oynatmadın diye? Herkesin aklı "çaycı"dadır çünkü... Hakan'a hep Şükür edilir de, Altıntop aranmaz bile... Ve sormazlar arkadaşlar... Rahmetinden kim demlenir bulutun!
--------------------------------------------------------------------
Kırım

Sarkozy ve yandaşlarının politik beslemeyle şekillendir-dikleri ve üzerine özellikle İstanbul'da yaşayan 50 bine yakın Ermeni'yi huzursuz ettikleri bir iddianın, yargısız infazlarını yaşadık; Daha geçen hafta, özgürlükler ülkesi Fransa'da!.. Kendi menfaatleri uğruna bu topraklarda Müslüman halkla omuz omuza yaşayan, birbirinden kız alıp veren binlerce Ermeni vatandaşını rencide etmeye çalışan bu zihniyetin mantığı soykırım değil, yaklaşan seçimler öncesi olması muhtemel; "Oy kırımı"dır... G.Birliği gibi boyuna oynayan, kora kor mücadele eden, oyunu çirkinleştirmeyen ve mücadelenin maksimumda olduğu bir maçta Beşiktaş'ın 7'den fazla girdiği net gol pozisyonlarını beğenmeyip, hâlâ pirincin içinden taş ayıklamaya çalışmak; "Düşünce kırımı"dır... Cılkı çıkarcasına Rico ve Delgado yarımadasının ikiye bölünmek istenmesi, Burak'ın her maçta bir penaltısının es geçilmesinin gündeme taşınmaması, düne kadar Mercimek'i fırına veren skor yazarlarının bu vatandaş iyi oynadıkça 'tribünler öyle diyordu' uydurmasına sığınması; "Bel kırımı"dır... Herkes Tigana'nın ekibine konuştukça, benim de 2007'nin ocağına iki kelam edesim geliyor... 2006 yuvarlandıkça sona doğru; kulisler dile, özel mektuplar ele gelmeye başladı... 50-60 kişiyi fotoğraf karesinde bile yan yana getiremeyenler, uyduruk toplantılar sonrası "Biz şu kadarız" fetvaları, "Seçimlerde biz ne dersek o olur" üçkağıtçıklarıyla; ranta doğru ellerini oğuşturuyor... Camiada gelişen bütün olumsuzlukları kongreye yorarak sinekten yağ çıkarmaya, karıncanın da belini incitmemeye çalışıyorlar... Yazıktır ki, futbolcular sahada, taraftar tribünde ölümünü savaştıkça; kulisçiler ve kongreciler insan ayırımı tezgâhında nakış işlemekteler... Lafın belini kırarsak; Seçimler öncesi yapılan bütün bu işveler, gerçek Beşiktaşlıyı soğutma adına oy kırım edasında bir; "Soykırım"dır!
--------------------------------------------------------------
Ruhumuz Yeter

Bazen hüzün denizlerinde, bazen sevgi kumsallarında ama hep umut dağlarında yaşanası bir bayramın ortasındayız. Bayram muhabbetlerinde aklıma ilk gelen sevgili üstad Soner Olgun'dur. Her söylediği şarkı, her çaldığı sazdan sonar saat ve gün farketmeksizin, benim şimdi size yazacağımı söyler. İyi bayramlar... Anlaşılmakta zorluk çekildiğinde, anlatamamanın ıstırabını yaşarım. Sanki suç bendeymiş gibi. Ya tartışmaya girmeyeceksin derim, ya da girdiysen... Çarşı her şeye karşı ya, herkes de Çarşı'ya karşı. Lakin bilmiyorlar ki, Çarşı kendine de karşı! İnadına Tigana desteği çoğu insanı rahatsız ediyor. Biliyorum. Hatta bu desteğin Del Bosque'ye, Rıza'ya, Daum'a neden yapılmadığı iğneli şekilde sorgulanıyor. Nasıl bu yargıya varıyorlarsa? Daum, ikinci gelişinde "Lösemili çocuklar seni özledi" diye flama açan Beşiktaş tribünleri tüm ülkenin Daum'a karşı başlattığı linç girişiminde tek başına Daum'un koluna girmiştir. Rıza'ya açılan "Hepimiz kapıcıyız" flaması, bu tribünlerin asla adam satmayacağı işareti olmakla beraber, Rıza'nın "İstifa edebilirim" açıklamalarına "Büyük kaptan" tezahüratıyla destek vermiştir. Kötü gidişte "Yeniköy Kasabı" diye sıfatlandırılan hocamıza tribünler "Vicente del Bosque" diye yırtınası bir tempo tutmuştur. "Çarşı'ya ne oluyor" başlıklı yazısında Sayın Turgay Demir, "Her şeye karşı olan Çarşı, neden Tigana'ya değil" diye bol ünlemli bir soru soruyor. Cevap verelim; Çarşı, Tigana'ya karşı olanlara da karşı. Runje'ye de saldırılar bitmiyor. Neden ıslıklamamışız da destek vermişiz. Kumaşına inandığımız bu vatandaşı, teknik ekip inanılmaz tutuyor. Özellikle Büyük Ali... Medyanın da bu adamı devamlı kamuoyunun önüne atması bittiğinde kara bulutlar da gitmiş olacaktır. Beşiktaş tribünlerinin bir ruhu vardır. Kalp ve akıl durmalarında bile yaşar. Zapdedilememiş 3-5 kaleden biri olan bu ruh hali, yalnızca Beşiktaşlılara hayat verir. Ben anlatamamış, bazıları anlamamış olsa da!
-------------------------------------------------------------------
DİRAYET

