|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
19-01-2007, 15:11 | #1 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
|
Artuklular (1101-1409) Kültür ve sanatıyla iz bırakmış uzun ömürlü beyliklerden biri Artuklu Beyliği'dir. Oğuzların Döver boyundan ünlü bir Türkmen Beyi olan Artuk Bey, Anadolu'nun fethi sırasında büyük hizmetler görmüştü. Fakat, Tutuş'la Süleymanşah'ın arasındaki savaşta Tutuş'tan yana olarak savaşı ona kazandırmış ve Süleymanşah'ın intiharına sebep olmuştu. Tutuş, Artuk Bey'in yardımına karşılık olarak onu Kudüs valisi yapmıştı. Ölüm yılı olan 1091'e kadar bu görevde kaldı. Artuk Bey ölünce Kudüs Fatımî'lerin eline geçti.Fakat Artuk Bey'in oğulları Sökmen ve İl-Gazi, Selçuklu hükümdarı tarafından kendilerine verilen bölgelerde beylikler kurdular. Artuk Bey'in oğulları tarafından kurulan bu beylikler üç kol halinde gelişti. 1. Hısn Keyfâ ve Âmid, 2. Mardin ve Meyyâfârıkîn, 3. Harput'da Üç kol halinde hüküm sürmüş bir Türkmen sülâlesidir. Artuk Bey önce Sultan Alp Arslan'ın hizmetinde bulunmuş ve Malazgird savaşına da iştirak etmişti 1071 Anadolu'nun Türklere açılmasında rol oynayan emîrler arasında Artuk Bey de bulunuyordu. Daha sonra Artuk Bey, Sultan Melikşâh tarafından kendisine iktâ edilen Huvân'a çekildi. Ahsâ ve Bahreyn Karmatîlerini itaat altına almak görevini başarıyla sonuçlandırdı. Artuk Bey'in bir süre sonra Sultan Melikşâh'a küskünlüğü, Suriye Selçuklu Meliki Tutuş'un hizmetine girmesine yol açtı. Tutuş da ona Kudüs ve havalisinin valisi yaptı (1085-6). Artuk Bey 1091 yılında bu şehirde öldü. Ancak oğulları Sökmen ve İlgazî Kudüs'ü muhafaza edemediler. Emîru'l-cüyûş Efdal kumandasındaki bir Fâtımî ordusu kırk günlük bir kuşatmadan sonra şehri aldı (1098). Mu'în ed-Dîn Sökmen, Cezîret-i İbn Ömer sahibi Çökürmüş tarafından kuşatılan Musul hâkim Mûsâ'nın yardımına koştu ve bu hizmetine karşılık 10.000 dinar ve Hısn Keyfâ kalesini aldı. Böylece Sökmen, Artukluların "Hısn Keyfâ ve Sökmeniyye" denilen ilk şubesini kurmuş oldu (1102). Eyyûbî hükümdarı Melik Kâmil önce Âmid'i sonra da Hısn Keyfâ'yı zabt ederek Artukluların Hısn Keyfâ kolunu ortadan kaldırmıştı (1231-2). Necmeddîn İlgazî Nisan 1105'de Bağdad şahneliğinden azledildikten sonra Mardin'e gelerek bu şehre hâkim olmuş ve burada Artukluların "Mardin veya İlgaziyye" denilen şubesini kurmuştur (1108). İlgazî yavaş yavaş bu bölgedeki Selçuklu topraklarına hâkim oldu, 1117'de Haleb'i ele geçirdi. Beraberinde Bitlis ve Erzen hâkimi Togan Arslan'ın bulunduğu 20.000 kişilik ordu ile harekete geçerek Tell Afrin savaşında Antakya persi Roger'in kumandası altındaki Haçlılara karşı büyük bir zafer kazandı (1119). Bunu Tell Danis'de Kral II. Baudouin'e karşı kazanılan takip etti. Selçuklu sultanı Mahmûd ise İlgazî'ye Meyyâfârıkîn şehrini iktâ etmişti (1121). Daha sonra Mardin Artukluları bazan Eyyûbîlere bazan da Tükriye Selçuklularına tâbi olarak varlığını sürdürdü. Kara Arslan el-Muzaffer (1260-1292) ise, Moğolların hâkimiyetini kabûl ederek barış yaptı. O bu sayede hanedanın devamını sağladığı gibi Mardin şehrini de bir felaketten kurtarmıştı. Bu kolun son hükümdarı Melik el-Sâlih Mardin'i müdüfaa edemeyeceğini anlayınca bu şehri Karakoyunluların reisi Kara Yûsuf'a teslim etti (1409). Bu suretle Artuklular Devleti sona erdi. Artukluların üçüncü kolu 1185 yılında Harput ve havalisinde kurulmuşsada fazla uzun ömürlü olmamıştı.Sultan I. Alâ ed-Dîn Keykubâd 1234 yılında Harput'u zabtederek, Artukluların bu koluna son vermişti.Artuklular büyük Türkmen kitlelerine dayanan bir Türk devleti idi. Bu sebepten millî teşkilât ve ananelerini muhafaza etmişlerdi. Alp, İnanç, Kutlug gibi eski Türkçe unvanları kullanmakla da bu ananelerini koruduklarını göstermişlerdir. Artuklular devlet anlayışında eski Türk hukukuna göre devletin hanedanın ortak malı olduğu görüşün