Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi


Geri git   Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi > Kültür , Sanat Turizm, Gezi ve Seyahat Rehberi > Tiyatro - Edebiyat

Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Stil
Alt 19-01-2007, 22:58   #11
 
OnuR - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 

ESKİ BİR TÜRKÜYE AĞIT


Yıllar öncesinde algıladığım şeyler, senin ölüm haberinle geçiverdi gözlerimin önünden. Dalgacıklar çürümüş, parçalanmış bir cansimidi attı kıyıya, bırakıp gitti. Bir tren yavaşça kaydı kılıç ışıltılı rayların üstünde, sessizce akıverdi uzaklara; kısacık bir an bir mendil sallandı. Sallandı da denmez, mendil iniverdi. O yerde ve oranın çok yakınında bizi yıllarca yakan güneşi, trenin yerinden seni ilk görüşümü duyumsadım: Vardınız yok oluverdiniz. Yaşanmakta olanla varlığın yitivermesi arasında aşağı kayıvermiştiniz... Yeniden kayıyordunuz.
Seni tanıdığımda eviniz istasyona da denize de yakındı.
Artık trenlerin boyuna gözden uzaklaştıkları çağa geldim ben de. Mendil sallayanlara herkes gülüyor. Sen, bilmediğim bir günde son kez soluk vermişsin. Bunu duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyorsun.
İki görüntü var: Keskin. Bir biri belirginleşiyor, bir öbürü. Son gördüğümde yüzünde şişlikler vardı, hastalıklı kızıllıklar. Yanak derilerin sarkmış, gözlerin sayısız çizikle çevrelenmişti. Derinlerden ışıldamasına alıştığım çağla yeşili yitmişti. Saçlarının çoğu beyaza dönmüştü, ama tel - tutam kızıllığı tümden yok olmamıştı. Sanki biri, kızıl boyayı rastgele başının üstünde dağıtmıştı. Mantonu çıkartmamıştın. Eşarbını indirmiştin. “Çok üşüyorum,” demiştin. Zor soluk alıyordun. Gövdene destek olsunlar diye ellerini yumruk yapıp oturduğun sedire bastırmıştın. Gerildikleri için belki, ne çok yıprandıkları belli değildi. Derideki karaciğer lekeleri artmış ve yayılmıştı. Sedirde oturduğun sürece ellerin durgun, gövden ise rahatsız ve kıpır, kıpırdı.
Öbürü... Öbürü seni ilk gördüğüm günkü yüzün, Şadiye Hala.
Bırakamadığımız resimler vardır hani, onlar gibi direniyor son görünümünün önüne geçiyor. Seni öyle hatırlamak insana, göz alabildiğine yeşil çevreyi tepeden seyran etmek gibi coşku veriyor. Zaman geçtikçe, başka görünümlerini buluyorum. Her değişimde bir ışık çakıyor sanki.. Bir tane, bir tane daha... Sayamıyorum. Yine başa, son gördüğüm güne dönüyorum. Ardından ilk gördüğüme. Ezgisini hatırlayıp sözlerini unuttuğum bir türkünün dilimin uçunda eksikli eksikli çağıldaması gibi, zorlasam bile başka şeyler düşünemiyorum.
Öyle ya, sen bir türküydün.
Evin önüne çıkmıştın geldiğimizi görüp. Gölgelerimiz önümüzdeydi, sana erişmiyordu. Saçların, güneşin denize batarken dönüştüğü renkti.