Yokoluş ya da varoluş kavramlarının insanoğlu üzerindeki baskısı, kişinin yerküredeki duruşuyla alakalıdır. Her koşulda dimdik durabilme yetisine sahip olanlar, yokoluşlarda bile tekrardan doğma şansına sahiptirler. Oysa varoluşların yamuk temsilcileri, başarılı olma hallerinde bile etraflarına düzgün bir çizgi çizemezler. Dirayet, kararlı olma halinin tavana vurmasıdır. Yönetimin de, Tigana'nın da yapması gereken en anlamlı, en mantıklı iş hali budur. Zira sabır etmek, dirayetli olmayı tetikler. Elbet, taşın da bir sabrı vardır. Çatlayabilir! Lakin bir türlü atılamayan golün azabı ve buna dayalı istifa gazabına kimsenin tek bir sesi olamaz. Çünkü taraftar haklıdır... Çünkü onun gönül hükmü, yüreğinde saklıdır. Ancaaaak! Kişi ya da kişilerin, kurum ya da kuruluşların kah günlük gazete, kah elektronik posta, kah da oy tacirliği yaparak taraftarların bilinç altlarına negatif virüs şırınga etmesi hiç hoş değildir. Delgado'nun kaçırdığı kafa golüyle, Tigana'nın istifasının ne alakası vardır? Vatandaş golü atsa, bütün stat ve cümbür cemaat, Cumhuriyet Bayramı yürüyüş töreninde olacaktı. Bu varoluştu! Bir dakika sonra hakem bitiş düdüğünü çaldı. Bu da yokoluştu! İşte size istifa polemiğinin bir dakikalık bilançosu... İşte size menfaat tüccarlarının yarattığı tablo... Elbet yönetimler geçip geçicidir; hatta insanlar bile. Herkes süresi bittiğinde köşeye çekilir. Lakin dirayetli davranmak, seneler sonra saygıyla anılmanın faturasıdır. Yönetim Tigana'dan, Tigana sisteminden, taraftar da desteğinden vazgeçmemelidir. Yokolurken varolmanın muhasebesi, bu denklemde yatmaktadır. Geçen sezon şampiyon olan GS'nin her maç öncesi istifaya çağırılan yönetimini göstererekten; İnegöl maçında yuhalanan futbolcuların Türkiye Kupası'nı kaldırdığını hatırlataraktan.
---------------------------------------------------------------
İl Güvenlik Spor Kurulu'nun hafta içinde adığı önlemler düşüncede doğruydu, uygulamada ise hatalar yapıldı. Bilet sayısının her derbide kitlesel bir krize yol açtığını düşünürsek, yaşananların çoğunun rahmani olduğu görüşündeyim. Açıkcası, doğru dürüst bir şey de yaşanmadı ya... Misafir tribünün girişinin olduğu kapı, strateji hatalarıyla doluydu. Kapı önü zannedip taksiden inenler, caddenin ortasındaki tel örgü duvarını delmek için bir kilometre yürüdüler. İki makas atacaksın tel örgüye, cadde kapıyla birleşecek. Sen de rahat edeceksin, trafik de, taraftar da... F.Bahçe cephesi kötü alışkanlıklarından vazgeçmemiş. 2 bin 500 kişi tek kapıdan girdi, tek kapıdan da çıktı. "No exit way" filminin galasındaydık sanki. Geçmiş senelerde yaşanılan ve kuvvetle muhtemel esir kamplarında uygulanan "su" mevzuu, pazar gecesi yerini düden şelalesine bıraktı. Hayretle tebrikler! Lakin FB'nin her konuya müdahil "satılık" bir sürü pankartı görev başındayken, Beşiktaşlının atkısına bile izin verilmeyecekti neredeyse... Neticede alınan önlemler mantıklı ve insaniydi. Ama şu da bir gerçek, her gebe kadın doğuracağı gün sıkıntı yaşar ve her doğum biraz sancılıdır... Sancının en ağırını A. Hassan'ı yere yapıştıran Luciano'nun volesinde yaşamıştık. Aynı filmi pazar gecesi Lugano'nun uçan tekmesini İbrahim'in sırtında izlerken yaşadık. Bence, Fenerli futbolcuları motive etmek için yurt dışından adam çağırıyorlar. Mesela, Jean Claude Van Damme. Son kelamım "inşallah yeniliriz" mantığında olup, onu bunu satılmışlıkla suçlayanlara... Sevgiliniz Erzurum'da oturuyor ve uçağa binme fobiniz var. Otobüsle gidip, otobüsle geleceksiniz... Ve üstüne, her gidişinizde size para verecekler. Ayda kaç kere Erzurum'a gidersiniz? Ve bir tavsiye... Biraz Kemalettin Tuğcu okuyun!
-------------------------------------------------------------------
MOLA

