![]() |
Az giderler, uz giderler. Yedi dağın arkasına gelirler. Arap kızı bırakır ve vedalaşırlar. Kız acıkır. Acıkınca da otları, çöpleri yemeye başlar. Günler geçer, kızın sırtı başı yırtılır. Pejmürde bir hale dönüşür. Garbın padişahının oğlu da atları hazırlatır. Altı, yedi atlı ava çıkarlar. Nihayet kızın bulunduğu mahale varırlar. O anda padişahın oğlunun gözünün önünden şöyle bir karaltı gelip, geçer. Adamlarına: “Eyvah! Şuradan bir şey geçti. Can ise benim, mal ise sizin. Hadi tutun” der. Kimse yanaşamaz. Kız da ağaç kovuğu ile taş arasında yatıp, kalkmaktadır. Bir keloğlan varmış. O “ben giderim” der. Kızın kolundan tutup padişahın oğluna getirir. Kızın vücudu görünüyordur. Kız da ay parçası gibi bir kızmış. Padişahın oğlu: “Bu günkü avımız da bu oldu. Haydi gidelim” der. Sırtındaki kaputunu çıkarır ve kıza giydirir. Kızı atın terkisine alır yola revan olurlar. Az giderler, uz giderler ve saraya varırlar. Padişahın ailesi: “Ne oğlum bu?” “Ana bu kızı dağda buldum. Ne ev var, ne bucak var. Fena halde burada yaşamış. Bak sırtı pejmürde halde. Ben de aldım getirdim. Bunu hemen hamama sokun” Kızı hamama sokarlar. Sırtını başını değiştirirler. Akşam olur. Kızı büyük bir salona sokarlar. Burada da bir ahraz kız yatmaktadır. Bu kız, padişahın kızıdır. Dağda bulunan kız; “Şansa bak, nereye gitsem padişahın kızları hep ahraz” diye içinden geçirir. Padişahın ailesi dağda bulunan kızı konuşturmak isterler. Kız konuşmaz. Padişah: |
“Neyse hayırlısı olsun. Bir ahraz kızımız vardı. İki ahraz kızımız oldu. Allah’ım nedir bizim başımıza gelen? Avrat buna sahip ol. Bu da bizim evladımız sayılır. Allah buna da bir hayırlı kapı açar inşallah.” “Olur herif” Yirmi otuz tane kadın her gün o padişahın kızının dilini açmak için dua ediyorlarmış. Ne kadar dua ettilerse de kızın dili açılmamış. Bir gün dağda bulunan ahraz kız bu kadınların arasına karışır. Kadınlardan bir kısmı “Yahu bu ne arıyor burada? Yerine gitsin yatsın.” derlerse de bir kısmı da karşı çıkar. “Yok o da burada yatsın. Belki ona da Allah bir keramet verir” derler. O da onların yanında yatmaya başlar. Az sonra kadınlar kitap okur ve uyurlar. Bu sırada kapının deliğinden içeriye bir ateş süzülür. O da bir peri padişahı imiş. Kızla beraber olur ve kapı açılmadan anahtar deliğinden süzülür gider. Dağda bulunan ahraz kız bunu takip eder. Az giderler, uz giderler. Taşlı büyük bir dağa varırlar. Bu dağda bir mağara vardır. Mağaranın girişinde de kapı niyetine kullanılan büyük bir taş vardır. Bu taşı açıp içeri girerler. Peri padişahı kıza der ki: “O padişah kızını bana vermezse. Ben de böyle gider kızının yanında yatar gelirim.” Kız: “Padişah kızını sana verecek” der. Peri padişahı sevinir. Peri padişahı kıza: “Bizi dünyada yenecek bir devlet var. O da Deniz Padişahı’nın ülkesi. Hiçbir devlet bizi yenemez. Zorla da olsa, şerle de olsa ben kızı alacağım. O Deniz Padişahı bir kız ile evlendi. O kız mumların yerini değiştirirken padişahın karnında yara açtı. Padişah günden güne ölüyor. Son nefesini vermek üzere. Onun ilacı şu rafta. Bu rafta bulunan suyu dökecek ilaçlı pamukla yarayı silecek. Süleyman Padişahın yarasını iyileştirecek ilaç tek bu. Başka ilaç yok” der. |
Onlar uyuyunca ahraz kız, elindeki kılıcı padişahın kafasına vurur. Gövde bir tarafa, baş bir tarafa gider. Hemen başı alır, entarisinin eteğine koyar. Padişahın huzuruna koşar. Bakar ki, onların sırrı da bozulmuş. Kız dile gelmiş, konuşmaya başlamış. İki kız kendi aralarında konuşmaya başlarlar. Sabah olur. Kadınlar padişahın huzuruna çıkarlar. “Padişahım benim duam kabul oldu” derler ve tartışmaya başlarlar. Padişah: “Hanginizin duasıyla oldu bilmiyorum ama Allah’a çok şükür benim kızım iyileşti. Size birer kese altın vereceğim” der. Altınları kadınlara verir. Herkes güle oynaya evine gider. Bir tek dağda bulunan ahraz kız kalır ve padişahın huzuruna çıkar. “Sayın padişahım geçmiş olsun. Kızınızın sırrını ben çözdüm.” Padişah: “Nasıl çözdün kızım?” Kız entarisinin eteğinden peri padişahının kafasını çıkarır. Padişahın önüne koyar. Padişah o zaman ahraz kız sayesinde kızının iyi olduğunu anlar. Padişah: “Kızım sen dile dileyeceğini. Sana ne istersen vereceğim. İster seni evlatlığa kabul edeyim. Burada kal seni evereyim, düğününü yapayım”der. “Yok. Sayın şevketlim, hiç ısrar etme. Benim senden ufak bir dileğim var.” “Ne olabilir kızım?” “Beni deniz sahiline ulaştırın. Başka bir şey istemiyorum.” “İsteğin buysa bir şey değil.” Bu sırada sicim bir yağmur başlar. Padişah oğlunu çağırır. “Oğlum, dört tane yamçı, dört tane at hazırlayın. Kızı da alın doğrudan doğruya dediği yere bırakın gelin” der. Yağmurun altında atlara binerler. Kızın sırtında da keçeden bir yamçı vardır. Az giderler, uz giderler. Tam deniz sahiline inecekleri sırada ahraz kız padişahın oğluna: |
“Sayın şevketlim, yeter artık bana yaptığınız iyilik” deyip onlarla vedalaşır. Onlar gözden kaybolduktan sonra kız denize döner, haykırır. “Oof oof!” Deniz yarılır ve Arap çıkar. “Buyur abla. Ben de senden haber bekliyordum.” “Durumu nasıl?” “Vallahi abla durma gel. Seni götüreyim. Ölüm döşeğinde. Nefesini zor alıp veriyor.” “Allah Allah” Kız getirdiği ilacı da alır. Saraya varırlar. Kız ilacı masanın üstüne koyar. Kız bakar ki, padişah nefesini bir alıyor, bir veriyor. “Allah’ım gene kavuştum çok şükür” der. İlacı kullanmaya başlar. Padişah, karnı açık yatmaktadır. Suyu döker ilaçlı pamukla yarayı siler. Bu işlemi tekrarlar. O yaranın olduğu yere yepyeni bir deri gelir. Yara tamamen kavuşur. Kız hemen karyolanın altına saklanır. Yara o zamana kadar iyi olur ve padişah ayıkır. “Arap” diye seslenir. “Buyur şevketlim” “Lan oğlum, ben iyi oldum. Allah’a çok şükür.” “Tabiî efendim.” “Beni kim iyi etti?” “Seni bu duruma sokan iyi etti.” “Nerede O?” “Gelir şimdi.” Kız karyolanın altından çıkar. Kız ile padişah sarmaş, dolaş olurlar. Tekrar bir düğün kurarlar ve bütün padişahları davet ederler. Kırk gün, kırk gece düğün yaparlar. Onlar muradına erer biz de erelim muradımıza. ARİF CERİT |