Uzun bir misafirlik geçirdik sizde o yaz. Nedenini doğru dürüst söyleyemem. Belki babam ikinci kez askerlik yapıyordu da ondan. Gölgelerin ışığı kovaladığı saatlerde, işlerinizi bitirip annemle birlikte bizim ardımızdan deniz kıyısına geldiğiniz zamanlar, dalgaların bizim çocuk gövdelerimizi yorduğu, sizlerin ise yalnızca bacaklarınızı yaladığı o akşam üstlerinde kaç kez güneşe ve sana bakmışımdır, dalgalarla oynaşmayı unutup; güzelliğini algılamışımdır. Annem ve sen, kimselerin ayak basmadıkları kumsalda birbirinizden bile sakınarak soyunur, eski, yıpranmış gecelikler giyerdiniz. Kollarınız kemiksiz gibiydi: Kalınca, ama tombul değil. Tüysüz, ak ve ışıltılıydılar. Yıllar sonra Ingrés'nin resimlerini gördüğümde, gözlenmiş olduğumuz kuşkusuyla irkilmişimdir. Kadınları öylesine sizlere benziyordu ki, geçmiş yıllara karşın ardımızdaki kayalara dönüp çevreyi hatırlamaya çalışarak sizleri gözleyen bir baş aranmışımdır.
Seni unuttuğum yalnızca yanılsamaymış. Çoğalarak geliyorsun. Bunun için benim eskiye dönmem, orada durmam, beklemem gerekse de. Zamanın eskide geçtiği, ama bugünkü algılamalarla geçtiği bir yer düşünmelisin. Sen böyle şeyleri düşünemezdin Şadiye Hala. Öyle bile olsa, böyle düşünmeni isteyebilirim... Yanık şeker, yosun kokusu geçiyor o zamanın içinden. Kazandan yeni alınmış sedef parlaklığındaki sakızlı akideşekeri kütlesi şeker askısına takılıyor, çekilip uzadıkça yeniden askıya atılıyor, yine çekiliyor. Çevreye dayanılmaz bir koku yayılıyor o zaman. Beş kuruşluk akideşekeri alıp onu üç çocuğa paylaştırmak müsriflik görünüyor gözüne. Annem sesleniyor. Şekerci gözlerimizi kamaştıran yığından bir küçük parça koparıp mermer tezgahın üstünde yuvarlayarak inceltiyor, keskin bir bıçakla hızlı ve müzikli, küçük parçalara bölüyor. Bizim ağızlarımızın nasıl sulandığını, daha sertleşmemiş, soğumamış üç beş şekerin avuçlarımızda ılıklıktan soğuğa geçmesine aldırmıyorsun sen, sevincimizi görmezden geliyorsun.
Otuzuna varmamış bir genç kadındın o yaz. Benim için değişik, iş olmasına karşın oyuna benzeyen yenilikle dolu. Deniz sesini duyamayacağımız uzaklıkta. Yosun kokusu ise yaygın ve yakınımızda. Akşam alacasında bu koku belirginleşiyor. Çıplak bacaklarımızı kazlar gagalıyor. Göletlerin çevresi dikene benzer sazlar, sık ve ince kamışlarla çevrili. Onlardan kurtulmak kolay, kazlardan kaçmak ise zor. Sakınıyor, hopluyoruz ikide bir. Onları boyları fidan boyuna varmış otların arasından çıkarmak için eline uzun bir sopa alıyor, çırpınıyorsun. Çok akıllı buluyorum seni. O kadar çok kazın içinde kendininkileri tanıyabiliyorsun diye. Biri kızıyor, hışımla saldırıyor, hoplaya hoplaya kaçıyorum, nereye kaçacağımı bilmeden. Gülüyorsun. Ne çok gülüyorsun o günlerde. Seni gagaladıkları zaman, daha önce hiç duymadığım küfürler yağıyor sessiz alacakaranlığa.
Yaz boyunca her gün senin oğlun ve kızından görüp onlarla birlikte denize attım kendimi. Tek gözlü evinizde ayağımızda bir don kalasıya soyunurduk. Annemle sen ağız ağza verir, kim bilir nelerden konuşurdunuz. O günlerde, bitmek bilmez söyleşilerinizi merak bile etmezdim.
Evden fırlar, sazlı çimenli yerleri bir koşu geçer, tren yolunu parmak uçlarımıza, topuklarımıza basa hasa acıyla zıplayarak aşar, şoseye çıkardık. Uzaktan kara sakız gibi görünürdü yol. Üstündeki kurşunrengi kir örtüsünden yer yer taşar, kara ipek çilesi gibi parlak, köpüklenmişçesine kıvrım kıvrım birbiri üstüne yığılırdı zift. İlk adımda yapışırdık. Ne zordu o kaynar sakızdan kurtulmak. Deniz kıyısına varıp da ilk ıslak kuma ayak bastığımızda yüreklerimiz soğurdu. Bazı akşamlar sen yalnız gelirdin, eve dönmeyi akletmediğimiz için bağırırdın. Güneş batmak üzere olurdu. O saatte yüzün şeftalinin güneş görmüş yanı, çorapsız bacakların, o dolgun kolların ise gölgede kalmış öbür yarısının rengine bürünürdü. Sen kıyıda, bizler suyun içinde, güneşin, ilk batışın ardından çıkmasını, bu kez geç kalmış gibi telaşla yeniden denizin ardındaki yerine düşmesini beklerdik.