Barış, iki savaşın arasında verilen molanın adıdır. Ve bir saldırgan olduğu sürece, sonsuza dek sürecek rüyadır... Kimdir bu saldırgan? Küme düşüşünü Beşiktaş'a bağlayan ve bu süre içerisinde her maçta sorumlu tuttuğu bu takıma küfür eden Bursaspor seyircisi mi? Kimdir bu saldırgan? Maçtan sonra soyunma odası yollarında "Allah'ıma kitabıma, bunun Bursa'sı da var" naraları atan futbolcular mı? Ya da onlara bu düşünceyi şırınga eden yerel basın mı? Kimdir bu saldırgan? FB ve GS'yi iki büyük yapmak isteyen zihniyetle, şampiyonluğa oynayacak Beşiktaş'ı, ligin sonlarında Bursa'da taraftar desteğinden yoksun bırakma mantığının bir örtüşmesi mi? Ya da bu saldırgan; Beşiktaş, G.Saray ve F.Bahçe taraftarlarının eylemsel barışçılığından doğan malzeme yoksunluğunu başka bir teori ile birleştiren "İlahlar kurban istiyor" kampanyaları mıydı? Saldırgan, ister Veliefendi'de bir at, ister Marina'da bir yat, ister Florya'da 9 odalı kat olsun; bu mantık var olduğu sürece barış yalnızca tatlı bir rüyadır. Nihat Özdemir'in "Tezgah var" söylemi, Adnan Polat'ın ilerleyen zamanı durduran saati olduğu ve bütün bunlara verilecek ceza olmadığı sürece; 'barış', yalnızca Beşiktaş Basketbol Takımı'ndaki oyuncunun adıdır. Runje'nin kurtardıkları, Rico'nun attırdığı ve attığı bölüme kadar olan saldırılar, bir anda zeytin dallarıyla bezeniyorsa; bu zeytin dalı iki savaşın arasındaki moladan öteye geçemeyecektir. Yazının ilk satırlarındaki Orhan Pamukoğlu cümlesi, içinde bulunduğumuz bu kirli dünyanın iki yüzlü halidir. Akşam oynanacak Brugge maçı, "gülen maskelerin" ardındaki asık suratlı adamların alacakları molayla alakalıdır. Brugge maçı bir kahve molası mıdır, yoksa basketbolcuların aldığı gibi bir taktik mola mıdır? Göreceğiz!

zibidikartal 09-12-2006 02:14

BAZI YERLERDE YAPTIĞIM YANLIŞ ALINTILARDAN VE HATALARDAN DOLAYI ŞİMDİDEN ÖZÜR DİLERİM :D

Meric 10-12-2006 02:37

teşekkürler


Türkiye`de Saat: 16:30 .

Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580