de uyguladılar. İlgazî ve Belek gibi kudretli şahsiyetlerin mevcudiyeti Artuklu Devleti'nin siyâsî birliğini sağlayabilmiş, aksi takdirde ayrı beylikler halinde hükün sürmüşlerdir. Artuklu hükümdarları gerek Müslüman ve gerekse hristiyan halka adâletle hizmet etmişler, idareleri altındaki ülkelerde düzen ve emniyeti sağlamışlardı. Ayrıca ticarî ve iktisadî hayatın gelişmesine büyük ölçüde yardımcı oldular. Bu maksatla bazı şehirlerdeki ticarî vergileri kaldırmışlardır. Bu iktisadî gelişme mimarî eserlerden de anlaşılmaktadır. Artuklular, bir kısmı bugüne kadar mevcudiyetlerini koruyan, birçok mimarî eserler sözgelişi; külliyeler, câmiler, medreseler, hamamlar, köprüler, sivil ve askerî yapılar yapmışlardır. Onların devrinde mimarîde görülen gelişme sebiyle bugün güney-doğu Anadolu bölgesinde her önemli eser Artuklulara bağlanmak istenmektedir. Artuklu ülkesindeki Meyyâfârıkîn, Âmid ve Mardin gibi şehirler birer ilim ve kültür merkezi haline gelmişti. Bu hanedana mensup hükümdarlar ilim ve sanat adamlarını himâye etmişler, bunun neticesinde de onlar adına bazı eserler yazılmıştır. Artuklular Üç kol halinde Hısnkeyfa (Hasankeyf) ve Amid (Diyarbekir), Mardin ve Meyyafarikin (Silvan) ve Harput’ta hüküm süren bir Türkmen hanedanı. Hanedanın atası ve isim babası olan ve Oğuzların Döğer boyuna mensup bulunan Eksük oğlu Artuk, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kumandanlarındandı. Anadolu’nun fethine katılıp, Yeşilırmak Vadisine kadar ilerledi. Anadolu’nun Türkleşip, İslamlaşmasına hizmet etti. Sultan Melikşah döneminde, Karmatileri itaat altına almak için, Bahreyn seferine çıktı. Melikşah’ın kardeşi Tutuş, ona gördüğü hizmetler karşılığı olarak Filistin’in idaresini verdi. Bununla beraber, Kudüs’te kısa bir müddet hüküm süren Artuk Bey, 1091 senesinde vefat etti. Artuk Beyin ölümünden sonra oğulları, Haçlılar ve onlarla işbirliği yapan Fatımîlerin baskıları sonucu bu bölgede fazla kalamadılar. Oğullarından Muinüddin Sökmen, Mezopotamya emirleri arasındaki çekişmeden faydalanarak ele geçirdiği Hısnkeyfa’da, Hanedanın birinci kolunu kurdu (1102). 1. Hısnkeyfa (Hasankeyf) Artukluları (1102 - 1281) Sökmen, 1102 yılında Hısnkeyfa’da tesis etmiş olduğu beyliğini sağlamlaştırmak için, Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar’a bağlılığını arz etti ve onun hizmetine girdi. Sultanın emri üzerine, kardeşi İlgazi ile birlikte bazı ayaklanmaları bastırdı. Yeğeni Yakuti, 1103 yılında, Mardin’i ele geçirdi. Bu sırada Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs gibi şehirleri ele geçiren Haçlılar, Mardin ve Harran yörelerine de taarruzda bulunuyorlardı. Sökmen Bey, emir Çökermiş'le birlikte, Haçlıların bu faaliyetlerine karşı harekete geçerek, Urfa Haçlı Kontu Joscelin ile Kudüs Kralı Baudouin’in kumandasındaki Haçlı ordusunu, büyük bir bozguna uğrattılar. Joscelin ve Baudouin’in esir edildiği savaşta, Haçlılardan 30 bin kişi öldürüldü. Böylece, Haçlı ilerlemesine mani olan Sökmen, Dımaşk Atabegi Tuğtekin’e yardıma giderken yolda hastalanarak, 1104 yılında vefat etti. Sökmen’den sonra yerine geçen oğlu İbrahim Bey, muktedir bir hükümdar olamadı. O, daha çok Mardin’de hakimiyetini tesis eden amcası İlgazi’ye tabi oldu. Daha sonra Davud ve Kara Arslan dönemlerinde, Anadolu Selçukluları'na tabi olan Artuklular, Nureddin Muhammed devrinde, Eyyubîler'in hakimiyeti altına girdiler. 1231 yılında, Hısnkeyfa ve Diyarbekir üzerine sefere çıkan Eyyubî Hükümdarı Melik Kâmil, Artukluların bu şubesine son verdi. Hükümdarlığını kaybeden Hısnkeyfa kolunun son Artuklu emiri Melik Mes’ud, Moğollar tarafından öldürüldü. Hısnkeyfa ve Amid Artuklularına kurucusundan dolayı, Sökmenliler de denir. 