![]() |
Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak Talepleri Neler Olmalıdır? Önümüzdeki toplantının gündemindeki konulardan biri de "Kültürel Özerklik". Önceki toplantıda, ayrı bir gündem maddesi olmamakla birlikte, diğer konular bağlamında bu konu da yer yer ve dağınık bir şekilde tartışılmış; ortaya oldukça değişik pozisyonların çıktığı görülmüştü. Esasında "Kültürel Özerklik" gündem maddesi de tıpkı "Çifte Vatandaşlık" maddesinin yanlışlığına sahiptir. Toplantıdaki tartışmalardan da görülüğü kadarıyla "Kültürel Özerklik" görüşlerden sadece biridir. Bu başlıkla, görüşlerden birine bir imtiyaz tanınmaktadır. Konunun başlığı daha doğru olarak şu olabilirdi: “Bir Azınlık Olarak Göçmenlerin Talepleri Ne Olmalıdır?” Ancak bu başlık bile, göçmenlerin aynı zamanda bir ulusal azınlık olduğu varsayımına dayandığı ve bu konuda bir görüş birliği olup olmadığı bilinmediği için gerçekte ikinci aşamada tartışılması gereken bir konuyu içerir. Bu bağlamdaki ilk madde: "Göçmenler bir ulusal azınlık oluşturmakta mıdırlar?" gibi bir şey olmalıdır kanımızca. Biçime ilişkin bu kısa değinmelerden sonra konunun kendisine gelelim. Kanımızca göçmenler aynı zamanda birer ulusal azınlık oluşturmaktadırlar. Osman'ın da (Hamburg) belirttiği gibi bu yeni bir fenomendir. Normal olarak ulusal azınlıklar, çok eski çağlardan beri, belli bir ulusun toprakları üzerinde dağılmış; bu süre zarfında kendi ulusal kimliklerini korumuş topluluklardır. Bunun en bilinen örneği Yahudilerdir. Türkiye'de bulunan, tüm imha, mübadele, asimilasyon çabalarına rağmen hala az da olsa varolmaya devam eden Ermeniler, Rumlar, Süryaniler de bu tür azınlıklara bir örnek olarak gösterilebilir. Avrupa'daki göçmen azınlıklar ise, tamamen yeni, Savaş sonrasındaki boom döneminin ortaya çıkardığı bir fenomendirler. Bu azınlıkların yeni ortaya çıkmış olması, onların bir azınlık olmadığı anlamına gelmez. Çeşitli uluslardan bu göçmenler, kendilerini başka bir tarihsel yaşantının ve geleneğin devamcıları olarak kabul ettiklerine; ulusal özelliklerini koruduklarına göre; ayrı bir milliyet ve kültür çevresinden oldukları duygusu onlarda bulunduğuna göre birer ulusal azınlıktırlar ve birer ulusal azınlık olarak baskı altındadırlar. Ne var ki bu azınlıklar belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış olmadıkları için problemin çözümü karmaşık bir hale gelmektedir. Eğer belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmış olsalardı, onların kendi kaderlerini tayin hakkı savunulur ve taleplerin ne olacağı konusunda pek fazla bir problem çıkmazdı. O halde sorun şudur: Belli bir toprak parçası üzerinde yoğunlaşmamış azınlıkların uğradığı özgül baskılara karşı talepler neler olmalıdır? Bu soruyu sorarken, o azınlıklardan insanların hukuki, siyasi vs. eşit haklarının olduğu, ama bir azınlık olarak özgül konumlarının tanınmadığı varsayımından hareket ediyoruz. Örneğin, İngiltere'deki birçok göçmen grubu bu kategoriye girmektedir. İngiliz pasaportu taşımaktadırlar ve bir İngiliz'in sahip olduğu haklara sahiptirler. Türkiyelilerin durumu daha problemli olduğundan, konuya açıklık getirmek için böyle bir soyutlama yapmak gerekmektedir. |