Artık eve gidebilirdik.
Koçan seni ne çok severdi Şadiye Hala.
Çok az erkek karısına o kadar uzun süreyle ve yitireceği korkusuyla bağlı kalmıştır. Sonraları sen çekilmez bir kadın olduğunda sevdasının hatırına, sesini hiçbir zaman yükseltmeksizin karşı çıktı, dayanısının sonuna gelmişti sanırım. Sen, susmak soluklanmak nedir bilmeksizin konuşurdun. Düşünmeyi unuttuğun belliydi. O uzun süre durur bekler, ya üç en çok beş sözcük eder sonra hüzünlü gözlerini yere indirirdi.
Bir kibrit kutusuydu eviniz. Büyük bir odaydı yapıldığında. “Bizim Lojman” diye övünüyordun başkalarına, ama onlar konuk gelirler diye de korkuyordun. O tek odayı yaşanır duruma getirmek içip kimseler sizin kadar uğraşmamıştır.
Otuzunu aştıktan sonra, “Siz bir de benim gençliğimi görmeliydiniz...” demeye başlamıştın. Bunu söyleyecek kadar yürekli olmak hakkındı, çünkü karşıda kim olsa güzelliğinin göz kamaştırdığını yadsıyamazdı. Bunu senden saklayan olabilir, ama o da içkiden kabullenirdi.
Yenice radyo girmişti evinize. Bir gün Sabit Enişte,
“Artık şu anlaşmayı bozalım mı?” demişti.
“Bozmam, dünyada bozmam,” diye bağırmıştın. “Pinti sen de. Eskisi gibi olsa, haklısın diyelim. Alırım ben, hakkımı sende koymam...”
Öyle çok bağırıp çağırdın ki, Sabit Enişte günlerce sustu.
Sonuna kadar sürdü mü anlaşmanız? Sürseydi bile, iyice gülünçleşmişti.
Düğün gecesi Sabit Enişte yüzünü açar açmaz sana öylesine vurulmuş ki, başından geçtiğini duyduğu sevdayı sana unutturmak derdine düşmüş. Sözcükleri gereksiz bulurken, başka ne yapsın? O günlerde ünlenen türküyü her duyduğunda elini cebine atmaya, sana elli lira vermeye başlamış. Bu anlaşma hiç konuşmadan yapılmış. Nerede duysanız parayı avucuna saymış. Penceresi ıtırlı, küpeçiçekli evlerden dışarı vuran gelinlik kızların falsolu sesleri bile bu parayı getirmiş sana.
Bunu anlatırken sesinde kibir büyürdü.
“Elli lira deyip geçmeyin,” derdin. “Elli lira, Atatürk'ün sağlığının elli lirası.”
Seni Ada sahillerinde düşlemekten mutlu olmuş Sabit Enişte. Bu düşün ne kadar sürdüğünü kimse bilmiyor.
Beni şad et Şadiye başın için...
Ne kadar şad ettin Sabit Enişteyi? Nasıl belli edebilirdi şad olduğunu? Ne kadar önemsendiğin! anlayabildin mi tam olarak?
Bugünlerde hiçbir anlamı yok elli liranın. Öykünüz paranın değeri kadar gülünç geliyor; başkalarına. Öyleyse saklayalım Şadiye Hala.
Oğlunu doğurduğun günlerde, Sabit Enişte günler ve gecelerce kumar oynuyor. Birecik'teki büyük fıstıklığını yitiriyor. Gümbür gümbür Halit Bey ailesi göçüyor ve aç kalıyorsunuz. Sabit Eniştenin ağa oğulluğundan bir istasyonun küçücük bir görevliliğine gönül indirmesine kimseler inanmıyor.