2. Harput Artukluları (1185 - 1233) Artuk Beyin torunu Belek bin Behram, 1112 yılında, Harput ve Palu’ya hakim olarak, bölgede kendi beyliğini kurmuştu. Amcaları Sökmen ve İlgazi ile birlikte, bütün ömrünü haçlılarla mücadeleye harcayan Belek Bey'in gösterdiği kahramanlık, İslam âleminde destanlaşmıştır. Belek Bey, 6 Mayıs 1224’de muhasara altında tuttuğu Menbiç kalesinden atılan bir okla şehid edildi. Belek Beyin ölümünden sonra Harput, 1185 yılına kadar Hısnkeyfa Artuklularının idaresi altında kaldı. Bu tarihte Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed’in ölümü üzerine oğulları arasında başgösteren saltanat mücadelelerinde, İkinci Sökmen, hakimiyeti ele geçirdi. Bu durum üzerine, diğer oğlu İmadeddin Ebu Bekr, Harput ve çevresine hakim olarak, beyliğini ilan etti. Ebu Bekr, 1204 yılında ölünce, yerine Nizameddin İbrahim geçti. Nizameddin İbrahim’in ölümünden sonra, Harput Artukluları, Eyyubîlere tabi oldular. 1185 yılında ise, Anadolu Selçuklu Devleti kumandanlarından Kemaleddin Kayar, Eyyubîleri, Harput civarında bozguna uğrattıktan sonra, şehri alarak Artukoğulları Beyliği Harput şubesine son verdi. 3. Mardin Artukoğulları (1106 - 1409) Artuk Beyin ölümünden sonra, beş yıl, kardeşi Sökmen ile beraber Kudüs valiliğinde bulunan Necmeddin İlgazi, buradan ayrıldıktan sonra, Selçuklu meliki Dukak’ın yanına giderek, Haçlılarla mücadeleye atıldı. Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar döneminde, dört yıl, Bağdat şahneliği görevinde bulundu. İlgazi, bu vazifeden alındıktan sonra, yeğeni İbrahim’in elinden Mardin’i zaptederek, burada Mardin Artukoğulları veya İlgaziler denilen Artukoğulları kolunu kurdu. Mardin’den sonra Nusaybin’i ele geçiren İlgazi, Sultan Tapar’ın emriyle Haçlılara karşı düzenlenen 1112 seferlerine katıldı. Emir Mevdud komutasında olarak Urfa’nın kuşatmasına katılan İlgazi, kalenin zaptına muvaffak olamadı. Ancak, Harran, Haçlıların elinden alındıktan sonra, İlgazi’ye devredildi. 1117’de Halep’i alan İlgazi, buranın idaresini oğlu Timurtaş’a verdi. Antakya Haçlıları üzerine sefer düzenleyip, 1119’da şehir civarında yapılan muharebede, büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta Antakya kontu Rogen dahil, Haçlı ileri gelenleri öldürüldü. Akdeniz sahiline kadar ilerlenip, çok ganimet alındı. İlgazi, Haçlıları kuzeyde de takip edip, Göksun’a kadar ilerledi. Böylece, Haçlıların kuvveti kırıldı, karşı tedbir almalarının önüne geçildi. Selçuklu Sultanı Mahmud, İlgazi’nin muzafferiyetinden ziyadesiyle memnun olup, 1120’de Meyyafarikin’i (Silvan) ona verdi. 1122 senesinde vefat eden İlgazi, adaleti, ihsanı ve halka hizmeti ile meşhurdu. Diğer memleketlere kıyasla Mardin ve Halep'te vergileri hafifletmek suretiyle halkın sevgisini kazandı. Hakim olduğu bölgede Asayiş, nizam ve intizamı sağlayan İlgazi, imar faaliyetlerine de büyük önem verdi. İlgazi’nin ölümünden sonra oğullarından Süleyman, Meyyafarikin’e; Timurtaş, Mardin’e; yeğeni Süleyman da Halep’e hakim oldular. Bu sırada diğer yeğeni Belek de, Harput ve Palu civarında kendi beyliğini kurdu. Süleyman’ın ölümünden sonra Hüsameddin Timurtaş, Mardin şubesine daha geniş bir şekilde sahip oldu. Timurtaş’ın 1154 yılında ölümünden sonra yerine oğulları arasında en liyakatlisi olan Necmeddin Alp geçti. Bu bey döneminde Mardin Artukoğulları ile Hısnkeyfa Artukluları arasında sıkı bir dostluk ve işbirliği sağlandı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi, bu sayede imar ve medeniyet yolunda ilerledi. Necmeddin Alp, yirmi iki yıl saltanat sürdükten sonra 1176 senesinde vefat etti. Necmeddin Alp dönemi, Artukoğullarının en parlak yılları oldu. Bundan sonra Artuklu ülkesi, önce Eyyubîler, sonra da Moğolların baskısı altında kaldı. Moğollara bağlı olarak saltanatlarını devam ettiren silik beyler döneminden sonra, Mardin Artukoğulları 1408 yılında Karakoyunlular tarafından ortadan kaldırıldı. Artuklular, Büyük Selçuklu Devleti'ne tabi olduklarından, devlet teşkilatı, müessesesi ve idare tarzı Selçuklulara benziyordu. Devletin temel siyaseti cihad, Haçlılar ve İslam alemindeki sapık ideolojiler ile mücadele idi. Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında büyük hizmetleri geçti. Artukluların hakim oldukları bölgelerde Türklerden başka Arap, Süryani, Rum, Ermeni ve bir miktar da Yahudi vardı. Her millet, kendi lisanını konuşurdu. Türkler ve Araplar Müslüman, Ermeni ve Rumlar Hıristiyan, Süryaniler kendi mezheplerinde idiler. Artuklu hükümdarları ve devlet adamları, ilme meraklı olup, ilim ve irfan müesseseleri kurup, âlimleri himaye ettiler. Meşhur fıkıh alimi Şihabüddin-i Sühreverdi, Artuklulardan çok hürmet görüp; Elvah el-İmadiyye adlı eserini İmadüddin Ebu Bekr’e arz etti. Kemaleddin Ebu Salim, Ebu Ali el-Sofi, Cezeri ve Bedi’uzzeman, eserler yazıp, Artuklu hükümdarlarına ithaf ettiler. Ayrıca, pek çok âlim, nakli ve akli ilimlerde eserler yazdılar. Artuklu hükümdarları saray ve şehirlerde kurdukları kütüphanelerde, binlerce ciltlik kitaplar toplamışlardır. Artukluların inşa ve imar faaliyetleri, mimari eserleri çok meşhur idi. Artuklular, Orta Asya ve İslam alemindeki mimariyi birleştirip kaynaştırarak, kıymetli eserler inşa ettiler. Artuklu ülkesindeki iktisadi yükselişe paralel olarak, ihtiyaca ve lüzumuna göre; hükümdar, devlet adamları, hanedan mensupları ve hayırseverler; cami, medrese, imaret, zaviye, türbe, hastane, hamam, çarşı, han, köprü, kervansaray, kale ve surlar ile memleketi süsleyip, medeniyet diyarı haline getirdiler. Bunlardan en meşhurları: Mardin’de Emineddin ve Cami’ el-Asfar da denilen Necmeddin külliyeleri; Harput, Silvan, Mardin, Koçhisar (Kızıltepe) Ulu Camileri, Harput Alacalı Cami, Mardin’de Latifiye de denilen Abdüllatif Camii, Bab-es-Sur da denilen Melik Mahmud Camii; medreselerden ise Mardin’de Hatuniye de denilen Sitti Radviyye, Ma’rufiye, Şehidiye, Melik Mensur, Altunboğa, Zinciriyye de denilen Sultan İsa, Harzem’de Tacüddin-i Mes’ud, Diyarbekir’de Mes’udiyye ve Zinciriyye medreseleri; hamamlardan Mardin’de Maristan, Radviyye, Yeni Kapı ve Ulu Cami. Harput’ta dere hamamları, Hısnkeyfa, Haburman Botaman Suyu, Deve Geçidi köprüleri, ayrıca Hısnkeyfa Sarayı, Diyarbekir İçkale Sarayı, Mardin’de Firdevs Köşkü, Silvan’da Darü’l-Acemiyye Sarayı, Diyarbekir’de Ulu Beden, Yedi Kardeş Burçlar, Harput Kalesi ve zamanın tahribatına uğramış pek çok eser inşa ettirdiler. Bunlardan bazıları hala kullanılıp, hizmet vermektedir. Artuklu şehirlerinden Mardin, Diyarbekir, Hısnkeyfa (Hasankeyf), Meyyafarikin (Silvan), Duneyser (Koçhisar, Kızıltepe), Nusaybin, Dara, Harput ve Halep havalisindeki Artuklu eserlerinin mimari yapısı, sanatkârlığı, zarifliği, tezyinatı, kullanılan malzemenin seçimi çok ustaca olup, şaheser mahiyettedir. ARTUKLULAR DÖNEMİNDE KELAM İLMİ VE KELAMCILAR* I- Giriş Artukoğulları bilindiği gibi 1102-1409 tarihleri arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da başta Harput ve çevresi olmak üzere üç şube halinde Amid (Diyarbakır), Hısnıkeyfâ (Hasankeyf) ve Mardin bölgelerinde hüküm sürmüş olan bir Türkmen hânedanıdır. Bu hanedan adını Oğuzlar’ın Döğer boyuna mensup olan Ersük oğlu Zahîrüddin Artuk Bey’(ö. 1091)den almaktadır.1 Artukoğullarının serüveni cesur bir Türk Komutanı olan Artuk Bey’in kendisine bağlı Türkmenlerle 1063 yılında Selçuklu Sultanı Alparslan’ın hizmetine girmesiyle başlar ve oğulları Sökmen ve İlgazi ile torunu Belek b. Behrâm’ın beyliklerini ayrı şehir merkezlerinde kurmasıyla devam eder. Biz bu çalışmamızda Artukluların Türk ve Müslüman olmaları hasebiyle Türk ve İslâm kültür ve medeniyetine sunmuş oldukları sosyal, siyasal, toplumsal ve ekonomik katkılarının ötesinde dinî ve ilmî katkılarını ve dönemlerinde yetişen kelâm bilginlerini tespit etmeyi hedefledik. II- Artuklular Döneminde İtikadî/ Kelamî Yapı Artuklular