Toplantılara katılan bir grup arkadaş (örneğin Göçmen dergisi çevresinden gelenler) bu soruya "Kültürel Özerklik" cevabını veriyorlar. Ne var ki, "kültürel özerklik nasıl bir şeydir? Bundan kastedilen nedir?" gibi sorulara açık cevaplar veren bir metin ortada yok. Varsa da biz bilmiyoruz. Daha ziyade kişisel konuşmalardan çıkarabildiğimiz kadarıyla, "Kültürel Özerkliği" savunan arkadaşlar, bu sloganla kültür sorunlarına ilişkin bir özerkliği kastediyorlar. Fakat bu izlenimimizden de emin değiliz. Değiliz çünkü, bu arkadaşlardan bazılarının, Lenin'in "kültürel otonomi" sloganını reddetmesinin yanlış olduğunu söylediklerini ya da en azından bu kanıda olduklarını biliyoruz. Tam bu noktada "kültürel otonomi" diyen arkadaşların, bundan kültürel alanda bir otonomiyi kastettikleri yolundaki izlenimimiz yok oluyor. Ya bizim bu izlenimimiz yanlış ya da bu arkadaşlar Lenin'i yanlış anlamış durumdalar. Konuyu biraz açalım: Türkiye Solu'nda da "Kültürel Otonomi"den, müthiş bir yanlış anlama ile, kültür hayatında, kültürel alanla sınırlı bir otonomi anlaşılmaktadır. Ancak bu anlayışlara kaynak olan meşhur tartışmada ve Lenin'in çok bilinen yazısında, ne Lenin, ne de eleştirdiği muhatapları, "Kültürel Otonomi"den Türkiye Solu'nun anladığını anlamamaktadır. O tartışmada bu kavramın içeriği şudur: Alanı, belli bir bölgede yoğunlaşma söz konusu olmadığı için, bölgeye değil, kültüre göre belirlenen hukuki, siyasi, mali vs. bir otonomidir. Yani "Kültürel Otonomi" sloganında "Kültür", otonom olacak şeyin kendisini değil, içeriğini değil; tabiri caiz ise sınırını belirlemektedir. Bir bakıma "Bölge"nin karşılığı olarak, onun olanaksızlığından -çünkü bölgesel bir yoğunlaşma yoktur- onun yerine ikame edilmiş bir kavramdır. Konuyu bir örnekle somutlayalım. Diyelim ki Almanya'da yaşayan insanlar kendilerini şu ya da bu ulusun üyesi olarak kaydettirecekler ve örneğin Almanya'nın çeşitli şehirlerine, sokaklarına, bölgelerine dağılmış olan Türkler, kendilerini Türk olarak kaydettirenler olarak, ortaklaşa ayrı bir meclise, bakanlara, mahkemelere, hukuk sistemine, dolayısıyla bütün bunlar için özerk vergilere, vergi toplamak için vergi memurlarına okullara sahip olacaklardır. Yani bölgesel otonomiden kastedilen gibi, ortada otonom, yani içi işlerinde serbest bir devlet olacaktır. Sadece farklı olarak, bu devletin belli bir toprak parçası olmayacak; oraya buraya dağılmış bir nüfusu olacaktır ve bu nüfusun kimlerden oluşacağını da "Kültür" belirleyecektir. Lenin'in muhatapları "Kültürel Otonomi"ye bu anlamı veriyorlardı ve Lenin de onlarla bu anlamda tartışıp karşı çıkıyordu. |
Sanırız bu toplantıda "Kültürel Otonomi"yi savunanlardan hiç kimse ona bu anlamı yüklemiyor[1]. O halde, hem talebin "Kültürel Otonomi" olarak adlandırılması yanlıştır ve yanlış anlamalara yol açmaktadır; hem de Lenin'e yöneltilen suçlama saçmadır. Eğer, yorumladığımız gibi, sırf kültür alanıyla sınırlı bir otonomi kastediliyorsa, konu yine açık değildir. Çünkü "Kültür"den anlaşılanın ne olduğu belli değildir. Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de güçtür. Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların "Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir kavram kullanıldığında, Kültür'ün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta" müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında kullanılmıyor olsa gerek. Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre belirlenir. Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar, yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tad zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır. En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kıssas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına burada hukuk dahil edilmemektedir. [1] Ne var ki, bu yargımızın aceleci ve dikkatsizce yapılmış bir yargı olduğunu toplantılarda gördük. Die Brücke (Köprü) dergisinden Necati Mert, tamı tamına, sınırı kültürle belirlenmiş böyle devletleri savunuyordu. |
Kültür'den okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir. Bunun kastedilmediği de açık. En geniş anlamışla bile Kültür'ü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili olduğu açıktır. O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi" kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel, dilsel, ideolojik Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması gerektiğini ele alalım. Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar, azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs.. Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama bizlerin talebi, örneğin İslamiyetin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi özverisiyle istediğini yapabilmelidir. O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir. Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir; aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. |
Ama aynı şey İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir. Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından yana olmak demektir. Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır. Bu tarikatlerin üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler; ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şer'i değil örfi hukuka göre çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip olmuştur. O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır. Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine; o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder. Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir dilin baskı altına alınmaması. Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke, kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının bulunması demektir. Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur. Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinalarla doğayı işlediği gibi. Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz. Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun. “Kültürel özerklik”, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır. O halde, bir azınlık olarak göçmenlerin talepleri "Kültürel Özerklik" değil, her iki anlamıyla da değil, laiklik, dillerin eşitliği ve fikir özgürlüğü olabilir. Bütün bunlar ise, biz göçmen azınlıkların sorununun sadece bir yanını; ve esasında daha da az yakıcı olan yanını temsil eder. Bugün bir göçmen azınlıklar hareketini tartışan bizler arasında "kültür" sorununun böyle öne çıkması; ve çok harcı alem bir şeymiş gibi, eşit haklar, kotalama, imtiyazlı fonlar gibi; çok daha can alıcı sorun ve sloganların ikinci plana düşmesi de bir rastlantı değildir. |
