![]() |
Şu Azınlıklar Konusu Azınlıklar Konusu Türkiye'deki tartışmalarda "Ulusaların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" sorununun; daha somut ifade etmek gerekirse "Kürt Sorunu"nun gölgesinde kalmış bulunuyor. Bu yazıda “azınlıklar sorunu”nun tartışılmasına bir giriş yapmayı deneyeceğiz. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim ki, "ulusal sorun" herhangi bir toprak parçasında yaşayan insanların büyük çoğunluğunun kendilerini kader ortaklığı vs. içinde hissedip bir "ulus" olarak kendi kaderini belirleme hakkıyla ilgilidir. Somut bir örnek verirsek, örneğin Türkiye'nin doğusundaki birçok bölgede kendilerini Kürt olarak tanımlayan insanlar çoğunluktadırlar. Uygar, insan haklarına saygılı, demokratik bir ülkede bu sorun son derece sancısız ve basit bir biçimde, örneğin son zamanlarda Slovakların Çeklerden, eskiden de Norveç'in İsveç'ten ayrılmasında olduğu gibi, çözülebilir. Önce bir genel oylamayla kimin kendini hangi ulustan addettiği ortaya çıkarılır; farklı ulusların çoğunluk oldukları alanlar herhangi bir tartışmaya yol açmayacak şekilde net olarak belirlenir. Böylece sınırları belirlenmiş uluslar kendi demokratik seçimlerini yapıp meclislerini kurarlar ve diğer uluslarla birlikte bir federasyon mu, konfederasyon mu, ortak bir devlet mi kuracaklarına kendileri karar verirler. Sorunun normal ya da somut tarihte anormal derecede az görülen çözümü böyle olabilir. Aslında "Ulusal Sorun" çözümü teorik düzeyde en basit olan sorundur. Pratik düzeyde çok zor olmasının nedeni bu hakkın kullanılmasını engellemeyecek türden bir demokrasinin son dere-ce nadir bulunan bir rejim olmasındandır. Bizim bu yazıda tartışmak istediğimiz bu "Ulusal Sorun" ya da klasik ifadesiyle "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı" değil; "Azınlıklar Sorunu". "Azınlıklar Sorunu" ise, teorik düzeyde bile çok daha karmaşık bir sorundur ve özellikle son bir kaç yılda da görüldüğü gibi potansiyel yakıcılığı hiç de ulusal sorundan daha az değildir. Hiç bir ülkede, bu ülke en demokratik ve uygar biçimlerle belirlenmiş bile olsa, sadece bir tek ulustan insanlar yoktur. Gerek tarihten gelen, gerek modern işgücü göçünden dolayı ortaya çıkan azınlıklar vardır. Örneğin Türkiye'de Kürtler, Kürdistan'da Türkler azınlık durumundadır. Her ikisinde de Çingenelerden Çerkezlere, Süryanilerden Araplara kadar onlarca azınlık vardır. Eğer bu azınlıklar sadece belli köylerde, mahallelerde veya şehirlerde yekpare olarak bulunuyor olsalardı, sorun yine "Ulusal Sorun" gibi çözülebilirdi. Ama modern toplum Şehirleri ve Metropolleri yaratmıştır. Modern toplumun nüfusunun ço-ğunluğu şehirlerde yaşar. Şehirler modern toplumun sinir düğümleridir. Ve modern şehirler, Ortaçağ kentlerinde Yahudilere yapıldığı gibi azınlıkları “getto”lara tıkamazlar. Getto benzeri yerleşimler (New York'ta Harlem, Berlin'de Kreuzberg göz önüne getirilsin) görülse de bunlar hukuki dayatmalarla değil, kendiliğinden oluşmuş yoğunlaşmalardır ve hiç bir zaman ortaçağ gettoları gibi yekparelik göstermezler. |