zamanındaki dinî ve mezhebî yapıyı anlamak için öncelikle Selçuklular devrindeki itikadî ve fıkhî/ amelî mezheplerin durumuna bakmamız kaçınılmazdır. Çünkü Artuklular döneminin dinî- mezhebî temayüllerini belirleyen yegane saik Selçuklu sultanları ve bazı devlet adamlarının benimsemiş oldukları dinî-mezhebî eğilimlerdir. Bu eğilimler kaçınılmaz olarak toplumun itikadî ve hukukî hayatına tesir etmiştir. Selçuklu sultanlarından Tuğrul Bey (ö. 455/1063), Alparslan (ö.465/1072) ve Melikşah’ın Hanefî mezhebine sıkı sıkıya bağlı oldukları tarihen sabit olmasına2 rağmen devlet yetkililerinden Tuğrul Bey’in dirayetli vezirî Amîdü’l-Mülk el-Kündürî (ö.457/1065) Mu’tezilî eğilime sahip olduğundan Eş’arîlere ve Rafizî-Bâtınîlere karşı büyük baskılarda bulunmuş “Ehli Bid’ate lanet kampanyasına” öncülük etmiştir.3 Alparslan’ın veziri Nizâmü’l-Mülk ise Eş’arîŞafiî mezhebine bağlı olduğu için el-Kündürî’nin başlattığı Eş’ariler üzerindeki baskıya son vermiş, kurduğu Nizâmiyye medreseleri aracılığıyla Şafiî mezhebinin gelişmesine ve ülke genelinde yayılarak nüfuz sahibi olmasına büyük hizmetlerde bulunmuştur. 4 Bilindiği gibi Selçuklular İslâm’ın Sünnî (ortodoks) yorumuna bağlı oldukları için Sünnî olmayan, (gayri-sünnî, heterodoks) itikadî akımlarla siyasî ve dinî anlamda mücadele ediyorlardı. Çünkü hicrî beş, miladî on birinci asırda İslâm coğrafyasında fikrî ve düşünsel bir bunalım ve kaos baş göstermişti. Selçuklu Devleti’nin ve civar Türk Beyliklerinin topraklarında yaşayan yüz binlerce insan arasında o kadar çok inanç, mezhep ve meşrep farklılıkları göze çarpıyordu ki, o dönemde Müslümanların birlik ve beraberliğini temin etmek adeta imkânsız bir hadiseydi. Bu dönemdeki İslâm bilginlerinin zihinlerini daha çok inanç ve itikadla ilgili kelamî problemler meşgul ediyordu. Zira o esnada Allah’ın zâtı, isim, sıfat ve fiilleri ile alakası olan bazı Kuran nassları ve İslâm Peygamberinin sözleri olan hadislerin te’vil ve yorumundan kaynaklanan fikir ve düşünce ayrılıkları Sünnî ve gayri Sünnî itikadî ve amelî mezheplerin anlaşmazlığa düştüğü başlıca kelâmî sorunlardandı.5 Bunun yanı sıra Antik Yunan felsefe ve düşüncesine ait klasik eserlerin tercüme marifetiyle Müslümanların fikir hayatına girmesi ve bu yolla İslâm inançlarına aykırı bir takım asılsız fikirlerin yayılması da inanç ve fikir karmaşasını derinleştiren etkenlerden biri olmuştur. Söz konusu etkenlerden dolayı hicrî beş, miladî on birinci asırda yaşayan Müslümanlar, Sünnî öğretiyi benimseyenler/ Ehl-i Hak ya da Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat (Selefîler, Eş’arîler ve Matüridîler) ve Sünnî öğretiyi benimsemeyenler/ Ehli Bid’at, Ehl-i Dalâl (Bâtınîlik, Şia, Müşebbihe, Mücessime, Kerrâmiyye ve Mu’tezile) olarak iki ana itikadî ekole ayrılmıştı. Yine aynı dönemde Ehl-i sünnet çizgisine sahip olan Müslümanlar, itikatta Eş’arîlik6 ve Matüridîlik7 olmak üzere iki; fıkıhta yani amelde ise Hanefîlik8, Şafiîlik,9 Malikîlik10 ve Hanbelîlik11 olmak üzere dört ayrı fırkaya ayrılmışlardı. İtikatta Eş’arîliği kabul eden insanların büyük çoğunluğunun, fıkıhta Şafiî mezhebine, itikatta Mâtüridiliği benimseyen Müslümanların kahir ekseriyetinin de Hanefî mezhebine bağlı olduğu bilinen bir gerçektir. Bunun böyle olduğunu o dönemde yaşamış ünlü Matüridî kelamcısı Ebu’l-Yusr Muhammed el-Pezdevî (ö.493/1099)’nin, “İmam Şafiî’nin bütün ashabı Eş’arî mezhebi üzerinedir” şeklindeki sözü desteklemektedir.12 Söz konusu bu itikadî ayrılıkları gidermek ve bütün Müslümanları Hz. Peygamber’in anladığı ve tatbik ettiği yol olan Ehl-i sünnet çizgisi etrafında birleştirmek maksadıyla Selçuklu sultanları ve vezirleri, özellikle Alparslan (ö. 465/1072) ve Nizamü’l-Mülk (ö. 485/1092), hakimiyetleri altında bulunan topraklarda gelişmekte olan Mu’tezilî ve Şiî-Batınî öğretiye karşı Sünnî doktrini benimseyip savunan