Bunu tartışanlar göçmen azınlıkların genel kitlesinin eğilimlerini ve sorunlarını yansıtmamaktadır. Bu tabaka genel işçi kitlesine oranla, günlük hayatta, yaşam tarzı anlamında, ama hiç de siyasi bir mücadelenin konusu olmayan bir alanda Almanlarla sürekli bir çelişki içinde bulunduğundan; ve mesleki ilgileri genellikle kültüre yönelik olduğundan bu sorunlar öne çıkmaktadır. Günlük hayatta karşılaşılan kültürel çatışmaları aşmanın; Almanların etno-sentrizmini en azından törpülemenin yolu, kültürel hoşgörü üzerine nutuklar çekmekten; broşürler yazmaktan ve "kültürel otonomi"sloganını atmaktan geçmez. Bütün bunlar sadece onların hor görülerine haklılık kazandırır ve pekişmesini sağlar. Bu alandaki gerçek değişiklik, milyonlarca göçmenin hakları uğruna militan bir mücadeleye girmesinden geçer. Böyle bir yığınsal ve politik hareket, günlük hayatı da etkiler. Ama bunun şartı: Doğru program ve stratejiler ortaya koymak; göçmen yığınlara ulaşmaktır. Demir (Hamburg) |
Kültürel Özerklik Tartışmalarına Katkı -I- Doğması mümkün olan bir göçmen azınlıklar hareketi, diğer hareketlerin deneylerine dayanarak oluşmalıdır. Ancak böylece onların geçtiği aşamaları daha hızlı, minyatür ölçülerde aşma olanağına sahip olabilir. Fakat, henüz kelimenin gerçek anlamında doğmamış olan bu hareket, bugün, tüm hareketlerin bir gerileme, yatağına çekilme döneminde; bunun yarattığı moral bozuklukları, özel hayata dönüşler, genel olarak teoriye ve özel olarak da Bilimsel Sosyalizme duyulan bir güvensizlik ve ilgisizlik döneminde; böylesi bir tarihsel atmosferde,-şekillenme eğilimi göstermektedir. Bu eğilimler göçmen azanlıkların sorunlarının bilincine varan; kendileri bu göçmen azınlıkların bir entelijansiyası olmaya aday aydınlar üzerinde de yansımakta ve böylece ancak teorik çalışma aracılığıyla kavranabilecek olan diğer hareketlerin tarihsel tecrübelerinin hızla aşılması olanaklarını azaltmakta; henüz tohum. halindeki bu hareket birbiri peşi sıra çıkmaz sokaklara; Amerika'yı yeniden keşîflere yöneltmektedir. Güçlüklerin büyük bölümü tam da bu özgül tarihsel durumdan kaynaklanmaktadır. Bu tarihsel koşullarda göçmen sorunlarına ve bir göçmenler hareketine yöneliş; aynı zamanda Burjuva ve Küçük~Burjuva Sosyalizmlerinin Marksizm'le bağlarını koparmalarına tekabül etmektedir. Marksizm'in itibarı olduğu dönemlerde (örneğin 1960'ları sonu ve 70'lerde) bu sınıfsal eğilimler kendilerini Marksist bir terminolojiyle; Marksizm alanı içinde ifade etme eğilimindeydiler. Bu eğilimlerin gerçek sınıfsal anlamlarını kavramayı güçleştirmekle birlikte; en azından, bir ölçüye kadar taraflarca kabul edilen ortak bir kavramsal temel sağlıyordu. Bugün ise, Marksist kabuğun atılmasıyla birlikte, tartışmalar tamamen farklı teoriler, kavramlar ve programlar biçiminde ortaya çıkmaktadır. Farklılıkları tespit nispeten daha kolaydır, çünkü bu farklar doğrudan doğruya kavram ve hedeflerde ifadesini bulmaktadır; ama aynı zamanda tartışmayı yürütecek bir ortak dil bulmak zordur. Ve tam da bu nedenle ayrılıklar, daha somut, programatik bazda tartışılma olanağına sahiptir. Göçmen azınlıkların sorunlarına yönelişin aynı zamanda Marksizm'den ve genel olarak teoriden uzaklaşmaya paralel gitme eğilimi göstermesi, yüzeysel olarak bu süreci gözlemleyenlerde, göçmen azınlığın sorunlarına yönelmenin ancak sosyalizmden uzaklaşmayla mümkün olabileceği, ya da bu uzaklaşmanın bir ifadesi olduğu gibi bir yanılsamaya yol