Tartışmaya açmak istediğimiz sorun şudur: Bu azınlıkların özgül sorunları nasıl çözülecektir? Şöyle mi denecektir? "Demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare şeklidir. O halde biz çoğunluk olarak hangi dili konuşuyorsak, hangi dilde gazeteler çıkarıyor, radyo televizyon yayınları yapıyorsak, hangi dilde eğitim yapıyorsak azınlıklar da buna uymalıdır. Bu son de-rece demokratik bir çözümdür". Evet gerçekten de bu demokratik bir "çözüm" olur! Fakat “genel olarak demokratik”. Burada genel olarak demokrasi ile özel bir türden demokrasi ayrımına biraz girelim. Genel olarak demokrasi, gericiliğin, şovenliğin, baskıcılığın aracı olmaya müsaittir. (Marksist geleneği benimseyen okuyucular için hemen şunu belirtelim ki, genel olarak de-mokrasinin bu baskıcılıkla, ezici bir milliyetçilikle, her türlü azınlıkların ezilmesiyle bağdaşa-bileceğini Lenin de söylüyor: "Demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir" diyor.) Gerçekten de genel olarak demokrasi çoğunluğa karar hakkını vererek bütün silahları ona sunar. Çoğunluk, pek ala demokratik bir şekilde çoğunluk olmasına dayanarak, azınlık olanı, yine demokratik bir şekilde, bire kadar kılıçtan geçirme kararı alabilir. Bu bir abartık ifadeyse de genel olarak demokrasinin ne olduğunu kavramayı kolaylaştırır. Somutta henüz kimse kılıçtan geçirmiyorsa da bir çok durumda taksitle öldürebiliyor. Günlük hayattan bir örnek verelim. Bir çok toplantıda, özellikle geri ülkelerin insanlarının toplantılarında, sigara içenler çoğunluktadır. Genellikle sigara içmeyenlerden sigara içilmemesi yönünde öneriler gelir. Toplantıda oylamaya sunulur ve sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilmesine karar verilir. Yani sigara içmeyenlerin de içenlerin dumanıyla taksitle öldürülmesine. Genel olarak demokrasi böyledir. Ama özel bir demokraside, daha başlangıçtan, "hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızası hilafına bir zarar veremeyeceği" gibi bir ilke, örneğin bir Anayasa Maddesi olması gerekir. Böyle bir demokraside, on bin kişilik bir toplantıda, 9999'unun da sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri "demokratik bir şekilde" oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmazsa yasa dışına düşülmüş, başta konulan ilke ihlal edilmiş demektir. Bu durumda o bir kişi 9999 kişiyi mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Özel bir demokrasi, çoğunluğun karar alma hakkını birtakım ilkelerle sınırlar. |
Aslında demokrasinin gelişmesinin tarihi, çoğunluğun karar alma alanına yeni sınırlar getirilmesinin tarihidir. Örneğin bugün Avrupa ülkelerinin çoğunda homoseksüeller, sakatlar, çocuklar, yaşlılar, sigara içmeyenler, uyuşturucu müptelaları çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyorlar. Çoğunluk homoseksüel olmasa da kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. İki erkeğin ya da iki kadının "ailesi" bir çok ülkede yasallaşmış durumda. Sakatlar da örneğin merdivenlerin yanında tekerlekli sandalyelerin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler vs. talep ediyor. Çoğunluk "hayır vergilerimizi küçük bir azınlığın bu talebine harcayamayız" diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir. Şu soru sorulabilir: "Nasıl oluyor da çeşitli azınlıklar çoğunluğa kendi karar alanını sınırlandı-racak bir ilkeyi çoğunluk kararı olarak kabul ettirebiliyor?" Bu kabulde elbette geleneklerin, kültürün, yerleşik daha genel ilkelerin bir rolü vardır. Ancak bir de "ekonomi politiği" var gibi görünüyor. Azınlığın direnişinin çoğunluğa o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Bir diğer tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınırların ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Demek ki, "azınlıklar sorunu"nu genel olarak demokrasi sınırları içinde ele almak, aslında "azınlıklar sorunu" diye bir sorunun varlığını reddetmek; sorunu ve azınlıkları baskı altına almak demektir. Soru şudur: en azından tarihsel deneylerin ışığında ve insanlığın içinde