1.1.2. Efsane İnsanoğlunun tarih sahnesinde göründüğü ilk devirlerden itibaren ayrı coğrafya, muhit veya kavimler arasında doğup gelişen; zamanla inanç, âdet, anane ve merâsimlerin teşekkülünde az çok rolü olan bir çeşit masallar vardır. Sözlü gelenekte yaşayan bu anonim masallara dilimizde Arapça: “Ustûre”; Farsça: “Fesâne, efsâne”; Yunanca: “Mitos, mit” kelimeleri ad olarak verilmiştir. İlk devir insanları -bugün okumamış zümrelerde görüleceği üzere- tabiat hadiselerinin sebeplerini bilmiyorlardı. İnsanın nereden gelip nereye gittiği, hayatla ölümün mâhiyeti, yıldızların hareketi, denizin yükselmesi, yağmurun yağması; hayvan, bitki, toprak, orman, dağ, ateş, mâden vb. Gibi hadise ve maddelerin teşekkül ve icâdı onları hayret, korku, heyecan veya memnunluk içinde birtakım hayaller kurmaya yöneltti. Bu hayaller, insanın kendi ruhunu, hayatını eşyaya, tabiata aksettirmesinden ibaret olan düşünce tarzını doğurdu. İşte canlı-cansız varlıklarla tabiat hâdiseleri karşısında kurulan hayal, tasavvur ve düşünceler henüz müspet (pozitif) zihniyete ulaşmamış toplulukların doğru, yalan şeklinde kabul ettikleri iptidâî bilgileri teşkil etmiştir. Kuvvetli bir anane bağı içinde yaşayan ilk devir, mitas devri, hatta ortaçağ insanları inandıkları bu bilgilerle kâinatta Tanrı, iyi ve fena ruh, kıyâmet, melek, şeytan, cin, peki, gök, dağ, su, ya da (yağmur) taşı, büyücü vb. gibi üstün saydıkları maddî-mânevi kudretlere umumiyetle teşhis ve intak yolu ile (canlandırarak) veya konuşturarak) birtakım masallar uydurmuşlardır. Bugün masal sayılan mahsullerden ayrı olarak düşündüğümüz cemiyetin ortak malı bu eserler, sonraları yeni din, kültür ve ekonomi şartlarının ve alış verişinin hazırladığı muhit içinde az-çok târihi gerçeklerle beslenerek yazılı kaynaklara geçen efsâne ve menkıbelere örnek (model) olmuşlardır. Türklerin hayatında şaman, alperen, peygamber, halife, pâdişah şeyh, şeyhülislâm, asker vb. gibi otoriteler etrafında ve şehirler, saraylar, câmiler, mezarlar, türbeler, adaklar... üzerine doğmuş masallar ve menkıbeler bu mahsuller arasında yer alırlar. Eski cemiyetlerde ve bugün bâzı kapalı, muhâfazakâr zümrelerde, mukaddes sayılan dağ, orman, mağara vb. gibi yerlerde belli zamanlarda, çocuk kadın ve yabancılar dışında anlatılan efsâneler 1. Teogoni (Tanrıların nereden geldikleri), 2. Kazmagoni (kâinâtın nasıl meydana geldiği) 3. Antrapogoni (insan teşekkülü), 4. Eskatoloji (insanla dünyanın geleceği) gibi dört ana kolda toplanmaktadır. Bugün, ilk devirlerden zamanımıza kadar teşekkül etmiş efsânecileri araştıran disiplin veya ilme “esâtir-mitoloji” adı verilmektedir.* * Şükrü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş, Akçay Yay. Ank. 1993, s.314-315 |
1.1.2.1. Lokman Hekim Lokman Hekim bir kitapta ölümün çaresini bulur. Ölümün çaresi dağda bir ottur. Gidip o otu toplayacak ve ölüme çare bulmuş olacaktır. Lokman Hekim, kitabı almış dağa giderken, Cenâb-ı Allah Cebrail’e buyurur: “Lokman, ölüme çare buluyor; ama rızkını verebilecek mi?” Cebrail Aleyhi selam ile Lokman Hekim köprü üzerinde karşılaşırlar. Cebrail Aleyhi selam, Lokman Hekime sorar: “Ya Lokman! Nereye gidiyorsun?” Lokman, Peygamber olduğu için yalan söyleyemez. Der ki: “Dağda bir ot var. Ölüme çare, onu bulmaya gidiyorum.” Cebrail: “Pekâla, ölüme çare bulacaksın; ama rızkını nasıl vereceksin? Madem sen bu kadar bilgilisin, bak bakalım Cebrail şimdi nerede?” Lokman Aleyhi selamın elinde ölüme çare olan kitap vardır. Cebrail Aleyhi selam kanadını çarpınca ölüme çare olan sayfalar suya düşer, gider bir arpa tarlasına gömülür. O yüzden de arpa yiyenin ömrü uzun olur derler. SELÇUK KARAKAYA |
1.1.2.2. Eshab-I Kehf Tarsus’ta Dakyanus adında bir kral varmış. Bu kral tanrılık davası görüyormuş. Kur’an-ı Kerim’de Civan-ı Mert olarak geçen bu altı kişi, bakarlar ki, bu adam da kendileri gibi biri. Yiyor, içiyor zamanı geldiğinde her insan gibi ölecek. Öldüğü zaman bu alemi kim idare edecek. Bu kral sahtekâr derler. Dakyanus’un krallığını kabul etmezler. Zamanla bu Dakyanus’un kulağına gider. Dakyanus’a derler ki: “Burada birkaç tane genç var, seni tanrılığa kabul etmiyor.” Dakyanus: “Getirin bakalım onları” der. Bu gençleri huzura getirirler ve Dakyanus sorar: “Siz kimi tanrı bilirsiniz?” Gençler derler ki: “Biz Hûdaperestiz. Sen sahtekârsın. Bizim gibi yiyorsun, içiyorsun, hasta oluyorsun. Zaman gelip öldün müydü bu alemi kim idare edecek?” Dakyanus bunları hapse atacak olur. Bu gençler Dakyanus’un vezirlerinin oğullarıymış. Vezirler Dakyanus’a derler ki: “Sen hemen bunları zindana atma. Nasihat eyle, belki nasihatını tutarlar.” “Öyleyse ben sınırı dolaşıp geleceğim. O vakte kadar eğer bu sözünüzden dönmezseniz sizi zindana atarım eğer sözünüzden dönerseniz o vakit yaşarsınız.” Dakyanus sınırı dolaşmaya gider. Bu sırada gençler, kendi aralarında konuşup düşünürler. Derler ki: “Bu geldiğinde biz bunu tanrılığa kabul etmeyiz.” Dakyanus’un geldiğinde kendilerine kötülük yapacaklarını bildiklerinden bir gece şehirden kaçarlar. Dağ tarafına giderler. Sabah olunca koyun güden bir çobana rastlarlar. Ona sorarlar: “Bura bir mağara yok mu?” |
“Ne yapacaksınız?” “Gizleneceğiz. Bu şehir halkı Dakyanus’u tanrı kabul ediyor. Biz kabul etmiyoruz. Bize kötülük etmemesi için kaçtık.” “Eee, siz nesiniz?” “Biz Hûdaperestiz” derler. Böyle olunca çoban: “Öyleyse ben de Hûdaperest olayım” der. Çoban da katılır. “Ben burada büyük bir mağara biliyorum. Kış olunca biz oraya sığınır, soğuktan ve yağmurdan korunuruz” der. Kabul ederler. Çobanın köpeği de arkalarından gelir. Gençler, Çobana: “Köpeği kov. Bizim yattığımız yerde bu olursa, mağaranın yakınından geçenlere burada olduğumuzu haber verir” derler. Çoban köpeği ne kadar kovduysa gitmez. En sonunda iki ayağının üzerine dinelir ve der ki: “Ben de sizin taptığınız Allah’a tapıyorum. Niye beni kovuyorsunuz? Ben sizi beklerim.” Öyle olunca sıddıkları daha da artar. Gelsin derler. Mağaraya girer ve orada yatarlar. Köpek de mağaranın ağzına yatar. Cenab-ı Allah bunlara uyku verir. Üç yüz dokuz sene uyurlar. Bu arada Dakyanus seferden döner. Gelince bunları sorar. Gençlerin babaları derler ki: “Bizim de paramızı alıp kaçtılar. Biz de nereye gittiklerini bilmiyoruz.” “Hadi hazırlanın arayalım.” Ata biner, dolanır ve gezerler. Gezerken Eshab-ı Kehf’lerin yattığı mağaranın yanına varırlar. Dakyanus: “İnin bakalım burada ne var?” der. Kimse inmeye cesaret edemez. “Mağaranın kapısını örün. Nasılsa havasız kalır burada ölürler” der. Vezirin birini bu işle görevlendirir. |
