|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Oyun Alanı | Ajanda | Arama | Bugünkü Mesajlar | Forumları Okundu Kabul Et XML | RSS | |
19-01-2007, 22:52 | #1 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 |
Ferit Edgü'den Bir Öykü: DÖNÜŞ Niçin geldim buraya niçin döndüm bu toprağa dört bir yanı suyla çevrili bu çorak adaya? Havasına dayanamadığım iklimi sağlığıma zararlı ve her dönüşümde pişmanlık duyduğum bu kara parçasına geldim niçin? Burada açtım gözlerimi. Burada kapayacağım. Dediğim için. Burda. Bu adada. Bu odanın bir köşesinde. Bahçe içindeki küçük evimde. Dediğim için. Ya da kumsalın bir yerinde. Bir kaya kovuğunda. Bir deniz mağarasında. Bir kaçak gibi. Ya da tepelerinden birinde. Kurşunu alnına yemiş gibi. Dediğim gibi. Burda açtım gözlerimi. Gözlerimi nerde açtığımı ansımıyorum. (Nerde kapayacağımı da ansımayacağım.) Beni doğuran kadın, ölü. Çocuk belleğim ölü. Ölünün gözleri görür mü? Gözlerimi burda açmış olup olamayacağıma göre niçin bu dönüş? (Bu kaçıncı dönüş?) Bu sürekli dönüş? Bilmiyorum. Bir tutku mu? Bir saplantı mı? Toprağın çekmesi mi? Denizin çağrısı mı? Bilmiyorum. Bilmeden dönüyorum. Gemiden indim. Elimde bir bavul. İskeledeki memur selamladı, hatırımı sordu ve "Hoş geldiniz" dedi. Akşam, dört bir yanı örümcek ağlarıyla sarılı eve girdim kapıyı büyük demir anahtarla açıp. Girişte sandığın üstünde bırakılmış bir mum buldum. Sanki beni bekliyordu. Yaktım. Mum ışığında baktım eve, örümcek ağlarına, rutubetin duvardaki izlerine. Yatak odasına girdim. Hazır. Ama toz toprak içinde bir yatak, beni bekliyordu. Yatağın üstündeki örtüyü kaldırdım. Pencereyi açtım. Sonra bütün pencereleri açtım. Mumu söndürdüm. Çıktım. Karnımı doyurmak için gittiğim aşevinde, şarabı yudumlarken, adını unuttuğum bir çocukluk arkadaşı geldi yanıma. -Demek dönüldü? -Evet. -Toprak çekiyor değil mi? -Hayır, toprak değil deniz. -Aynı şey. -Evi nasıl buldun? -Örümcek ağları içinde. -Eh o kadar olur. -Camlardan bazıları kırılmış. -Bunca yıl geçti aradan. -Evet. -Bu kez dönüş temelli mi? -Bilmiyorum. Bakacağım. Belki. -Tek başına mı? -Her zamanki gibi. Şaşırdı. Ya da acıdı. -Şaşacak ne var? -Şaşırmadım . Ama yaş... Biliyorsun hepimiz yaşlandık. (Yaşla yalnızlığın ne ilgisi var?) -Haklısın. Yoksa köyden birini mi bulacaktın bana bakacak? -Niçin olmasın? Niçin olmasın? Aşımı pişiren. Çamaşırımı yıkayan, Yatağımı yapan. Soğuk gecelerde beni ısıtan. Kıyıda balıktan dönüşümü bekleyen. Niçin olmasın? Oldu. Buldular. Yeryüzünün en iyi kadınıydı. Yüzü kızarmadan yüzüme bakmıyordu. Gel, dediğim zaman geliyor, git, dediğim zaman gidiyordu. Sustuğum zaman susuyordu. Yalnız bahçede hangi çiçekleri görmek istediğimi soruyordu. Bugüne değin ne yaptığımı sormuyordu. Bundan sonra ne yapmayı düşündüğümü sormuyordu. Verirsem alıyordu. Alırsam giyiyordu. Yalnız bir gün, daha doğrusu bir akşam, soyunup yatağa girmeden önce, o tüm saflığı içinde bir söyledi ki delinmez sandığım ciğerimi deldi: -Biliyor musun, senden önce ben burada yok gibiydim. Biliyorum, daha çok yoksulluğun sesiydi bu. Hiçbir şey vermemiştim bu kadına. Hemen hemen hiçbir şey. Yazın bir basma entari. Kış yaklaşıyor diye üç arşın pazen. Canım çektiğinde bir okşama. Diyelim biraz ötesi. Ne övüp göklere çıkartmıştım, ne yerip yerin dibine batırmıştım. Kendim nasıl yaşıyorsam, onu da öyle yaşatmıştım. Sessiz. Tekdüze. İlk kez evime girdiğinden, yatağımı paylaştığından beri ilk kez, doğru dürüst bir şey söylemek gereği duydum. Ama sözcükler, boğazımda düğümlendi. Yalnızca: -Ben sana hiçbir şey yapmadım, diyebildim. Sonra, en sevdiğim, birçok kez, birçok kişiye söylemek isteyip söyleyemediğim sözcük çıktı ağzımdan. -Bağışla! Bana dokunmaya, bana bir söz söylemeye çekinen, canı çektiğinde kendisini sevmemi bile istemekten; değil istemekten, bunu belli etmekten çekinen bu kadın, birlikte olduğumuzdan beri ilk kez benden önce yatağa girdi. Sırtüstü uzandı. Kollarını iki yana açtı. Gözlerini yumdu. -Sen beni bağışla ve bana bir çocuk ver, dedi. Ada sarsılıyor sandım. Dışarda bir fırtına patladı sandım. Öylesine bir doğallıkla söylemişti ki, sanki kuruyan bir bitki dile gelmiş su vermemi istiyordu benden. Oysa, su, yaşam, güneş oydu. Yanına uzandığımda, ona bana güvenmemesini, çünkü kendime benim bile güvenim olmadığını söyledim. -Geldiğim gibi bir gün gene giderim, dedim. -Biliyorum, dedi. Onun için istiyorum. Güz yağmuruyla birlikte adadan ayrılma isteği belirdi içimde. Kışı burada geçirmekten korkuyordum. Burası: Bir ada. Dört yanı denizle çevrili. Bir denizin üstüne oturmuş. Ya deniz dibindeki kayalar çözülürse? Ya da batarsa? Bundan mı korkuyordum? Bilmiyorum. Kışın esecek, günler boyu dinmeyecek fırtınaların korkusu muydu içimdeki? Bilmiyorum. Bir sabah, iskeleye gittim. İki gün sonra kalkacak vapur için bir bilet istedim. Bir tek bilet. İskele memuru, önüne koyduğum parayı eliyle itti. -Nereye gidiyorsunuz? dedi. Adamızda rahat etmediniz mi? -İşlerimi çözümleyip döneceğim, dedim. -Hangi işleri? Neyi çözümleyeceksiniz? Bırakın bunları. Oturun oturduğunuz yerde. Bakın, artık yabancılar da kalmadı adamızda. -Ben sizin düşüncenizi sormadım, dedim. Ben ilk vapur için bir yer istiyorum. -Bir yer mi? dedi iskele memuru. İlk kalkacak vapurda sizin için bir yer yok. -Yani bütün yerler dolu mu? dedim. -Hayır, dedi. Sizin için yer yok dedim. -Bu ne demek? dedim. -Bu şu demek ki, adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor. -Kimden? dedim. -Adanın mülki amirinden, dedi. -Ben kimseden izin almam, dedim. Eğer siz bilet vermezseniz, ben de bir balıkçı motoruna atlayıp giderim. -Bunu size salık vermem, dedi. Başınıza bir kaza gelebilir. Sonra kalmam için yalvarırcasına: -Niçin gitmek istiyorsunuz? dedi. Eviniz barkınız burda. Kimse sizi tedirgin etmiyor. Bu ada sizin adanız. Doğduğunuz yer. Baba ocağınız. Üstelik şimdi çocuk bekleyen bir de eşiniz var. -Ama bu benim seçtiğim bir yaşam değil, dedim. -Hangimiz kendi yaşamımızı seçiyoruz ki, dedi iskele memuru. Hangimiz dilediğimiz yaşamı seçiyoruz ki? Elimdeki parayı cebime koydum. -Demek bana bilet vermiyorsunuz, dedim. -Hayır, dedi. Odasından çıkarken, -Balıkçı teknelerini unutun, dedi. Bunu size pahalıya ödetirler. -Ödetsinler bakalım, dedim. Neyi ödeyecektim? Kim ödetecekti? Nasıl ödetecekti? Niçin ödetecekti? Niçin ödeyecektim? "Kimseye bir borcum yok, ama gerekirse öderiz" dedim kendi kendime. Sonra içimden bir ses, "Ama ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi. "Yaşamımla öderim" dedim. "Yaşamınla ödenmeyecek şeyler de vardır" dedi. Kısır bir yaşam deneyimim vardı. Bu sorunun karşılığını (neymiş onlar) sorup, cevabını veremedim. Kumsala döndüm. Kızgın kumsala. Artık kızgın olmayan kumsala. Kimseler yoktu. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Niçin gideceğimi bilmiyordum. Buraya, yazmamak, ölene değin yazmamak, bahçemde çiçek yetiştirip, denizde balık tutup yaşamak için dönmüştüm. Gün batıyordu. İki gün sonra beni adadan götürmesini istediğim vapur rıhtıma yanaşmıştı. Işıklar içindeydi. O demir alacak ve ben içinde olmayacaktım. "Sabah ola hayrola", dedim. Evime doğru yürüdüm. Bahçe kapısını açtım. Ev ışıklar içindeydi. Alt katın penceresine yaklaştım. Yemek masasının başında bir adam, masanın üstüne kâğıtları yaymış, ağzında cigarası, yazı makinesini önüne çekmiş bir şeyler yazıyordu. Karım kahvesini getirdi. O gülümseyerek teşekkür etti. Kahvesinden bir yudum aldı. Sonra kâğıtları karıştırdı. Sonra yazı makinesinin tuşlarına vurmaya başladı Boşluğa yönelmiş Bir makineli tüfeğin Tetiğine basar gibi. (1972)
__________________ Besiktas JK . | ||
|
19-01-2007, 22:53 | #2 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | ÇOCUK Kadın sabahlığının önünü yeniden gözden geçirdi, gereksiz çekiştirdi. Küçük oğlan çocuk, lokmalarını yutarken, kadının en küçük devinmelerini ilgiyle izliyordu. Kadın çocuğun önündeki ekmek dilimini ona doğru bir kez daha itti. Bu, artık yemeğin bitmesinin gerektiğini bildiren son uyarıydı. Çocuk, ağzındakileri bitirmeden ekmeği aldı. Gövdesinin onca hafifliğine karşın iskemleyi gıcırdatarak kalkarmışça kıpırdadı: -Dökmeyesin ortalığa, dedi kadın. -Yok anneciğim, kapıya çıkar yerim. -Evet, evet, çıkarsın, komşular yine benim sokaklarda olduğumu sanacaklar. Çünkü sen ya uyuşuk burada oturursun ya da kapı önünde. Niçin hep bu kadar yavaş yersin bilmem. Niçin hep şuraya buraya dalar gidersin? Şu inin içini yeni görmüş gibi bakınıp durursun! Hadi, hadi, işim var benim. -Ne işin var? Bugün tatil değil mi? -Ooo, bir de sana anlatacağız şimdi! Kalk dedim, işim var. -Kalktım anneciğim. Çocuk iskemleyi yeniden gıcırdatarak iniverdi yere. Annesine bakmadı: -Bu gece kimse gelecek mi? -Ne denekmiş bu gece kimse gelecek mi? -Hiiç, işte. -Hadi, hadi. Çocuk ekmeğini ilkten kokladı, ardından pantolonunun astarı eprimiş ılık cebine soktu. Sıkıca kavrayarak odalarının eşiğine yürürdü, duraksadı, kapıyı araladı. Taşlığa, dönen günün alaca mavisi doluyordu. Sanki serin bir suydu mavilik. Dipten süren gelgitlerle oraları sarıp onarıyordu. Evin önündeki saatlerinin görüntüleri siliniyordu. Baharın gün doğuşu ve batışlarındaki serinliği daha kalkmamıştı. Evin kiracıları, ilerdeki eski konağın bahçe duvarlarının yıkık açıklığından geçerek gitmişlerdi. Kendi deyimleriyle baharı karşılıyorlardı. Bütün kış bunaldıkları kuytu inlerinden; amasız işyerlerinden; güneşsizliğin soldurup buruşturduğu, kansızlaştırdığı, derilerinden kurtulmak istercesine hafta sonlarında gürültücü bir kalabalık oluşturarak; yemek yemek, salıncaklar kurmak, sonuna değin söylemedikleri şarkı ve türküleri çağırmak için kırlara gidiyorlardı. Eski konağın açıklığı, bahçesi onların hoyrat yürüyüşleriyle, bağırışlarıyla bir an doluyor, sonra olduğunca kalakalıyordu. Tek canlılık o obur, etsel gelişmesini sürdüren bahçedeydi. Ve oralılar, neredeyse, hiçbir zaman konağın eski bahçesinde oturup eğlenmeyi düşünmüyorlardı. Bahçede binlerce yabanıl otun arasında budanmamaktan, aşılanmamaktan azmanlaşmış güllere, menekşe öbeklerine, zambakgillerden olduğu uzun mızraksı çıkışlarından anlaşılan, artık yeni bir adla anılması gereken, bilinmez bir türe dönüşmüş öteki garip çiçeklere bakmadan, yararak yürürlerdi. Bahçede ortası fıskıyeli, mermerden, güzelliği daha önceleri görüp bilenlerce anlatılan bir havuz vardı. Şimdi kurumuş havuzun çevresinden dönerek geçiyorlardı oralılar nedense. Havuzun fıskiyesinden bir çıplak çocuk heykelinin arta kalan elinden ötesini, eski halini anımsayanlar da vardı. Sonra birileri parçalara bölüp götürmüşlerdi bu heykelciği. Gülücüklerle dolu yüzü, tombul butları, küçük ellerindeki yay, ok ve savağı bile hâlâ inceden inceye anlatıyorlardı. Sökenlerin kimler olduğuysa söze hiç vurulmuyordu. Bahçeden geçerken çoktan boşaltılmış olan yapının yer yer kopuk panjur tahtaları arasında, kimi salt oyuk birer karanlıktan farkı olmayan pencerelerin dışında günün ışık durumuna göre değişen aydınlık çizgiler oluyordu. Çünkü bu terkedilmiş görkemli yapının, sonunda, bir yıl önceki amansız kışta damı çökmüştü. Kar o kadar çok yağmıştı ki, yürürken buzdan kaymaktan çekinenler arasız yağan karın yumuşaklığına gömülerek bu ürküntüden kurtulur olmuşlardı. Oturdukları semt mi öyleydi bilinmez, karın aklığı ve yumuşak sessizliği giderek yoğunlaşıyor, dıştan gelen hiçbir sesle bozulmuyordu. Oranın insanları her zaman çekinerek bekledikleri kışı, bu kez hiç bitmez diye kabullenip daha suskunlaşmışlardı. İşte o kara kışın gecelerinden birinde, patlıyan sese uyandıklarını açıklayanlarca anlatıldığına göre, yapının damı çatırtılar içinde çökmüştü. Çatırtılar içinde demek pek yeterli olmayacaktı ya başka ne denebilirdi. Çevresinde çift atın döndüğü koca bir bostan kuyusunun kulaçlarca kulaçlarca dibine, koca bir kaya parçası atılmış gibi boğuk uğuldayan bir sesle çökmüştü yapının damı. Bu çöküşe inildeme de denilebilirdi. Epeydir uykuları tutmayanların anlattıklarına inanmak zorundaydı dinleyenler. Anlatanların içinden kimse dışarı çıkıp bakmamıştı. İniltilerse, aysız gecelerdeki karanlığı bile mavimsi aklıklarıyla aydınlatan karlardan ötürü çok inandırıcıydı. Bu çöküşle birlikte yapının içindeki, dışardan bakıldığında kişiyi etkileyen çekindirici birçok şey de sanki dağılıp yok olup gitmişti. Oraya ilkten yavaş yavaş çocuklar yaklaştılar. Tahtaları boşalmış merdivenlerden zayıf vücutlarıyla çıktılar. Renkli camdan kapı tutamaklarını buldular. Söktüler, alıp sevinçle döndüler. Ardından büyükler işe girişti. Yararlı saydıkları ne varsa yapıdan koparıp parçaladılar; duvarları deldiler, bağdai örgülerin tahtalarını bile aldılar. Tavan köşelerinde, henüz dönmemiş kırlangıçların yuvalarına tünemiş kıpırtısız yarasalar, bütün bunlar olurken duvarlara çarparak uçuşmuşlardı. Damın çökmesiyle yapının giz dolu hiçbir yanı kalmamıştı. Salt bahçeydi aldırmasız büyüyen, yabancı dışarlak gürbüzleşmesini sürdüren. Çocuk kapının eşiğinde yeniden duraksayıp hemen ötelerindeki yapıyı düşündü. Bu ılıman akşamüstü maviliğinin dışında olmalıydı orası. Yüzünü yalayan bir serinlik gibi yıkık yapının görüntüsü kafasından geçti, gitti. Omuzlarını kıstı, evin ağır ağır açılan belirginleşen o gizemli mavisinin içine doğru yürüdü. Çevrenin dinginlikle bedenini alışına bıraktı kendini. Annesini, biraz sonra ıslak çimen kokan akşamüstünün biteceğini, kulaklarına değişlerle ötelerden vuran, yaklaşıp uzaklaşan kuş böcek seslerinin birden dineceğini, böyle kaç akşamüstü bitimlerinde farkedip durgunlaştığı halde yine unuttu. Yörenin çocukları içinde en sessiziydi. Üstelik bir erkek çocuk için yaşıtlarına göre daha ufak, ince yapılıydı. Yetersiz beslenmenin getirdiği bu incelikten çok, durgun suskulu hali, yaşıtlarıyla koşut çelimsizliğini daha da artırıyor; onu ilk bakışta bu görünümü ile hemen seçilir yapıyordu. Kimi günler bastıran coşkunluklarında zor engellediği yoğun bir gücün boşalıvermesiyle oynanan oyunların baş kişisi olmayı başarıyordu. Böyle anlarda kendini ancak öğlene değin tutabilir, her zamanki gibi duvarın dibine çömer, oyunu izlerdi. İtiş kakışla sürdürülen taş parçaları, kuru ağaçlardan koparılmış dallar, yamuk tenekeler, bir tava sapı, eski bir asker palaskası, bunlara benzer artık hiçbir işe yaramayacağı anlaşılana değin kullanılmış, ilk bakışta ne olduğu çıkarılamayan nesnelerle geliştirilen bu oyunlara, bu çocuklara, çözülüp toplanan sıcak devingenliğe kendini bırakırdı. Kız çocukların kirden tozan renkleri birbirine benzeyen saçları, oğlanların büyüklerden artınca uydurulup dikilmiş, hızlarını azaltan, eskimişlikten kahverengi ile boz arası bir renge bürünmüş giyimleri, bir süre sonra aynı renge dönüşen yamalar içinde koşuşan çocukların gözlerindeki dipdiri parıltı küçük oğlanın oyun tutkusunu hiç durma bilerdi. Ve sonra birden öylesine bir canlılık gösterirdi ki onun miskinliğe yakın durgunluğunu tanıyan çocuklar, ilkten irkilip bakakalır; sonra kendilerine katılan çocuğun büyüleyici hızına onlar da kapılıp giderlerdi. Neler önermezdi ki o. Gövedelerinin amansız çarpışmalarına neden olacak koşmalar; bir dal parçasının elinde kalana utku sağlayacak hale sokulması; bir tenekeye belli aralıklı vuruşlarla uyulup bağırarak adı çağrılıverenin "buradayım" demesini gerektiren, çocukların tümünü daha da çoşturan yeni oyunlar çıkıyordu ortaya. Gürültüleri yoğunlaşıyor, alışılmışı aşıyordu. Loş odalardaki çevreye dikkatleri giderek yok olan büyüklerce bile duyuluyordu bu gürültüler. Böylece anneler ya da yaşlı nineler ya da işsiz babalar, hepsi yüzlerinde külrengi bir ışıkla dış kapıda sırayla görünüyorlar; içlerinde çoğunluk ölüm, Tanrı, kader, bela sözcüklerinin geçtiği dua ve ilenme arası seslenmelerle çocuklarını odalara çağırıyorlardı. Küçük oğlansa o ender canlanışın bir kez daha sona erdiğini bilerek dudaklarında unuttuğu gülümseyişle içeriye yöneliyordu. Benzersiz ender cesaret günlerinde annesi çoğunluk olmazdı evde. İnce bir terin kapladığı küçücük gövdesine vuran yüreği ile ayaklarının ucuna basarak odaya girer, sekinin kıyısına ilişip kalırdı öyle. Annesinin öfkelenerek dediği gibi "her şeyi yeniden görecekmişçe" bakınırdı dört yana. Mor ipek kabındaki Kuran'a, onun altına iliştirilmiş bir solgun fotoğrafa dalardı. Fotoğraftaki kalabalığın içinden hangisinin annesi olduğunu ne denli çabalasa çıkaramazdı. Oysa babasını hemen buluyordu; yani babası olduğunu söyleneni. Yüzünün yarısı güneşe dönmüş, şapkasının yeniliği ceketinin dağınıklığına aykırı o adamı ilgiyle; ama hiçbir duygu canlanmasına uğramadan izlerdi. Babası olanın sol yanını, resimde güneş öylesine kavramıştı ki her bakışında giderek daha sarışın bir adam oluyordu çocuk için. Oysa annesi de kendisi de adamakıllı esmerdiler. Fotoğraf sarışını babaysa, ışıklarda eriyen görünümü ile iyiden uzaklaşıyor, bilinmez bir kişilik edinerek çocuk için gerekirliğini yitiriyordu. Annesi öyle değildi, canlıydı. Kalın telli, içinden mavi yalımlar geçen kara saçları, kısa ama sık kirpikleri, durgun kara gözleri, her adım atışında devinen sallantılı kalçaları, bakana çekingenlikle karışık bir açık saçıklık duygusu verirdi. Bu odaya yerleştiklerinde oğlan iyice küçüktü. Evin kokusunu hemen duymuş, evi tanımıştı sanki. Çünkü burası daha küçük olduğu dönemlerin, salt renklerle belirsiz ışıkların dolup ayrıştığı, bazı seslerin sert ürkütücü patlamalarla çocuk kulaklarını sarstığı öteki yerlerden pek ayrı değildi. Bacaklarının üstünde durmayı anca başarabildiği ilk yıldı. Gelişmesi yavaş olmuştu. Annesi, "Ah bir de kötürüm mü olacak bu balıma!" diyordu arada bir başkalarına. Annesinin böyle konuştuğu gündüzlerin gecelerinde düşlerinde hep çığlıklar atan kuşlar görüyordu. Bu uydurma kuşların, çünkü az kuş tanıyordu, kızıl gözleri insan gözleri gibi önde, gagayla alın arasındaydılar. Dış kapının kıyısına bin bir gayretle ulaştığı gün, bir bahar başlangıcıydı. Birden evin öteki kişilerini taşlıklarda, kapı önlerinde, yarı açık kapıların aradında kaynaşırken görüvermişti. Demek ki tüm çocukları büyükler bahar ve yaz aylarında salıyorlardı; kapılara, sokaklara. Kış, tek uzun bir gündü. Aydınlıkların değip geçiverdiği, yeterince gece olamayan alacakaranlık bir bulanıklığın evlerin duvarlarına, sokaklara aylarca asılı kaldığı bir mevsimdi kış. Tüm mevsimlerden uzundu. Çocukların yığıntı gibi büründükleri, derilerini dalayan kumaşlar arasında zor soluduğu, soğuk odalarda büyüklerin iyiden görülmezlendiği, dışarlardan gelen anlaşılmaz seslerin bir yanlara çarparak kırılıp donduğu bir mevsimdi. Arada yenilebilen yemeklerin yetersizliğinin daha da fark edildiği büyük ağır bir zaman bölümüydü. Kiracıların gün doğmadan işlerine gidip, yine gün aydınlığı görmeden işlerinden döndükleri o bitmez günler, çocuklara bile azar azar sinen bir ağırbaşlılık verirdi. İşte bu evi de hemen tanımış olduğuna inanması bundandı. İnsanlar aynıydılar. Oysa annesi hiç de çocuğa benzemez, herkesi yabancılardı. Sinirli bir dikkatle bakışlarını çevresinde gezdiriyordu. Sanki kimsenin işitmediği seslere kulak kabartıyordu. Annesi bundan önceki evlerine alıştırdığı, babası olmadığı söylenen o adamı şimdi de yeni evin kiracılarına, ardından da mahalleliye kabul ettirmişti. Niye hâlâ sinirliydi, niye hâlâ burayı yadırgıyordu anlaşılır gibi değildi. Az konuşan, az gülen, az yiyen, başkalarının gözlerine az bakan o adam barındıkları odanın üçüncü kişisiydi. Üstelik erkek oluşu onu çocuk için ilginç ve sessizce izlenecek bir güç yapıyordu. Adamın işçilikten edindiği ağır davranışları, kabaralı kunduralarının tok vuruşlarıyla yoğunlaşır, her gelişinde bu ses odaya yaklaşırken çocuğun içine azar azar dolardı. Annesi saçlarını şöyle iki eliyle havalandırır, duvarda asılı duran kıyısı teneke kaplı aynaya kuşkuyla hızla göz atıp hemen aynı ilgisiz yüz anlatımına dönerek bakışlarını kapıya çevirirdi. Adam girer, anayla oğulu hiç görmemişçe elindeki kesekağıdını masaya bırakırdı. Kadınla aralarında sönük bir iki sözcük gider gelirdi. Çocuk sekinin ucuna doğru alışkanlıkla toplanır, gülmeyle şaşkınlık arası bir bükülüş belirirdi ağzında. Adam masanın yanındaki iskemleye çöker, bir süre oturduktan sonra kadına yavaş yavaş koyulan bir anlamla bakmayadurur, çocuğun yüreğine çarpıntı veren o saatler işte böyle başlardı. Kadınla adamın arasında örülen yakınlaşmayı, düşmanca sayılabilir iştahlı bir ilgiyle izlemek hep yorardı çocuğu. "Hadi artık yemek yiyelim," diyen kadının uyarısıyla doğrulurlar, kabukları sıyrılmış bir muşambanın örtülü olduğu masanın başına toplanırlardı. Aynı kabın içine uzanırdı üç el. Tadı pek değişmeyen yemeğe ekmeğini bandıkça açlığın içinde kuyular gibi oyulduğunu duyardı çocuk. Evini yabancılar, lokmalarını çiğnerken adama ve annesine değmemesine çalıştığı bakışlarıyla bir yerleri izlerdi. Annesi ona, odalarında üçüncü birisi olduğunda umulmadık bir sertlik ve soğuklukla davranırdı. Bu kadın ta eskiden beri böyle miydi, kaç yaşındaydı üstelik, çıkarmak güçtü. Gençti kuşkusuz. Yüzünde, boynunda yer yer dalgalanan kara sarı lekeler, az uyunmuş gecenin deriye verdiği gevşeklik, gözlerinin karasındaki ateşli parıltının güzelliğini yine de söndüremedi. Göğüslerinin ayrımındaki çil toplanmaları, görene dinlendirici bir şeyler anımsatırdı. Ellerinin küçüklüğünü yadırgayan kalın bilekleri, bunlardan birini süsleyen iki ince gümüş bilezik, kadını yaşsızlaştıran öğelerdi. O devindikçe bilezikler çınlardı. Bu çınlayışlar çocuğa annesinden akan yumuşaklıklar taşırdı. Kadın az konuşurdu, yakınmazdı. Bazı ilenmeler bile onun ağzından olağan, hatta tat alınacak şeylercesine dökülürdü. Annesi onu karşısına alır, "Sen ya sağır olacaksın, ya kötürüm, yahut da aptal" derdi, "başka türlü olamaz. Ah buna aldırır mıyım sanıyorlar, umurumda değil hiçbir şey, senin baban var ya, o da umurumda değil, anlıyor musun? Sen ne anlarsın ya, o da umurumda değil..." Eskiden söylemiş olmalıydı annesi bunları. Çocuğa kalırsa o da her sözcüğü anlamıştı. Öyle anımsıyordu. Yok yok, biliyordu söylenenleri anlamıştı. "İşte düdük çaldı," diyordu annesi, "buradan kıpırdama, kapıyı üstüne kilitliyorum, kimsenin geleceği yok bil..." Sonra onu bir şeylere sarıp bağlıyordu. Evet evet bacaklarını kollarını bağlıyordu. Saatler geçtikçe çişinin, dışkısının içine kayıyor, ağır kokuya belenerek yatıyordu öylece. Dışarı çıkmadan önce ona yaklaşıyor, ağzına kâşıkla tuhaf bir ılıklıkta, iç bulantısı veren bir şeyler akıtıyordu çocuğun. Eski kapıyı inanılmaz bir hızla vurarak kapatıp gidiyordu. Tüm olanları algılıyordu çocuk ve bunların hepsi de kışın oluyordu. Şimdi artık büyümüş sayılırdı. Annesinin olmadığı günler yalnızlık duygusunu engelleyebilmek için odanın tavanına yakın pencereye ulaşmaya çalışırdı. Bu pencerenin yeri gerçekten garipti. Çünkü görüp bildiği pencereler hep uygun, bakılabilir yerdeydiler. Dirsek dayayıp burnunu camın serinliğine yapıştırarak sokakları görebildiği pencerelerdi onlar. Oysa barındıkları bu yeni odanın camı yukarıda, yatık bir dikdörtgen açıklığındaydı. Eskiden büyük bir konak olan evin kiler odasıydı burası. Artık buralara hiç uğramayan, hatta birkaç aracının elinden geçerek paraların toplanıp ulaştırıldığı bilinmeyen sahiplerince bu yapı satışa çıkarılmış, hissedar sayısının çokluğu yüzünden uzlaşmaya varılamadığı için, sonunda içindekilerle birlikte olduğunca bırakılıp salt gelen parayla ilgilenir olmuştu. Annesi, para toplayıcının geldiği bir gün, ana kapıda bekleşen öteki kiracılara katılmıştı. Fakat hiçbiri ile ne selamlaşmış, ne de konuşmuştu. Para toplayıcı uzun kalın paltosunun içinde, nedense çok yüksek sesle, her sözcüğü hiçbir değişik anlama bürümeden, tümünün bir gün oradan atılacağını; bu rezillikten, dilencilikten hiç kurtulamayacaklarını; kentin ortasında, ünlü bir alanın adını veriyordu bunu söylerken, orda ortada kalacaklarını; her ay para ödeme günü geldiğinde niye elbirliğiyle şu üç beş kuruşu bir defada vermediklerini, doğrusu artık canını çok sıktıklarını anlatıyordu. Bir süre kalabalığı gözlüyor, ardından yine girişiyordu bağırtılı konuşmasına. Söyledikleri hep aynıydı. Sesini yükselttikçe bir ayağı ile de yere vuruyordu. "Gidin şu yıkıntıya sığının bakalım," diyordu. "Size acımak gereksiz. Eh, buranın sahiplerine şükredin siz. Şükredin ki onlar gözü tok insanlardır; soylu hanımefendiler, soylu beyefendilerdir. Yoksa buraya çekerlerdi çoktan kaloriferli, asansörlü kırk daireli şahane bir şey..." Kalabalık, konuşmanın bitmesini, epeydir alıştıkları bir sabırla beklerdi. Annesi ise bu sözleri hiç duymuyormuş gibi bakıyordu o gün adama. Sabahlığının altındaki biraz belirgin karnının soludukça inip çıkışı bir şeylere öfkelendiğinin tek belirtisiydi. Kiracılar, arada bir, adama sözden çok ünlemleri andırır seslerle bir şeyler söylüyormuş gibi davranıyorlardı. Adam şimdi açıkça bağırıyordu. İnce bıyığının üstüne sümüksü bir ıslıkla iniyor; elleriyle havada, onlara neler yapabileceğini anlatan bir şeyler çizip duruyordu. İşte o sıra annesi elindeki parayı adamın ayaklarına doğru fırlatmış, sonra dönüp çocuğu kolundan koparırcasına çekerek odaya yönelmişti. Onlar odaya girene değin arkalarında rüzgarın sesinden başka bir şey kalmamıştı. O günden sonra çocuk daha da şaşkın, çekingendi annesine karşı. Her kıyısına birilerinin sokuşturulduğu bu evde, onlara da bu garip oda düşmüştü. Kapısı, belki de eski kiler girişiydi; iki yandan açılarak büyütülmüştü. Has yağ kokusu, ılık mevsimlerin olgun meyvelerinden yapılma reçel kokularına karışarak sanki tahtaların zamanla gevrekleşen gizli köşelerine sinmişti, bunlar çok az ışık almasına karşın odayı öbür odalardan daha güzel yapıyordu. Çocuk odanın her halini, gölgelerini, ışığını, gürültülerini tanıyor, içine çekiyordu. Gündönümlerinde tavana yayılan lodos kızıllarını, yağmur öncelerinin küllü aydınlığını, bunların ilkten cama birikip ardından aşağıya doğru akışını ürpertiyle izliyordu. Sonra cama tırmanıyor, başını pencerenin sövesine dayayıp bahçe duvarının yıkıklığından sokağa uzanan bölüme dalıp gidiyordu. Lağımların sızarak ince yataklar edindiği yerlerde, sırtları yeşil sert kabuklu böcekler dolanıyordu. Bahçede ısırgan otları, mavi dikenler, iki dut, iğde ağacı, hatmi çiçekleri arasında kalmış güzel kalın gövdeli bir maltaeriği ağacı da vardı. Duvarın yıkıntısını doldurup kapayan dut ağaçları da ötekiler gibi meyvesizdi. Zamanla günışığına ulaşmaktan cayıp yumrulaşarak güdükleşmişlerdi. Maltaeriğine süren özsuyu, meyvesiz ağacın yapraklarını azmanlaştırmıştı. Titrek bacaklı, kanatları kızıl böceklerin silme barındığı, değilince pıtrak gibi saçıldığı bir ağaçtı artık o. Yapraklarındaki damarlar öylesine fırlak ve belirgindi ki, görene ürküntü verirdi. Çocuk camdan dışarı bakarken her defasında önce bu ağacı görüyor, ona alıştıktan sonra insanları seçebiliyordu. Işıklar değişirken annesinin gelme zamanının yaklaştığını biliyordu. Hep kuşkuluydu. Çünkü annesi onu her gördüğünde onunla ilk karşılaşıyor gibiydi. Çocuksa içine kayıp duran sıkışmanın salt annesine yönelik olduğunu giderek öğreniyor, fakat bunu dışlaştıramıyordu. Annesindeki sertliğin kadını koruyan birçok şeyden oluştuğunu seziyordu. Sonra anne yine dönüyordu. Çoğunluk bir öğüne indirdikleri yemeklerini, konuşmasız bitiriyorlardı. Bu öylesine yerleşmişti ki aralarında, evde belki günlerce yemek olmasa bunu da olağandışı bulmayacaklardı. Annesinin bir aralar tütün işinde çalıştığını anımsar gibiydi. Geçen yıl mıydı, yoksa daha önceleri mi? Bir yıl onun ölçemeyeceği denli uzun bir zaman parçasıydı. Bahar ya da yaz aylarının doyumsuz kısalığını neye benzeteceğini bilmezken, yıl neyle ölçülebilirdi? Yıl sözcüğüne yabancılaşıyordu, çok uzun bir zamandı ama. Bir kış derinliğindeydi o günler. Akşamlar çabuk gelirdi, sonra annesi dönerdi. Üstünde çocuğun kokularla ulaştığı, biçimlediği, duyularını uyardığı tütün kokusunu getirerek. Başını mı sıvazladı çocuğunun? Belki de evet. Çünkü ellerinden burnuna değin gelen tatlı, kekremsi havanın bastırışı ancak böyle bir yakınlıktan geçebilirdi. Kadın kendini iskemleye atar, bacaklarını gerer, kollarını iki yanına sarkıtır ve birden yaşlanırdı. Neden sonra çocuğuna bakar, "Yaa," derdi, "yaa, işte yaşamak lazım." Yaşamanın gerekliliğini de böylece oğluna öğretmiş gibi başını iki üç kez sallardı. Oğlan nanesinin kara saçlarındaki kabarık gürlüğe ürküntü ile bakar, odayı giderek dolduran tütün kokusunu, annesine özgü o kokuyu içine sindirirdi. Bu ana kokusuydu; onun için güzeldi, yatıştırıcıydı. Yazsa biçimi anlaşılmaz, büzüştürülüp dikilmiş ince bir gömleğin, kışsa daha kalın bir kumaş yığınının sarışı içinde olabildiğince sessiz izlerdi annesini. Hep tek odalarda oturmuşlardı. Eşya denebilecek şeylerini bir hamal sırtında taşırlardı. Hamal tutmayı gerektiren de yatakları ve somyaydı. Çocuk da bu taşınmalara yardımcıydı. Kollarıyla bir şeyleri ancak kavrayabildiğinde bile ya bir idare lambası ya da oturak ona veriliyordu. Anımsıyordu bunları. Oturak en zorunlu gereksinmelerine karşılık veren şeydi. Üstelik büyüktü. Onlar hem çocukların, hem büyüklerin kullanabileceği şeyleri alırlardı. Çok küçükken bu koca nesnenin üzerinde durmaya alıştırmıştı annesi onu. Kavruk, güçsüz kollarıyla oturağa tutunup dinelmek hiç de kolay değildi. Küçük gövdesi güvensizlikle sarsılıyordu. Kadın kararlı çatıyordu yüzünü. "Hadi, işte böyle! Hep ben sana çiş ettirecek değilim. Görüyorsun ya vaktim yok. Hiç vaktim yok." Annesinin vakti olmadığını çok erken öğrenmişti. Gülmeyen, yorgun; ama yakınmayan bir genç kadının, çocuğu sınırlayan aşılmazlığını algılıyor, onun çevresinde ördüğü sevgisizliğe ayak uydurmaya çabalıyor, beğenilmek istiyordu. Günlerce sonra kollarıyla oturağın iki yanına yapışıp içine kaymadan oturabilmeyi başardığında, göğsünden yükselen ılıklık kahkahâlâra dönmüştü. Durmadan, "Anne anne, işte!" diyordu. Kadınsa şöyle bir an bakmıştı, o kadar. Her odasında başka birilerinin oturduğu bu evlerin çoğunluğu iki helalıydı. Kimilerinde üç hela vardı ya, evin içinde yaşayanların çokluğundan ötürü, öyle her gereksinme duyunca helaların kullanılması olanaksızdı. Sabahın alacasında, erkekler ve kadınlar işe gittikten sonra, evin yaşlıları ve çocukları, üstleri örtülü oturaklarla helaların önüne dizilir; hem onları boşaltır; hem de birbirleriyle kaçta pazara gideceklerini ya da benzeri şeyleri konuşurlardı. Giderek çevreyi ağır, iç bulandırıcı bir koku sarar, ardından ateşe yemeklerini koyabilmişlerin odalarından sızan yağ, soğan, biber kokusunun da bastırmasıyla, kişiye çaresizlik duygusu veren o garip hava her yana dolardı. Durgun bakışlı küçük kızlar, ara sıra suskunluklarını bozan kahkahâlâr atar; ardından sanki gülen onlar değişmişçe taze çocuk sesleriyle zor işitilir bir konuşma tuttururlardı. Bu yeni odalarını daha önceki evlerden ayıran tek şey tavana yakın pencereydi. Haftanın belli günlerinde gelen adamsa, bundan önceki odalarına da geliyordu. Annesi tütün işinden ayrılmış olmalıydı. "İşte düdük de çaldı," demiyordu artık. Bir de gidiş geliş saatleri belirsizdi. Üstündeki tatlımsı koku dinip silinmişti sanki. Yine de uzun saatler gidiyordu. Bir şeyler yapıyor olmalıydı. Neyi merak ediyordu, anlamıyordu. Günlerce annesinin dönüşlerini bekleyip üstüne sinmiş kokulardan ne yaptığını saptamaya çalışmışsa da başaramamıştı. Yalnız kadın artık kendini iskemleye atmıyor, bacaklarını germiyor, "Yaşamak lazım, işte böyle," demiyordu. İçeri girip yatak yığınının üstüne çantasını bırakıyor, ardından bir yüklük girintisine yerleştirilmiş somyasına oturuyordu. Oğluna da bakmıyordu. Çocuk, annesinin sokağın başında belirmesiyle pencereden saatlerce bakıp içine topladığı ışıkları, görüntüleri, maltaeriği ağacının ürkütücü bozuluşunu silmeden, kayarak inip onun konuşmasını bekliyordu. -Ne yedin sen bakalım bugün? -Ekmek yedim. -Teldolabını açık bırakmamışsın, iyi aferin! Sonra ne yaptın? -Kapı önüne çıktım, odaya girdim. -İyi, başka? -Ötekilerle oynadım. -Oynadın mı? Bugün sen de oynadın ha, öyle mi? Kadın birden bakıyordu oğluna öylece durgun. -Önce onlar oynadılar anne. Gördüm hep gördüm gördüm, oynayacağım geldi; kalktım, oynadım sahiden. -Sana vurdular mı yine? -İkisi vurdu ya, acımadı. Birbirlerine de vurdular, hem hep vurulur. -İyi, sonra ne yaptın? -Ben oynadığımda erken dağılıyorlar. Girdim, cama çıktım. Her şye baktım, seni bekledim. -Beni hep ne beklersin orda, bilmem. Başka gidecek yer mi var? Elbette buraya geleceğim, elbette. Ya sonra? -İşte öyle. Bu gece kimse gelecek mi? -Ne demekmiş, "Bu gece kimse gelecek mi?" -Hiiç. Çocuğu, annesiyle uzayan her konuşmada bir sıcaklık kaplar; sözcükler anlamını yitirir; kadına olduğunca yakınlaşmayı ister, bu yüzden de gün boyu yaşadıklarını, odanın dört bir yanında dolanarak el kol hatta gözlerinin yardımıyla oynatıp iletse diye, düşünürdü kadına. Gözleri alabildiğine irileşir, ince çenesi yorulur, birden uykunun koygunluğuna düşecekmişçe bir sarsaklık alırdı kafasını. Annesi daha amansızlaşan yüz anlamıyla: -Hadi bakalım! Derdi. Bu sözler de aralarındaki konuşmanın bittiğini gösterirdi. Pazarları evden herkesin çıkıp gitmesine karşın ana-oğul bir yere çıkmazlardı. Yalnız bir Pazar gezmeyi denemişlerdi. Annesi oğlunun boynunu silmiş, gömleğinin yakasındaki düğmeyi çözüp yeniden iliklemişti. Kentin içine gidecek kadar ileri götürmüşlerdi işi. Annesinin uzun gevşek topukları üzerinde, sarsıntılı adımlar atışını izlemişti çocuk. Ne garip, yine yazdı. Büyüdüğünde ancak saptayabileceği bir durum olacaktı bu, anlatılası şeylerin niçin hep yazlara rastladığı. Onları kimse görmüyordu... Oysa çevreleri çok kalabalıktı. Gün öylesine sıcaktı ki gözlerini arasız kırpıştırıyor, güneşin kuru kokusunu içine çekiyordu. Eş kesilmiş ağaçların sürdüğü aydınlık bir alanın orta yerine varmışlardı, her yer bayraklarla donanmıştı. Havaya fışkıran sular, ışıltılarla yeniden akıyordu havuza. Çocukların ellerine balonlar tutuşturmuşlardı. Görkemli bir yapının saçak altlarına takılıp kalmıştı oğlanın gözleri. Yapının alnacında süslü bir yazı, görene ve okuyana bir şeyler bildiriyordu. Bu yazının altında, neredeyse o koca yapının tüm yüzünü örtecek denli büyük bir bezin üstündeki erkek kafası resmi, içini kabartmıştı çocuğun. Neydi tüm bunlar, bu gürültü, bu ivecenlik, bu kalabalık, bu gülücüklerle dolu yüzler, baloncular, şekerciler, ayakkabı boyacıları, şoförler, bir sürü şeyle dolu satış yerleri, çocuklarına eğilip sevecenlikle, özenle bir şeyler anlatan büyükler... Annesi tüm bunları görmüyormuşça ilgisiz, hatta solgundu. Kadınların gözleri annesininki gibi değil, mutlu sıcak bakışlıydı. Erkeklerin kollarına girmiş, hep önemli şeylere tanıklık ediyor gibiydiler. Bir onları fark etmiyorlardı. Oysa gerçerken hiç çarpmamışlardı ana oğula. Her yan o güne değin görmediği renklerle doluydu. O ürkünç taşkınlığın yüreğini aldığını anladığında annesinin elinden fırlayıp suların olduğu yöne doğru hızla koşmaya başlamıştı. Hem çığlıklar atıyor, hem de uygun bir sözcükle, sevinç olması gereken, içindeki oluşa şeyi açıklamak istiyordu. Hep böyleydi, sözcükleri bulamazdı. Suların kıyısına varıp kalakaldı.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:53 | #3 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | Vuran çisentilere gülüşünü, bağırışını kahkahâlâra çevirmişti. Serinliğin içine doğru girdi, güneşin altınsı parıltılarla boyadığı su çisentisinin arasından alandaki heykeli görmenin verdiği mutluluk, varlığını kökten sarsıyordu.,Çığlıkları ezgi düzenine girmişti. Annesi beliriyordu öteden. O, yanına ulaşmadan düzgün giyimli, o güne değin gördüklerini hiç andırmayan yaşlı bir adam, uzunca bir bakıştan sonra çocuğa yaklaşıp onun sulara açık küçük avuçlarından birine bir şey koymuştu. Ellerine çil basmıştı adamın. Adam çekildiğince annesi yanına varmış, oğluna bakmış: "Niçin aldın bu parayı?" demişti. "Sen dilenci misin?" Çocuk suların vuruşu içindeki arasız büyüyen heyecanını ancak durultup avucuna bakmış, "Anne bak, o asılmış koca resimdeki adam bunda da var," demişti parayı göstererek. Kadın böylesine bir aydınlığın içinde ilk kez olmasından mı ne, yüzündeki koruyucu sertliği yitirmişçesine, "Hadi hadi, gidelim!" demişti. Elindekini annesinin almasını beklemişti çocuk. O hiç para tutmamıştı o güne dek. Kadın olanı unutmuş gibi oğlunun ıslak saçlarına şöyle bir dokunmuştu. Dönüşlerinde epey yürümüşlerdi. Batmayacakmış gibi aydınlık sarı, diri, belirgin güneşin ışınları altında tozlanarak kentin caddelerinden geçip aşağıya inmişler; araba tamir evlerinden, yongaların dışa taştığı marangoz evlerinden, içi zor seçilir kahve evlerinden, sıvı gaz tüplerinin önüne yığılı durduğu erik pestili, çakmaklara doldurulan gazdan kokan bakkallardan da geçip toprak yola bağlanan sapağı dönmüşlerdi. Kararmaya yüz tutan günün içinde kubbesi görünen kilise yukarılarda belirmişti. Oraya varıp geçince yerlerine ulaşacaklardı. Tepeye tırmanmışlardı. Yıkık konağın bahçesine ulaştıklarında iyiden suskundular. Annesi yeşil otlara; etli, taşkın, çiçek, nebat kümelerine; ürküntüsüz girivermişti. Çocuksa dar keçiyolunda dineliyordu. O eski bahçeden hep çekinirdi gördüğünden beri. Kadın alacakaranlık bir yıkıklık halinde duran yapıyı, genişleyen, kabaran bahçeyi şöyle bir çizmişti eliyle ve, "İşte bak!" demişti oğluna. Çocuk o "işte" sözcüğünü izleyen açıklamayı hem anlamamış, hem de alışılmışın dışındaki bu konuşmaya tutkuyla dikkat kesilmişti. "Burasını belediye yeşil alan, çocuk bahçesi yapacakmış. Sahipleri nerdedir acaba? Gittiğim her yerdeki gördüğüm her şeyin bir sahibi var." Annesinin konuşması, ot yığını içindeki görünümü birdenbire bastırmakta olan akşam, çocuğu şaşkınlaştırmıştı. Kadın oğlunun yanına gelip: "Ver o adamın verdiği parayı!" demişti. Oysa çocuk suyun altında avcuna konan o ılık şeyi, unutmuştu bile. Pek çok şeyi hızla unutuyordu. Anımsadığındaysa onlar başka hallere giriyorlardı. Parayı uzatmıştı. Annesi bacağına yapışmış bir ısırgan otunu söküp atarken parayı bakmadan almış: -Sana ac
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:54 | #4 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | KİBRİT ALEVİ Sıkıntılı bir düşünceden silkinerek kurtuldum. Gün sona eriyordu. Güneşin son kırıntılarını da, karanlık, teker teker yuttu. Dakikalardan beri içinde bulunduğum bu küçük bekleme kulübesi ile üstünde oturduğum tahta kanepe bana gittikçe daha sıkıntı vermeye başlamıştı. Cebimden saatimi çıkardım. Kulübenin içine, pencereden ince bir dal gibi uzanıp kalmış son güneş ışığının altında, zamanı anlamaya gayret ettim. Zahmetim işe yaramadı, saat durmuştu. Canımın sıkıntısı bir basamak daha yükseldi. Karanlık, pencerelerden dolmaya başladı, kulübeyi ağzına kadar doldurdu; hatt( kapıdan dışarı bile taştı. İskele üzerinde, ne bir çımacı, ne de bir memur... Uzaklarda ıslıkla çalınan beylik bir şarkı... Karanlıkta boğuldum. Bu renk değişmezliği bana çekilmez, dayanılmaz gelmeye başladı. İçime tahlil etmekten korktuğum hisler birikti... Ayağa kalktım. Birkaç adımda dışarıya çıktım; iskelenin yanındaki rıhtım boyunca dolaşmaya koyuldum. Etrafta bir insan görebilmek için karanlığı gözlerimin keskinliği ile delmeye çalışıyordum. Küçük Boğaziçi köyü, durgun bir sonbahar uykusuna yatmıştı. Denizde, karanlık daha da korkunçtu. Her dalga ile sanki sarsılıyor, dalgalanıyordu. Bir ayak sesiyle başımı döndürdüm. İskele memuru... Ben ona ne soracağımı düşünürken, o hiç yürüyüşüne ara vermeden: "Son vapur kırk dakika sonra" dedi, yürüdü, gitti. Bir an bu vakti nasıl öldüreceğimi düşündüm. Sonra uzak ufuklardan kopup gelen nemli rüzg(ra göğüs gererek durdum. Tekrar bekleme yerine girdim. Pencerenin yanındaki kanepeye oturdum. Yüzümü dışarı dönerek karanlığa kendimi bıraktım. Ara sıra, uzaklardan geçip giden vapur projektörlerinin ürkek ışıkları yüzüme çarpıp geçiyordu. Vakit, hiç ilerlemiyormuş gibiydi. Başımı içeriye çektim. Koyu karanlık içinde kulübenin bir tarafına -hiç bir şey görmediğim halde- bakmaya başladım. Karanlık, baktıkça daha koyulaşıyor, yoğun bir hal alıyordu. Dakikadan dakikaya bu renk içime doldu, taştı. Korkmaya başladım. Çünkü, o anda, beni yerimden dehşetle sıçratan bir şey oldu. Kulübenin içinde bir alev parlayıp yükseldi. Bir kibrit çakılmıştı. Kibriti çakandan önce karanlığın perişan surette kaçışmasını gördüm. Karanlık, bir anda çözülüverdi, parça parça oldu. Küçük küçük kara parçalar, duvar diplerinde, tavan köşelerine kanepe altlarına güçlükle kendilerini attı. Her şey bir anda bambaşkaydı. O zaman bakışlarım kibriti elinde tutan insana saldırdı. Işık titreyişleri altında bir insan yüzü, en keskin hatlariyle ortaya çıktı. Basit bir kibrit ışığı, en usta ressam gibi, üç beş çizgi, iki üç dalgalı alev, birkaç gölgeyle, bir insan yüzünün bütün gerçeğini belirtmişti. İki göz, ışık altında, iri ateş böcekleri gibi parlıyordu. Adam, sigarasını, birkaç kere aleve dokundurdu. Dumanı iyice çekti, sonra ağzından, burnundan dalga dalga çıkardı. Birden yüzünün çizgileri dağıldı; bakışı dumanlandı, yanması sona ermek üzere olan kibriti bana uzattı. Beni görmüştü herhalde.. Soluk pembe iki kalın et parçası, birbiri üzerine birkaç defa konup indi: -Affedersiniz... Bir sigara içmez misiniz? Eliyle paketi bana doğru uzattı, bekledi. Hiç cevap vermeden, kolum uzandı, aldığım cıgara dudaklarıma yerleşti. Sonra tükenen kibriti attı. Karanlık eskisinden daha hırslı, odaya doldu. Çok geçmeden yeni bir kibrit alevi odayı aydınlatınca; karanlık yeniden dağıldı... Adam kibriti uzattı, sönen sigaramı yaktı. Bu sefer aydınlıkta onun yüzünü daha iyi görebildim. İri bir burun gölgesi duvara vurmuştu. Kalın kaşları, hafif ışık altında iki misli büyümüştü. Dudakları memnunlukla bükük, gözleri gülümsüyordu: -Vapur bekliyorsunuz, değil mi? Sesi kibrit alevini dalgalandırdı. Işık odanın tavanında sallandı, çalkalandı. Ben, cevap vermeden, o devam etti: -Telaşlısınız... Halinizden belli... Vapur beklemek sıkıntılıdır. Acele ediyorsunuz. Evde sizi bekliyenler olmalı. Karınız veya ananız. Her kimse, biri... Biraz geciktiğiniz için üzülüyorsunuz şu anda, değil mi? Siz hiç bir şey söylemeyin, ben tahmin etmeye çalışayım. Sevdiklerinizi özlediğinizi anlıyorum. Rica ederim, siz hiç konuşmayın! Böyle daha iyi... Hem ona lüzum da yok... Bırakın, ben istediğim gibi düşüneyim. Yanlış, doğru... Kibrit alevi sönmüş, oda yeniden gözgözü seçemez bir hal almıştı. Karanlık arasında sadece onun sesi. Birden, nerden çıktığı anlaşılmayan bir projektör makas gibi odayı bir anda ikiye bölerek kayboldu. Adam konuşuyordu. Benimle değil, kendi kendisiyle konuşuyordu. Benim ona muhatap olmamın tek sebebi, tesadüfen karşısında bulunmamdı.. -Bir insanı seven ve bekliyen, her hareketi üzerinde düşünen başka insanların varlığı... Pencereden yolu gözleyen, sizi arıyan bakışlar... Her kelimenizden m(na çıkaran kimseler... Bu insan elbette mutludur. Ama çoğu zaman bunun değerini bilmez. Siz, belki de onlara, yani sizi sevenlere l(yık değilsiniz. Ben de bir vakitler sizin gibiydim. Beni de sevenler, arıyanlar vardı. Benim de yolum beklenirdi. Şimdi o anları düşünerek üzülmüyorum. Beni seven o insanların kayboluşlarından kederli değilim. O zaman ben, yalnız beni seven insanlara karşı sevgi duyardım. Bu, küçük, basit bir sevgiydi. Karşılıklı bir alış veriş gibi bir şey.. Şimdi o zamanki aptalca düşünüşümü hatırlayarak kendime acıyorum. Artık gerçek sevginin, büyük aşkın ne olduğunu anladım. Şimdi bütün sevgim, insanlara; tanıdık ve yabancı, daha çok yabancı insanlara ait... Ben insanı seviyorum. Seni, onu, şunu... Mutluları, mutsuzları, birbirinden ayırmıyorum. Onların ağlamaları, gülmeleri karşısında kayıtsız kalamıyorum, bütün insanları kendime yakın, ya içimde buluyorum; babam, annem, kardeşim, oğlummuşlar gibi... Kısa boyluları, kısa, uzunlarını uzun oldukları için; bıyıklılarını, bıyıksızlarını, kadınlarını kızlarını, gençlerini, çocuklarını hepsini hepsini seviyorum. Ben onlar için yaşıyor gibiyim. Bir an sustu: -İnsanoğlu hiç bilinmiyor, dedi. Birbirlerini de tanımıyorlar. Kimse de onları tanımıyor, anlamıyor. Büyük adam denilen kimselerin, ciltlerce kitaplar dolduran yazarların, insanların üzerine ortaya attıkları fikirler, kanaatler, hep yalan... Hepsi. İnsanların haris olduklarını, kim söylemiş... Bunlar, insanlara tepeden bakan sersemlerin l(fları... Onları tanımaya yanaşmıyan bu kimseler hiçbir zaman insanları anlıyamamışlardır. İnsanlar bütün söylenenlere rağmen çok az şeyle yetinirler. En küçük şeyler onları sevindirmeye yeter. Şu mutluluk sözünün ne boş şeylere dayandığını bilirsin. İnsanları mutlu kılmak kadar kolay bir şey yoktur. Yalnız onlara istedikleri küçücük şeyleri verelim, onlardan bunu esirgemiyelim. Bu sözlerimi bilerek söylüyorum! Çünkü bütün insanlara sevgim var... Hepsini seviyorum.. Hepsi bana yakın... Hepsi benden... Sanki hepsi de benim... Çok yakından geldiği belli olan bir vapur düdüğü, yalnız pencereden değil, dört duvarı yerinden sarsarak içeri girdi. Son vapur iskeleye yanaşıyordu. Projektörün ışığı odayı parçaladı. Kanepeler, karanlık, karşımda oturan garip adam, herşey birbirine karıştı. Dışarıdan tek tük sesler gelmiye başladı. Ayağa kalktım, memurun açtığı kapıya doğru ilerledim. Birden yolumu kesti, paketini, bir sigara daha almam için uzattı: -Hiç konuşmayın dedi. Bırakınız adınızı bile bilmeyeyim. Yüzünüzü bile hatırlamayacağım. Ama siz bende, her zaman yaşıyacaksınız. Kim olduğunuzu bilmek istemem. Onu siz gittikten sonra düşünür, bulmaya çalışırım. Ardınızdan sizin için hayal kurar, sizin hesabınıza birçok şey düşünür, evde şu anda sizi bekliyenler kadar ben de üzülürüm. Bana bu yeter... Bir kibrit çaktı, sigaramı yakmak için alevi yüzüme yaklaştırdı. Işık ikimize de dağıldı. Aynı ışıktan payımızı aldık. Ona bakarken, sanki aynada, kendimi seyrediyormuş gibiydim. Vapurun düdüğü çınladı. Alevi yüzümden uzaklaştırdı: -Sizi hiçbir zaman unutmayacağım, dedi, hiç bir zaman... Daima düşüneceğim. Karanlık bir gecede bir vapur iskelesinin tahta kanepesinde, bütün düşüncelerimi önüne serdiğim insanı hep hatırlayacağım. Sizin hayatınızı adım adım -kendi dünyamdan- takip edeceğim. Siz bende hergün her gece var olacaksınız. Çünkü siz benim insanlarımdansınız. Kibriti pencereden gelen rüzgara tuttu, söndürdü. Çıktı, gitti. İskele memuru vapurun uğrayacağı bir düzine iskeleyi, kimsenin duyup duymadığına aldırmadan, bağırıyordu. Kendimi güvertede bulduğum zaman vapur epey yol almış, iskele gerilerde sönmek üzere olan bir kibrit başı kadar küçülmüştü. Şu anda onun nerede olduğunu ve ne düşündüğünü merak etmekteydim. Doğrusu onun düşüncelerini, hayallerini kıskanıyordum. Belki de şimdi kıyı boyunca ilerlerken, bir kibrit alevinin soluk ışığında ahbaplık ettiği insanı düşünüyordu. Hakkımda çeşitli düşünce, fikir ve hayallere ayrı ayrı yer veriyor, yanlış doğru, bunları düşünmeden hayallerini yoruyordu. O, artık istediği gibi düşünebilir, en olmaz hayalleri seçebilirdi. Bu onun elindeydi. Çünkü artık ben, dünyasındaki kahramanlardan, gece gündüz beraber yaşadığı her boyda, her yaşta çeşitli insanlardan bir tekiydim.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:54 | #5 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | DÜNYADA HARP VARDI I - -Sürgünler geldi. dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi. Dördümüz de hükümlüydük. Necatiyle Kosti bir gece Beyoğlu sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama, "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar, polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız esrarcılığa çıktı!" diyordu. Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş merdivenlerine. Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zencire bileklerinden sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam üçyüz kişi! Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar. Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift, onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini bağlıyan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce, üçyüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya"ları bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı. Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor, sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini gördük. Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi: -Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç! O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı, helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir, günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için tutacağı işe para biriktirirdi. Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu. Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra da bağırdı: -Buraya gelin bakayım. İçtima! Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boşveriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı. Dünyada harp vardı! Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin, Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı. Dünyada harp vardı! Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir allerji içinde, bekliyordu. Şeker beşyüz kırıkbeşe satılıyordu. Kesme şekerin topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beşyüz kırkbeşe alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı. Dünyada harp vardı! Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motörlü araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları uçuşuyordu havada. Dünyada harp vardı! Bir ara Necati: -A... dedi. Bu sayın bay da kim? Güneşte kara bir su gibi parlıyan rugan çizmeleri, bal renkli kumaştan külot pantolunu, pırıl pırıl lacivert ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da kaplân avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni! Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zencire vurulmamıştı. Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu, bir şeyler konuştular. Beyoğlu'daki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936 Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmıyan Necati: -Peki ama, kim? dedi. Necati'nin suç ortağı Kosti attı: -Memur herhalde. Bobi kısa kesti: -Gider öğrenirim! Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş, geri döndü: -Herifte çalım altıdan! -Yani ne? Mahkum mu? Memur mu? -Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına bakarsan mahkum! Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze bile bakmadı. -II- Cezaevi birinci bölümünün en üst kat "Tecrit"lerinden birinde yalnız, rahattım. Koğuşun bir kıyısına serili yatağım, yanıbaşımda pencerem. En çok da yaz sabahlarında, tül mavisi dağlar adından, içi kan dolu kocaman bir küre gibi doğuşu güneşin! Kıpkırmızı, koskocaman, yusyuvarlak güneş pırıltısız bir kırmızılıkla, mat bir kırmızılıkla uzaklardaki yemyeşil ağaçlar kalabalığının ardındaki tül mavisi dağların aralarından ağır, ağır, nazlı nazlı yükselmez mi, dakikalarca dalar giderdim. Kıpkırmızı, yemyeşil, masmavi, perşembelerin serin cümbüşü! Ama harp vardı dünyada! Düşman uçaklarının bütün bu serin renkler cümbüşünü ateşe, kana, insan çığlıklarına her an boğabileceği günlerdi o günler. Türkiye'de "Pasif korunma", karartma vardı geceleri. Milyonlarca değilse bile, binlerce insanın elleri şakaklarında kara kara düşündükleri günler. Sürgünler gelince cezaevinde bir derlenip toplanma, bir sıkışmadır başladı. Çukurlarına mosmor gömülmüş aç gözler, cezaevi koridorlarında sarı birer gölge gibi dolaşıyor, enselerdeki soluyuşları insana, çok yaklaşmış ölümü hatırlatıyordu. Dünyada harp, cezaevinde ölümü hatırlatarak dolaşan açlığın çıplak ayakları! Çoğu sabahların erken saatlarında, koğuşlar açıldıktan az sonra, beton koridorlarda koşuşan kabaralı postalların keskin düdükleri tekmil mahpusları demir parmaklıkların ardlarına yığıverdi. Kat kat bölümlerin demir parmaklıkları ardındaki meraklı bakışları dibe, taa dipte dört köşe betona dikilmiştir. Orda, en dipte işte, savrulmuş bıçaklarıyla birer yay gibi gerilmiş insanlar ölüm kalım savaşına atılmışlardı. Işıltılı keskin kamalar birer yılan dili gibi sert, eğriler çizerlerdi kül renkli aydınlığa. Gardiyan düdükleri, derinden derine yansıyarak yaklaşan candarma kabaraları, demir parmaklıklar ardında dalgalı birer orman gibi uğuldıyan mahkumlar. Ölüm korkusu vuran yüzler gerilmiştir aşağıda. Gözler yuvalarından fırlamış. Ölüm kaşla göz arasına pusu kurmuş. Birden savrulan bir bıçak. Boş bulunan kavgacılardan birinin kanlar içinde betona yığılan ağır gövdesi! Kavga bitmiş, yaralanan, ya da ölen kaldırılmış, demir parmaklıklar ardında dumanı tüten bir tartışma başlamıştır: -Ulan bir bıçakta cartayı çekti be! -Hiç iş yokmuş.. -Ne yapaydı? -İnsan bir bıçakta gider mi? -Sen olsan? -Hadi be sen de! -.................. -.................. Sürgünler geldikten sonra cezaevinde esrar, afyon, hatta sürgünlerle birlikte gelip, bizim cezaevi tutuklarından pek çoklarınca benimseniveren eroin satışları hızlandı. Satışlar artınca, bıçak alış verişi, bıçak alış verişi artınca da kavga ve ölüm arttı. Dünyada harp vardı! Cezaevinde de alış veriş kavgayı ve ölümü arttırmıştı. Ölenler alış veriş edenler değil, adamlardı. Çünkü alış veriş edenlerin paket paket cigaraları, ekmekleri, esrar, afyon, eroinleri vardı; cigara, ekmek, esrar, afyon, eroin karşılığında pusu kurup cana kıyacaklar da pek çoktu cezaevinde. "Kaplân avcısı" bütün bunların dışında, bütün bunlardan uzak, kendi aleminde. Dünyada harp, tutuklar evinde açlık, savrulan kamalar yarım somun için cana kıyıyormuş... -III- Birkaç koğuş değiştirdikten sonra benim koğuşa yolu düştü. Beğenmiş olacak, demirlendi. Sürgün edildiği cezaevinden birlikte getirdiği havuç kırmızısı bilekli, kocaman kocaman yumruklu adamı, vardı bir doksan boya yüz kiloluk. "Kamyon" diyordu ona: -Kamyon! -Hop? -Kenefe gideceğim! Kamyon önce gider helayı güzelce yıkar, ibriği doldurur sonra da önüne düşerdi efendisinin. Efendi, mor yollu ipek pijamasıyla Kamyon'un ardında koğuştan çıkmadan önce: -Kamyon! -Hop? -Kahvemi kenefe getir! Efendi helada cigara üstüne cigara içedursun, Kamyon, kahvesini ispirtolukta pişirir, kenarı yaldızlı Çin işi, Japon işi fincanla götürürdü. Dünyada harp vardı, cezaevinde açlar, çıplaklar yarım somun, bir esrarlı cigara için cana kıyıyorlardı... Kamyonun gıcır gıcır yıkadığı helada, Tekel'in Çeşit isimli cigaralarından tellendirir, izmariti bir fiskede helada bekleşen yalın ayaklı Adem babalar kalabalığına fırlatırdı. İzmarit havada kapışılır, sonra da birbirlerinin üstlerine atılınarak, betonda boğuşulmaya başlanırdı. Onlar boğuşa, hatta bir izmarit için gırtlaklaşa dursunlar, "sayın bay", Çeşit kutusundan alınmış kahverengi kaatlı bir Esmer, ucu yaldızlı bir Sipahi, ya da en azından zarif bir Yenice'yi ateşlemiş, betonda altalta üstüste boğuşanların kıyısından, ipek pijamalarıyla koğuşa dönerdi. Koğuşta onunla Kamyon'dan başka, bir başkası daha varmış! Dünyada harp, cezaevinde döğüş, koğuşta kendi ve adamından başka biri daha mı var? Bir gün: -Kamyon kardeş be, dedim. -Hop? -Senin asıl adın ne? "Sayın bay" az sonra çıkıp gidecekmiş gibi giyindiği lacivert kostümü, rugan iskarpinleri, kolalı yakası, kırmızı boyunbağı, briyantinle gıcır gıcır taralı saçlarıyla koğuş kapısı önünde beton koridorda bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, dolaşırken de ruganlarının cızırtısı yansıyordu. -Asıl adım mı? -Evet, ne? -Hüseyin. -Nerelisin? -Uzunyayla'lı. -Suçun? -Katil. -Kimi vurdun? Söylemedi. Bir gün Necati'den öğrendim: Kız kardeşini baştan çıkaranı, ardından da baştan çıkan kız kardeşini vurmuş. -Ha Kamyon? Kimi vurdun? -Boşver! -Efendinin de suçu adam öldürmekmiş. O kimi öldürmüş? -Kendisine sor! -Ona sorulur mu Kamyon? İnsanın yüzüne bile bakmıyor! Bakmıyordu gerçekten de. Sabahın erken saatlarında uyanıyor, kalkıyor, pembe diş fırçası, pahalı cinsten diş macunu, omuzunda havlusu: -Kamyon! -Hop? -Elimi yüzümü yıkayacağım! Dönüşte mutlaka güneşin kocaman, kıpkırmızı bir cam yuvarı gibi ağır ağır, nazlı nazlı doğuşuna açık pencere önüne gelir, ellerini açar, pıtırdayan dudaklarıyla uzun uzun dua ederken boynu büküktür. Mor yollu ipek pijama, rugan çizmeler, nikel traş takımı, her yanından pırıl pırıl sağlık ve küstahlık akan gergin meşin bavulu. Dua biter. -Kamyon! -Hop? -Traş olacağım! İçeri cam, alüminyum traş taslarıyla gelen sıcak su, nikel traş takımı, jilet. Cezaevinde jilet yasaktı oysa.. Pahalı cinsten yuvarlak taş aynasının karşısına geçer, uzun uzun traş olur. Sonra: -Kamyon! -Hop? -Traşım bitti! Kılıfından çıkan yılan gibi, sabunlu suları, kirli jilet makinesi, jiletlerini Kamyon'a bırakıp giyinmeğe başlamadan önce ispirto, pamukla boynunu boğazını gıcır gıcır siler, ardından bol bol limon kolonyası, daha sonra da: -Kamyon! -Hop? -Gömleğimi ver! Gömlek verilir. Alır, giyinir: -Kamyon! -Hop? -Gravatımı! Kravat, bağlanır: -Kamyon! -Hop? -Pantolonumu! -Kamyon! -Hop? -Ceketimi! -Kamyon! -Hop? -Seccademi ser! Sarı, sırma saçaklarıyla ipek seccade kıbleye doğru serilir, namaza dururdu. Sabah namazı dört rekat mı? Hayır, ondört, belki yirmidört rekat kılar. Sonra seccadeye usulünce oturur, avuçlarını açar, ağlayarak kimbilir neler isterdi fizikötesinden? Vardı, içini kemiren bir şeyi vardı ama, ne? Bir gün gene dayanamadım: -Kamyon be! -Hop? -Ağan namazdan sonra, dua ederken niye ağlıyor? -Ne bileyim ben? -Evli mi? -Evli. -Çoluk çocuk? -Yok. -Karısı? Genç mi karısı? -IV- Kamyon hiçbir zaman "Genç" de demedi, "Yaşlı" da. Merak da etmiyordum. Daha doğrusu insanlardan kaçan, hemen hemen hiç kimseyle konuşmıyan, konuşulacak insan yokmuşa getiren bu adama ben de başkaları gibi içerliyordum. Necati: -Amma da kendini beğenmiş be! diyordu. Kosti için: -Senyör! dü. Metelik sızdıramayan Bobi ise: -Kaplân avcısı! deyip geçiyordu. Gerçekten de, yatılacak daha on, on beş yılı olduğu halde, az sonra çıkacakmışçasına hazırlanışı saçmaydı. Hele o pırıl pırıl rugan iskarpinleri! Bu çizmelerinden ötürü çok geçmeden cezaevine ünü yayılıverdi: -Kaplân avcısı! Onun o bitmez tükenmez "Kamyon!"larıyla, Kamyonun şaşılacak bir sabırla yapıştırıverdiği "Hop! larından bıktığım için, sabahleyin erkenden kalkıp, Necatiyle Kosti'nin yanına iniyordum. Gece yarısına doğru döndüğüm zaman onu ya uyur, ya da başında sırma işlemeli siyah takkesiyle Kur'an okur bulur, üzerinde durmaz vururdum kafayı. O gece de önceki geceler gibi kafayı vurmuştum. Gece yarısını çok geçmiş, belki de sabaha karşıydı. Uyandım. Yorganın kıyısından baktım onlara: Kamyon'la o. Ellerinde desteyle fotoğraf, mırıl mırıl konuşuyorlardı: -Bu, bizim orman dairesinin önünde çekilen resmim! -Sen hangisisin? -Na, şu. Çizmeler nasıl çizmeler, ayağımdaki? -Güzel. -Tabi güzel. Beyoğlunda hususi çizmeciye yaptırmıştım! Değişen fotoğraf. -Bu da Şadiyeyle.. hey gidi günler hey! Birden kendine geldi: -Kamyon! -Hop? -Evlendiğim sıra karım ondördündeydi.. Kamyon bunu biliyor olmalıydı başını salladı anlayışlı anlayışlı. -............... bense, kırkbeşimde! -.......................? -O şimdi on dokuzunda, ben, ellimdeyim! Kamyonun yüzüne bir şeyler arıyorcasına baktı baktı. Gene: -Kamyon! -Hop? -Otuz bir yaş var aramızda! -..................? -Çok mu? Kamyon toparlandı: -Yok canım... -Sonra, ben, benim gibi erkeğe göre... -Çok değil. -Kamyon! -Hop? -Karılarımız ne yaparlar bize? -Taparlar. -Sen hiç evlenmemişsin ama? -Ne çıkar? -Doğru. Evlenmiş olsan da karın gencecik olsaydı? -Gene tapardı! -Hapse düşsen, yatılacak uzun yılların olsa? -Gene! Bir başka fotoğraf. -Bu da nişanlıyken çektirdiğimiz... Belki yüz tane fotoğrafın destesi. Nişanlıyken, yeni evliyken, evlendikten bir hafta sonra, on beş gün, bir ay, iki ay, beş ay sonraya kadar çekilmiş fotoğraflar. -Kamyon! -Hop? -Benim karım Gürcü! -Biliyorum. Gürcüler erkek olur.. -Yaşa. Erkek olur değil mi? -Erkek olur. -Kocaları hapisten hiç çıkmayacak bile olsa? -Gene evlenmezler! -Gürcü kızları ne olur Kamyon? -Erkek olur! -Bu yastık var ya Kamyon? -Var. -Dantellerini, çiçeklerini kendi elleriyle işledi. Zifaf yastığımız, biliyorsun, söylemiştim. Karımın kokusu sinmiş. Evlenseydin, benimki gibi gencecik bir karın olsaydı.. -Ben de içeri düşseydim.. -Düşseydin? -Deli olurdum! -Karın gürcü olsaydı ya? -O zaman başka! -.................. -.................. -V- Dünyada harp vardı. Azrail sıra sıra, dizi dizi harp makineleri kılığına girmiş, Avrupanın altını üstüne getiriyor, insanlar kitleler halinde fırınlarda yakılıp, külleri bütün dünyaya savruluyordu. Dünyada harp, dünyada açlık, dünyada açlık pahasına tokluk vardı. Açlık pahasına toklardan pek çoğu kocaman göbekleriyle kürsülere sıçrıyor, dizi dizi harp makineleri kılığına girmiş azrail adına milyonlarca yalan söylüyor, milyonları milyonların zararına kandırıyorlardı. Dünyada harp vardı! Dünyadaki harbe alkış tutan radyolar, rotatifler, baskı makineleri vardı. Radyolar, rotatifler, baskı makineleri yalan söylüyordu. Yalana, yalanlara inananlar. Yalana yalanlara inanlardan biriydi Selahattin bey. Anadolu'nun kalın bedenli ağaçlarla yeşil bir deniz gibi dalgalanan kocaman ormanlarından birinde, pırıl pırıl çizmeleri, Adolf Hitler bıyığı, şişe şişe içkilerin korkunç bir küfür makinesi haline getirdiği küçücük bir adamdı Selahattin bey. Orman memuru. Dünyada harp, Türkiyede şahlanmış karaborsa! Devletin maaşıda ne? karaborsa Selahattin beye binler veriyordu. Viski veriyordu, havyar veriyordu, pırıl pırıl çizmeler, kat kat İngiliz kupon kumaşından elbise, bitmez tükenmez çalım veriyordu. Devlet de ne? Hük(met de ne? Maaş da ne? Selahattin bey göz yumuyordu kaçakçılara. Milyonlar vuruyordu kaçakçılar aylı, aysız, çisentili, çisentisiz gecelerde. Aylı aysız, çisentili çisentisiz gecelerde arabalar çıkıyordu ıslak ormanlardan. Arabalar dolusu keresteler. Binler, yüzbinler kaçıyordu, kaçırılıyordu. İş bilenin, kılıç kuşananındı. İş bilen kılıç kuşananlar yüzbin yüzbin kazanıyorlardı. Selahattin bey, küçücük Selahattin bey, Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de bin bin. Maaşı "Yüzler"le görememiş Selahattin bey, "Bin bin" kazanınca elbette kabına sığamayacak, elbette ceviz oynayacaktı çoluk çocukla, kırıkbeş yaşına bakmadan elbette nikahlayacaktı on dört yaşındaki el kızını! Ondördündeki Gürcü kızının henüz adet görmemiş toyluğu önünde mest Selahattin bey içiyor, içtikçe coşuyor, coştukça içiyor, atlıyor ormanlarının kıyısından geçen gece yarısı trenlerine, ver elini İstanbul şehri! İstanbulda harp yoktu, karaborsa vardı. Yalan söyliyen rotatifler vardı İstanbulda, baskı makineleri vardı. Rotatiflere, baskı makinelerine yalan söyletenler vardı. Adolf Hitler bıyıklı Selahattin bey de kapılanlardandı yalanlara! Bir gece Beyoğlunda küçücük bir bar. Barda ablak yüzü kıpkırmızı bir Yahudi. Yahudinin yanında sarılı konsomatris. Nasıl olurdu? Avrupayı altüst eden sıra sıra ölüm makineleri dünyayı Yahudilerden kurtarmak için kurşun kurşun, bomba bomba, fırın fırın çalışıp dururken, İstanbulda, Beyoğlundaki bir barda, barın kırmızı, yeşil, mor, sarı müziği içinde sarışın bir Türk, üstelik müslüman kızıyla bir Yahudi.. nasıl olurdu? "-Garson, o karıyı kaldır o pis Yahudinin yanından!" Türkiye henüz Almanya değildi. "-Sana söylüyorum garson!" "-..................???" "-Garson, garsooon, garsoooon!!!" Adolf Hitler bıyıklı kalktı hınçla, gitti çalımla masasına Yahudi'in. Kırmızı ablak yüzüyle baktı Yahudi, mavi mavi: "-Ne var? Ne istiyorsun?" "-Eeeeeeyt!" "-Bas burdan serseri!" "-Been? Bana?" "-Evet sen, sana. Garson, getir maşayı oradan!" "-Sen, sen, sen..." "-Ben, ben, ben... tut kuyruğundan şunu, at!" Adolf Hitler bıyığın bir tekmesi. Önce masa, sonra altüst olan bar. Yumrukları Yahudinin. Pırıl pırıl çizmeler, Adolf Hitler bıyık, kolalı yaka, kravat... Yumruk, tekme tokat! Birden bir şimşek Selahattin beyin. Belindeki tabancayı anası koymamıştı Yahudi'nin, ve Yahudi sayıyla verilmemişti Selahattin beye! Beş kurşundan üçü ablak suratına gömülmüştü Yahudinin, dördüncü ta karşıdaki ampulü parçalamış, beşinci beyaz yağlı boyasına saplânmıştı tavan tahtasının! ... ... ... ... ... ... ... ... ... ... -Kamyon! -Hop? -Benim karım Gürcü! -Erkek olur gürcü kızları... -Kocaları hapse düşünce? -Beklerler! -Hiç çıkmayacağını bile bilseler? -Gene beklerler! -Bu yastık var ya bu yastık? -Evet bey, biliyorum. karının kokusu sinmiş, zifaf yastığınız! -Kamyon! -Hop? -El yüz yıkıyacağım. -Kamyon! -Hop? -Su dökeceğim! Bir gün de: -Kamyon! -Hop? -Canım sıkılıyor.. Önceleri tek kaatlı esrar cıgarası, sonra çift kaatlı, daha sonra afyon, eroin, kumar. Bütün bunlar çok iyi geliyordu cansıkıntısına. Ağır bir hastalık yüzünden üç ay hastahanede yattım. Bu üç ay içinde ne olmuşsa olmuş. Taburcu edilip döndüğüm gün Bobi kapıda karşıladı: -Seninkini görme!! -Kim benimki? -Kaplân avcısı! -Ne oldu? -Esrar, eroin, kumar.. -Yapma! -Yaptım gitti. Çık da gör halini! -Üç ayda ha? Kumar bir canavar olmuş üç ayda. Ne nikel traş takımı, ne kat kat, renk renk, biçim biçim elbise, ne halı, ne kilim, ne de bir kenarda birkaç kuruş, hatta ne yatak, ne yorgan, ne de pırıl pırıl meşiniyle küstah bavul! Yalnız zifaf gecesi yastığı. Bir sabah yanıma çekinerek sokuldu. Gözlerinde tekme yemiş köpek korkaklığı. Adolf Hitler bıyığı kırpılmamış, sakalı uzamış, avurtları çökmüş. -Geçmiş olsun, dedi. -Teşekkür ederim. Fakat siz... -Düşmez kalkmaz bir Allah! -Peki ama, üç ayda? -İşte görüyorsunuz. Bırakın şimdi bunu, size bir ricada bulunabilir miyim? -Estafurullah.. Koridorun nemli griliğinde yanyana yürüdük. -Çok utanıyorum, dedi. -Neden? -Şu halimden. Fakat, gece bir rüya gördüm, beyaz sakallı bir derviş.. -Evet? -Bul bir beş lira dedi. -Beş lira? Ne için? -Talihini dene, korkma. Kazanacaksın kaybettiklerini dedi. Anlamıştım başıma geleceği. -Bir beş liracık olsa.. Hani siz hatırlıyacaksınız, karımın zifaf yastığı vardı. Onu size rehin bırakırdım! Yapacağım bir şey yoktu. Yastığı getirdi, elinde beşlik, koşarak, sevinçle gitti. Gece döndü koğuşa. Suçlu, korkak: -Kamyon! -Ne var? -Yutuldum! -Başka ne gelir elinden? -Evet ama, karımın zifaf yastığı? -Sen sağ ol! -Kamyon! -Söyle. -Bak, orda duruyor, nah orda.. -Sana ne? -Karımın kokusu var onda, benim o! -Beşliği götür o zaman senin olur gene.. -Yok! Usullacık baktım, yaş yaş parlayan kirpikleriyle yastığına bakıyordu. -Karımın kokusu, diye sızlandı. -Önce düşünmeliydin! -Düşünmeliydim Kamyon.. -Kamyon deme bana bundan sonra! -Ya? -Adım yok mu? -Eskiden kızmazdın.. -Eski çamlar bardak oldu! Sabahleyin baktım ne yastık vardı yerinde, ne o. Kamyon: -İstersen gidip gözünü patlatayım! dedi. -Niçin? -Yastığı... -Bırak. -Beşlik ne olacak? -Sağlık olsun. Sonraları yastığı birine ikibuçuk, bir başkasına bir gümüş tekliğe rehin bırakıp bana yaptığı gibi, çalmış. En sonuncusunda elli kuruş almış. Çalarken yakalanıp ağzı burnu kırılmış. Kan içindeydi. Beni görünce kanlı yüzünü eliyle saklamağa çalışarak savuştu. Yaz geçti, sonbahar. Ardından kış. -Hani ya güzel fotoğraflarım vaaar! Tanış ses kulak verdim: -Çeyreğe fotoğraflar, güzel güzel fotoğraflaaar!!! Bir ara Bobi, tıkız kedi yavrusu çevikliğiyle içeri girdi. Elinde üç kartpostal: -Bak! -Ne bunlar? -Seninki satıyor! Fotoğraflardan birinde Adolf Hitler bıyığı, pırıl pırıl çizmeleriyle, yanında gencecik karısı. Kadın merdivene oturmuş, eteği kaymış, baldırı görünüyordu. Dünyada harp vardı! Dünyadaki harbe alkış tutan yalancı rotatifler, baskı makineleri, radyolar, bütün bunları alkışlayan aldatılmış kalabalıklar vardı.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:55 | #6 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | FIRAT'IN CİNLERİ Azık çıkınından bir lokma tandır ekmeği kırıp, ağzına attı. Da-ha şimdiden birkaç dişi çürüyüp, erimişti. Doğan her çocuk, kemik-lerini, anasının ağzından söküp aldığı dişlerle yapıyordu sanki. Lok-mayı geveleyip sulandırdı. Eliyle gevişim alıp, yavrusunun kuş götü ağzına "meh" diye tıkıverdi. Kucağında yavrusu, geri-aşağı, Fırat'a doğru inmeye çalıştı. Ama, onlar üç kişi sayılırlardı. ilk doğumunun kırkı çıkmadan döllenen rahmi, yükünü dokuzuncu ayına ulaştırmıştı hile. Kabarmış kar-nı, kadının belini ileri çekiyor, yürüyüşünü dağıtıyordu. Fırat'a canını zor attı. Bulamaç gibi yoğun ve pis suda basını, göğsünü yudu. Son-ra, bebesini suladı. Damarlarına yorgunluk dizili Yağda, yürüdü. Damına varıp bir dürüm keçe açtı yere. Bebeğini yatırdı. Yanma, yüklü bedeniyle ken-disi de kıvrıldı; kalın bir uyku umarak... Yağda, uykuya dalmadan kabarmış karnı, dar nefesini yukarı basmaya başladı, tik çocuğunun doğumunda çektiği korku dolu ezi-yeti, şimdi yeniden duyuyordu. Teni, tere kabarmaya, saçları ise, tel olup dikleşmeye başladı. "Uy aneey," diye söylendi. Sonra kıvrana kıvrana doğruldu. Güçlükle kapı ağzına geldi. "Kız Sultanoo," diye bağırdı komşusuna. "Hele beri gelesin Anam!.." Sultano, pürtelaş geldi. O, doğuma usta bir kadındı. Yağda'nın debelenişinden, durumu tez kavradı. "Dür bakam, eğer yakınsa, çekip alam,," diye söylenerek eğilip yokladı. Sonra geri dama girip, bir leğenle döndü. Bu ara başkaları da geldi. Belini, yanlarını ovarak, Yağda'yı doğuma hazırlamanın gayretine girdiler. Yağda'nın karnı, sık dürülmüş bir lahana kadar pekti ama. Yeni başlayan sancıların gücü, bebeyi rahmin elinden söküp almaya yetmiyordu. Yağda'nın bedeni, başlı ayaklı tutuldu. Sağa sola sallandı; süt tu-luğu çalkalar gibi... Ardından Fırat'ın kumluğunda kaldırıp kaldırıp beli üstüne bırakıldı. Gene de kalça yumuşamıyor, bebek yerinden kopmuyordu. Kadınlar sızlanmaya, tek tük söz söylemeye başladılar. "Biraz beklesek mi, nedir?" dedi biri. "Fukarayı çifte canıyla eziyete germiyek?.." "Viş bacım," dedi bir diğer avrat "Sakın iki sıpa taşımıya karnında?.." Yağda'ya çıkışanlar da oldu. "Kız orosbu, mademkine sende doğurmaya göt yok, nedir erinin sidiğim kapiysen? Daha şurda bir kış geçti. İlk kuzulamanda da kalçan salmıyordu çocuğu... Hem kanındaki eniğin eğer depmiyorsa bil ki ölü doğacak!.." "Ağzını hayır aç kız!.. Üzerli avradın yüzüne kel söz söylenmez. Bu gelenin inadı erkek damarlı, hemin yallah, hemin billah!.." Sonunda, dalga dalga yığılan sancıların emeği, Yağda'da hayır komadı. Suya girmişçesine tere battı. Battı ama, karnındaki yükü de alınıp, kucağına verildi. Kanaması birkaç gün durmadı Yağda'nın. Siyim siyim alttan sı-zan kanlar, her gün biraz daha canını alıp azar azar dışarıya taşıdı. Ça-re olarak, bol tezek külü döküldü. İnce kül kanı iyi emiyordu anlaşı-lan... Yağda, doğumunu; haftasına taşımıştı. Canının ayarı düzelme-miş, kanı, eski yerini doyurmamıştı. Bedeninde, yeni yeni sezdiği bir başkalaşım vardı. Bir uğultu yumağı, kafasında büyüyor, gözleri körlenip, sanki yanıyordu. Hele Fırat kenarına bulaşık ya da bez yumaya indiğinde, kanında gizli ifriti, kendini iyiden iyi açığa vuruyordu. Yağda'nın bakışlarına gene tuhaf çizgiler çarptı. Sanki ufak bulutçuklar uçuyordu önünde. Sonra, büyük bir dağın doruğunda toplanarak kafasının içinde patladı bu bulutçuklar. Birden silkinmek is-tedi. Olmadı. Sular gözünü vermedi. Geriye kaykıldı. Her yan doluydu. Bir ara gözlerinin emir almadığını, istediği yöne dönmediğim de fark etti. Çaresiz başını yukarıya kaldırdı. Şimdi bir de boylu boyun-ca güneş yatmış, serilmişti beynine. Soluğu, canı gevilmiş gibi çıktı birden. Beyni daha bir burgulan-dı. Ağzı da kaygana gönüllü. Ardından, çakıl taşlarının üstüne kapan-dı, Yere yapışışı namaz kılar gibiydi. "Uy aneey," diye uludu. "Ne haller gelmiş başıma!.. Sultano, ba-cım. Gel, beni apar damıma..." Sultano bir dut ağacının dibinde yün atıyordu. Duymadı. Yardıma, çamaşır yumaya inen öteki kadınlar geldi. Yağda, kapandığı yer-den bir türlü kalkamıyor, hep yüzünü saklıyordu. "Güneşten korkuyorum, sudan korkuyorum, bacılar," diye söy-lendi. "Allahasen, hele söyleyin ki, siz de korkuyor musunuz? Yoksama, canım mı unutmuş beni?.." Gelenler bu sözlere hiçbir anlam veremediler. Fırat da, güneş de yerli yerindeydi. Yüzlerinden soğuk bir ürperti geçti. "Kız, doğrul hele," dedi biri. "Al mı bastı seni, nedir?" "Bu kızcağızın da keçesi hiç sudan çıkmıyor," dedi bir diğeri. Yağda'yı zor-şer yerinden söktüler. Ayağa diktiklerinde yüzünü görünmeyen bir korkuya karşı örtüyor, suya ve de güneşe bakmamaya çalışıyordu. Sedefe kaçımış gibi parlayan gözlerinde bakışı yavaş ve garipti. "Ne bilem anam," diye kendi kendine söylendi. "Zaten üç-dört gündür aklım kaynıyor, gözüme ateş ile su ayan oluyordu." Çaresiz kalan kadınlar, Yağda'yı damına getirdiler. Başucunda-ki çuvaldız, kırmızı çaput, kuru soğan. Kur'an ve ekmek kırıntılarının sayısı arttırıldı hemen. Alpaşa, ağasının dizine yüz sürdü. Derdini ona anlattı. "Ağam," dedi. "Görüyorsun, kancığımın zihnini cinler basmış. Avratların hökmü öyle diyor yani. Çaresi senin dilinde. Sen böyüksen..." Vakkas Ağa, güldü. Güldüğünde, altın dişleri ışıl böcekleri gibi sarıydı. "Ula Alpo," dedi. "Bunun nesine ciğer soldurup tasa eskitiysen? Öte başı bir avrat değil mi? Üzülme. Her bir belaya çaresi de eş gel-miştir." Alpaşa ümitlendi: "Özün doğru söylüyor Ağam," dedi. "Ama sizin hesabınız. Ağa katında geçerli. Benim kanım-terim toprak kesik. Yani bir maraba-yım. Felek bizim defterimize bir geçimlik avrat yazmıştır." "Gene de keyfini kırmaya lüzum etmez," dedi Ağa. "Bak, seni severim. Çalışman eyidir. Elimin altında kırılmaz bükülmez bir değ-neksin. Yarın ölsem, geride kalan bohçamı açmaya, bakarsın seni de seçerim." Alpaşa bu sözlere iyice sevindi. Ağanın mestli ayaklarına sıvandı. "Aziz olasın Ağam," dedi. "Altına keçen olmuşam senin..." "Şimdik, surdan atıma atla, git, Kazo köyüne. Ama, atın dizgi-nini taban yerlere çekesin. Taşın çakılın içinden koşturup, hayvana tır-nak attırmayasın. Ha, ne demiştim? Kazo'ya git, var. Cindar'a söyle. Deki, Ağam seni istiyor. Terkine al, gel. Avradının cinlerini kovalasın. Eyi mi ulan?" Alpaşa, Ağanın bacaklarına yeniden sarıldı. "Burnunun kılı, ayağının turabı olmuşam, Ağam." Bugüne dek kendi soyundan hastalar için Cindar getirten Ağa, şimdi bu geleneğini ilk kez bir marabası için bozuyordu. Ağanın bu iyiliği, Alpaşa'yı gerçek bir sevince götürdü. Cindar geldiğinde, tüm konuşmalar onun üstüne toplandı. Cin-dar herkesi meraklandırmıştı. Gizliliğe varan tavırlarında, insanı alan bir büyü vardı sanki. Cindar, Önce bir yastık koydurdu önüne. öte ucuna da Yağda'yı oturttu. Sonra sallanması başladı hafiften. Gözleri pörtlek pörtlek açılmış, bedeni, haldır haldır titremeye başlamıştı. Cinleriyle konuşacağının belirtisiydi bu. Birden sesi soluğu kesildi. Orta yaşlardaki yüzüne bir derin ermişlik sığdırmıştı. Ceketinin iç cebinden çıkardı-ğı iki parça yazılı kağıdı önüne açtı. Ayakları, mürekkebe batırılmış karıncaların, ak kağıt üstünde bıraktıkları ize benziyordu yazılar. Cin yazısıydı ismi. Bir ara bıcır gıcır sesler gelmeye başladı kağıtlardan. Kuyu dibinden gelen serçe bıcırtıları gibi... Cindardan başkasının çözemeye-ceği gizemli seslerdi bunlar. Herkesin yüzündeki çizgiler korkuyla gerilip katılaştı. Cindar konuştukça bıcırtılar sustu. Bıcırtılar duyuldukça Cindar duraladı. Sonra birdenbire ayağa kalktı. Çevresine bakmadan uzaklara doğru delicesine bir koşma tutturdu. Havada görünmez bir arıyı veya kelebeği kovalar gibiydi... Neden sonra çömeldi. Fırtına dinmiş, tehlike geçmişti sanki. Rahata eren bedeniyle geri döndü. Kendisini korku ile izleyen Ağaya, Alpaşa'ya bir de marabalara saf saf bakış at-tı. Köye yolu düşen bir konuk gibi selam verdi. Alnının terini silerek Ağaya yaklaştı. "Havanın cinlerini sorgulamışam, ama boşuna," dedi "Baciya bir ziyanlıkları yokmuş. Şimdilik tek çarem suda kalmıştır. Allah ve-re de bacının başındakiler sudan geçmiş olmaya. Çünküm, su cinine güç kuvvet yetmiyor. Sade benim değil, hiçbir Cindarınki suya hükmedemez. Ama velakin senin Ağa hatırına, birkaç cinim telef olsun." Bu sefer Yağda'yı içi su dolu bir leğenin başına oturttu. Geniş bir savanla üstünü örttü. Kendisi de örtünün altındaydı. Yağda 'nın beyninde bir erime başladı sanki. Leğendeki su, ödünü sıkıp, daralttı. Ak-lı düşman olup yamacına geçti, önündeki su, bir ummandı şimdi... "Suya eyi bakasın," diye azarladı Cindar. "Görüyor musun, bası-nı cinler çalmış. Korkuya verme kendini. Reislerim anlamışam, Ha-lep'tedir. Şimdilik göndermişem yanlarına, asi cinlerimden üçünü. Demişem, çekil bacının başından! Cevabı geliyki: 'Bacı abdestsiz niyazsız toprağa basarak, izini yere düşürmüş. Cezaya müstahaktır.' Yollarına bıçak sereyim de, göreler..." Örtünün altından çıktılar. Şimdi, herkes cinlerin ölmesini bekliyordu. Ancak Yağda'nın yüreği büzgün, kursağı tepmeye güçsüzdü. Önce ağzında top top kö-pük birikmeye başladı. Sonra esner gibi uluyup duran Yağda, birden-bire dört bir yanına saldırmaya başladı. Kendine yakın duran Cindarın, umulmaz bir boğuculukla çarptı yere. Hırsında üç beş insana sığa-cak bir güç vardı. Cindarın her yanını tırmalayıp kanattı, yırttı. Dur-madan hırlıyor, kudurgan sesi ortalığa korku saçıyordu. Boyun damar-ları gerili birer urgandan farksızdı. Kadınlar çığlıklar atarak, çocuklarını kapıp, kaçtılar. Ağlaşıyorlardı. Buna, Yağda'nın yalın kat göklere varan ulumaları da eklendi. Saldıracak yer arıyor, üstünü başını yoluyordu. Düşüncesi durmuş gibiydi. Alpaşa'nın namus damarları kabardı. "Yağdooo," diye ileri fırladı. "Bu ne bok yemektir ulan?.." Bastı tokadı. Fakat tokatlar taşa çalınmıştı sanki. Yağda, olanca çılgınlıgıyla onun da üstüne çullandı. Alpaşa, ne yapacağını şaşırmıştı. "Kız Yağdooo," diye tekrar haykırdı. "Ula benim, ben, erin Al-paşa?.." Yağda, duymuyordu ama. Ağzından salyalar sünüyor, pamuk gi-bi köpükler savruluyordu. "Bu kaltağın malumu kuduz olmaya," diye bağırdı Vakkas Ağa. "Veeyy," dedi Cindar. "Yanlışınız gelmiş. Demişem ya, bunun ci-ni su üzerindedir. Hint'ten gelme yazılarım şaşar mı hiç Ağa?.. Bak-sanıza sudan afat gibi ürküyor. Yönü Fırat'ı sevmiyor..." Birden fırıl fırıl dönmeye başladı yerinde. Sonra durdu. Sol avucunun içine irice tükürdü. Sağ elinin işareti parmağı ile tükürük yığınının ortasına hızla vurdu. Tükürüğün çoğunu Fırat'tan yana sıçratmıştı. O yöne doğru koştu. Kıyısına varınca çömeldi. Suyu kokladı. Yavaş adımlarla Vakkas Ağa'nın yanma döndü. . "Bu kancığın çaresini biliyem," dedi. "Yeter ki gönlün 'he'desin Ağa." "Bire babam, biz avradın başını, daha baştan sana teslim etmiştik. Ne biliyorsan, yap işte!.," "Bacının cinleri Fırat'tan geçmedir," "Tamam anlamışam! Sözünün arkasını getir hele." "Hemen defi gerek, Ağa. Fırat'ın cinini gene Fırat kırar." "De haydi öyleyse!., Nedecekseniz edin de eksilsin bu bela, köyümün bacından..." Bu ara Yağda, dağlara doğru basını almış, ağıp gidiyordu. Peşinden koşarak önünü aldılar. Uzaktan üstüne örme ip atıp, yere yıktılar. Eski bir hasıra sardılar. Biraz aşağıda oldukça büyük bir kayalık vardı. Önü, Fırat'a uçurum verirdi. Yağda'yı oraya doğru sü-rüklediler.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:55 | #7 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | BiR YOL Birdenbire ayağa kalktı ve eliyle trenin penceresinden işaret ederek: -İşte, dedi, şu gördüğünüz küçük yol, şu iki ağaç arasında tepenin eteğini kıvrılan patika... Fevkal(de hiçbir tarafı yok değil mi? Hemen her yerde bol bol rastgelebileceğimiz alelade bir şey... Bununla beraber nereye gittiğini, nereden geldiğini bilmediğim, bir dönemeçte kaybolan tozlu parçasından başka hiç bir tarafını tanımadığım bu yol benim hayatımda bütün bir sergüzeşttir. Onbeş seneden beridir ki bu yolda her ay bir iki seyahat yaparım. Bu uzun şeridin iki yanında ve onun döne döne değişen ufkunda tanımadığım hiç bir şey yoktur. Yattığım yerden gözüme ilişen sivri bir kaya parçası, yalnız aydınlık havada ürperen tepesini gördüğüm bir ağaç, ne bileyim hatta daha alelade bir işaretle bütün ufku kendi kendime canlandıracak kadar bu yolların aşinasıyım, fakat yıllar var ki bu küçük yol parçasını, yol bile diyemeyeceğimiz bu dövülmüş kırmızı toprak genişliğini daima yeni, yepyeni bir şey gibi seyrettim. Onu her defasında görür görmez ürperdim, onda saadetlerin, hasretlerin, beklenilen şeylerin bütün güzelliğini ve şiirini duydum. Şüphesiz bunda ilk defa gözüme çarptığı günün hususiyetinin de mühim bir hissesi vardır. İstanbul'dan soğuk ve yağmurlu bir günde ayrılmıştım, İlk çocuğum on gün evvel ölmüştü, karım hasta idi, başka üzüntülerim de vardı. Kısacası kaderle diş dişe, yumruk yumruğa olduğum günlerden biriydi. Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Iztıraplarımızın, üzüntülerimizin mekanla, yahut hayatımızın tabii muhiti ile sıkı bir alakası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor. Bununla beraber acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlat acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu. Oh, size bu yağmurlu günlerin bende yaptığı aksülameli nasıl anlatmalı? Böyle günlerde ben değişir, büsbütün başka adam olurum. Başka bir adam, tam kelimesi değil... Bütün bir mazi, en kötü, en karanlık, en tamir edilmez taraflarıyla içimde canlanır, hortlaklarımla başbaşa kalırım. Böyle zamanlarda hayat sanki bütün çeşmelerini kapatır, yalnız bir tanesi, azap ve üzüntünün kaynağı kalır ve ben onun bulanık aynasında bütün ömrün en kötü muhasebesini yapa yapa kendimi seyrederim. Bu sefer de böyle oldu; her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi. Trene aynı ruh haleti içinde bindim. İzmit'e kadar hep aynı ıslak ve rutubetli hava içinde, tıpkı bir olukta seyahat eder gibi geldik. Hiç bir şey düşünmedim, hiç kimseyi görmedim, sadece vagonların üstüne ve pencerelerin camlarına değdikçe yağmurun çıkardığı sesi dinledim. Bir tabutta uyuyanlar yeraltının mutlak sessizliğinde kendi nabızlarını ancak böyle dinlerler. Zaman zaman içimdeki boşluğu kısa bir şimşek gibi oğlumun hatırası deliyor, bir an için onun küçücük ve muztarip yüzü, bir büyük örümcek gibi yağmurun dört bir tarafıma gerdiği kül rengi üzüntü ağlarının içinde uzanıyordu. O zaman ben bu hayalden kurtulmak için ellerimle yüzümü kapatıyor, biteviye yer değiştiriyordum. Sonra tekrar yağmurun sesine dalıyor, tekrar bu ince ve muzır ağın altında insana sıkıntının ve kabusun bizzat kendisi gibi görünen, güneşsiz, renksiz hayalet manzaralara dalıyorum. İzmit'ten sonra uzun bir müddet yine böyle sürdü, sonra yağmur biraz diner gibi oldu, gök yükseldi; bulutların arasından çamur rengindeki dünyaya, başka renkler, iki gün süren bu kötü havanın unutturduğu sıcak kuvvetler girdi. Ve tren yavaşladı. O zaman ben, bu küçük yolun üzerinde iki günden beri ilk defa küçük bir güneş parçasını, küçük ve aydınlık bir halı gibi serilmiş buldum. Islak söğüt dallarına sevinçle yayılan ve sonra orada, yerde sıcak ve aydınlık bir müjde gibi biriken güneş... Ve aynı zamanda, bütün içimi altüst eden acaip akisli uğultu... O anda içimden geçenleri nasıl anlatmalı? Bu aylarca toprağın karanlığında kaybolan bir göğün birdenbire küçük bir filizle mavi havaya ve aydınlığa kavuşması gibi bir şeydi. İşte o zamandan beri bu yol, birçoğu, binlercesi gibi birkaç, yüz metre sonra küçük bir Anadolu köyünün inzivasında kaybolacağına hiç şüphe olmayan bu küçük ve sade yol benim için mahiyetini değiştirdi. Saadetin, ruh muvazenesinin bir nevi sembolü, kapısında güneşin divan durduğu bir iklimin başlangıç noktası oldu; ve müthiş bir arzu ile, her şeyi, bütün üzüntü ve kederlerimi, bütün sevgi ve zenginliklerimi burada bırakıp inmek, bu küçük yolda yürüyüp gitmek istedim. Bana öyle geldi ki bunu yapacak olursam hayatımda her şey değişecek, bütün sefaletlerim, hasretlerim dinecek, yepyeni bir insan olacağım. O zamandan beri dokuz sene geçti. Ölen çocuğumun acısını zaman ve yenileri unutturdu. Küçük sefaletlerim ve sıkıntılarım düzeldi, yahut yerlerine başkaları geldi. Her şey az çok değişti, fakat bu yolun benim içimdeki manası hep aynı kaldı. Onunla her karşılaşışımda hep aynı saadet hissi beni dayanılmaz kuvvetiyle çekti, her defasında oracıkta her şeyi bırakıp inmek ve o yolun uzletinde kaybolmak ihtiyacını duydum. Hatta şu anda bile aynı ihtiyacın içindeyim. Ne yazık ki... Bu kaçınma ihtiyacına bakıp da beni, her an talihin yeni bir gadrine uğrayan, hayatı felaketlerle dolu biçarelerden sanmayınız. Herkes gibi ben de zaman zaman kaderin iyi veya kötü yüzüyle karşılaştım. Fakat düşünülürse ondan şikayete büyük hakkım yok. İyi bir kadınla evlendim, epeyce kazanıyorum, hayatım kendi çizilmiş yolunda düzgün ve rahat gidiyor. Bununla beraber ondan memnun değilim. İçimde kendi hayatımı yaşamadığım kanaati var. Daha samimi olayım ister misiniz? Bu yaşadığım hayat o kadar benim değil ki her hangi bir saatimde birisi gelip de bana "Haydi kalk, sıran geldi, kendi kendin ol!" diye bağırsa sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi inanıp koşacağım. Bu his bende o kadar kuvvetli... Her hangi bir kalabalıkta kendimden başka herkes olmağa razıyım. Ah bir elbise değişir gibi hüviyetini değiştirebilmek, lalettayin içinde kaybolmak, bir avuç kum içinde, bir kum tanesi olmak ve böyle olduğunu dahi bilmemek. Ne bileyim, bir maske, bir numara, bir sicil varakası, bir manivela, bir çark, bir düğme, her şey olmak, yalnız... Felaketim şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor. Kendi kendini bulmak... Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alakanın istihzasına geçiyor; bu bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda alkolün unutturucu cenneti... Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri açılan bir adamın ürpermesiyle doludur. Bakınız, bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım onun dizlerine abanmış, elinin hareketiyle beraber gidip gelmeğe çalışıyordu. Odamız sıcak ve sakindi. Bu aile ve ev dediğimiz acaip kuruluşun o cins anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde arasıra gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir kıskançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı acı düşüncelere daldırabilirdi. Nasıl oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire'in çift odasına, ne de Quincey'nin afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadiğar gibi duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acaip ve manasız eşya arasında, bu şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi kendime "Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?" diye sora sora yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım. Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlıyamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor, hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. "Burası bizim (rafımız olsa gerek..." diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım. Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu ben o geceye kadar anlıyamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki her hangi bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret olduğunu hiç düşündünüz mü? Karşımda bana arkasını dönmüş, tavla oynayan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf, başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün sokakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık omuzlarının arasına sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük, ikide bir kontrolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki görünmeyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu kemikli başın ikide bir böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir şeydi! Bir iki defa yanındakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru çevirdi. Ne karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı, kırışık ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde kızararak, konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü. Sonra hafif bir omuz kaldırışıyla ayağa kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretiyle fikri sabitini bir kere daha koğdu. Oyun arkadaşıyla hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine katlanmış hüviyetiyle, fakat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden çıkıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Ayakta neyi düşündü ve neye karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkumdu ve neden kahveden çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükunet ve kayıtsızlık vardı? Muamma. Tam karşımda ayak ayak üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını sallıyor, bir taraftan da mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi. Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve kollarının mübalağalı işaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dağıtır gibiydi. Bütün bunları düşüne düşüne eve döndüm. Bu sessiz ıztırabı, bu adeta tabii addedilen cehennemi görmek beni biraz teskin etmiş, kendi hayatımla aramda biraz evvel bozulmak üzere olan muvazeneyi iade etmiş gibiydi. Bununla beraber o muvazeneyi bir daha hiç bir zaman bulamadım. Olan olmuştu. Artık bundan sonra bu bende bir itiyat oldu. Hayatımın üzerinde düşünmeğe başlamıştım. Bütün iradem, bütün gayretim bir daha o eski sükuneti bana iade ettirmedi. Gündelik hayatımla arama yaşanmamış rüyaların azabı girmişti. Hayat oyununu en büyük ciddiyetle oynamaya hazırlandığım bir anda geçmiş yıllar, karşıma dikiliyor ve benden hesabını soruyordu. O günden sonra artık bir an bile yalnız değildim, soframda, yatağımda, çalışma masamda bir misafir, dişleri hiddet ve kinden kısık, gözlerinde boşa gitmiş bir ömrün bütün bıkkınlığı toplanan bir zavallı vardı ve bana pişmanlığın şuuruyla kısılmış sesi durmadan fısıldıyordu: "Ömrünü, ömrünü ne yaptın?" Ve ben bütün uzviyetimde bir yılan gibi gezen bu zehirli sesin tenbihi altında yapacağımı unutuyor, anı ve mekanı unutuyor, başta kendim olmak üzere her şeyden, yaşanmış ömrümden, gelecek senelerimden, bütün etrafımdan nefret ediyor, kaçmak, kaybolmak, kurtulmak istiyordum. Artık uyku bile benim için bir şifa değildi. Çünkü onda da riyaların zalim ısrarı vardı. Size bu rüyaları nasıl anlatmalı? Hemen her safhasında vaktiyle sevilmiş bir genç kızın, şimdi nerede olduğunu, nasıl bir talihle yaşadığını bilmediğim sarı saçlı, büyük mavi gözlü, nerkis boyunlu genç bir kızın bir nevi "laytmotif" gibi dolaştığı bu rüyalar... Bu, hasta kafanın kendi vehim ve gölgelerinden yarattığı değişici ve korkunç alem... İşte bu yol, bu küçük acaip yol, ben bu ruh haletinde iken karşıma çıktı ve benim için birdenbire yepyeni bir hayat imkanının, kendi kendimi bundan sonra olsun gerçekleştirebilmek imkanının bir nevi müjdesi gibi oldu. Evet, pekala biliyorum ki, bir gün ben her şeyi bırakıp bu küçük yola dalarsam onun bittiği yerde bütün saadet ve hasretlerimi, eski yaşanmış rüyalarımı bulacağım, temiz, yepyeni, mesut bir adam olacağım. Bunu biliyorum, fakat yapamayacağımı da biliyorum. Halbuki bir ömür yaşanmağa değer bir şeydir.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:56 | #8 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | EVDEKi Bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. Kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. Hiç ayrılmadım pencereden. Annem bir iki kere "ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek" dedi: aldırmadım. On yıl önceki arsayı düşündüm durdum. Okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. "Kız, koca mı arıyorsun orada?" derdi annem, utanırdım. On yıl önce annemi de severdim. Hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. Ben de onlar gibiydim. Erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. Okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. Arsa sesini yitirdi. Pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. Kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. Bugün kaldırdılar onları. Şimdi içimde bir umut var. Top oynamağa gelecek çocukları bekliyorum. Annem aşağıdan "Yemek hazır" diye bağırdı. -Acıkmadım daha. Bekleme sen, ye! dedim. Sokağa bakıyorum. Tek tük geçenler var. Çoğu kadın. Yüzleri asık, adımları sert. Bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın... Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. Şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? Öğle yemeğine geliyor olmalı. Kime bırakmış dükkânı? Yetişkin çırakları vardır. Ceketi yamalı bir adama kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. Bu adamlar namaz kılar mı acaba? Bir kadın geçiyor. Tanırım onu, evleri bize yakın. Kocası bir bankada çalışıyormuş. Kıpkırmızı boyanmış. Neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. İnanmıyorum onlara. Hep birini çekiştirirler. Gözleri ışıldar anlatırken. Onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. Gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. İnanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. Çok konuşur. Ara sıra bize gelir. 'Bizimki' dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. Gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. O boyuna konuşur. Müdürlere gitmişler geçenlerde. "Bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? Neredeyse kucağına oturacak bizimkinin..." O kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. Neden bu daracık kasabadayız sanki. Yoksa bütün dünya mı böyle. Kitapların dediği yalan mı? Kapı açıldı. Baktım annem. Canım sıkıldı. Ne işi var burada? Yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; acıyorum ona. Yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. Yanıma geldi mi tepem atıyor. Ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu. -Yarın Fatmahanımlar gelecekmiş seni görmeğe, dedi. -Yarın evde yokum ben. -Nereye gideceksin? -Hiç, ama yokum evde. Çıkmam. Kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben. -Elalem ne diyor biliyor musun? Eksiği var onun, diyor. -Ne derlerse desinler. İstemiyorum. Kaçıncı bu? Üstüme varma benim. Kaçarım yoksa. Satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım. Gözleri büyüdü. Kalktı, kapıyı çarpıp gitti. Dışardan sesini duyuyordum. Rezil etmiştim onu ele güne. Herkes kendini düşünüyor. İleniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. Ben de ağlamak istiyorum. Kiminle evleneceğim bu kasabada? Kim anlatıyordu geçende. "İçip içip gecenin bir vakti gelir eve. Ayağını önüme uzatır. 'Çıkar şunları' der. Leş gibi kokar ayakları." İçim bulanıyor. Nasıl yatılır böyle bir adamla? Sokak kapısı açılıp kapandı. Eğildim baktım annem. Kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? Yakınacak benden, içini dökecek, rahatlıyacak. Bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. İnsan kendine acır mı? Ben acıyorum. Kalktım aşağı indim. Ayakyoluna girdim. Çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. Yemek dolabında taze baklayla pilâv var. Bir tabakta yoğurt. Yoğurtlu pilâv yedim biraz. Pilâv soğumuş. Olsun, soğuğunu severim ben. Sonra gene odama çıktım. Şimdi daha iyiceyim. Dolaptan bir kitap aldım. Sedire uzandım. İlk yaprakta dayımın adı yazılı. Çoğu onun bu kitapların, bana verdi. İki yıl İngiltere'de okumuş. Bana İngilizce öğretirdi. Severdi beni. "Kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım" derdi. Babamı hiç bilmiyorum. Dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. Zaten her şey o yıl olmadı mı? Kalaslar bile o yıl geldi arsaya. Nice sonra kapı çalındı. Kitabı bırakıp kalktım. Ayaklarım uyuşmuş. Annem anahtarı mu unuttu acaba? Basamaklardan ağır ağır indim. Necati mi yoksa? Ara sıra gelir, İngilizce ödevlerini yaptırır. Kapıyı açtım. Oymuş. Dümdüz taramış saçlarını. Sarı yüzünde hep o ergenlikler. -Nasılsın abla? dedi. -İyiyim. Girsene. Girdi. Kapıyı kapadım. -Halam nerede? diye sordu. -Bilmem. Komşuya gitmiştir. Dayımın oğlu bu Necati. Babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. Yukarı çıktık. Sakal tıraşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. Baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. Bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. Alışmışım ben, duymuyorum. Masanın önüne oturdum. -Otursana, dedim. Karşıma oturdu. Kitabını, defterini masaya koydu. Bu yıl sık sık geliyor bize Necati. Eskiden pek uğramazdı. Hem üstünde bir sıkılganlık. Odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. Büyüdü artık, liseye gidiyor. -Ödev mi var? dedim. -Evet dedi. Kitaba uzandı. -Biliyor musun, karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. Eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim. -Sahi, dedi. (O yana baktı.) Söyleyeyim arkadaşlara. Biz de gelir oynarız. Kitabı, defteri açtı. Çalışmaya başladık. Ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. Şurama, burama bakıyor. En çoğu göğsüme. Alt dudağı ağır ağır sarkıyor. Hele gözlerindeki bulaşık bakış. Bu mu istek dedikleri? Kitabı uzattım. -Şimdi de sen oku bakalım, dedim. Toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık güç arındı. Okuması kötü değil. Ben gözlerine bakıyorum. Yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. Tatsız. Nasıl denir? İşte kurbağa yeşili, soğuk. Ergenlikleri de var. İnce keskin dudakları. Ne çirkin çocuk. Çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı. Bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. Uzattım. Kıpırdarken dizi bacağıma süründü. Bir kelimeyi yanlış okudu. -İyi bak o kelimeye, dedim. Düzeltti. Yüzüne kan çıkıyor. Şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. Kıpırdamıyorum. Ağır bir hava var odada. Oysa ilkyaz daha. Bungun, ağır, sıkıntılı bir hava bu. Necati hep okuyor. Kurbağa sesi gibi. Nasıl da benziyor kurbağaya. Bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. Kendimden iğreniyorum. Ses kesildi. Kalktım pencereyi açtım. Şu sıkıntılı hava dağılsın. -Bugün hastayım ben Necati, dedim. Sen gelmeden yatıyordum. Okuyuşun çok iyi. Çevirisini sen kendin yaparsın. Kalktı. -Peki abla, dedi. Gözlerinde o bulaşıklık yok artık. Hava kararırken annem geldi. Aşağı indim. Mutfak masasında yemek yedik. Hiç konuşmadık. Evin içinde yalnız bulaşık çanaklara musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp... Neden böyle olduk biz? Ana - kız değil, sanki yabancıyız. Sebebi ne bunun? Garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı? Yemekten sonra radyo dinledim. Geç yattım. Yatakta kendi kendime yalnızım. Uyuyamıyorum. Oda karanlık. Pancurlar kapalı. Gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. Uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. Sıkıntılı. Sanki gelecek günlerine ağlıyor. İçim daralıyor. Yorganın altında büzülüyorum. İyi şeyler düşünmek istiyorum. Uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. Olmuyor. Biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeğe çalışacak beni. Dışarıdan ayak sesleri geliyor. Bir sarhoş bağırıyor. "Uyyy, koca çarıklı Allah, uy!" diyor. Neden tam burada bağırdı bu adam? Korkuyorum. Öyle bitkin, öyle çelimsizim ki. şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. Sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. Ama gelmiyor. Sesi uzaklaştı. Köprüye varmıştır. Ne dediği anlaşılmıyor. Yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir "Uyyy." sesi duyuluyor.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:56 | #9 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | YARIN DiYE BiR ŞEY YOKTUR Kendimi hafifçe heyecanlı hissediyordum: Bir sürü sıgara içmiştim; son olsun diye bir tane daha yaktım. Bu biter bitmez yatağa girmeliydim: Yarın vücudum dinlenmiş, zihnim açık olmalıydı. Sıgarayı içerken H(mid'den ve mesela bir Davalaciro diskuru veya Ankara'nın ünlü eleştirmecisinden, kendi diliyle yazılmış bir söyleşi okuyayım dedim; ama baktım ki heyecanım bütün anlayışsızlığımı seferber etmiş ve ben en açık alay unsurlarını bile atlayıp geçiyorum, hatt( kabalaşacağım; bıraktım. Bu heyecan, şiddetle ihtiyacım olan uykuyu gocundurabilir, onu nasıl defetmeli? Islık çalayım veya bir türkü mırıldanayım dedim; ama ortaya yeni, y(ni içime doğuveren besteler çıktı: yarına bağlı ihtimallerin, yarın olabileceklerin besteleri.... ve ben, bu arada, sıgarayı tazelediğimi gördüm. Sinirlendirici bir şey... bu sıgaradan ne umuyordum y(ni? Uyku masa başında gelecek değildi ya? hem de ışık böyle pırıl pırıl yanıyorken? Daha ikinci çekişini yaşayan sıgarayı geberttim, ışığı söndürdüm, yatağa girdim ve Allah'ı hatırladım; bana uyku ihsan eylesin diye. Uyumazsam çok kötü olacaktı; hemen uyumalı idim. Bunun için de uykuya en elverişli durum ve şartları gözetmem gerekti: Midemi gözeterek sol yanıma uzanmış ve heyecanımı yatıştıracak bir konu armaya başlamıştım. Çok geçmeden kalbimin de sol yanda olduğunu hatırladım, sağa döndüm. Bedenim böyle daha rahattı, ama kafamda bir eksiklik var gibiydi: Kafam gözlüğünü unutmuş, biri iyice miyop, öteki iyice hipermetrop bir çift göz gibi, utangaç bir panik içindeydi... evet, kafam. Ve, kafam kendi kendini zorladı, sebebi buldu: Sol yana yatarken çevirdiği film kopmuştu. Ekledi: Film bir tabiat manzarası idi ve bu benim eski bir yöntemimdi: Uykunun altın olduğu askerlik günlerinde onun s(yesinde pek iyi sonuçlar elde etmiştim; on dakikalık molalarda bile mışıl mışıl uyurdum. Rastgele bir yere şöyle uzanıverir, doğduğum kasabayı, bu kasabadaki kocaman çınarlı bir tepeyi düşünür, ovanın bu tepeden görünüşünü düşünür, böylece de sinirlerim gevşemiş, rahat ve mahzun, dalar giderdim. Bu bir kanundu; çünkü her denenişinde ayni sonucu verirdi. Ama işte şimdi iflas ediyordu; işe yaramıyordu: Eskiden ve bütün hallerde orayı düşünmek yeterdi bana. Şimdi ise o çocukluk kasabamda olmak istiyor, başka hiç bir şeyi değil, ancak ve yalnız bunu istiyordum. Durum böyle olunca da, bu kalleş sıla özlemini söküp atmaktan başka yol yoktu; ben de böyle yaptım. Böyle yaptım ama, ufukta uykuya benzer, hatt( uyku habercisi bir şey görünmüyordu; ufuk bile görünmüyordu: Ufuk, bir toz duman ardında, atomik bir hızla kaynaşan öfkeler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, hoşlanışlar, tiksintiler, umutlar, umutsuzluklar, sevgiler ve acılar ardında eriyip gitmişti. Beni çileden çıkarabilirdi bu: Yeniden sol yanıma döndüm. Ve bütün bu yüzleri, bu anışları, bu düşünceleri sağ yanımda bırakayım dedim... bırakırım umdum. Ne çare ki, bunların pek çoğu da benimle birlikte sola üşüştüler. Ben de , o zaman, bir hiç değilse yarım sıgara içmenin iyi olup olmayacağını düşünmeye başladım. Bu arada aklıma içtiğim sıgaraların sayısını bulmak sevdası düştü: uzun uzun uğraştıktan sonra, ikindiden bu yana içtiklerimin sayısını tam ve kesin olarak bilmek zorunda olduğumu anladım; yoksa içim bir de bu yüzden mıncıklanıp duracaktı. Bir paket bitmişti. Bunu biliyordum. İkinci de ne kadar kaldığını, y(ni ne kadarını içtiğimi anlamak için kalktım, ışığı yaktım: Pakette sekiz sıgara vardı. Demek ikindiden bu yana otuz iki sıgara içmişim. Elimde olmadan, "patla" dedim. Sonra da, avunayım diye, bir sürüsü otlakçılara gitmiştir diye düşündüm. Ama, aksine, aklıma hep arkadaşlardan içtiklerim geliyordu. Bu işde bir çıkar yol göremeyince yatmaya karar verdim. Masadan kalkarken gözüm yine sıgara paketine takıldı ve ben, sıgaraları l(f olsun diye bir daha sayınca, yedi tane olduklarını gördüm. Şaşılacak bir şeydi bu; çünkü, daha az önce sekiz saymıştım. Allah, Allah diyerek sıgaramdan derin bir nefes daha çektim ve saate baktım: Akreple yelkovan, sarmaş dolaş, tek çizgi! Tel(şlandım, sıgarayı, ışığı söndürdüm. En geç yarım saate kadar uyumalı idim. Uyuyamazsam çok kötü olacaktı. Yatağa girerken, bir dergide okuduğum "sayı sayma us(lü"nü denemeye karar vermiş bulunuyordum. Bunu şimdiye kadar hiç yapmamıştım; ama yazarın uyku tutmayanlara hararetle tavsiye ettiğini iyice hatırlıyordum. Bu sisteme göre, sayılar yüzden başlanarak aşağıya doğru sayılacaktı. Ben, daha sağlama gitmek için, beş yüzden başlamaya karar verdim ve derhal işe giriştim: Beşyüz, dört yüz doksan dokuz.... dört yüz doksan sekiz... Aman ne güzel! Ben daha iki yüze inmeden, daha iki yüz elli bir demeden kafama hoş bir tenhalık gelmeye başladı ve ben yumuşacık bir hazla, anamdan ninni söyler gibi, sürdürdüm saymayı: İki yüz yirmi iki... iki yüz yirmi bir... iki yüz yirmi... iki yüz yirmi... iki yüz yirmi... bozuk bir pl(k gibi... iki yüz yirmi... ve ben, ne güzel... enfess.... mükemmel derken, iki yüz yirmi... çünkü iki yüz yirmi... lira benim... iki yüz yirmi-. İğneyi pl(ğın çızığından kurtarabiliyorum. Çok şükür diyeceğim; ama içime, belli belirsiz de olsa bir tedirginlik gölgesi düşmüş gibi: Hızlı hızlı saymaya koyuluyorum; şükretmeye bile vakit kalmamalı; hatt( şükretmeyi düşünmemeliydim bile: İki yüz on yedi... iki yüz on altı... iki yüz on beş... işler düzelir gibi oluyor. Yüz iki... yüz bir... burnun içini gıcıklayan derin nefesler... beyninde her şeyin dibe, derinlere, el değmedik, gün düşmedik kuytulara doğru çekilişi... ağır ağır. Seksen bir... seksen... yetmiş dokuz... derken... imk(n yok, yetmiş sekiz'i geçemedim. Nasıl çiğner geçersin kardeşim, nasıl? Yetmiş sekiz benim okuldaki numaramdı: Yetmiş sekiz, on iki ile on beş yaş arasındaki çocuktur. İldeki okulda geçen üç kıştır. Biri şair, biri milli futbolcu, biri pilot, biri cumhurbaşkanı yapan dört aşktır. Kasabadan, sokak arkadaşlarından, evden üç defa ayrılış, üç defa anaya dönüştür. Mektuplar, sınavlar, "geçtim" diye şarkı söyleyen telgraflardır, babaya. Yetmiş sekiz... Attığım gibi yorgana tekmeyi, yataktan fırladım; ışığı yaktım, iki tane de sıgara yaktım: Uykuymuş, uyumakmış, yarınmış, sağlam vücut, sağlam kafa teorisiymiş ve bütün teorilermiş; artık bana vız geliyordu... hepsi de. Saate benden başka kim bakarsa baksın, iki otuz beş derdi, ama ben, inadıma hiç bir şey demiyordum. Demiyecektim de. Yarın, yarın diye sayıklayıp durmuştum; işte yarının eşiğinde idim ve nerdeyse tanyeri ağaracaktı... ağaracaktı da ne olacaktı? Yarın, öbür gün, bir yıl beş yıl ne imiş? Bütün mesele yetmiş sekiz'de. Yetmiş sekiz nerede? Yetmiş sekiz, iki yüz lira aylıklı, aşçıya, bakkala borçlu; tek kat elbiseli, pençesi delik papuçlu ve... aşksız, arkadaşsız bir gazete musahhihi olmak için var olmuştu? Umutların, hayallerin, projelerin -yedi rengi bin bir birleşim ile- ışıl ışıl aydınlattığı gelecek yılların billurları, içlerinden böyle soluk benizli, ezik ve horlanmış yarınlar çıksın diye mi yetmiş sekiz'in rüyalarına sıra sıra dizilmişti? Yetmiş sekiz sıgaram olmayışına l(net okuya okuya bütün sıgaralarımı içtim, bitirdim; sonra da, uykuysa, uyumak bir m(rifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum.
__________________ Besiktas JK . | ||
19-01-2007, 22:57 | #10 | ||
Üyelik tarihi: Mar 2006
Mesajlar: 17.217
Tecrübe Puanı: 37 | KİRAZ AĞACINA BAKAN EV Tito öldü!.. Tito öldüüü!.. Titoooo!.. Öldüüüü!.. 4 Mayıs 1980. Yasmina penceresini araladı; aşağıda uzayıp giden dar sokak boyunca elindeki gazeteyi sallayarak koşan, bir yandan da, “Tito öldü!” diye bağıran genci izledi. Beklenen haberdi. Perdeler açıldı; kadınlar, adamlar, çocuklar. Camdan cama bakışlar, bazı kısa konuşmalar. Sessizlik dedikleri buymuş, Yasmina'ya uğultuymuş gibi gelen. Balkanlar'ın partizan “baba”sı yoktu artık. Yine de beklenmedik bir haber gibiydi. Çünkü ne zaman beklenmedik bir haber alsa, bacakları karıncalanırdı Yasmina'nın. Şimdi de karıncalanıyor. Alt dudağını ısırdı, epeyce bastırdı, epeyce acıdı, epeyce acıdığını fark etmedi, gencin yittiği köşe başına bakarak öylece durdu, kalakaldı. Dudaklarından çıkıveren, “Eyvah!” kendisinin bile duyamadığı.... “Endişe edecek bir şey yok,” dedi Milan Mihayloviç, yattığı yerden kalkmadan, gözlerini açmadan. “Değişen bir şey olmayacak. Her şey eskisi gibi devam edecek.” İçten içe kıpırdayan bir rahatsızlık, evlerde, işyerlerinde, sokaklarda, bir hayaletin ruhu gibi dolanmaktaydı. Efsaneler masallara, masallar tarihe, tarih bugüne karışıyor, bilenler bilmeyenlere anlatıyor, büyükler küçüklere öğretiyor, ülkenin asıl sahipleri ile asıl olmayan sahipleri yeniden keşfediliyordu. Kapı eşiklerinde, evlerde, otobüslerde, işyerlerinde herkes aynı konuyu konuşuyordu ve herkesin sorduğu tek bir soru var: Şimdi ne olacak? Şimdi ne olacak? Böylece geçti, seneler geçti. Çocuklar, yarı saydam gözlerle çevrelerine bakan yetişkinler arasında büyüdüler. Büyüyen başka şeyler de oldu. O haber! Dün yayılmış gibi tazeydi. Gazetelerin kenar sütunlarına sıkıştırılan etnik grupların geçimsizlik haberleri, giderek daha geniş sütunlarda, daha büyük manşetler altında yer almaya başladı. Eskiden yalnızca işitilen, şimdi ise düpedüz karşı karşıya kalınan bazı olaylar var: Kosova Savaşı'nın altı yüzüncü yıldönümünde Kral Lazar'ın mezarı açıldı ve kemikleri köy köy dolaştırıldı. Savaşın yapıldığı meydana kan renginde bir anıt dikildi. Anıtın üzerine yazılanlar, düşündürmek şöyle dursun, tarih kitaplarını yeniden karıştırmak için yeterince akla yatkın bir sebep oluşturmuştu bile! “intikam almayanın dölü tutmasın! Toprağı kurusun!..” Aralarında belli bir uzaklık tutarak kıpırdayan gölgeler birbirine sokulmaya, yerin kulağı varmış da sanki, sesler fısıltıya dönüşmeye ve o soru çoğalmaya başladı. Daha hararetle, daha te dirgin, daha bulanık bakışlarla soruluyor artık: Allah aşkına söyleyin /Azize Hellender aşkına söyleyin dostum! Şimdi ne olacak? Yasmina mutfak penceresinin yanına sandalye çekti. Oturmasıyla kalkması bir oldu. Yapması gereken bir işi hatırlamış gibi hızla odaya yöneldi. Hafif bir horuldamayla uyuyan kocasına baktı. Adını geçirdi içinden: Milan Mihayloviç. Beyaz uzun sakalları birbirine karışmış, çocuk gibi kıvrılarak yatan bu Sırp erkeğinin koynuna girdiği ilk geceyi anımsadı. Ay şimdi olduğu gibi odayı aydınlatıyordu böyle, Yasmina dünmüş gibi anımsıyor. Milan Mihayloviç, Yasmina'nın saçlarını geriye atıyor, kulağına güzel sözler fısıldıyordu. Yirmi iki yıl boyunca hep fısıldadı Milan Mihayloviç. Fısıldayarak tatlım, fısıldayarak ne güzelsin, fısıldayarak seni seviyorum... Fısıldayarak Yasmina'nın bölük pörçük duyduğu sözcükler, içini rahatlatan sesler, nefesler... Ortodoks Kilisesi'ne bağlıydı Milan Mihayloviç. inancının gereklerini yerine getirir, sık sık değilse bile uzun aralar geçirmeden kiliseye gider, mumlar yakar, dileklerde bulunurdu. Eskiden beridir yaptığı gibi. Bu aralar Katolik Hırvatlara biraz sevimsiz göründüğünü sezebiliyordu ama yine de değişen ne var? Arada bir, her şeyin eskisi gibi olduğunu tekrarlamasından başka, ne? Yüzünde bir muziplikle gülümsüyordu. Eskiden olduğu gibi çorba içmeyi seviyor, eskiden olduğu gibi karısı yanında yoksa dışarıda vakit geçirmiyor, eskiden olduğu gibi günlük gazetelerini aksatmadan okuyor -insanoğlu boşu boşuna vesvese yapmayı ne kadar seviyor böyle! Kadınlar ne kadar seviyorlar kuşku duymayı! Hele bizim Yasmina! Hah hah! Karakaygısız bir tek gün geçirdi mi acaba!-, yüzünde babacan bir bilgelikle gülümsüyordu. Goran doğduğunda Yasmina oğlunu kollarına alıp koklayıp öpmüş, sonra da uzatıp, “Al onu Milan Mihayloviç,” demişti. “Senin kadar mükemmel bir Ortodoks olsun! Oğlumuzu takdis ettir!” O zaman Yasmina'nın hacı annesi içerlemiş, mutfağa kaçıp ağlamış, peşinden giden Yasmina'ya, “Beni hayal kırıklığına uğrattın kızım! Müslüman değilmişsin gibi yaptın! Allah'ın katında mahcup düşürdün beni! Gözümüzü yere indirdin!” demiş, bir daha da o eve adım atmamış fakat kendisini ziyarete geldiği zamanlarda da kızıyla münasebetini sürdürmüştü. Pek ağlamaklı, dokunaklı bir münasebet. “İntikam almayanın dölü tutmasın! Ocağı kurusun!” “Saçma!” demişti Milan Mihayloviç. “Üç-beş gözü dönmüşün sözüyle mi yani! Hah! Saçma!” Yasmina kocasının açık kalan belini örttü. Ay, Milan Mihayloviç'in yatağına girdiği ilk gecedeki gibi odayı aydınlatıyordu. İşte, her şey eskisi gibiydi sahiden de. Sahiden de öyleydi. Saatin tik tikları arasındaki zaman dilimi bile eskisi gibiydi. İşte bakın; dinliyor şimdi Yasmina; tik tak, tik tak, tik tak... Duydunuz değil mi; tik tak, tik tak... Çocuklar kapı önlerinde ip atlamaya, top oynamaya devam ediyorlardı fakat anneleri saklambaç oynamayın sakın, diye sıkı sıkı tembihliyor, neden, ne var? Yok yok! Kimse inandıramaz! Her şey aynıydı ama değildi! Ne Milan Mihayloviç'in fısıltılarıyla uçuşup evin her köşesine yayılan güvenlik hissi, ne de bahçedeki kiraz ağacına bakarken Yasmina'nın aklına gelenler... Televizyondaki adam, kocaman kocaman açılmış mavi gözlerini salonu hınca hınç dolduran kalabalığın yüzlerinde gezindirip, ellerini öne doğru uzatıp, “Who is who?” diye sordu! Who is who, kim kimdir, kim kimdir? Telefona yöneldi, ahizeyi kaldırdı Yasmina. Ne var, n'oldu? Yok bir şey! Goran'la konuşsun bakalım, sesi aynı mı, iyi mi, kötü mü, ne! Ne yapıyorsun, dedi kocası; sabahın kaçı olduğunu biliyor musun, dokunma çocuğa! Uyusun bırak, dedi. Sabahın kaçı olduğunu biliyor musun? Bilmiyor! Sabahın kaçı? Ha? Kaçı? Eyvah, her şey başkaydı sahiden de! Fakat neydi? Neydi? Yasmina yatağın ucuna ilişmiş, gözleri Milan Mihayloviç'in beyaz sakallarında, dudaklarım aralamış ve sanki ilk kez fısıldıyordu: “Şimdi ne olacak!” Ay, kiraz ağacının yaprakları arasından süzülerek perdeye, perdenin aralıklarından süzülerek odaya girmiş, yorganın koyu lacivert saten dokusuna konmuştu, yakamoz gibi... Milan Mihayloviç kıpırdadıkça oynaşan, yakamoz gibi. Sandalı sarıp sarmalayan...
__________________ Besiktas JK . | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
| |