açmaktadır, ki bu yanılsama içinde bulunanlar genellikle kendilerini "Marksist" olarak tanımlayanlardır. Bunun sonucu olarak da, taraflar birbirine karşılıklı kanıtları sunmakta; birbirlerinin görüşlerine varlıklarıyla haklılık kazandırmaktadırlar. Sonuç olarak ortaya şöylesine bir sahte ikilem çıkmaktadır: Eğer Marksizm'e inanıyorsanız, bir göçmen hareketi karsısında ilgisiz hatta düşmanca davranmak zorundasınız; eğer göçmen hareketine yöneliyorsanız Marksizm'den uzaklaşmak zorundasınız |
Bu sahte bir ikilemdir. Taraflar gerçekte aynı madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadırlar. Bir göçmen hareketinin imkan ve gerekliliklerini kabul etmek, Marksizm'den uzaklaşmayı gerektirmez; aksine tam da Marksizm bu imkan ve gerekliliği görmeyi gerektirir; tersine göçmen hareketine yöneliş, o hareketin başarısı için Marksizm'i gerektirir. Ama dogmatik bir Marksizm'i değil, Tarihin gördüğü en devrimci öğreti olan, eleştirel ve yaratıcı Marksizm'i. Biz bu üçüncü alternatifi; sahte ikilemin karşısındaki kutbu savunuyoruz. Bu nedenle de Marksizm'e yönelik eleştirilere cevap verme gereğini her an, her adımda hissediyoruz. Göçmen hareketi içinde, ortak problemlerden kaynaklanan pratiğe yönelik bir birliğin yanı sıra, program ve strateji bağlamında ayrılıklar, tartışmalar olacaktır. Ama aynı zamanda "ideolojiler arası" bir tartışma da olacaktır. Marksistlere yönelik, şu sıralar en yaygın eleştirilerden biri de "Kültürel Özerklik" sorunu etrafında düğümlenmektedir. Denilmektedir ki , “Lenin Kültürel Özerkliği reddederken yanılmaktaydı, ama biz bunu savunmalıyız”. Bu anlayış Gündemde de ifadesini bulmuş ve gündeme konu “Özerklik” başlığı altında alınmıştır. Bu eleştirilere karşı çıkanlar da görülüyor. Ancak bu talebi, kendilerini Marksist olarak kabul ettikleri için reddedenler, Kültürel Özerklikten bu talebi öne sürenlerle aynı şeyi anlıyorlar:. Sadece Kültür'le sınırlı bir özerklik; sadece Kültür'ü kapsayan bir özerklik. Çoğumuz Türkiye sosyalist hareketinden geliyoruz. Bugün Marksizm'i savunsak da savunmasak da onu orada öğrendik. Türkiye sosyalistleri arasında, çok yaygın ve korkunç sonuçlar doğuran, muazzam bir çoğunluğun paylaştığı bazı ortak yanılgılar vardır; Kültür'ü kapsayan bir özerkliğin "Kültürel Özerklik" sloganının anlamı olduğu gibi. Tek yaygın yanılgı bu değildir. Örneğin, 1905'te Lenin'in savunduğu "İşçilerin Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü" sloganı, Türkiye solunun hemen hepsince "Köylülük Desteğinde Bir Proletarya Diktatörlüğü" olarak anlaşılır. Bu, müthiş ve gücü yaygınlığından gelen yanlış anlama nedeniyle Türkiye Solu, gerek İki Taktiği, gerek Nisan Tezleri'ni, gerek daha sonraki tartışmaları ve gerekse Ekim Devrimi'nin kendisini doğru yorumlama, anlama olanağını yitirir. Bir başka korkunç ve yalan yanlış anlama, bir tarihsel “geçiş dönemi”olan “Proletarya Diktatörlüğü” ile, Komünizmin alt aşaması olan Sosyalizmin aynı şey sayılmasıdır. Böylece gerek "Tek Ülkede Sosyalizm" tartışmalarını; gerek Sovyetlerdeki gelişmeleri; gerek Sovyet Devletinin karakterini; gerek Gorbaçov reformlarını anlamak olanaksızlaşır. Bunların sonucu olarak gerek çağımıza damgasını vurmuş en büyük olaylar; en büyük tartışmalar gerekse bugün varolan güçlerin büyük bir bölümü. Türkiye solu için anlaşılmaz ve kavranılmaz kalmaya mahkum olur. İşte, "Kültürel Özerklik" sorununda da böylesine korkunç ve yaygın bir yanlış anlama söz konusudur. Diğer yanlış anlamalarda olduğu gibi, bu problemde de Marksizm'i eleştirenlerin eleştirdiği Marksizm değil kendi yanlış anlamaları; ama Marksizm'i sözde savunanların da savundukları Marksizm değil, kendi yanlış anladıkları Marksizm'dir. O sahte dilemma burada da karşımıza çıkar. |