Dakyanus gidince vezir, mağaranın girişini yalancıktan kapatır. Çünkü kendi oğlu da içeridedir. Daha sonra bulundukları yerden ayrılırlar. Oradan geçen bir çoban bu taşları davar ağılı yapmak için alır. Böylelikle havasız kalıp boğulmaktan kurtulurlar. Aradan zaman geçer. Hz. İsa dini yani Hıristiyanlık yayılır. Tarsus halkı Hıristiyan olur. Üç yüz dokuz seneden sonra bunlar uyanırlar. Eshab-ı Kehf’leri oluşturan gençlerin adeti çobanla birlikte yedi olur. İsimleri: Yemliha, Mislina, Mernuş, Tebernuş, Sazenuş, Kefeştatayuş, köpeğin adı da Kıtmir. Evvela Yemliha kalkar, ötekileri de uyandırır. Derler ki: “Acıktık. Bir kişi gitsin de şehirden ekmek, yemek getirsin; Ama öyle bir şekilde gitsin getirsin ki, kimse bizim burada olduğumuzu anlamasın.” Kimse çobanı tanımıyor diye çobanı gönderirler. Yahut ta içlerinden birisi tanınmamak amacıyla çobanın elbisesini giyer. Şehre gelir ve şaşırır. Şehrin kapısına bakar aynı ama adamlar değişmiş. Adamlar küçülmüş. Fırından ekmek alır, parayı uzatır. Fırıncı: |
“Yahu sen bu parayı nereden aldın, yoksa define mi buldun?” “Yok yahu. Biz buradan dün sabah gittik. Şimdi geldim, her şey değişmiş.” “Bu para nereden geldi?” “Bu para Dakyanus zamanından.” “Oo Dakyanus geçeli çok oldu. Bizim beyimiz filanca. Tarsus Hz. İsa dinine girdi. Biz sizi bekliyoruz. Cenab-ı Allah, Eshab-ı Kehf’leri İncil’de bildirdi. Hangi mağaradan hangi dağdan çıkacaksınız? Sizi bekliyoruz.” Fırıncı bunu beylerinin yanına götürür. İncil’i okuyanların hepsi Eshab-ı Kehf’leri görmek için toplanır. “Haydi gidelim. Eshab-ı Kehf’leri görelim” derler. Mağaranın yanına varınca Yemliha yahut çoban der ki: “Siz birden bire mağaraya girecek olursanız arkadaşlar Okyanus geldi sanır, korkarlar. Siz bumda durun. Ben söyleyeyim çıksınlar görüşün.” Kabul ederler, mağaraya girmezler. Yemliha yahut çoban arkadaşlarının yanına gider der ki: “arkadaşlar, çok vakit geçmiş, biz çok büyük kalmışız; insanlar küçülmüş. Biz şimdi dışarı çıkacak olursak aleme seyir olacağız.” Cenab-ı Allah’a kendilerini kurtarması için yalvarırlar. Allah yalvarmalarını kabul eder. Yerin altından yol açar. Şam’a Kırklar Dağı’na giderler. Bir rivayete göre orada uyurlar. Mağaranın dışındakiler, mağaraya girer; fakat onları bulamaz. Hâlâ o mağarada uyudukları sanılmaktadır. SELİM KARAKAYA |
1.1.2.3. Şahmeran Sultan Süleyman, her hayvana kendi cinsinden bir baş dikmiş. Yılanlara da Şahmeran’ı baş dikmiştir. Yani Şahmeran yılanların başı olmaktadır. Tarsus’ta bir kadın ile oğlu varmış. Bunların da ihtiyar bir komşusu varmış. İhtiyar komşu, dağdan merkeple **** yapar, getirir satarmış. Kadının oğlu delikanlılık çağına gelir. Kadın komşusuna der ki: “Ey komşu! Bizim oğlan da seninle gitsin, dağdan **** getirsin, satsın geçimimize faydası olsun.” Komşu kabul eder. Annesi oğluna merkep, ip, balta alır; komşusunun yanına katar. Bu oğlanın adı Camesab’dır. O da komşusuyla gider, dağdan **** kesip getirir ve evin geçimine fayda sağlar. Bir gün dağda **** keserken yağmur yağar. Yağmur yağınca ihtiyar der ki: “Ben şurada bir mağara biliyorum oraya kaçalım.” Mağaraya sığınırlar. İhtiyar oturur ama Camesab durmaz elindeki balta ile orayı burayı kazar. Bir de bakar ki, mağaranın tabanında işlenmiş bir taş zuhur etmekte. Camesab adamı çağırır: “Amca, gel hele bak.” İhtiyar adam, gelir bakar ki, hakikatten işlenmiş bir taş. İhtiyar Camesab’a “taşın kenarını aç” der. Taşı çıkarırlar. Taşın altı bal kuyusudur. İhtiyar Camesab’a der ki: |
“Camesab sen bekle. Ben gideyim. Tarsus’tan tuluk getireyim, bu balı satalım.” Tarsus’a gelir. Tarsus’tan dört tane tuluk ve helke alır. Bal kuyusunun yanına varır. Balı çeker, tuluklara doldururlar. İhtiyar balı Tarsus’a getirip satar. Camesab orada bekler. Komşu böyle böyle balı taşır. En sonunda kuyunun dibinde azıcık bir şey kalınca komşu der ki: “Camesab ben seni indireyim. Geri kalanını temizle ondan sonra çıkarayım.” Camesab’ı kuyunun içine indirir, helkeyi de sarkıtır. Camesab geri kalan balı helkeye doldurur, tamam bitti deyince ihtiyar helkeyi çeker ve kuyunun ağzını kapatır. Camesab’ı kuyunun içinde bırakır. Camesab ne kadar bağırdı, çağırdıysa da hiç dinlemez. Camesab’ın baldan kazanılan paraya ortak olmasını istememektedir. Eve gelir. Camesab’ın annesi: “Yahu, ne oldu bizim oğlan?” “Ne bileyim. Öteye, beriye vardı gitti. Ben senin oğlunu nasıl bulup getireyim?” Camesab, kuyunun içinde kalır. Öteye, beriye bakınırken bir taşın arasından bir akrebin çıktığını görür. Akrep çıkıp geri girmektedir. Bu durumu görünce orada bir alem var diye düşünür. Üzerinde bulunan bir bıçakla o taşın kenarını açar. Taşı düşürür bir de bakar ki, öte tarafta bir alem var. O tarafa geçer. İlerlerken etrafta pek çok yılanın olduğunu görür. Yılanlar bunu tutar padişahlarının yanına götürürler. Yani Şahmeran’ın yanına götürürler. Camesab Şahmeran’a der ki: “Aman padişahım beni yeryüzüne çıkartıver.” “Seni yeryüzüne çıkartırsam, benim yerimi söylersin. Benim düşmanım çok seni yeryüzüne çıkartamam.” |
Camesab Şahmeran’a beni yeryüzüne çıkartıver diye her gün yalvarırmış. Şahmeran’da ona evvelden böyle olduğunu ve çok pişman olduğunu anlatırmış. En sonunda Şahmeran Camesab’ı çıkartmaya söz verir. “Bak seni çıkarırım ama beni gördüğünü söylemeyeceksin; Beni görenin vücudu ala olur. Hiç kimsenin yanında da hamama gitme” der. Şahmeran, bunu yeryüzüne çıkartır. Camesab evine gider. Bu arada Tarsus’ta kral hastalanır. Pek çok doktora baktırırlar. Doktorlar bu hastalığın çaresi olmadığını söyler. Bir Yahudi doktor der ki: “Bunun çaresi Şahmeran’dır. Şahmeran ele geçerse ve padişahımız onu suyundan içerse iyi olur.” “Şahmeran’ı nasıl bulacağız?” “Şahmeran’ı görenin vücudu ala olur. Padişahım sen bir hamam yaptır. Ben o hamamda durayım. Herkes beleşe gelsin, yıkansın. Kimin vücudu alaysa o kişi Şahmeran’ı görmüştür. Ben o kişiyi bulurum.” Kral bir hamam yaptırır. Doktor da o hamamda durur. Herkes gidip hamamda yıkanmaktadır. Fakat Camesab vücudunu görürler diye gitmez. En sonunda Camesab’ı müzevirler, hiç hamama gitmediği duyulur. Jandarmalar Camesab’ı zorla hamama götürürler. Camesab hamama varınca soyunur. Doktor bunun Şahmeran’ı gördüğünü anlar. Doktor: |
“Haydi bakalım neredeyse bize göster.” Camesab: “Ben görmedim.” Doktor: “Yok görmüşsün” Kral: “Eğer söylemezsen seni öldürürüm.” “Söylerim ama, Şahmeran’a zarar vermeyeceksiniz.” “Peki vermeyiz.” Camesab’ı da alır, beraber Şahmeran’ın olduğu yere giderler. Camesab yılanlara Şahmeran’ı emaneten istediklerini sonra geri getireceklerini söyler. Böyle olunca yılanlar Şahmeran’ı verirler. Şahmeran Camesab’a der ki: “Camesab beni sen götür, başkası götürmesin. Kabul ederler. Şehre doğru giderken Şahmeran Camesab’a: “Bu doktor beni kesecek, sana kes derlerse sakın kesme. Benim başımın suyunu içenler Lokman Hekim olur, belimin suyunu içenler derdinden kurtulur, kuyruğumun suyunu içenler de ölür. Sen nasıl edersen et. Doktor beni kaynatırken tencereleri değiştir.” |