bulunduğu çağımız koşullarında azınlıklar sorununu çözecek ilke ne olabilir? En uç örnekten başlayalım. Azınlıklara da tıpkı belli bir toprak parçasında çoğunluğu oluştu-ran ulus gibi "Kendi Kaderini Tayin Hakkı" tanınabilir mi ve bu bir çözüm olabilir mi? Bu uç örnek kafadan uydurma değildir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda Avusturya'lı Marksistlerin tartıştıkları bir problemdi bu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir "uluslar mozayiği" idi. Bu nedenle Avusturya Sosyal Demokrat Partisi'nin 1899'daki Brünn Kongresi'nde gündemin ilk maddesi olarak tartışılan "Ulusal Sorun"da iki karar tasarısından biri olan "Kültürel Özerklik" aşağı yukarı böyle bir anlayışı ifade ediyordu. "Kültürel Özerklik" denirken "kültür" özerk olacak şeyin içeriğinden ziyade , özerkliğin neye göre -yerelliğe göre mi kültüre göre mi- ifade etmek için kullanılıyordu. Benzer bir yaklaşım Almanya'daki Türkler arasında da bir eğilim tarafından savunulmuştur. Bu yaklaşıma göre Almanya'nın dört bir yanına dağılmış olan Türkler belli bir toprak parçası olmayan bir devlet oluşturuyorlar. Kendi hukuk sistemleri, mahkemeleri, okulları kısaca belli bir torak parçası haricinde bir devleti devlet yapan her şeyleri olacaktır. Bu devletin meclisle-ri, bakanları, bütçesi, vergi toplayacak memurları, vergi kaçıranları hapse atacak polisleri, o polisleri ve vergi tahsildarlarını eğitecek okulları vs. olacaktır. Bu planın saçmalığı ortadadır. Her şey bir yana pratik olarak uygulanması olanaksızdır. Belki zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda uygulanabilir ama zaten o zaman da devlete ihtiyaç olmaz. |
Bu biçimiyle saçmalık ortada olduğundan, bu kültür ve dile göre belirlenmiş devletin sadece kültür ve dil alanıyla sınırlı bir egemenliği daha rasyonel gibi gelebilir. (Lenin'in de eleştirdiği meşhur tasarı böyledir.) Yani azınlıklar için yetkileri sadece kültür ve dil alanıyla ilgili alt devletçikler. Kültür ve Dil deyince de her şeyden önce okullar akla gelir. Yani her azınlık okullarında hangi dille, nasıl bir program uygulanacağını kendi belirleyecektir. Böyle bir sistem ise modern toplumda yeni kastlar yaratmaktan başka bir sonuç vermez. Azınlıkların okullarının ayrılması gericiliğin, ve çoğu kez de çoğunluk olan ulusun gericiliğinin talebidir. Lenin de bu okulların ayrılması talebine itiraz ederken ABD'in güney eyaletlerini ve o sırada Yahudi okullarının ayrılmasını öneren çarın bakanlarını örnek verir. Buna günümüzden de örnek verebiliriz. Örneğin Almanya'da Türkiye'li çocuklar çeşitli bahanelerle geri zekalı çocukların gönderildiği "Sonderschule"lere yollanıyorlar. İtiraz o okullarda hangi dille eğitim yapıldığına değildir. Yapılan veya yapılacak eğitimin içeriğinedir. Eğitimin içeriğini bu durumda sadece papazlar ya da imamlar belirler. Ama okulların ayrılması pratik olarak da modern toplumda uygulanamaz. Diyelim ki İstanbul'da yaşayan, şehrin çeşitli semtlerinde oturan 100 Süryani çocuk için sorun nasıl çözülecek. Şehrin herhangi bir yerinde açılacak bir okula gitmeleri demek çoğunun ömrünün yolda geçmesi ya da pratik olarak okula gidememesi demektir. Buna şöyle bir itiraz yapılabilir: "Belli bir sayının üstündeki azınlıklara bu hak tanınmalıdır". Ama o zaman da bu "belli bir oran"ın ne olduğu ve onu kimin saptayacağı sorunu ortaya çıkar. Pekala toplumun çoğunluğu en büyük azınlığı bile dışlayacak bir oran belirleyebilir. Öte yandan bu oran ne kadar düşük olursa olsun dışlanan azınlık ezilmiş olmayacak mı? Demek ki, kültür ya