Hem bu sahte dilemmayı somut olarak gösterebilmek; hem de gerçek Marksizm'i bu yanlış eleştiri ve savunular karşısında savunabilmek için bu bölümde meşhur "Kültürel Özerklik" tartışmasını, alıntılarla özetleyip tezimizi kanıtlamaya çalışacağız. Kaynak, Lenin'in iki makalesidir. Her iki Makale de, Sol Yayınları tarafından. yayınlanmış olan "Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı" adlı kitabın l ve 52. sayfalara arasında bulunmaktadır. Birinci makale: "RSDİP'nin Ulusal Programı"; ikinci makale ''Ulusal Sorun Üzerine Eleştirici Notlar" başlığını taşımaktadır. *** İşte, Lenin'in yazılarında tartışmalara ve Lenin'in "Kültürel Özerkliği" reddetmesine ve eleştirmesine yol açan tasarı budur. Peki bu tasarıda “kültürel özeklik”ten kastedilen nedir? Bu en açık biçimde, tasarı metninden anlaşılabilir. Yalnız tasarı metnini aktarmadan önce, iki kısa açıklama gerekiyor. Kültürel Özerkliği savunan tasarı, Yahudileri bu tasarının kapsamında görmemektedir ve Kongre bu tasarıyı reddedip, aslında bir uzlaşmayı ifade eden Merkez Komitesi'nin tasarısını kabul etmiştir. Şimdi tasarının metnine bakalım; Lenin'in aktardığı kadarıyla tasarının birinci paragrafı şöyle: "Avusturya'da yaşayan her ulus, üyelerinin bulunduğu bölge hangisi olursa olsun, (dil ve kültür alanına giren) bütün ulusal sorunlarını tam bağımsız olarak düzenleyen özerk bir grup oluşturur."(s. 38) Aktarılan paragrafta, özerkliğin sadece dil ve kültür konularıyla mı sınırlı olduğu yoksa, diğer alanları da kapsayıp dil ve kültüre göre mi belirlendiği, muhtemelen çeviriden kaynaklanan bir belirsizliğe Sahiptir. Ama "bütün ulusal sorunlar" ifadesi, kastedilenin kültürle sınırlı olmadığını gösterir. Burada kastedilenin sadece kültürü kapsayan bir özerklik değil, kültüre göre belirlenen ama dış işleri hariç bir devletin bütün diğer alanlarındaki özerkliği olduğu hem tasarının alternatifinden, hem de Lenin'in başka yerlerdeki açıklamalarından anlaşılmaktadır. Tasarının Merkez Komitesi tarafından sunulan alternatifi, sınırı bölgelere göre çekmeyi öneriyordu, dil ya da kültüre göre değil. Yani tartışma özerk olacak şeyin içeriğinde değil, özerkliğin neye göre belirleneceğinde idi. Lenin yukarıdaki ilk paragrafı aktardıktan sonra bunun reddedildiğini belirtip, şunları yazıyor: "Bunun yerine ülkelik (territorrialiste) bir program, yani 'ulusun üyelerinin yaşadığı bölgeyi göz önünde tutmayan' hiç bir ulusal grup yaratmayan bir program benimsendi."(s. 38) |