“Peki.” Şahmeran’ı getirirler. Doktor, Camesab’a “İlk sen kes” der. “Ben kesmem” Doktor keser. Bir tencereye başını, bir tencereye belini, bir tencereye de kuyruğunu koyar ve bunları kaynatır. Ocaktan indirdikten sonra doktor helaya gider. Bunu fırsat bilen Camesab tencereleri değiştirir. Soğuyunca doktor yanlışlıkla kuyruğun suyunu içer ve ölür. Krala belinin suyunu içirirler kral iyileşir. Camesab’da başının suyun içer Lokman Hekim olur. Ancak efsaneye göre Şahmeran’ın öldüğünden yılanların hâlâ haberleri yoktur. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen yılanlar “Kralımız bir gün gelecek” diye beklemektedir. Krallarının öldüğünü duydukları anda yeryüzüne çıkıp, tüm insanları sokup öldürecekleri söylentisi Tarsus ve çevresinde hâlâ anlatılmaktadır. SELİM KARAKAYA 1.1.2.4. Ağlayan Köprü Silifke’nin meşhur Taş köprüsü hakkında şöyle bir efsane dolaşmaktadır. Eski zamanlarda büyük bir köprü yapılacağı zaman köprünün temeline muhakkak bir adam gömerlermiş. Köprünün temelinin atılacağı gün, kim erken su doldurmaya gelirse kurban edelim demişler. Şafak yeri ağarırken köprüyü kuracak olan ustanın karısı gelir. Kadının etrafını hemen sararlar. Fakat ustanın karısı böyle olacak şeyi bilirmiş, işin nereye varacağını anlar. Bu adamlardan nasıl kurtulurum diye başlar yalvarmaya: |
“Evde yavrularım kaldı. Biri beşikte, biri eşikte. Anamız gelsin diye bekleşiyorlar. Bir kere öpeyim gene geleyim.” der. “Olmaz” derler. “Ağılda kuzularım kaldı. Mengir mengir meleşiyorlar. Sularını içereyim de geleyim” der. “Olmaz” derler. “Ocakta aşım, gergefte işim kaldı” der. “Olmaz” derler. “Dünyada gözüm kaldı. Güneş doğsun, cihanı doya doya bir kere seyredeyim de ondan sonra geleyim” der. “Olmaz” derler. Bu kadar yalvarmasına karşın kadını kurban ederler. Onun için bu köprü bazı günler inler, ustanın karısı ağlar, kurban ister denilmektedir. ŞERİFE DEMİR 1.1.2.5. Kız Kalesi Bir padişahın çocuğu olmuyormuş. Bu duruma padişah çok üzülüyormuş. Yaşlı bir ermişe çocuğunun olup olmayacağını sormuş. Yaşlı ermiş de zamanla bir kızının olacağını, ancak kızının gelinlik çağına gelince yılan tarafından sokularak öldürüleceğini söyler. Bu habere padişah çok üzülür ve çareler aramaya başlar. Yaşlı bir zat, denizin içinde bir kale yaptırırsa yılanın buraya gelmeyeceğini anlatır. Padişah buna çok sevinir ve yaşlı kişiyi sevindirir. Zaman gelir padişahın bir kızı olur. Kızını yaptırdığı kalenin içine yerleştirir. Kızının yanına her türlü ihtiyacını veren padişah üzüntüsünden kurtulur. Bu sırada kız büyük ve talepleri çoğalır. Padişah kış mevsiminde kim üzüm yetiştirip getirirse kızını ona vereceğini söyler. Gençlerden biri padişahın buyruğunu yerine getirip üzümü yetiştirir. Sepet içine üzümleri yerleştirip padişaha götürür. Padişah da üzümleri kızına gönderir. Üzümün güzelliğine dayanamayan kız, elini sepete uzatınca daha evvelden sepetin içine yerleşen yılan kızı sokar. Kızının yılan tarafından sokulması padişahı çok üzer. Kaderin değişemeyeceğini anlar. Böylelikle padişah ve halkı ne şartlar altında olursa olsun kadere inanılması gerektiğini öğrenirler. SAMİ KÜÇÜK |
1.1.2.6. Kuzuyu Öldürün Geçmiş yıllarda Mersin’in Evcili köyünde toprak damlı mütevazi bir evde sade, sakin yaşayan bir aile varmış. Bu ailenin bir çocuğu olmuş. Kadının sağlığı yerindeymiş, çocuğunu da kendi sütüyle emzirirmiş. Kısa bir müddet sonra sahibi bulundukları koyun kuzular yani doğurur. Koyun doğum sırasında ölür. Kuzu sağlıklıdır, ama anasız kalır. Analık duygusuyla kadıncağız düşünür ne yapsın, ne etsin? Kuzuyu alır, sarar sarmalar bir güzel temizler; Ama kuzu huzursuzdur. Çünkü karnı açtır. Onu doyuracak bir anası da yoktur. Kadın ne yapsın? Düşünür, taşınır kendi sütünden bir kaba sağar kuzuya bunu içirir. Bir iki gün böyle devam ettikten sonra köyde kadının kuzuya süt verdiği duyulur. Duyulur, duyulmaz Kur’an kursu hocaları tarafından bir tartışma başlar. “Bu kuzu kesilir mi, kesilmez mi?, Eti yenir mi, yenmez mi?, Helâl mi, haram mı?” Bu tartışmalar devam ede dursun, kafası çalışan birisi o zamanların alim hocası Nuri Hocaya doğru gelir: “Hocam, böyle böyle. Bir derdimiz var. Ne yapalım?” Nuri hoca bir taraftan dinler, bir taraftan der ki: “Okumazlar ki, bilsinler.” Hayvanın bir yıl diğer hayvanlar gibi besleneceğini, bu bir yıl süresince alınan gıdaların vücuttan insan sütü ile birlikte atılacağını, bu hayvana şu anda kıymanın öldürmenin herhangi bir anlamı olmadığını söyler. Ayrıca, bu hayvanın normal bir hayvan gibi beslenebileceğini, yaşını doldurduktan sonra da, kurban edilebileceğini güzelce anlatır. Nuri Hoca, her zaman yaptığı gibi güzel söyler, iyi söyler; Ama bu “Kuzuyu Öldürün” fetvası da yöre halkı arasında hiç unutulmaz. RÜŞTÜ ATA |
1.1.2.7. Şifa Taşı Değirmendere köyünün köy içi mevkiînde şu anda bir taş var. Bu taşla ilgili anlatılan bir de rivayet vardır. Bir çarşamba günü kadının birine bu taşın etrafında bir ermiş görünmüş. Kadına çarşamba yün eğirme demiş, sonra da kaybolmuş. Kadın bu alışkanlığına devam eder. Yine Çarşamba günü kadın yün eğirirken bu ermiş kadının karşısına çıkar. “Sana Çarşamba günü yün eğirme demedim mi?” der. Sonra küser ve ortadan kaybolur .O günden beri bu taşın etrafında Çarşamba günleri hasta çocuklar üç defa dolaştırılır ve bundan da şifa bulunduğuna inanılır. RÜŞTÜ ATA 1.1.2.8. Febişahnî Değirmendere köyünün şimdi Ören diye bilinen mevkiînde bin yıllık bir dut ağacı var. Bu ağacın karşısında da mezarlık, mezarda da orada yaşam sürdüğüne inandığımız Febişahnî diye anılan iyi bir kimse yatmaktadır. Bu iyi kimse üç yüz, dört yüz kişilik bir medresenin hocasıdır. Daha sonra aynı yere gömülür. Mezarıyla ilgili şöyle bir rivayet bırakmıştır. “Benim mezarımın gerçek yerini bulmak istiyorsanız; mezarımın toprağından alın süte yoğurda çalın. Tutarsa bilin ki orası benim mezarımdır.” Şimdi Değirmendere köyünde bu mezardan alınan toprakla çingillerle yoğurt çalınır, yoğurt tutturulur. Bunun gerçek olduğuna inanılır. RÜŞTÜ ATA |