da dile göre azınlıkların ayrı devletler halinde örgütlenmeleri veya okullarını ayırmakla yetinmeleri hem gericidir, hem de uygulanma olanağı yoktur. Azınlıklar için bir tek ilke olabilir: Dillerin ve milliyetlerin eşitliği. Bu genel ilke pratikte neyi ifade eder? Okullar ayrılmaz, azınlıkların ayrı devletleri; ya da sırf kültür sorunlarıyla ilgili devletleri olmaz ama hepsi eşit haklardan yararlanırlar. Herkes istediği dili ana dil olarak seçme ve istediği dilde eğitim yapmakta serbest olur. Diğer milliyetlerden çocuklarla mahallesindeki aynı okula giden Süryani çocuğa devlet ona dilini öğretecek bir öğretmen temin eder. Bir tek azınlık cocuk için bile bu yapılabilir. Ve eğer örneğin Tarih Kitapları Türk çocuklarına Türk Tarihi öğretiyorsa Süryani çocuğun da Süryani tarihi öğrenme hakkı garanti altında olur. (Zaten bu nedenledir ki "ulusal tarihler"le böyle bir demokratik sistem bağdaşmaz. Böyle bir sistemde ancak insanlık tarihi öğrenilebilir.) Eklemeye gerek yok ki, her azınlık kendi dilinde gazetesini çıkarabilir, radyo, Televizyon yayını yapabilir. Kendi milliyetinden insanlarla ülke, hatta dünya çapında birlikler, örgütler kurabilir. Bütün bunlar hem o ülkenin hem de tüm insanlığın maddi manevi zenginleşmesin-den başka bir şeye hizmet etmez. |
Lenin'in de savunduğu, İşçi hareketinin bu klasik "Dillerin ve milliyetlerin eşitliği" ilkesi "azınlıklar sorunu"nun çözümü için gerek şartı oluşturur. Ama yeter mi? Tarihsel deney yetmediğini gösteriyor. Örneğin ABD'nin kuzey eyaletlerinde çok uzun zamandır siyah ve beyaz çocuklar aynı okullara gidiyorlar ama ırkçılık ve siyahların alt konumunda bir değişme olmadı. Azınlık demek, somut hayatta, bazı istisnalar dışında, daha baştan dil bakımından, kültür bakımından, yoğunlaşılan iş alanı bakımından, ilişkiler bakımından dezavantajlı bir durumda bulunmak demektir. Modern toplum aynı zamanda bu farklılıkları da besler ve bir kastlaşma eğilimini de içinde taşır. Bunun için azınlıkların daha baştan var olan ve kendini üreten dezavantajlı durumunu dengeleyecek "pozitif diskriminasyon" denilen mekanizmalar da gerekir. Azınlıklara tüm organlarda, örgütlerde en azından nüfus içindeki ve eğer daha yüksek orandaysa o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil kotaları verilmelidir. Örneğin işçi sendikalarında azınlıklar, cinsler, yaş grupları vs. en az nüfus içindeki oranları ya da o örgüt içindeki oranları ölçüsünde temsil edilmelidirler. Bu da yetmez, ulusal hasıladan o azınlığın nüfus içindeki oranından daha büyük bir bölümü fiili eşitsizliği gidermeye hizmet edebilmek için azınlıklara ayrılmalıdır. Özetlersek: Herkesin istediği dili ana dil olarak seçme ve ana dilinde kültürünü geliştirme hakkı temel insan haklarından biri olarak kabul edilmelidir. Buna ek olarak fiili eşitsizliği gidermeye yönelik ekonomik (daha büyük pay) ve hukuki (kotalama) ayrıcalıklara gerek vardır. Bunun için ise şimdiden sendikalar gibi kitle örgütlerinde azınlıkların diskriminasyonunu dengelemek için azınlıklar için kotalar koyulması yönünde mücadele edilmelidir. Çoğunluk elbette bunu kabul etmeyecek ve bunun örneğin "işçi hareketini bölücülük" oldu-ğunu söyleyecektir. Bu burjuvazinin "imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz" demesine benzer. Toplumsal mü-cadeleler tarihi herhangi bir baskı biçimine uğrayanların diğer baskı biçimine de otomatikman karşı çıktıklarını göstermiyor. Aksine diğer baskı biçimlerine karşı kör kalıyorlar. İşçi hareketi kadınların, ulusların, azınlıkların ezilmesine hiç