İslâm bilginlerini ve kelamcılarını13 desteklemişler, bu öğretinin yaygınlaşıp hakim konuma gelmesi için medreseler inşa etmişlerdir.14 66 Doç.Dr. Selim ÖZARSLAN Selçukluların hakim kılmak istedikleri Sünnî din anlayışının temel dinamiklerini Hanefî-Matüridî ve Şafiî- Eş’arî yorum oluşturuyordu. Bunun böyle olduğunu destekleyen argümanlardan biri Nizâmü’l-Mülk’ün sultana vezirini iyi insanlardan seçmesini tavsiye ederken söylediği “Vezir, temiz dinli, iyi itikatlı, temiz Hanefî veya Şafiî mezhepli, kifâyetli, muamele bilir ve padişah sever olmalıdır” sözüdür.15 Melikşah (ö. 485/1092) döneminde Artuk Bey(ö.1091)’in de Sünnî öğretinin merkezi sayılan Bağdat Halifeliğine karşı isyan halinde bulunan Şiî inançlı Ahsa ve Bahreyn Karmatîler’ini16 itaat altına almak için mücadele ettiği bilinmektedir.17 Yine o dönemde Müslüman birliğini zedeleyen, siyasî amaçlar da taşıyan, Kur’anî temellerden yoksun, dinin aslî ilkelerini hafife alan Bâtınîlik18 cereyanı, Müslümanların kafasını karıştırıyor, saf itikatlarını bozmaya çalışıyordu. Bâtınîler’in İsmâiliyye kolu, İsmâilî Devleti’nin kurucusu Hasan Sabbâh (ö.518) isimli bir kişinin etrafında toplanmışlar ve Alamut (kartal yuvası ya da kartal eğitimi) kalesine19 1090 tarihinde yerleşerek burasını Bâtınî karargahı haline getirmişlerdir. Hasan Sabbâh’a göre yanlış çoklukta, doğru birlikte bulunuyordu. Akla yani rasyonaliteye uyanların çokluğa yani yanlışa düştüklerini, masum bir imama uyanların ise birliği sağlayacaklarını ileri sürüyordu. Bu masum yani günahsız imamın da kendisi olduğunu Bâtınî propagandacılar (dâî) aracılığıyla etrafa yayıyordu. Ona göre her zahirin bir bâtını ve her tenzilin bir te’vili vardır. Yani o, Kur’an ayetlerinin açık manasının dışında batınî yani gizli anlamları olduğuna, asıl ve gerçek olanın da açık manalar değil, gizli manalar olduğuna inanıyor, halkı bu fikirlerini kabule zorluyordu. Bu gizli manaları da yalnızca masum imam bilmektedir. Hasan Sabbah’ı böyle davranmaya iten saik ise Hz. Peygamber’in yolunda giden Kur’anî temellere dayanan Sünnî öğretiyi benimsemiş Müslümanların temsilcisi Abbasî Devleti’ni ortadan kaldırmaktı.20 Selçuklu hükümdarı Alparslan (ö. 465/1072) ve Melikşah’ın (ö. 485/1092) Şafiî mezhebine mensup veziri Nizâmü’l-Mülk (ö. 485/1092), otuz yıla yakın vezirliği sürecinde günümüzün üniversiteleri durumunda olan Nizâmiye Medreseleri’ni başta Bağdat, Basra, Merv, Herat, Belh, İsfahan, Nişabur, Amûl (Taberistan) ve Musul olmak üzere ülkenin birçok şehrinde Bâtınî anlayışı yok etmek amacıyla tesis etmiş, bu medreselere devrin ileri gelen Eş’arî-Şafiî âlimlerini tayin etmiştir.21 1067 tarihinde inşa edilmeye başlayan bu medreseler, yukarıda ifade edilen amaç doğrultusunda Şii- Bâtınî öğreti ekseninde eğitim yapan Fatimî Mısır devrinin el-Ezher Medresesi’ne bir alternatif olarak kurulmuştur.22 Hiç şüphe yok ki, bu medreselerde yetişip, İslâm beldelerine dağılan Müslüman bilginler, İslâm düşüncesinin ve medeniyetinin yayılmasında çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bu medreselerden biri olan Bağdat Nizâmiyye Medresesi’nin rektörlüğünü yapan Ebû Hamid Gazzâlî, (ö.505/1111) devrin Abbasî halifelerinden el-Mustazhır Billah’ın teklifi üzerine Bâtınîler’in zararlı fikirlerini çürütmek gayesiyle Fedâihu’l- Bâtıniyye (Bâtınîlerin Rezillikleri), Hüccetü’l-Hak, Muhassılu’l-Hılâf gibi eserler kaleme almıştır. 