Başka bir sayfada da Lenin yine bu “Kültürel Özerklik” programını şöyle açıklıyor: "Her yurttaş, kendisini şu ya da bu ulusun bireyi olarak kaydettiriyor ve her ulus, üyelerini vergilendirme yetkisi olan, bir ulusal parlamentosu (diyeti) ve ulusal 'devlet sekreterleri' (bakanları) olan bir hukuksal bütün oluşturur." (s. 32) Alıntılardan da açıkça anlaşıldığı gibi, özerk olan şey sadece kültür olmayacak, kültür ve dil'e göre belirlenen bir hukuk ve maliye sistemi, yani bir devlet olacaktır. Bu devletin sadece belli bir toprak parçası bulunmayacak, ama kendi meclisleri, bakanları, bütçesi, vergileri toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o polisleri ve vergi memurlarını eğitecek okulları vs. olacaktır. Bunu bugünün Almanya'sına ve örneğin buradaki azınlıklara uygularsak şöyle bir manzara ortaya çıkacaktır: Türkler, İspanyollar, Yugoslavlar vs. her biri, kendini bir ulusun üyesi olarak kaydettirecek, bunların her birinin toprağı olamayan ama aç işlerinde serbest olan özerk bir devleti olacak; her birinin kendi memurları, okulları olacak vs. . Bu planın saçmalığı ve uygulanamazlığı ortadadır. Sanırız bunu şimdi kimse savunmuyor. Bunu reddeden ve eleştiren Lenin'in hiç de haksız olmadığı ortadadır. Dolayısıyla Lenin'e yöneltilen eleştiriler anlamsızdır. Bu durumda "Kültürel Özerkliği"savunan arkadaşlar diyebilirler ki: "Evet, Lenin buna itiraz ederken haklı, biz, kabaca, "Kültürel Özerkliğe" karşı çıktığı için Lenin'i eleştirmekte yanılmışız. Ancak, haklı olduğumuz bir yan var. Bizler "Kültürel Özerklik"ten, sadece Kültür sorunlarına has bir özerkliği kastediyoruz, yani esas olarak okulları. Lenin bu anlamda bir kültürel özerkliği de reddetmektedir." Doğrudur, Lenin bu anlamda da bir kültürel özerkliği reddetmektedir. Yani okullarda öğretilecek standart dersleri, her dil ya da ulus grubunun belirlemesini, bunların okullarının ayrılmasını reddetmektedir. Örneğin şöyle yazıyor: "Pratik uygulamada 'toprak-dışı' (şu ya da bu ulusun üzerinde yaşadığı toprağa bağlı olmayarak) özerklik planı, ya da 'ulusal kültür özerkliği' bir tek şeyi ifade edebilir: okulun uluslara göre, bölünmesi, yani eğitimde ulusal kapalı alanların kabulü. Proletaryanın sosyalizm uğruna, sınıf savaşı bakımından sorunu ele almasından vazgeçtik, demokrasi açısından bile ünlü Bund'çu planın bütün gerici niteliğini anlayabilmek için, bu planın gerçekten neyi temsil ettiğini açıkça görmek yeter." (s. 36) Peki, Lenin, okulların ayrılmasına ve onların programlarının o azınlıklar tarafından belirlenmesine hangi gerekçelerle itiraz etmektedir? Lenin, itirazlarını toplumsal tecrübeye ve soyutlamalara dayandırmaktadır. Okulların ayrılmasının nasıl bir sonuç verdiğine ve kime hizmet ettiğine örneklere bakarak bir karar verir. O zamanın dünyasında, okulların uluslara göre ayrıldığı tek örnek, ABD'nin güney eyaletleridir. Orada siyahlar ve beyazlar ayrı okullara gitmektedirler: "Bir örnek ve okulun 'ulusallaştırılması' için bir proje, bize neyin söz konusu olduğunu açıkça gösterecektir. Amerika Birleşik Devletleri'nin bütün yaşamında, Kuzey eyaletleriyle Güney eyaletleri halâ bölünmüş durumdadır; Kuzeyde özgürlük ve köle sahiplerine karşı savaşım gelenekleri egemendir; Güneydeki eyaletlerde iktisadi baskıya uğrayan, kültürel bakımdan geri halde tutulan (...) vb. zencilere karşı zulmün kalıntılarıyla birlikte, . köleci gelenekler egemendir. Kuzey eyaletlerinde zencilerle beyazlar aynı okula giderler, Güneyde zenciler için özel okullar -eğer deyimi uygun görürseniz 'ulusal' ya da ırksal okullar - bulunmaktadır. Bana öyle geliyor ki, bu, okulun 'Ulusallaştırılması'nın biricik pratik örneğidir." (s |
Türkiye`de Saat: 19:12 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2