bir tepki göstermedi. Beyaz ve Erkek olarak kaldı. Hatta seksizm ve ırkçılık işçiler arasında çok yaygındır da. Kadın Hareketi işçi ve siyah kadınlar karşısında aynı körlükle maluldu. İşçi ve siyah kadınların ayrı girişimlerini bölücülük olarak tanımladı. Siyah hareketi de işçilere ve kadınlara karşı aynı körlükle maluldu. Bu hareketlerin her birinde diğer baskı biçimlerine uğrayanlar bir özne olarak ortaya çıktıkça ve hareketler mücadele içinde radikalleştikçe diğer baskı biçimlerinin yol açtığı sorunlara da sahip çıkıldı. |
Bugün Türkiye'deki İşçi Hareketi Erkek ve Beyaz'dır (daha doğru ifadeyle Türk'tür). Böyle kaldıkça da İşçi hareketinin dar sınıfçılığı; hatta korporatizmi aşma şansı yoktur. Böyle oldu-ğu içindir ki, ne kadınların, ne azınlıkların ne de diğer ezilenlerin sorunlarını bayrağına yazmamakta; toplumda alternatif bir güç oluşturamamaktadır. Türkiye'deki İşçi hareketinin kadınların ve azınlıkların "bölücü" eğitimine ekmek kadar, su kadar ihtiyacı vardır. İşçi hareketi bunu başarırsa, yarın bütün toplum da başarır. Ve böyle bir projeye Kürtlerin Ulusal Hareketinin de çok daha acil olarak ihtiyacı vardır. Böyle bir proje bugünkü Türkiye'nin bütün azınlıklarının sempatisini kazanır ve ulusal hare-ket bir ulusun uyanışıyla sınırlı olmaktan çıkıp bir toplumsal devrim hareketine dönüşebilir. Demir Küçükaydın 03.11.1992 |
Azınlıklar ve Demokrasi Demokrasiyi savunanların çoğunda, demokrasinin gericilikle, şovenizmle, ırkçılıkla bağdaşmayacağı yönünde yanlış bir anlayış vardır. Sanılanın aksine, Lenin’in de dikkati çektiği gibi, “demokrasi genel anlamıyla, savaşçı ve ezici bir milliyetçilikle bağdaşabilir.” Hiç unutmamak gerekir, Hitler demokratik seçimlerle en büyük parti olmuştu. Türkiye’de son seçimlerde, Türk ulusunun yüzde sekseni inkarcı ve şoven politikalara oy verdi. Demokrasi, ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejim olduğundan, çoğunluğa azınlık hakkında karar hakkını vererek ona bütün silahları sunar. Çoğunluk, çoğunluk olarak azınlığı öldürme kararı bile alabilir son derece demokratik olarak. İlk bakışta bu ifade çok abartılı gibi görünür ama, yakın zamana kadar toplantılarda, sigara içen çoğunluğun kararıyla sigara içilebilme kararı alınırdı. Yani bir tür taksitle öldürme kararı. Genel olarak demokrasi her türlü gericilik, milliyetçilik vs. ile gayet güzel uyuşabilir. Ama özel bir demokraside, daha başta, “hiç kimsenin başkasının sağlığına onun rızasına dayanmadan bir zarar veremeyeceği” gibi bir ilkenin olduğu bir demokraside, çoğunluk bu konuda karar alamaz. Böyle bir demokraside, on bin kişilik ve bunların 9999’unun sigara içtiği bir toplantıda, bir tek kişi dahi sigara içilmemesi önerisinde bulunduğu zaman, artık bu öneri “demokratik bir şekilde” oylanmaz, sadece öneriye uyulur. Eğer uyulmaz ise, başta koyulan ilke ihlal edilmiş, yasa dışına düşülmüş olur çoğunluk. Bu durumda o bir kişi, 9999 kişiyi, mahkemeye verip hapse tıktırabilir. Demokrasinin genel olarak, her türlü gericilik ve şovenlikle bağdaşabilen genel olarak demokrasi olmaktan çıkıp, bunu sınırlayan, özel bir demokrasi olabilmesi için, çoğunluğun bazı konularda karar alamayacağı yönünde ilkeler belirlemiş olması gerekir. Demokrasinin gelişim tarihi, bir yanıyla çoğunluğun karar alabildiği alanlara kısıtlamalar getirilmesinin tarihidir. Bu gün Türkiye’de örneğin, Çoğunluk Türkçe konuşuyor ve diğerlerini Türkçe konuşmaya bin bir yoldan zorluyor. Ama herkesin ana dilini öğrenme, konuşma ve geliştirme haklarının garanti altına alındığı bir