23 Artuklular’da adlî, malî, askerî ve idarî yapılanma Selçuklu yapılanmasının küçük bir numunesini24 teşkil ettiği gibi, dinî yapılanma ve dinî eğitim yine Selçuklularda olduğu gibi medreselerde Ehl-i sünnet akidesine uygun bir tarzda sürdürülmüştür. Artuklular, Selçuklularda olduğu gibi topraklarında yaşayan Müslümanların dinî birlik ve beraberliklerini korumaları için gerekli müesseselerin 68 Doç.Dr. Selim ÖZARSLAN olarak Mardin Artuklu Hakimi İlgazi’nin oğlu Hüsamettin Timurtaş, Mardin’de büyük bir kütüphane ve Hüsâmiye Medresesi’ni inşa ettirmiştir. Timurtaş’ın oğlu Necmeddin Alpı de babasının yolundan giderek Koçhisar’da sahip oldukları Sünnî öğretiye dayalı din anlayışlarını devam ettirmek için cami ve medrese bina ettirmiştir. Harput’ta Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından 551/ 1156 yılında yaptırılan Ulu Camiî’nin planı göz önüne alındığında bu mekanın medrese olarak da kullanıldığı anlaşılabilir. Yine II. İlgazi’nin oğlu Artuk Arslan devrinde Mardin’de Hatûniye Medresesi (1205); Harezm’de Şeyh Taceddin Mesud Medresesi (1212) ve Koçhisar’da ise Ulu Cami (1204) yaptırılmıştır. Artukluların son hükümdarı olan Sultan İsa ise 1392 yılında Mardin’de Zinciriye Külliyesi’ni inşa ettirerek25 Türk-İslâm kültür ve medeniyetine hizmet etmiştir. Zinciriye Medresesi’nin içerisinde Hanefî ve Şafiîlere ait olmak üzere birer adet caminin bulunması da Selçuklularda olduğu gibi Artuklular’da da Ehl-i sünnet’in bu iki mezhebinin revaçta bulunduğunun bir göstergesi kabul edilmelidir. O dönemde bu medreselerden yetişen İslâm alimleri sayesinde bu bölgelerde yerleşen Sünnî-Şafîî,-Eş’arî eksenli itikadî yapılanma ve din anlayışı, bugün günümüzde de hiçbir sapma göstermeden etkinliğini devam ettirmektedir. Artukluların hakim oldukları bölgelerde yaşayan Müslümanların kahir ekseriyetinin itikatta Eş’arî mezhebine, fıkıhta yani amelde ise Şafiî yoruma bağlı oluşları buna güzel bir örnek oluşturur. Artuklular’ın Harput şubesinin sınırları içerisinde kalan Palu halkının bugün yüzde elliden fazlasının Şafiî mezhebine bağlı olması da bu tesirin devam ettiğinin bir göstergesidir. III- Artuklular Dönemi Kelamcısı Seyfü’d-din Amidî Artuklular dönemde yetişen kelâm bilginlerinin en önemlisi ise Hicrî 551, miladî 1156 yılında o zamanki adıyla Amid’de (Diyarbakır) doğan ve buraya nispetle Amidî lakabıyla şöhret bulan Seyfü’d-din Amidî (1156-1233)’dir. Amidî’nin tam adı Ebü’l-Hasen Seyfüddîn Ali b. Muhammed b. Sâlim es- Sa’lebî’dir. Sa’lebî ve Tağlibî olduğu söylenirse de bu konuda kesin bir bilgi yoktur. İlköğrenimini doğduğu yerde yapan Amidî, daha sonra tahsilini tamamlamak için devrin ilim merkezi olan Bağdat’a gitmiştir. Burada Hanbelî bilginlerinden olan İbnü’l- Mennî’den Hanbelî fıkhı, cedel ve münazara (ilmî tartışma) adâbı (metodu) öğrendi. Devrin hadis alimi İbn Şâtil’den hadis okudu, bu konudaki bilgisini derinleştirdi. Bununla da kalmayarak Bağdat’ın Kerh bölgesinde bulunan Hıristiyan ve Yahudî bilginlerden felsefe, mantık dersleri okudu. Bu arada Hanbelî iken Şafiî mezhebine geçti. Fakat onun felsefe ile ilgilenmesinden hoşlanmayan Şafiî fakihleri, bu sebeple onun itikadının bozulduğunu ileri sürdüler. Bunun üzerine Şam’a giden Amidî, orada aklî ilimlerle uğraşmaya devam etti. Orada felsefede yeni bir sistem olan İşrâkiliği kuran Şehabeddin Sühreverdî (1155–1191) ile tanıştı.26 Böylece fıkıh usûlü, kelam ve felsefede devrin önemli alimleri arasına katıldı. Bu ilimlerdeki vukufiyetiyle de Gazzâli’nin önemli bir takipçi olmuştur. Daha sonra Eyyübî hükümdarı Aziz b. Selahaddin idaresindeki Mısır’a giden Amidî, İmam Şafiî’nin türbesinin yanındaki Nâsıriyye Medresesi ve Kahire’deki Zâfir Camii’nde müderrislik yaptı ve burada da şöhret kazandı. Ancak Mısır uleması da onu felsefî fikirleri yaymaya çalıştığından dolayı inanç bozukluğu ile suçlamışlar, bununla da kalmayarak öldürülmesine fetva vermişlerdir. Eyyübî sultanı bir başka bilginin görüşüne uyarak Amidî’yi kolladı. Ancak aleyhindeki bu havadan etkilenen Amidî, gizlice Mısır’dan kaçarak önce Şam’a, oradan da Hama’ya geçti. Hama’da Eyyübî Hükümdarı Muhammed b. el-Meliku’l-Mansur’un himayesine girerek Mansuriye Medresesi’nde ders verdi. Daha sonra Şam hakimi Meliki’l-Muazzam Şerafeddin İsa’nın daveti üzerine Şam’a giderek Aziziye Medresesi’nde uzun yıllar (takriben on yıl) müderrislik yaptı. Meliki’l-Muazzam’dan sonra yerine geçen Melikü’l-Eşref’in o esnada işgal ettiği Amid’in (Diyarbakır) eski hakimi ile gizlice mektuplaştığı ileri sürülerek tedris hayatından uzaklaştırıldı. Yaşı epeyce ilerlemiş olan Amidî, hayatının son günlerini evinde münzevî bir yaşamla geçirdi ve 631/1233’de vefat etti. Şam’da Cebel-i Kâsiyun Kabristanı’na defnedildi. 