1.1.2.9. Bulduklar Şimdi Arslanköy’de yaşam sürdüren “Bulduklar” adlı bir aile vardır. Bu ailenin evveliyatı beş yüz yıl öncesine dayanır. Tepe köy civarında o tarihte kıran adı verilen hastalık sonucu bir çok insan ölür. Bu sırada insanların yaklaşmaya korktuğu o sokaklarda bir çocuk görülür. Bu çocuk zaman zaman görülür, zaman zaman kaybolur. En son hangi evden çıktığı tespit edilir. Annesinin ölü olduğu, annesini emdiği daha sonra çıkıp dışarıda oynadığı gözlenir. Bu çocuğu bulup oradan götürür ve beslerler. Bu çocuğun soyundan gelen kabileye şu anda “Bulduklar” kabilesi denilmektedir. RÜŞTÜ ATA 1.1.2.10. Yarık Taş Çaparla Ayva gediği arasında “Dölek taş” denilen bir taş varmış. Bu taşın üstü harman genişliğinde ve düzmüş. Taşın ortasında da dübek varmış. Köylüler bu taşın üstünde buğday, dövme döğerlermiş. Civar köylerden de gelenler olurmuş. Bir gün dölek taş bulgur dövmeye yabancı bir adam gelir. Adam taşın düzgünlüğü ve güzelliği karşısında hayran kalır. Taşa bakar da, bakar. Yabancı bulgurunu dövüp gittikten sonra dölek taş kırk gün inler. Köylüler taşa nazar değdi derler. Kırk gün sonra taş ortasından ikiye ayrılır. Taşın üzerindeki dübek de yana düşer. O günden sonra taşa dölek taş yerine yarık taş denir. Taşın dibinden de bir pınar çıkar. Köylüler ise o günden sonra taşa hayvan sulamaya giderler ve buraları kutsal bilirler. RÜŞTÜ ATA |
1.1.2.11. Arıklı Binlerce yıl önceleri Rumeli olarak adlandırılan ve Hıristiyanların yaşadığı yer olan Çukurova’ya İslâm orduları Müslümanlığı yaymak için çeşitli seferler düzenlemişlerdir. Bu orduların içinde Muhittin adında bir nefer günlerce, aylarca, savaşmış ve savaşın sonunda şimdiki Arıklı köyünde şahadet mertebesine erişmiştir. Zaman geçtikçe, Muhittin Dedenin şehit düştüğü yerden geceleri göğe bir nur yükseldiğinin farkına varırlar. Şehit düştüğü yerdeki otları yiyen hayvanların hemen hemen hepsinin öldüğü köylüler tarafından gözlenir. Hayvanlarının öldüğünü gören köylüler buranın etrafını tellerle ve duvarlarla çevirerek buradaki Muhittin Dedenin türbesini koruma altına alırlar. Bu civarlara otlamak için gelen hayvanların bu otları yemediği zaman ölmediği görülür. Muhittin Dedenin türbesinin etrafını ve türbesini yaparak muhafaza altına alırlar. Zamanla köyün yerleşim alanı bu türbenin etrafında kurulunca Muhittin Dedenin türbesi köyün ortasında kalmıştır. Muhittin Dedenin kerametlerini köy halkı şöyle anlatır: |
Bir gün köyümüze dört beş kişinin zapt edemediği bir deliyi getirirler. Dört beş kişi olduğu halde bu delikanlıyı zapt edemezler. Kendini yerlere vurur ağaçlara, taşlara çarpar. Muhittin Dedenin kabrine getirdiklerinde sandukasını gördükten sonra delide bir yumuşama ve sakinleşme gözlenir. Zapt edilemeyen deli de hafif bir titreme olur ve deli kendi kendine yumuşayarak, beni bırakın der gibi kafa hareketleriyle etrafındakilere sesini duyurmak ister. Bunun üzerine deliyi tutanlar bırakırlar ve deli derin bir nefes alarak “Çok şükür, içimdeki sıkıntıyı atlattım. İçimden bir şey çıktı, gitti.” der. Kendi kendine sakinleştiğinin farkına varır. Kalkar ilerdeki çeşmeden abdest alır ve Muhittin Dedenin sandukasının başında iki rekat namaz kıldıktan sonra kendisini getirenlerle beraber huzur ve sükût içinde memleketine döner. Diğer bir olay ise şöyledir. Bu olay da köylüler tarafından bizzat gözlenmiştir. Yaşlı bir kadını Muhittin Dedenin huzuruna getirirler. Köylüler bu kadının kör olduğunu fark eder ve Muhittin Dedenin huzurunda kalmasını, burada yatmasını önerirler. Yaşlı kadın iki gece, iki gündüz kalır. Kör kadının gözlerinin üzerine bir tane sinek konar. Kör kadın sineği öldürmek maksadıyla gözünün üstüne kuvvetli bir şekilde vurunca gözleri açılır. O anda gözleri açılan kadın “Gözlerim görüyor, gözlerim görüyor” diye feryat eder. Daha sonra Muhittin Dedenin sandukası başında şükür duaları ederek oradan ayrılır. Muhittin Dedeye gelenler onun yüzü, suyu hürmetine Yüce Allah’tan çareler, şifalar beklerler. DURMUŞ ER |
1.1.2.12. Gülnar Hatun Mersin’in Gülnar ilçesinin adı neden Gülnar olmuştur? Bu adı nasıl almıştır? Bununla ilgili bir efsane anlatılmaktadır. Gülnar bir Yörük kızıymış. Dünya güzeli, gülünce yüzünde güller açılır, ağlarken gözlerinden inciler saçılırmış. Gülnar Yörük beyinin biricik oğluyla nişanlıymış. Ama Gülnar’ın gönlü bu nişanlıyı pek tanımazmış. Gülnar’a sorsalar: “Nişan ne zaman?” diye iki omzunu çekerek, belik belik saçlarını sallaya sallaya “kısmet” der, güler gidermiş. Gülnar öyle kolay kolay yakayı ele vermeyen cesur, yiğit, serden geçti bir kızmış. Yörenin Yörük beyleri: “Bu kızın keşfi açık. Allah’ın eli onun üzerinde” derlermiş. Günün birinde obaya genç, yağız bir misafir gelir. Bilgili, erdemli olduğu her halinden bellidir. Gelen yiğidi Yörük çadırına misafir ederler. Üç gün üç gece kalır. Yiğit konuşur, Yörük gençleri can kulağıyla dinlerler. Gülnar’ın ise yiğidi ilk görmede içinde ona karşı bir sevgi belirir. Zaten o yiğit gelmeden üç gün önce Gülnar obalarına böyle bir yiğidin geleceğini bilir. “Zaten benim rüyalarıma girmişti.” demektedir. Ziyaretini tamamlayan yiğit oba beyinden izin isteyip yola koyulur. Obanın ileri gelenleri yiğidi yolcu ederler. Yoluna devam eden yiğidin yolu ileride Gülnar tarafından kesilir. |
“Ağam, beni yanına al, beni götür” der. Yiğit başını iki tarafa sallayıp “Gülnar, çadırlarınızda yattım, ekmeklerinizi yedim, ikramlarınızı gördüm. Ben bu adamlara kötülük edemem.” “Sen bilirsin ağam, ama ben bu dünyaya senin için geldim. Sen daha gelmeden ben seni rüyamda gördüm. Benim yiğidim sensin. Senden başkası bana haram olur” der. Yiğit söyler, Gülnar dinler; Gülnar söyler, yiğit dinler. Ama yiğit olmaz der ve reddeder. Çünkü törelerinde iyilik gördüğü yere nankörlük etmek yoktur. Gülnar’ın nişanlısı, Gülnar’ı bütün gece çadırda göremeyince aramaya başlar. Gülnar’la yiğidin yemyeşil çayırların üzerinde oturup, dertleştiğini, ağlaştığını gören nişanlısı, aldatıldığını sanarak Gülnar’ı başından tek kurşunla vurur. Gülnar pek sevinçlidir. “Madem ki kavuşmak yoktu. Yaşamak bana haramdı. Her gün bir türlü öleceğime bu gün bu türlü ölüm bana lütuftur” der. Yörük beyinin oğlu: “Ah! Ben ne yaptım, sana nasıl kıydım?” diye feryat etmeye başlar. Misafir yiğit, elindeki asayı yere vurup “Bu kanı yıka, bu toprağı ak et.” diye haykırınca yerden buz gibi bir pınar çıkar ve ortalık tertemiz olur. O esnada dağlar, taşlar dile gelir. “Gülnar temiz Gülnar” diye seslenirler. Gülnar’ın öldüğü yere mezarı yapılır. Geceleri mezarın üzerine nur yağar, geceleri miski amber kokusu sarar. Gülnar’ın hikâyesi böyle devam ettiği gibi, bazı söylentilere göre güllerin en güzeli, en kokulusu, en gösterişlisi buradadır. O civarlara ait narın da en güzelinin burada olmasından dolayı gülü çok güzel, narı çok tatlı anlamında Gülnar sözcüğünün ortaya çıktığı söylenir. Ama rivayetlere göre Gülnar bir Yörük kızının adıdır. Yanakları gül gibi, dudakları da nar gibi kırmızı olduğundan dolayı Yörük beyi kızına Gülnar ismini koymuştur. İçel’in batısındaki yerleşim alanında bulunan Gülnar kazasının isminin buradan geldiği rivayet edilmektedir. DURMUŞ ER |
1.1.2.13. Muğdat Dede Muğdat Dede, bir semtte, bir camiîye adını veren evliyamızdır. Mersin’in, Yenişehir Beldesinin, Pozcu semtinde adına layık olan Muğdat Camiîsi`nin avlusunda, türbesinde sonsuz uykusuna yatmakta olan Muğdat Dedenin Hz. Muhammed’in sancaktarı olduğu söylenir. Asıl ismi Mithat Bin Yesvet olan yüce evliyamız, Peygamber efendimizin emri ile İslam dinini Çukurova’ya yaymakla görevlendirilmiştir. Muğdat Dedenin adı yıllarca Eğlence Dede olarak da bilinirdi. Bu isim onun eğlenceyi çok sevmesinden kaynaklanır. O tarihte kadınlar Muğdat Dedenin türbesi etrafında toplanır, semah gösterileri yaparlarmış. Muğdat Dede bir gün semah gösterisi yapan kadının rüyasına girerek: “Yanlış yapıyorsunuz. Bana şükür edin, dua edin. Benim etrafımda oyun oynamayın” der ve kaybolur. Kadın rüyasında gördüğünü diğer kişilere de anlatır ve ondan sonra Muğdat Dede türbesinin etrafında oyunlar oynanmaz olur. Muğdat Dedenin kerametlerini bir kadın şöyle anlatır: Buraya çocuğu olmayanlar, mutluluğu bulup onu korumak ya da arttırmak isteyenler evliyamızın türbesine gelip. Allah’a yalvarır, dilekte bulunurlar. Burada kesilecek adakların türü de önemli değildir. Bu evliyamızın Kıbrıs Barış Harekatı Sırasında mezarından gökyüzüne yükseldiği, Akdeniz’e yöneldiği ve Kıbrıs’ta savaşan askerlere yardımcı olduğu dilden dile anlatılmaktadır. Hatta Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra bir Yunanlı subay: “Kardeşim biz Türk askerlerinden çok, o yeşil cübbeli, beyaz sarıklı ak sakallı yaşlılardan oluşan dev bir orduyla savaştık. Onların kim olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim. Eğer o yeşil cübbeli, beyaz sarıklılar olmasaydı Kıbrıs’ın bir kum tanesini Türkler alamazdı” demiştir. DURMUŞ ER |
1.1.2.14. Gelinli Kaya Çukurova’yı İç Anadolu bölgesine bağlayan sarp kayaların geçit verdiği bir yerde yani Gülek Boğazı’nda geçmiş şöyle bir efsane vardır. Gülek Boğazı’na gelindiğinde boğazın Adana tarafındaki yolun kenarındaki lokantalardan karşı kayalara baktığımızda gelin elbisesi giymiş, insan şekline benzeyen bir taş görürüz. Bunun hikayesi o yörelerce şöyle anlatılır. Ağanın çok güzel olan kızı ağanın çobanına aşık olur. Çobanla ağanın kızı birbirlerini çok severler ve evlenmek için sözleşirler. Civardaki başka bir ağanın oğlu da bu kızı görür ve çok sevdiğini anlar. Babasına bu kızla evlenmek istediğini anlatır. Babası da bu kıza dünürcü gider ve kızı ister. Kızın babası da “Benim kızım senin gibi bir ağanın oğluna layıktır.”diyerek kızını verir. Söz keserler. Söz kesildikten sona ağa kızına: “Bak kızım, seni falan ağanın oğluna verdim. Artık bundan sonra onların helalisin”der. Kız babasına karşı gelmez. Örf ve âdetlerinden dolayı karşı gelse bile affedilmeyeceğini bilir ve sesini çıkaramaz. Sabahleyin sevgilisine haber gönderir. Kendisini kaçırmasını, buradan götürmesini ister. Çoban ile kız buluşurlar. El ele tutuşarak o obadan kaçarlar. Kızının kaçtığını duyan köyün ağası etrafındaki adamlarını toplar, silahlandırır ve onların peşlerine gönderir. “Bulduğunuz yerde vurun, öldürün” talimatını verir. Ağanın adamları bunları takip etmeye başlar. Çobanla kız kaçarlarken karşılarına sarp bir kayalık, bir dağ çıkar. İşte bu dağın olduğu yer şimdiki Gülek Boğazı’nın olduğu yerdir. Arkadan da ağanın adamları onları yani kız ile oğlanı öldürmek için yaklaşmaktadırlar. Arkada ağanın adamları, önünde sarp kayalık ne kaçacak ne de saklanacak bir yerleri vardır. En sonunda ağanın adamları tarafından öldürülmektense intihar etmeyi düşünürler. Ağanın kızı Allah’a yalvarır: “Allah’ım, bizi ya bir taş et, ya bir kuş et! Taş olalım donalım, kuş olalım uçalım” der. Demek ki, Cenâb-ı Allah’ın kabul saatiymiş ki, gelinin bu isteği yerine gelir. Allah, ağanın adamları tarafından vurulmadan gelini bir taş eder. Sevdiği oğlanı ise bir kuş eder. O da uçup gider. Gülek Boğazı’nın Adana tarafına gelindiğinde, gelinliğini giymiş bir kız şeklinde duran kayayı herkes görebilir. DURMUŞ ER |
1.1.2.15. Ulaş Ulaş köyü hakkında dilden dile dolaşan birçok efsane vardır. Bunlardan bir tanesi de şöyledir: Köyümüz Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde de geçmektedir. Tarihi eski bir köydür. Hatta bazı kayıtlarda kaza olduğu söylenir. Ulaş ismini nasıl aldığını anlatalım: Beylik zamanında burada bulunan bey, evine gelen misafirine izzet-i ikram yapmış. Bu misafirin üzeri tamamıyla silahla donanmış bir şekildeymiş. Bey, misafiri yolcu ettikten sonra kendi hizmetçisine “kısa yoldan git. Misafirin önünü kes. Onu geri getir gel” der. Ulaş yetiş anlamında bir tâbir kullanır. Yani “misafire ulaş, misafire yetiş” demiştir. Bu sözden dolayı köye “Ulaş” köyü denilir olmuştur. Hizmetçi kısa yoldan giderek misafirin önünü keser. Hizmetçinin elinde kırbaç vardır. Halbuki misafirin üzeri çeşitli silahlarla doludur. Hizmetçi kırbaçla misafirin kafasına vurur ve elinden silahlarını alarak geri getirir. “İşte beyim, istediğin misafiri getirdim. Hani ulaş geri getir demiştin.” der. O günden sonra köyümüzün ismi “Ulaş” olarak kalır. ARİF ZEKİ DEMİRCİOĞLU |
2. BÖLÜM 2.1. MANZUM TÜRLER 2.1.1. Türkü Sözlü ve yazılı edebiyatımızda duyulan, söylenen veya görülen türküler, atalar sözü, masallar, bilmeceler ve mâniler gibi yaygın mahsüllerdir. Bu mahsüllere Doğu ve Kuzey Türküleri aynı kökten gelen “yır” veya “cır” adını vermişlerdir. Batı Türkleri, Türk kelimesinden doğan ve Türkler’e mahsus ezgi (melodi) mânâsına gelen “türkü”yü kullanmaktadırlar. Bu kelimeden icâdetmek mânâsına gelen “türkü yakmak” deyimi türemiştir. Türküler, umumiyetle herkesin anlayabileceği ortak, sâde ve tabiî bir dilde, hece vezni ile söylenmekte ve yazılmaktadır; aruzla meydana getirilmiş örnekleri vardır. Bâzı ilim adamlarının hece vezni olarak da düşündükleri aruz vezni ve Divan edebiyatı nazım şekilleri ile ortaya konulan bu türkülere: “Divan, Selîs, Semâi, Kalenderî, Satranç ve Vezniâhır” adları verilmektedir. Hece vezni ile yaygın türküler ise mâni ve koşma tiplerine bağlı, muhtelif şekil hususiyetleri gösteren nakaratlı, nakaratsız lirik manzumeler olarak başlangıçta ferdî bir er yaratma eseridir; zamana ve muhite bağlı olarak anonimleşirler Türklerin özünü musiki teşkil eder. Musikisiz güfte düşünülemez. Bununla beraber hece ve aruz vezinleri ile söylenmiş veya yazılmış “türkü” başlıklı bestelenmemiş şiirlere de cönklerle mecmualarda rastlanmaktadır. |
Halk edebiyatımızın bu zengin mahsullerini konularına, şekillerine ve ezgilerine göre üç şekilde tasnif etmek mümkündür. Oldukça itibari ve izafi karakter taşıyan bu tasnifler arasında beste esasına göre yapılanı daha dayanıklı görünmektedir. Buna göre türkülerimiz “uzun hava” ve “kırık hava” olmak üzere iki kolda toplanmaktadır. Usul ile çalınmayan, her sanatkarın isteğine bağlı, tam bir şekil göstermeyen ve Batı musikisinde mevcut resitatif karşılığı ezgiler “uzun hava” adını almaktadır. Bozlak, Maya, Divan, Egin, Hoyrat, Çukurova, Türkmani, vb. ezgiler bu guruptandır. Ölçüsü ve ritmi belli ezgiler ise “kırık hava” içinde düşünülmektedir. Karadeniz Horonları, Kuzey Doğu Bur’ları ve Batı Anadolu zeybekleri gibi oyunlarda kırık havanın sürekliliği göze çarpar. Türküler,dar bir çevrede, tarikat-tekke mensupları arasında veya bütün millet hayatındaki yayılışı ile geçmişte olduğu gibi bugün ve yarında milli ve beşeri canlılığını devam ettirecek mahsullerdir.* 2.1.1.1. Kına Türküleri İndir kavak, indir kavak Kavaktan dökülür uvak Eli kına başı duvak Hoş geldin gelin, hoş geldin Benim oğlana eş geldin Aldım geçtim eşiği Sofrada buldum kaşığı Büyük evin yakışığı Hoş geldin gelin. Hoş geldin Benim oğluma eş geldin İndim kavak yarısına Balta vurdum kurusuna Doğan ayın birisine Hoş geldin gelin, hoş geldin Benim oğluma eş geldin Sılaya bostan ekerler Vakti gelmeden sökerler Gurbete giden kızın Gözüne sürme çekerler Hoş geldin gelin, hoş geldin Benim oğluma eş geldin SALİME TAŞKIN |
Kız anası, kız babası Yok mu bunun öz anası? Atlar gelir gemini dever Develer gelir camını dever Kız anam kınan kuru muydu? Kızlara emir böyle buyrulmuş. Nar ağacı dagım dagım7 Gül ağacı dogum dogum Gelin arkadaşlar ayrılalım Alışalım ayrılık var bugün Kız anam kınan kuru muydu? Kızlara emir böyle buyrulmuş. ELİFE DEMİRCİOĞLU Baba kızın çok muyudu? Bir kız sana yük müyüdü? Körolası emmilerim, Hiç oğlunuz yok muyudu? Kız anası, kız anası Hani bunun öz anası Yazıya bostan ekerler Kökünü deste çekerler Gurbet ele giden kızın Gözüne sürme çekerler Kız anası, kız anası Çağır gelsin öz anası Elimi yuduğum arklar Belimi verdiğim dutlar Aha bindim gidiyorum Silip süpürdüğüm otlar Kız anası, kız anası Elinde mumlar yanası Gelinci geldi kapıya Dam başıma zindan oldu Gurbet ele varanaça Asbabım üzerimde soldu HATİCE KÜÇÜK |
2.1.1.2. Ham Çökelek Amman ammaaan Yoğurt gibi ela gözlüm Ayran gibi şirin sözlüm yar yar... Gel sarılıp yatalım Çökelek derisine benzer yüzlüm Sensiz yerde ben bizim evde Oda yan yana Ger Alim heey hey Amman Ammaan Acımdan ölsem yemem yayık ayranı Acımdan ölsem yemem yayık ayranı yar yar... İlle Eşmeli ilen bal olsun Koca keçi kavurması Hiç olmazsa üstünde dört parmacık yağ olsun Anadan bellim heey hey. Geli geliver ah sekerek Boğazına dursun ham çökelek Geli geliver ah sekerek Boğazına dursun ham çökelek Amman Ammaaan Bre eşeğime biner şamlıbeli aşarım Bre eşeğime biner şamlıbeli aşarım Canımı sıkmayın hanımlar İkinizi birden boşarım Yandım Allah’ım yandım iki avradın elinden Küçüğü küçük hele kara domuzun dilinden Ger Alim heey hey. Geli geliver ah sekerek Boğazına dursun ham çökelek Geli geliver ah sekerek Boğazına dursun ham çökelek BÜLENT KİLİT |
2.1.1.3. Silifke’nin Yoğurdu A’hey Silifke’nin yoğurdu Ah seni kimler doğurdu Seni doğuran ana bal ile mi doğurdu? Beşiği çamdan Yuvarlanıverdi damdan Keşke sevmez olaydım Usandırdı bu candan A’hey Bağa vardım üzüme Ah çubuk battı gözüme Çubuk seni keserim Yar göründü gözüme Beşiği çamdan Yuvarlanıverdi damdan Keşke sevmez olaydım Usandırdı bu candan BÜLENT KİLİT |
2.1.1.4. Keklik Yar yar yar... Nereden gelirsin, Silifke kalesinden Ne gezersin açlık belasından Nerede yattın beyin konağında Hey kekliğim hey Kekliği düz ovada avlarım Kanadını şamdanına bağlarım Şıkıdık mıkıdık şıkıdık mıkıdık oynarım Yar yar yar... Buyurun arkadaşlar davetim var benim Herkes kesesinden yesin içsin Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim Hey kekliğim hey. Kekliği düz ovada avlarım Kanadını şamdanına bağlarım Şıkıdık mıkıdık şıkıdık mıkıdık oynarım BÜLENT KİLİT |
2.1.1.5. Türkmen Kızı Türkmen kızı Türkmen kızı İnek sağar Türkmen kızı Sen allar giy, ben kırmızı Çıkalım dağlar başına Sen gül topla ben nergizi Aman Ayşem yaman Ayşem Dağlar başı duman Ayşem Türkmen kızı Türkmen kızı Yayık yayar Türkmen kızı Sen allar giy, ben kırmızı Çıkalım dağlar başına Sen gül topla, ben nergizi Türkmen kızı Türkmen kızı Hamur yoğurur Türkmen kızı Sen allar giy, ben kırmızı Çıkalım dağlar başına Sen gül topla, ben nergizi Aman Ayşem yaman Ayşem Dağlar başı duman Ayşem BÜLENT KİLİT 2.1.2. Ağıt İnsanoğlunun ölüm karşısında veya canlı-cansız bir varlığını kaybetme, korku, telaş ve heyecan anındaki üzüntülerini, feryatlarını, isyanlarını, tâlihsizliklerini düzenli düzensiz söz ve ezgilerle ifade eden türkülere Batı Türkçesi’nde umumiyetle “ağıt” adı verilir. Ağıt söyleyen kişi için “ağıtçı” sözü yaygınlaşmış ve “ağıt yaymak” deyimi türemiştir. İslamiyet’ten önceki devirlerde “sagu” deyimi ile karşılanan ve hiç şüphesiz “sığıtmak: ağlamak” fiilinden türemiş ağıta bugün Azerbaycan’da “ağı”, Kerkük Türklerinde “sazlamağ” ve Türkmence’de “ağı” yanında “tavs”, “tavşa” adları verilmektedir. |
En az Hun Türkleri’nden itibaren ölü gömme ve yug törenlerine bağlı olarak ananesi zamanımıza kadar gelen ağıtlar bir bakıma ölen için söylenmiş medhiye demektir. Ancak zamanla cihânın fâniliği, ömrün kısalığı, ihânet, sadâkatsizlik, gençliğin geçişi, feleğin sitemleri, ayrılık gibi hâl, durum ve tasavvurlar ağıtın mânâ ve mâhiyetini genişletmiş oldu. Bu bakımdan “ağıt”ı Fransızların “elegie” deyiminin hudutları içinde şekilden ziyade mûhteva olarak düşünmek lâzımdır. Ağıtlar, bâzı muhitlerde belli âdet, anane şekil ve usuller içinde söylenmektedir. Meselâ Kazak Türklerinde baş sağlığına gelenlere evin sâhibesi kızı veya gelini “Köris” adı verilen ağıtı hususi bir makamla okurlar. Adana’da ağıtçı, “ölü dehşeti” adı verilen evvelce söylenmiş ağıtların hâfızasında kalan bazı parçalarını söylemekle ağıtına başlar. Bu sözler ölünün niteliklerini belirleyici duygu ve düşünceye girebilmek için bir bakıma prolog olarak kullanılmaktadır. Binboğa Dağları’ndaki Türkmen aşiretlerinde ise ağıtçı, ölünün ortaya konulmuş çamaşırlarını birer birer eline almak suretiyle ağıtını terennüm eder ve çevresine toplanmış kadınların ağlamasını temin eder. Umumiyetle “mâni” ve “koşma” tipi şekiller içinde uzun ve kırık hava adı verilen ezgilerle hece vezni ile söylenen ağıtlarda ölenin ailede ve cemiyette bıraktığı boşluk, birlikte geçen günlerin hatıraları dostluk, iyilik, fazilet, cesâret, düşmanlık, merhamet vb. Temler ifâde edilir. Saz şâirlerinin zaman zaman aruz vezni ile de söyledikleri ve bir kısmı bestesiz olan ağıtlarda türkülerde olduğu gibi müzik birinci planda yer almaktadır. Kadınlar tarafından ücretle veya ücretsiz, irticâlen söylenen ağıtlar, ölenin ruhuna hakaret etmemek, onu methetmek esâsına dayanan lirik eserlerdir.* |
2.1.2.1. Ömer’in Ağıdı Özlüce köyünden Durmuş Ağa adında biri oğlu Ömer’le Çukurova’ya çalışmaya giderler. Pamuk tarlasında çapa yapar, pamuk toplar ve evin istihkâkını temine çalışırlar. Ömer nişanlı imiş. Çukurova’da sıtmaya yakalanıp ölür. Ağıt onun içindir. Yoruldum yola oturdum Felek vurdu ben götürdüm Soyka pantol, soyka ceket Hatçeye hediye getirdim Geriye dönüşünde çocuğun elbiselerini de beraberinde getiriyor. Bizim yayla toplak toplak Kaş kara da gözler aplak Ömer Beyimi aldı da Gönendi mi kara toprak Şıvara oldum şıvara İçmezdim içtim sigara Ömer oğlum can verirken Kolunu vurmuş duvara Er yürüyen göç evleri Aştı tepeyi Kiraz’ı Ne ben aldım ne de kendi Elin aldığı murazı Kuru çayın seli çöker O da boz bulanık akar Kalma orda Ömer oğlum Gözlerine mucuk çöker YILMAZ GÖKSAL |
2.1.2.2. Ergen’in Ağıdı Adamın biri dağa ot biçmeye gider. Akşamdan sigarasını, çakmağını, ekmeğini, suyunu alır. Akşama kadar çalıştıktan sonra bir dalın altına yatar. Gece üç kişi gelir. Düşmanları olacak ki adamın başına taşla vururlar. Sürükleyerek bir **** yığınının üzerine korlar. Tam yakacaklarken yaralı adam kendisine vuranın birinin soyadını haykırır. O sırada Aydınlı Oymağı’nın evleri göçermiş. Tabiî duyarlar. Aydınlılar köye haber verir. Köylüler ekin biçmektedir. Orağı desteye koyan herkes gidip günlerce yaralıyı ararlar. Adamın da kimsesi yoktur. Köyün bekçiliğini yapmaktadır. Nihayet ölüyü bulurlar. Köye haber getireni de bulurlar. Bekçi Ergen’i (ismi Ergen’dir) kimin öldürdüğü sorulur ama Aydınlı söylemez. “Benim bir oğlum var. Düşman sahibi olamam” der. Hakimlerin hakimine havale eder. Hanımı ağlar: Yandım kavruldum kül oldum Dumanım göğe savruldu Bekçi elden gitmiş diye Köyde bir dellâl çağrıldı Doktor tepemi açtı da Yakamdan döküldü kurtlar Bibi sen beni görmedin Üleşimi buldu itler Uşaklar dala yükletti Çektiler engin aşağı Yedi gün dağlarda yattım Gelmedi bibim uşağı Ardımda bir oğlum olsa Kısmet kız yalnız ağlar Düşman başına vurdu da Zelzele ediyor dağlar Yaslan babam oğlu yaslan Karanlık derede seslen Anamın nazlı torunu Ergen değil adı Aslan Veli babam oğlu Veli Bir arşın gelirdi kolu Vallaha sıtkınan diyom Ölsün bu dünyanın eli YILMAZ GÖKSAL |
2.1.2.3. Hasta Kadının Ağıdı Hastane içinde uzandım yattım Yavrumu beyimi evde bıraktım Ayrılık şerbetini akşamdan tattım Onun için kapanmıyor gözlerim Hastanenin ışıkları parlıyor Doktor gelmiş yaralarım bağlıyor Beyim gelmiş yanı başımda ağlıyor Onun için kapanmıyor gözlerim Yeşil idi tabutumun tahtası Ömrümün son günü bayram haftası Beyime söyleyin her gün ağlasın Onun için kapanmıyor gözlerim ZEYNEP KÖSE 2.1.2.4. Yiğidin Ağıdı Ankara’yla Silifke’nin arası Her tarafı benim yarimin trafik yarası Nasıl dayansın buna annesiyle babası Ev yaptırdım oturmadan İçine gelin getirmeden Cevabını bitirmeden Nasıl dayansın buna anne baba Ev yaptırdım dört köşeli Önünde güller döşeli Bir yiğit öldü burada Kolları serum şişeli ZEYNEP KÖSE |
2.1.2.5. Ali’nin Ağıdı Erdemli şehrinden okuntu geldi Alim erdeğine buyursun diye Küçük alim geldi büyük gelmedi Ne oldu pehlivanım da diyemiyorum Çalgıcılar ah arkanda geziyor Güreşçiyi bir tarafa diziyor Alim durmuş kuşağını çözüyor Sen soyunma oğlum da diyemiyorum Yedi kişi yıkmış çıkmış geliyor Nazar olmuş kel keli soluyor Bu dert benim yüreğimi deliyor Ne oldu pehlivanım da diyemiyorum İncedir uzundur a beyaz taşı Tabuda sığmıyor o beyaz başı Kınamayın komşular Allah’ın işi Yitirdim oğlumu da bulamıyorum ARİF CERİT |
2.1.2.6. Kardeşe Ağıt Sabahınan sabahınan, kahve gelir tabağınan Ömer bacıların kurban kucağında bebeğinen Oy oy babam olur, bacıların öle Ömer kardeş Yolcuların cılga yolu gide gide kavuşuyor Ömer’i vuran Jandarmalar elvanına kavuşuyor Oy oy babam olur, bacıların öle Ömer kardeş Yoncaların boz dumanı Hükümet bilmez amanı Ben kardeşim yolcu ettim Ot biçimi orak zamanı Oy oy babam olur bacıların öle kardeş Oy oy babam olur bacıların öle kardeş Martininin ucu gümüş bacısının adı Emiş Martinin ucu gümüş bacısının adı Emiş Ankara’dan İsmet Paşa ille Ömer’i vurun demiş Ankara’dan İsmet Paşa ille Ömer’i vurun demiş ARİF CERİT |
2.1.3. Mâni Anonim Halk Edebiyatı mahsullerinin en yaygın olanlarından biri de ‘Mâni’dir. Düğünlerde, kadın topluluklarında, iş yerlerinde, tarlalarda vb. söylenen mâni umumiyetle hece vezninin 7 veya 8’lisi ile meydana getirilen 4 mısralık manzumelerdir. 4 mısradan az veya çok mısralarla ve hecelerle söylenen mâniler de vardır. Bunlar karşılıklı mâni atışmalarında, “karşı-beri” adı verilen türkülerde, Kuzey Bulgaristan’la Romanya’da yaşayan Gagauz Türkleri’nin eserlerinde dikkati çekmektedir. Mânilerde birinci, ikinci ve dördüncü mısralar kafiyelenir: (a a b a) Bâzı saz ve tekke şairlerinin eserlerinde, meselâ ilâhi, destan ve koşmaların ilk dörtlüklerinde görüldüğü gibi (a b c d), (a a a b) şeklinde kafiyelendirilen mânilere rastlanır. Bu mânilere ‘düz mâni’ adı verilir. Her türlü hayat hâdiseleri arasında, aşk, gurbet, kıskançlık, hasret, kırgınlık, tabiat vb. temleri işleyen mânilerde ilk iki mısra bir bakıma duygu, düşünce ve hayâlin girişini teşkil eder. Dinleyenin veya okuyanın dikkat ve ilgisini çekmeye yarayan bu iki mısrâdan sonra üçüncü ve hususiyle dördüncü mısrâ asıl konuyu vermeye çalışır; nâdir olarak dört mısraın bütün bir duygu, fikir ve hayâlin işlediği görülür. Mânilerin ikinci bir şekli ‘kesik mâni’ veya ‘cinaslı mâni’ adını almaktadır. Mısrâ sayısı ile kafiye düzeni az-çok değişiklik gösteren cinaslı mâniler, umumiyetle ses, tekerleme, mânâ ve cinas hususiyeti gösteren bir kelime grubu halindeki eksik mısra ile başlar; daha çok bu biçimdeki mânilere Azerbaycan Türkleri Bayati, Güney ve Doğu Anadolu bölgelerimizi de Irak Türkleri (Kerkük) ‘hoyrat’ adını vermektedir. |
| Türkiye`de Saat: 12:41 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2