demokraside, çoğunluk artık azınlığın dilleri hakkında bir karar alamaz. Böyle bir demokraside bir tek kişi için dahi, ana dilini öğrenmesi için öğretmen, mahkemede ona tercüman bulmak gerekir. Bu gün Avrupa ülkelerinin çoğunda, bir çok azınlığın kimi hakları böyle garantiler altına alınmış bulunuyor. Örneğin sakatlar, homo seksüeller, sigara içmeyenler, yaşlılar, çocuklar, uyuşturucu bağımlılığı olanlar vs. çoğunluğun karar alma alanını kendilerine ilişkin sorunlarda sınırlamış bulunuyor. Çoğunluk homoseksüel olmasa ve bunu bir hastalık olarak görmeye devam etse de, kendi ahlakını homoseksüellere dayatamıyor. Sakatlar, merdivenlerin yanında, tekerlekli sandalyenin hareket edebileceği düz yollar veya asansörler talep ediyor. Çoğunluk “hayır, vergilerimizi küçük bir azınlığın talebine harcayamayız” diyemiyor. Örnekler çoğaltılabilir. |
Demek ki, bir takım hakların ilke olarak dokunulmaz, çoğunluk tarafından karar alınamaz olarak tanımlanması gerekiyor. Tabii burada şu soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da çoğunluk, belli ilkeleri kabul ederek, karar alma hakkını sınırlıyor? Bir kere bu hakların ve ilkelerin hepsi belli mücadeleler sonunda çoğunluk tarafından kabul ediliyor. Peki, azınlık çoğunluğu buna nasıl zorluyor? Nasıl oluyor da gücü yetiyor? Elbette, bu kabullerde, geleneklerin, yerleşik değerlerin, yaygın anlayışların bir yeri var. Ama bir de “ekonomi politiği” var. Bütün bu kabuller öyle kolay olmuyor. Azınlığın uzun direniş ve mücadeleleri gerekiyor. Buna rağmen nasıl oluyor da azınlık çoğunluğa galebe çalıp hakkını ona kabul ettirebiliyor? Burada şöyle bir yasanın varlığı seziliyor: Azınlığın direnişinin sonuçlarının, o hakkın verilmemesinden daha pahalıya patlayacağı görülünce genellikle o haklar bir ilke haline dönüşüyor. Azınlıkların haklarının tanınması konusunda ikinci bir tarihsel eğilim de bir toplumun zenginliği ölçüsünde bu sınır ve ilkelerin çoğalma eğilimi göstermesidir. Bu nedenle iktisadi kriz dönemleri bu hakların yitirildiği dönemler olur, Alman faşizminde olduğu gibi örneğin, yani çoğunluk, çoğunluk olarak yine azınlığın haklarını iptal etme kararı alabilir. Burada da yine, azınlığın haklarını yok etmenin getireceği karların, zararlardan fazla olmasının önemli bir rol oynadığı seziliyor. Yani azınlık hakları ile, toplumdaki refah düzeyi arasında bir ilişki bulunuyor. Tabii bu çok genel bir eğilim, somut tarihte, binlerce kırılma ve etki buna ekleniyor. Bu bağlamda ulusal azınlıklar konusuna da kısaca değinmek gerekiyor. Son dönem tarihine baktığımızda iki eğilim görülür. Ulusal devletlerin oluşması ve bunların bütün yer yüzünü kaplamaları dönemi. Bu dönemde, azınlıkların hakları pek gündeme gelmemekte, standartlaşma, dolayısıyla azınlıkların imha, sürgün, katliam, özümleme yoluyla yok edilmesinin, modern standart üretime uygun standart dili konuşan ulusların oluşumunun belirleyici olduğu görülüyor. Bu sanayi devrimiyle başlıyor ve fordizmde zirvesine ulaşıyor. Adeta uluslar bir banttan çıkan ürünlere benzetiliyor. |
Ancak son on yıllarda, tersi bir eğilim de ortaya çıkıyor. Bir kere, şimdiye kadar bu standartlaşma sağlandığından, artık kapitalist üretimin işleyişi için ciddi bir problem oluşturmuyor. Ama bütün buna rağmen, hiç bir devlet, yüzde yüz bir saflığa ulaşamıyor. Azınlıklar var olmaya devam ediyor. Buna ilaveten modern işgücü göçleri de yeni azınlıklar yaratıyor ve hatta eski azınlıklara yeniden bir canlanma getiriyor. Diğer yandan bilgisayar ve buna bağlı olarak üretim tekniğindeki gelişme ve esneklikler, eski bir örnek üretimin yerine, gerçi yine o bir örneklik çerçevesinde ama daha farklılıklar gösterebilen ürünlere olanak sağlıyor. Bu durumda, eski standartlaşmayı sürdürmek hem anlamsız hem de gereksiz hale geliyor. Bunun yerine standartlaşmayı “çok kültürlülük”, “çok etnilik”, “çok renklilik” gibi esnekliklerle donatmak, kapitalist üretimin daha sancısız gelişmesi bakımından zorunlu hale geliyor. Bu nedenledir ki, son on yıllarda azınlıkların ve onların haklarının ön plana çıkması bir rastlantı değildir. Bu da bir tek dil ya da etniye dayanan veya bunu ideal olarak koyan ulusal devlet anlayışı yerine, Amerika’da olduğu türden, dil ve kültürü politik alanın dışına iten, ulusu başka ortaklıklarla tanımlayan, ulusal devletlerin ilk doğum döneminin anlayışlarının yeniden itibar bulmasına yol açıyor. Bu günün Türkiye’sindeki temel mücadele bu ulusçuluğun eski biçimi ile yeni biçimi arasındaki bir mücadele olarak da kavranabilir. Türkiye Cumhuriyeti, klasik standardize edici dönemin damgasını taşımaktadır. Kürtler ise, bu günün dünyasına uygun, esnek, dili ve kültürü ulusun tanımı dışına iten, yeni ulusçuluğa uygun bir projeyle ortaya çıkmış bulunuyorlar. 06 Ekim 2000 Cuma |
Şu Azınlıklar Tartışması Gerçek bir Demokratik Cumhuriyeti savunan tutarlı bir Devrimci Demokrasinin yokluğu nedeniyle, hemen her tartışmada olduğu gibi azınlıklar konusunun tartışılmasında da, tüm kavramlar anlamlarını yitiriyor; herkes tam bir köle diliyle konuşuyor ve tartışmalar netlik sağlamak bir yana kafa karışıklıklarıyla sonuçlanıyor. Şu an Türkiye’de şu görüşleri savunan bir Fikir Akımı, bir Toplumsal Hareket, bir Parti olduğunu var sayalım: “Ulusun dile, dine, etniye, kültüre, tarihe göre tanımlanması bir gericiliktir. Devletin nasıl dini yoksa ve olmaması gerekiyorsa, yani inanç “özel” bir sorun ise, dil, din, etni, kültür de öyle olmalıdır. Devletin dili, dini, etnisi, tarihi, soyu, sopu olduğu yerde otomatik olarak baskı altındaki azınlıklar da oluşur.” Böyle bir çizgi karşısında, bu gün ortalığı kaplamış görüşlerin gerici ve uzlaşmacı nitelikleri apaçık ortaya çıkardı. * Birincisi, o azınlıkların tanınmasıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Türkiye’de devletin iddiası her ne kadar laik olduğu ise de, devlet laik değildir ve Sünni İslamın özel bir yorumu devletin gayrı resmi dinidir. Devlet, tüm vatandaşlardan aldığı paralarla, camilere imam atar, onların maaşını verir, İmam Hatip okulları açar vs.. Bütün bunların laiklikle hiçbir ilgisi yoktur. Şimdi böyle bir devlette, Alevilerin de tanınması, yani örneğin Cem Evlerinin de Camiler gibi tanınması; dedelere maaş bağlanması gibi, Sünnilere tanınan ayrıcalıkların aynen Aleviler için de geçerli olduğunu var sayalım. Bu “çözüm” gerici bir “çözüm”dür. Bu çözüm, devletin inanç alanına karışmasını sorgulamaz. Sadece somut olarak devletin tanıdığı ya da desteklediği din veya dinler değişmiş olur. Devrimci ve demokratik çözüm, devletin Alevileri de tanıması değil, dini tümüyle özel bir sorun olarak görmesi, sadece onların arasındaki eşitliği, inanç özgürlüğünü savunmasıdır. Yani örneğin İmamların maaşının, yetiştirilmesinin vs. de tıpkı şimdi Alevilerde olduğu gibi bütünüyle cemaatin gönüllü katkılarıyla sağlanmasıdır. Devletin görevi, çoğunluk dininin, azınlık inançlarını baskı altına almasını engellemek olur. Yani en Sünni semtte bile, isteyenin ramazanda güpe gündüz yemek yeme hakkını savunmak olur. |
Türkiye`de Saat: 19:14 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2