O günden başlayarak yıllar ve yıllarca alacağın her ellilik için duvara çetele çiziyordun Şadiye Hala. Okuman yazman yok ama para hesabını biliyorsun. En önemlisi, Sabit Eniştenin bir gün ödeyeceği borcu. Ne çok çizik gördüm mutfak olarak kullandığınız bölmenin duvarında. Sana sonsuz umutlar veren ne çok çizgi. “Beni şad et Şadiye başın için” sözlerinin karşılığı saydığın paraları öyle uzun süreden beri alamıyordun ki, sonunda unuttun. Radyoda çalsa da kalkıp bir çizik çekmeye üşendin. Hem bu Sabit Enişteyi daha çok incitiyordu. Evini kireçle badana ettiğinde, eski süpürgeyle defalarca geçtiğini fark etmedin çetelenin üstünden. Kireç çizgilerin üstünü bir iki belirsiz gölge dışında kapamıştı. Günlerce ağladığını anlattın sonra. Atatürk öleli on yıldan çok olmuştu. Senin hesabını tuttuğun ellilikler yarı değerinden aşağı inmişti.
“Elli kuruş verse razıyım,” diyordun. “Altı defa verse kıza bir pabuç alırdım...”
Yine de çok kötü günler değilmiş o günler Şadiye Hala. Kazlar vardı. Onlar ve başkalarının kazları gagalardı bacaklarımızı akşamları toparlamaya gittiğimizde. Büyük, söbü yumurtalarından birini bile çocukların ve benim için yağa kırmadın. Yumurtaların sıcaklığını kaç kez elimizin ayasında duymuş olmamıza, senin gözlerinin ta içine bakarak istekle durmamıza karşın.
Tek kuruş harcamayı gerektirmiyordu o günlerde ve koşullarda kaz beslemek, İş ki, şoseye kaçmasınlar. Biz ardımıza takılan kazları göletlere, sazlıklara, bol sivrisinek üreten bataklığa doğru kovalayıp geri döner, çok büzgülü, kireç kaymağında ağartılmış amerikan bezinden dikilmiş donlarımızla tabanlarımız yanarak acıyla bağıra bağıra denize koşardık, yağda yumurta yeme umudunu bir sonraki güne erteleyerek.
Yoksulluktan kurtulacağın umuduyla —ya, evlenirken böyle bir umudun vardı— yüzünü görmeden razı olduğun Sabit Enişte çalışmak zorunda kalınca, güvence isteğin büyümüş olmalı. Yaşadığın günlerin hiçbir anlam taşımaması, bundan olsa gerektir. Borç harç edip iki bileziğini satıp bir dana alman o yüzden. Dana büyüyüp süt veren bir inek olana kadar ne yürek çarpıntıları geçirdin. Bir çay bardağı süt çaldığı için kızını dövdün, gördüm Şadiye Hala. Öyle çabuk kızardın, öfken o kadar uzun sürerdi ki, o günlerde. Çocukların bir kaymak yemediler ineklerinin sütünden yapılmış. Akşamlar gölgelerle oynaşıp onları yuta yuta gelirken, bir yandan sen bir yandan oğlunla kızın korkular içinde ineği aramaya koyulurdunuz. Kızının oğlunun okulları, kocanın yorgunlukları ve iş sorunları hiç aklını kurcalamıyordu senin. İneğin memeleri sütle dolu olarak geliyordu eve. Onu görünce içindeki haznede dalgasız, çağıltısız duran sevgi gözlerine vuruyordu. Aklına gelen bütün sözler onaydı. Hastalanacağı, öleceği korkusu bir saplantıydı. Sabit Enişteyi tersliyordun Ada Sahilleri türküsüne kulak vermen için seni uyardığında. Çetele silinmişti, yenisini tutmuyordun, hesap siliniyordu. Ne kadar suskunlaştığını bir gün olsun fark ettin mi kocanın? Bir gün, şad olmadığını düşündün mü?
Kerpiç kerpiç yaptın sen evini. Kerpiç kerpiç odalar, santim santim demirle kolonlar, tane tane kiremitle çatı çıktın. Akla gelen her şey perakende alındı, biriktirilemedi Önceden, pahalıya geldi; yordu seni ve içinde sıcak, renkli, duyarlı, çevreye yayılabilir ne varsa kuruttu. Hep hesaplar içindeydin. Bir günlük süt iki kerpiç getiriyordu. Bu hesapla yılda yedi yüz kerpiç alabilecektin. Çevrendekiler değil, kendi özün bile yoktu gözünde.
İnek iki oldu, ertesi yıl üç... Senden yayılan şeftali ışıkları çekiliyordu, haberin yoktu. Aklına zaman zaman da olsa bir korku olarak düşmüştür kesinlikle. Ama çabuk unutuyordun, önemsemiyordun. “Üç inekle kim olsa ev yaptırır” diyordun.
O ev bakraç bakraç yoğurt, biraz eksik tutulmuş çelik litreli kaplarla ölçülen sütle yapıldı. Bunun önemini soluğun tükenene kadar anlatmaya çalışmana karşın, kızın da oğlun da sana hak vermedi. Sabit Enişte zaten duygulandığı tek şeyle bile çetelesi tutulmaz bir adamdı gözünde. Çocuklarından esirgediğin, o yüzden gözlerindeki önemini artırdığın sıcak, köpüklü ve yarpuz kokulu süt onları ve seni acaba daha mutlu etmez miydi, diye düşünmeden edemiyorum şimdi Şadiye Hala.
Lojmanından Fransız Askeri Mezarlığının yakınındaki arsaya kadar yürüyerek giderdin, kerpiçleri kucağında taşırdın, ikide bir kavga ederdin ustayla. Kaytarıyordu sana göre, ağır çalışıyordu. O günlerde her şey içini üşütür olmaya başlamıştı.
“Benim İçimi üşüten, o evin sevdasına tutulmam mı kızım” diye sorma. Senin içini üşüten...
'Annem yıllar sonra anlattı öykünü. Büyümüştüm, senin evin eskimeye başlamıştı. Gövdenin orasından burasından uyanlar alıyordun, ama yine özenmiyordun, “geçer” diyordun. Evine kat çıkmayı ve kiracı almayı kafana koymuştun.
Senin kendini ve yakınlarını bu kadar zorlamanın nedenini anlayamıyordum. Anneme soruyordum. Senin kendini kanıtlama çabasında olduğunu söylüyordu. Annem seni tanıyordu. Çocukluğumda, ikiniz ağız ağza verdiğinizde hep sen konuşurdun. Takıldığın bir şey olunca kafanın arkasına tokatlar atardın. Evet, böyle bir tikin vardı, unutmuşum. Annem zorladığı için toparlanır, denize gelir, bacaklarınızı dalgalara uzatırdınız. Gecelikleriniz ıslanır, yapışır... Ingrés...
Şimdi artık yoksun. Nihat Bey senden önce gitmişti. Zaten sevdanı o günlerde öğrenip gülmüştüm. Nihat Bey ve sen... Olur mu hiç? Öyle uyumsuzdunuz ki. Nihat Bey, göz doktoru, hattat. Üç karı eskitmiş. Sen, Sabit Eniştenin kansı, okuman yazman yok. Övünmelerin gidip gidip geçmiş güzelliğinle, santim santim yükseltip, parmak parmak kapattığın evine dayanıyor. Nihat Beyin seni bir pul gibi gözden çıkarmasında şaşılacak yan göremiyorum. Zaten onu suçlamak kimsenin aklından geçmemiş. Son yıllarda sen bile, sanki sevdası hafîfe alınmış olan yokmuş gibi, yakından bildiğin bir öykü olarak bakmışsın o eski günlere. Arasıra, bilmeyenlerin neye yoracaklarını çıkaramadıkları bir iki kinayeli söz ederdin etmesine, ama o da hakkındı. Bu kadarcık şey içinin soğumasına yetiyordu. Nihat Beyi yaşadığı sürece en çok sen ciddiye aldın. Bizler, bu çağda hattatlığa kalkışmasını aptallığına veriyorduk. Sen ona sevda gözüyle baktın Şadiye Hala. Sevda gözü patlayan bahar gibidir, yanıltır insanları. Geldi sanırsın, gelmemiştir.” Geçti sanırsın, bin koku, bin yeşil ve bin umutta önüne çıkar. Senin o bakışın... Demin söyledim, bahar yanıltır. Sevda gözü hayda hayda.
Anneler çocuklarıyla arkadaş olma isteğini çok sonraları duyuyorlar. Eskisi kadar, yahut eskiden sandığımız kadar sert görünmekten çekiniyorlar. O yüzden belki, senin neredeyse elli yıllık gizini öğrendim. Sen yoksun artık. Ben seni konuşmak istiyorum. Gençliği ve yaşlılığı iki ayrı kişi gibi anılarımda yer etmiş olan senden, genç olanı saklamak istiyorum. Yaşlı olanın çekici yanı yok çünkü. Işıklı saçların, ışıklı tenin, ışıklı gözlerinle yaşa bundan sonra. Çok önemserdin güzelliği, öyle kal.
Annemin anlattığı ve bir kuşluk zamanında başlayan yangınla öğleye varmadan kül olan evi görmedim. Hiç önemi yok, kendim kuruverdim yeniden. O evde bir sevdaya sırdaşlık edecek pek çok yer bulunuyordu. Cennete açılan kapılar, cehenneme açılan kapılar, yalnız girişi çıkışı olan karanlık kiler ve mutfaklar, apaydınlık erkan odaları, sırat köprüsü gibi geçitlerle birbirinden ayrılan —yahut bağlanan— birinci ve ikinci katın daireleri, ara kat merdivenleri, merdiven altları, mazgal deliği gibi dar, ama derin pencereler, cihannüma pencereler, kullanılan ama geceleri ayakların çekildiği ve kullanılmayan, eşyalarının üstleri örtülü odalar; bir sürü sıkışacak, sıkıştırılacak gizli yerler, yüklükler, sayısız kapı arkaları gibi gözden uzak bir yerden oluşuyor orası. Bitmez tükenmez işler buyuruyorlardı sana kuşkusuz, ama bırak duymak istemediğin için duymamış olmayı, istesen bile duyamayacağın yerlerde birlikte olabiliyordunuz. Gözünü açmıştın, onu görmüştün ve sarılmaktan oynaşmaktan bıkmıyordun. Nihat Beyi beklerken iş görmek, türkü söylemek gibi kolaydı. Senin dudakların bal tadındaymış, gözlerin bahar yeşili. Saçların batmakta olan güneşi çağrıştırır, kabarır, kıvrılır, yüzüne, boynuna dökülürmüş. Senin oğul balını derlemiş miydi Nihat Bey?
Güzellik tek başına nedir ki Şadiye Hala? Sen çok güvenmiş olsan ona, umutlanmış da olsan, bunlar yetmemiş. Susmuşsun hep. Çok konuşman, sonradan edindiğin bir huy.
Senin güzelliğin ve annemle babamın evlenmesiyle sana da açılan büyük ev gönlünden geçenlerin gerçekleşmesine yeterli olmamış. Dedemin bir arkadaşının oğlu olan Nihat Bey, eve yeni gelen, hamlığı yitmemiş, güzelliği ve gövdesi tomurcuklanmış kızdan hevesini çabuk almış, gitmiş ve dönmemiş. Sabit Eniştenin sevgisinin hiçbir olumsuzluktan dolayı azalmamış olduğunu hep bilmişsin. Giderek içine kapanışı, onun için bir kez olsun parmağını oynatmayışından. Nihat Beye sunduklarını sevinçle sunmuş, ama daha sonra o duyguları bir daha yaşamamışsın. Nihat Bey durmuş oturmuş biri olmamış hiç. Ya çağlayanmış, ya kurumuş dere yatağı, ikisinin ortası yokmuş onun için. Onun mutsuzluğunun nedeni olarak hep kendini görmüşsün. “Buna inanmasında bir kötülük yoktu” dedi annem. “Varsın öyle sansın diye karşı çıkmadım. Gururu kırılmıştır çünkü...”
O seni ansızın bırakıp gittiğinde inanmamışsın. Mor krep giysin uzun süre üstünden çıkmamış. Çünkü gözlerin morla mor, yeşille yeşil parlarmış. Hiç mor görmedim ki sırtında.
Aylar geçmiş ama sen umudunu yitirmemissin. Neden sonra mektubu gelmiş Nihat Beyin. Dedeme yazılmış. Herkesin ayrı ayrı hatırını soruyoruş üç beş sözcükle. Sonuna ' “Hanenizin diğer efradına selam ederim” diye eklemiş. O zaman senin de evin hizmetçileri, gündelikçileri gözüyle görüldüğünü anlamışsın. Beklemekten vazgeçmen akıllılıktı anneme göre. Sana iç çarpıntıları çağrıştıran kapı artlarını, yüklükleri ve daha nice size özel yerleri unutmak için. Sabit Enişteye varmışsın. Onu değil, bir başkasını bulsalarmış, ona da varırmışsın. Artık bir anlamı yokmuş senin için erkeğin.
Nihat Bey mi kopmuş senden, yoksa babası mı karşı çıkmış ve oğlunu tehlikeden korumak için dedemin evinden alınış, bunu annem de bilmiyor. Babam bile içgüveysi olarak girdiği o evde belirsizce, hafifçe horlandığı kanısındaymış. Sen ise babamın öz kardeşi değilmişsin. Böyle ise... Kimse seni Nihat Beye denk bulmamıştır. Babamın sana bir uzak duruşu vardı. Dinlerdi ama dinlerken gözlerinde sevgi ışığı yanmazdı. Yardımına koşar, yine de senin için uykularının kaçmadığını, içinin titremediğini belli ederdi.
Sen, sen bunları 'düşündün mü? Sonradan unuttun, yahut unutmuş görünmeye alıştın. Kızını gencecik yaşında kocaya verdin. Sevecek yasa gelmeden, çocukluktan çıkmadan. Yeterince çeyiz düzmedin; ev yaptırıyordun. Boynu bükük kaldı kocasının karşısında. Üç çocuk annesiydi, bir gün beni kıyıya çekti: “Lojmanda soyunup, bir donla şoseyi geçip denize gittiğimizi ağzından kaçırma gözünü seveyim. Adamı dizginleyemem sonra. Bilsen nasıl kıskanç, nasıl öfkeli...” dedi. O günlerde sekizinde, dokuzunda bir çocuktu. Bu bile namusuna mı dokunur bir kocanın? Sizin Sabit Enişteyle yaşadığınız şiir kadar şiir olmadı kızılım yaşamında. Kocasına duyduğu korkuya ve üç çocuğuna sıkı sıkı sarılmıştıı. Başka ufku olmadı hiç.
Komaya girmeden önceki son gün, bir kase çorba getiren kiracına son şakanı yapmışsın. Sabit Enişte fıstıklığını yitirdikten sonra yüzünden silinmeyen hüznü ve her zamanki sessizliğini aşan sessizliğiyle başucunda kımıldamadan oturuyormuş. '
“Çorbayı bırak”, demişsin, “İçecek halim yok. Yemekle içmekle aram kalmadı.”
“Bir iki kaşık alıverseydin Şadiye Hanım. . Özendim de yaptım, güzel oldu.”
“Dünya, nimetini kesti benden. Tek yandığım, senin de benim de şu başımızdaki erkekleri gömemeyişimiz. Şöyle ağız tadıyla dul dolağı dolanıp deniz kıyısına inemedik. Dıştan kederliymiş gibi görünüp, içimizden sevine sevine soğuk gazoz açtırtıp yüreğimize yağ bağlatamadık...”
Şakaydı o sözün. Söyleyip geçtin belki. Belki gerçek olmasını özleyerek üç günlük derin uykuya daldın, uyanamadın ve çekip gittin.
Adalara hiç gitmemiştin...
__________________




Besiktas JK






.
OnuR Ofline   Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
You may not post new threads
You may not post replies
You may not post attachments
You may not edit your posts

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-KodlarıKapalı
Trackbacks are Açık
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık




Türkiye`de Saat: 03:23 .

Powered by vBulletin® Copyright ©2000 - 2008, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2

Sitemiz CSS Standartlarına uygundur. Sitemiz XHTML Standartlarına uygundur

Oracle DBA | Kadife | Oracle Danışmanlık



1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580