27 Amidî, selefi Ebû Hamid Gazzâlî gibi itikatta Eş’ârî, amelde ise Şafiî ekole mensup bir Ehl-i Sünnet kelamcısıdır. Amidî, dini ilimlerden sayılan Fıkıh, Usul-u fıkıh ve Kelâm ilminde derin vukûfiyet sahibi olduğu gibi aklî ilimlerden felsefe, cedel ve mantıkta da mahir bir akliyatçı olarak İslâm düşünce tarihinde yer edinmiştir. Amidî, hilaf28 ve cedel29 ilminde de otorite sahibidir. Gazzalî ile başlayan Felsefî Kelam’ın en bariz temsilcilerinden olan Amidî, aklî ilimleri ve felsefeyi çok iyi bilmesinden dolayı bu ilimleri kelam konularını işlerken maharetle kullanmıştır. Kelama ait eserlerinde felsefi açıklamalarda bulunan Amidî, İslâm dışı dinler ile İslâmî fırkaların görüşlerini tartışır. Bunu yapmaktaki amacı muhaliflerinin görüşlerinin dayanaktan yoksun, Ehl-i Sünnet’in görüşlerinin doğru olduğunu kanıtlamaktır. Amidî’nin Kelam, Usul-u Fıkıh ve Felsefeye dair yazdığı birçok eseri günümüze kadar gelmiştir. Kelam ilmine (theology) dair olanlarının en önemlileri şunlardır: 1-Ebkârü’l-efkâr; çeşitli yazma nüshaları bulunan bu hacimli eser, hala yayımlanmamıştır. 2- Gâyetü’l-merâm fî ilmi’l-kelâm; Yukarıdaki eserinden daha özlü bir kelam kitabı olup, tahkik edilerek basılmıştır. 3-Risale fî ilmillah. Medine de yayımlanmıştır. Seyfüddin Amidî, bu eserlerinde bilginin kaynakları/ epistemoloji, varlık, âlem ve âlemin sonradan yaratılmışlığını, Allah’ın zat, sıfat ve fiillerini, insan ve insan fiilleriyle ilgili meseleleri ele almış ayrıca nübüvvet, ahiret ve imamet/ siyaset, politikaya ilişkin görüşlerini kendisine özgü üslûbuyla ortaya koymaya çalışmıştır.30 Fıkıh Usûlüne (İslam Hukuk Metodolojisi) dair olanlar; 1- el-İhkâm fî usûli’l ahkâm; 2- Müntehe’s- sûl fî ilmi’l-usûl; İhkam’ın muhsatarıdır. Felsefe ve Mantıka dair olanlar ise; 1- Kitabü’l-Cedel 2- Dekaiku’l-Hakaik fi’l-Mantık 3. el- Mübîn fî me’anî elfâzı’l-hukemâ ve’l-mütekellimîn 4- Keşfü’t-temvihât; İbn Sînâ’nın el-İşârât isimli kitabının şerhidir. 5- el-Meahiz ale’r-Râzî. Bu kitapta Fahreddin er-Râzî’nin el- Metâlibü’l- aliye adlı eserinin muhtasarı ve eleştirisi yapılmıştır. 6- el-Bâhir fî ulûmu’l-evâil ve’l- evâhir, felsefe konusunda en hacimli kitabı budur. 7-Rumûzü’lkünûz; konularının büyük çoğunluğu tabiat felsefesi, mantık ve cedele ayrılmakla birlikte, kitabın sonuna sıfat, nübüvvet, ahiret ve imamet konuları da ilave edilerek kelamî bir kitap şekline dönüştürülmüştür. Yazma haldedir. Bunlardan başka İlm-i Hilaf’a dair eserleri olduğu da kaynaklarda gösterilmektedir. 31 IV- Sonuç Selçuklular döneminde olduğu gibi Artuklular döneminde de genelde dinî ilimler özelde ise kelam ilmi ve bu ilimle uğraşan kelamcılar özellikle de Seyfüddin Amidî, hükümdarlar ve devlet idarecileri tarafından korunmuş, itibarlı bir mevkie yükselmişlerdir. Kelamcıları bu üstün mevkie ulaştıran yegane saik, içinde yaşadıkları toplumlarının din anlayışını, dinin aslî kaynağı Kur’an ve Sünnet çerçevesinde tutmayı başarmaları ve onları vahyî temellerden uzaklaşmış sapkın din anlayışlarının (heterodoks mezhepler) zararlarından korumaları olmuştur. Artuklu hükümdarlarının yaptırdıkları medreseler, camiler, zaviyeler, imaretler, hastaneler ve bunlara bağlı vakıflar da o zamanki ilmî gelişmenin düzeyini gösterirken sonraki dönemlerdeki bilim ve kültürün gelişmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur. | ||
|
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |