![]() |
Ancak 25 Temmuz 1921’de, büsbütün hırpalanmamış bir Türk ordusu, Sakarya’nın doğusuna çekilmiş bulunuyordu. Öte yandan Yunanlılar zaferlerini abartılmış bir şekilde ilan ettiler. Papoulas, “Kral Constantine ordusunun Küçük Asya içlerine bir Yunan ordusunun nüfuz etmediği yerlere kadar girmesi” ile övünüyor, General Stratikos ise, “Kemalist ordunun akibeti böyle oldu, geriye kalan enkazın tamamen inhilali uzun sürmeyecektir” diyordu. Fakat 28 Temmuz 1921’de Kütahya’da Yunan Kalanının başkanlığındaki toplantıda konuşan Papoulas, “Türkler yok edilmemişlerdir, yalnız kayıpları çoktur. Gayenin elde edilmesi için Ankara ve Kızılırmak’a kadar ilerlemek lazımdır. Türkler Eskişehir’den çekildikten sonra barış istemediler” demek suretiyle zaferlerinin pek büyük olmadığını da ortaya koyuyordu. Yunan Harbiye Nazırının Atina’ya gönderdiği bir raporda, “Bir çok esirler, toplar ve bir miktar harb malzemesi elde ettik. Bunların hakiki miktarı henüz malum değildir” denilmekte ve Türklerin kaçmakta olduğu söylenmekte idi. Bazılarına göre Yunanlılar, yalnız Kütahya’da Türklerden 5000 esir, 168 top ve cephane arabası, 2000 deve ele geçirmişlerdi. Fakat bu savaşta bulunmuş ve bir kolorduya komuta etmiş olan Prens Andrea, gerçekleri daha iyi yansıtıyordu. |
Çünkü, o, “Benim bildiğime göre düşman 27’den fazla top kaybetmemiştir, zabtedilen tüfeklerin miktarı da nisbeten azdır” demekte ve Türklerin kaçmakta olduğunu değil, düzenli bir şekilde çekilmekte olduklarını söylemekte idi. Bununla beraber iki tarafın da kayıpları küçümsenemeyecek kadar büyüktü. Türklerin cephe gerisindeki kayıpları ise hem pek çok, hem de telafisi mümkün olmayan kayıplardı. Çünkü Yunanlılar, her zamanki gibi bu defa da, Türk köylerini yakarak; halkını süngüleyerek; kocalarının önünde Türk kadınlarını kirleterek; kocalarından ayırdıkları kadınları üç gün üç gece kendi askerleriyle baş başa bırakarak; 60 yaşındaki kadınlara bile tecavüz ederek; kütle halinde insanları kurşuna dizerek; yaralı esir askerlerin karınlarını deşerek, sağlamlarını da, birbirine bağladıktan sonra, ateşleyerek ve geri kalan halkı açlığa ve sefalete terk ederek ilerlemişlerdi. Fakat, tehdid tahkir, tecavüz, işkence hatta ölüm, değil Türk erkeğini, Türk kadınını bile yıldıramayacak, tersine olarak onların hınçlarını kamçılayacak ve fedakarlıklarını artıracaktı. |
Ancak, büyük bir toprak parçasının düşmana bırakılması ve öteki üzücü olaylar, Türk milletini yas ve mateme bürür ve fedakarlıklara iterken, Türkiye Büyük Millet Meclisinde kötü bir politik hava esmeğe başlamıştı. Özellikle Mustafa Kemal paşa’ya karşı olanlar, “Ordu nereye gidiyor; millet nereye götürülüyor? Bu harekatın elbette bir mesulü vardır; o nerededir? Onu göremiyoruz. Bugünkü elim halin, feci vaziyetin amil-i hakikisini ordunun başında görmek isterdik” diyorlardı. Bu şekilde konuşanların anlatmak istedikleri kimse de Mustafa Kemal Paşa idi. Gerçi Fevzi Paşa, Meclis’in gizli bir toplantısında, yenilgiden, “Erkân-ı harbiye-i Umumiye Reisi olmakla bizzat ben mes’ulüm. Hiçbir kumandan bundan mesul tutulamaz. Vereceğiniz cezayı şahsan şimdiden kabul ettiğimi arzederim” dedi ise de, mesele kapanmadı ve 4 Ağustos’daki gizli toplantıda bir Milletvekili, kürsüden, Mustafa Kemal Paşa “Ordunun başına geçsin” dedi. Bunun üzerine Mustafa Kemal paşa’yı sevenlerle sevmeyenlerin bu noktada birleştikleri görüldü. Muhalifler bu hali yani onun Başkomutan olmasını, tasfiyesi için bir fırsat sayıyorlardı. Çünkü onlara göre, Yunan taarruzunu durdurmak mümkün değildi ve yine onlara göre bu taarruzu durduramayacak olan bir Başkomutan, elbette gözden düşerdi. Meclisin çoğunluğu ise, Yunan ileri harekatını durdurabilecek olan kişinin sadece Mustafa Kemal Paşa olabileceğine inandığı için, onun Başkomutan olmasını istiyordu. |
Bu arada Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutan olmasını sakıncalı görenler de vardı. bunlara göre, yenik bir ordunun başına geçirilecek olan Mustafa Kemal Paşa’nın, Yunan taarruzunu durduramaması halinde, kurtuluş için şimdiye kadar kazanılmış ve yapılmış olan her şey mahvolmuş olacaktı. Onun için Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlığı en son tedbir olmalı idi, esasen, “Henüz vaz’iyyet-i umûmiye son tedbir, son çare ve son kuvvetlerin feda edilmesini istilzam edecek mahiyette” değildi. İşte bu tartışmalar arasında Mustafa Kemal Paşa, kendisine karşı duyulan yakınlığa teşekkür ettikten sonra Meclis Başkanlığına bir önerge vererek, Başkomutanlıktan meydana gelebilecek olan faydaları “Azami sür’atle istihsal edebilmek ve ordunun maddi ve manevi kuvvetini” artırmak için, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin haiz olduğu selahiyyetin, üç ay süre ile kendisine verilmesi şartiyle Başkomutanlığı alabileceğini bildirdi. Fakat onun bu isteği uzun ve sert tartışmalara yol açtı. Her şeyden önce Başkomutanlık unvanına itiraz edildi, bunun olsa olsa Başkomutanlık vekaleti olabileceği ileri sürüldü. Ayrıca Meclisin yetkilerinin, bir kimse üzerinde toplanmasının doğru olmadığı da iddia olundu. Fakat Mustafa Kemal Paşa, isteğinde direnmiş ve sonunda, 5 Ağustos 1921’de, ona istediği yetkileri veren kanun kabul olunmuştu. Bundan sonra Mustafa Kemal Paşa, birkaç cümle ile Meclis’e teşekkürlerini sundu ve “Düşmanları behemehal mağlüp” edeceğine dair olan inancının bir an olsun sarsılmamış olduğunu söylemek suretiyle dinleyenlerin içlerini serinletti. |
Öte yandan, 9 Ağustos 1921’de, ordu ve millete yayımladığı bir bildiride Türk milletini ve Türk ordusunu övüyor, hiç yoktan meydana gelmiş olan bu ordunun İnönünde Yunanlıları iki defa yendiğini, son savaşlarda da onlara büyük kayıplar verdirdiğini söyledikten sonra Büyük Millet Meclisinin, kendisini geniş yetkilerle Başkomutanlığa getirdiğini, amacın da Yunan ordusunu “Anayurdumuzun harîm-i ismetinde” boğmak olduğunu belirtiyor, bunu sağlamak üzere her çareye baş vurulacağını açıklıyordu. Gerçekten Mustafa Kemal Paşa, 7, 8 Ağustos’ta “Tekalif-i milliye” adı altında 10 emir çıkardı. Bunların birincisi ile “Tekalif-i Milliye Komisyonları” kurulmuştu. Bu komisyonlar, Başkomutan tarafından verilecek olan emirleri uygulayacak ve “Bu suretle seferber ordu ihtiyacını temin edeceklerdi”. Nitekim bu komisyonlar, Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği emirlere uyarak, bedeli sonra ödenmek üzere, halkın ve tüccarın elinde bulunan yiyecek, giyecek maddelerinden yüzde kırkını, “Öküz ve at arabalarının yüzde onunu, binek ve taşıt hayvanlarının yüzde yirmisini” aldılar. Bundan başka “Her evden bir kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık” istediler. |
“Tekâlif-i Milliye” emirleri pek şiddetli idi. Bunlardan yedi numaralarında “Cins, mezhep, sunûf ve meslek”i ne olursa olsun, cinsleri tayin edilen silahların üç gün içinde “Mahalli Tekâlif-i Milliye Komisyonu”na teslim edilmek suretiyle “Hükümete terk ve teberru’u” isteniyor, elinde bu çeşit silah bulunup da vermeyenlerin dördüncü gün asılacakları tebliğ olunuyordu. Gerçi, bu şiddetli tutuma rağmen bazı bozguncular ortaya çıktı. Fakat bu gibiler, Samsun, Konya, Eskişehir ve Ankara’da kurulmuş olan “İstiklâl Mahkemeleri”nin çok şiddetli hükümleriyle karşılaştılar. Verilen emirleri yerine getirmeyen ve “Sû-i isti’mâli görülen” devlet memurları da, “Hiyânet-i vataniye” suçu ile yargılanarak cezalandırıldılar. “Tekâlif-i milliye emirlerinin” zamanında ve eksiksiz olarak uygulanması, Sakarya doğusuna çekilmiş olan Türk ordusunun ihtiyaçlarını gidermekte büyük faydalar sağladı. Fakat şurasını mutlaka belirtmek gerekir ki, Türk Milletini büyük fedakarlıklara sevk eden sadece emirler, kanunlar ve cezalar değil, onun başka milletlerde görülmeyen nitelikleri idi. Bunlar, vatanın tehlikeye düştüğü zamanlarda hemen kendini gösteriyor ve bu yüzden mucizeler meydana geliyordu. İşte Sakarya Savaşının arafesinde de böyle şaşırtıcı bir hal oldu ve her sınıf halk, kendine düşen görevi, gücünün çok üstüne çıkarak, başarmaya çalıştı. |
Bundan dolayı Türk kadını omuzlarında mermi taşımış, silah ve cephane yüklü kağnıların idaresini eline almıştı. Bu kadınlar silah ve cephaneye, çocuklarından fazla değer veriyor; araba kırıldığı vakit, arabadaki silah ve cephaneyi gerektiği yere kadar sırtlarında götürüyorlardı. “Halk, minarelerden askere yazılmaya” çağırıldığı vakit, hemen göreve koşmuş ve sevk edilecek oldukları yerlere kadar yaya gitmişti. Fakat bazen bunlara verilecek silah bile bulunamamıştı. Un bulamadıkları zaman bu insanlar, kaynamış veya kavrulmuş buğday ile karınlarını doyuruyorlardı. Ordunun ihtiyaçlarının sağlanmasında Refet Paşa’nın da büyük payı vardı ve bu yüzden takdire değer görülmüştü. Bununla beraber Türkler için durum çok nazik ve kritik görünüyordu. Çünkü, bütün çabalara rağmen, Türk ordusu ile Yunan ordusu arasındaki araç ve gereç farkı giderilememişti. Özellikle iki ordudaki top, makineli tüfek ve uçak sayısı, birbirleriyle karşılaştırılamayacak durumda idi. Bundan başka Yunan ordusu demiryolları ile denize ve bu suretle de İngiltere’nin zengin kaynaklarına bağlı idi. |
Donanımı çok noksan olan Türk ordusunun kaynakları ise, Birinci Dünya Savaşından yorgun ve bitkin çıkmış olan fakir Anadolu halkına dayanıyordu. Bu ordunun ulaştırma araçlarını genellikle, kağnılar, develer teşkil etmekte idi. Anlaşılıyordu ki, bu defa da iki ordu farklı şartlar altında döğüşeceklerdi. Onun için sonuç aleyhte olabilir, hatta Ankara’nın düşmesi bile beklenebilirdi. Ancak hiçbir şey, Türkiye’yi ve Türkleri kurtarmaya karar vermiş olanları, bu kutsal amaçlarından vazgeçiremedi. Onlara göre Sakarya doğusuna çekilmiş olan Türk kuvvetleri, gerekirse Kızılırmak’a kadar geri alınabilir ve kurtuluş hareketine devam olunabilirdi. Bu sebepledir ki, Kayseri’nin hükümet merkezi olması kararlaştırılmış, Büyük Millet Meclisi’nin yapacağı toplantılar için Kayseri lisesi binasında gerekli tertipler alınmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisine ait basım makineleri bile yola çıkarılmıştı. Halk da, bulabildiği taşıtlarla Kayseri ve Çankırı’ya doğru göç ediyordu. |
Kütahya – Eskişehir Savaşından sonra Yunanlılar, Türk ordusunun yenilmediğini anlamış, kazançlarının sadece birkaç şehir ile biraz topraktan ibaret olduğunu görmüşlerdi. Onlar, bu başarının yeter olmadığını ve Türk ordusunu bir meydan savaşında yenip dağıtmadıkça maksatlarının gerçekleşemeyeceğini de biliyorlardı. Bu sebeple, 9 Ağustos’ta “Paris Konferansının tarafsızlık kararı vermesine, aynı tarihli Times gazetesinin, “Yunanlıların vazifesi her gün biraz daha güçleşiyor” diye kendilerini uyaran bir yazı yazmasına, hatta 10 Ağustos’ta Lloyd George’un “Sévres Muâhedesi yırtılmış olduğundan silah ticareti serbesttir” demesine rağmen Yunanlılar, Ankara’ya doğru ilerleme fikrinden vazgeçmediler. Ancak Kütahya – Eskişehir Savaşındaki kayıplarını gidermek ve “İleri yürüyüş esnasında uzayacak menzil hatları üzerinde lazım gelen tertibatı yapmak için” bu savaştan sonra Eskişehir’de 15-20 gün oyalandılar. Fakat, M. Kemal Paşa’nın Fevzi Paşa ile birlikte, Polatlı yakınında Alagöz köyündeki karargahına giderek Başkomutanlığa başlamasından bir gün sonra yani 13 Ağustos 1921’de yeniden harekete geçen Yunanlılar, 14 Ağustos’da Sivrihisar’ı işgal ettiler, |
15 Ağustos’da da Yunan Kralı askerlerine Ankara’yı hedef olarak gösteren emrini verdi ve “İngiliz irtibat subaylarını” Ankara’da vereceği ziyafete çağırdı. Halbuki, 16 Ağustos’da Avam Kamarasında Lloyd George, Yunanlıların hiç de lehinde yorumlanamayacak bir konuşma yapmıştı. Buna rağmen, 10 piyade ve 1 süvari tümeni ile Yunanlılar “Porsuk suyunun kuzeyinden ve güneyinden ve Sakarya’nın yukarı kısmı güneyinden” doğuya doğru yürümüş ve hiç de engelle karşılaşmadan yürüyüşlerine devam ederek 17 Ağustos’da Sakarya’nın batısındaki Türk kuvvetleriyle temasa gelmişlerdi. Buradaki Türk kuvvetleri süvari ve piyadelerden kurulmuş müfrezeler idi, görevleri de Yunan ileri hareketini “mümkün olduğu kadar” geciktirmekti. Onun için bu birlikler yavaş yavaş geri çekiliyorlardı. İşte bu sıralarda, 21 Ağustos’da, Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’dan, moral takviye edici bir yazı geldi. Bu yazıda, “Yaptığımız istiklal muharebesidir. Vatanımızda bir dağ ve bir fedakar kalsa dahi kavgamız devam edecektir” denildikten sonra, düşmanın üstün kuvvetleri karşısında nasıl hareket edilmesi gerekeceği açıklanıyor ve “Şu veya bu mevziin müdafaasının” düşünülmemesi, düşmanı yıpratmak için her çareye baş vurulması, “Düşmanın cenahlarından birinde faik kuvvetler toplayarak” orada düşmana gerekli darbenin indirilmesi tavsiye ediliyordu. |
13 Ağustos’dan 23 Ağustos’a kadar önemli bir harekette bulunamayan ve fakat daha önce almış oldukları tertiplerin yanlışlığını anlamış olan Yunanlılar, bu süre içinde yeniden tertiplenmişlerdi. Buna göre onlar Türk ordusunu, sol kanadını kuşatmak suretiyle “imha etmek” istiyorlardı. İşte bu planı gerçekleştirmek üzere Yunan ordusu, 23 Ağustos 1921 sabahı bütün askerlik bakımından önemi olan tepelerden bazılarını, bu arada Mangal Dağını ele geçirdi ve bütün çabalara rağmen bu dağdan geri atılamadı. 24 ve 25 Ağustos Savaşları çok kanlı oldu, 25 Ağustos’da Türbetepe, iki taraf arasında alınıp verildi, büyük kayıplara sebep oldu ve sonunda Türklerde kaldı. Bununla beraber Yunanlılar, ertesi gün, şiddetli bir saldırıya geçtiler. O gün “Yunan ordusunun kuşatmadan çok çevirmeye benzeyen hareketleri en son noktaya varmıştı”. Grup komutanlarının raporlarını da dikkate almış olan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa’ya, orduyu daha gerilerde sağlam bir çizgiye çekerek savunmanın orada yapılmasını teklif etti ise de Fevzi Paşa bunu kabul etmemiş ve “Adım adım savunmakla başarılı sonuca varılacağını” söylemişti. Bunun üzerine Batı Cephesi Komutanı, “Gece yarısı yayımladığı emirle Grupların, bulundukları yerlerde savunmalarını” bildirdi |
Halbuki, 27, 28 ve 29 Ağustos’da Türk kuvvetleri çok sıkışık bir duruma düşmüş ve yanlış düzenlendiği iddia olunan Türk savunma hattı, yer yer parçalanmıştı. Gerçekten yüz kilometre uzunluğundaki bu hat üzerinde yapılan savaşlarda, sol kanadaki Türk kuvvetleri, Ankara’nın 50 kilometre güneyine kadar itildi ve batıya doğru kurulmuş olan Tük cephesi, yön değiştirerek güneye döndü. Bunun üzerine bütün cephedeki Türk kuvvetleri biraz daha gerideki bir hatta alındı. Bundan umutlanan Yunanlılar 30 ve 31 Ağustos’da şiddetli ve başarılı saldırılarda bulundular. Fakat bu günden sonra Yunanlılar, Türk sol kanadına karşı giriştikleri taarruzdan vaz geçerek 1 Eylül’de Türk kuvvetlerinin sağ kanadı ile merkezine saldırdılar. 2 Eylül’de aynı hareket devam eti. Çal dağı Yunanlıların eline geçti. Türk kuvvetleri Çal dağının 500 – 1000 metre doğusundaki bir hatta çekildi ve bu suretle çok kritik bir durum ortaya çıktı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa bile umudunu yitirmiş görünüyor, “Geri çekilme emri verip vermemekte tereddüd ediyordu”. |
Ancak cephede umudunu kaybetmemiş ve zafere olan inancı sarsılmamış olan tek bir komutan vardı. herkesin güvenini kazanmış olan bu komutanın, o gece saat ikide Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı bir telefon konuşması, sonucu nereye varacağı kestirilemeyen ve pek kanlı bir surette devam etmekte olan Sakarya meydan savaşının seyri üzerinde her halde büyük bir etki yapmıştı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın en sinirli halde bulunduğu ve neye karar vereceğini kestiremediği bu saatlerde, telefonun öteki ucundan Fevzi Paşa, durumun Türkler lehinde olduğunu ve Yunanlıların çekileceklerini bildiriyordu. Fevzi Paşa’nın görüşü isabetli idi. Çünkü Yunanlılar ertesi gün yani 3 Eylül’de sukunet içinde kaldılar. Gerçi 4 ve 5 Eylül’de de saldırılarını sürdürdüler. Fakat bu taarruzlar, büyük kayıplar verdirilmek suretiyle durduruldu. Bundan sonradır ki, “Taarruza devam kabiliyet ve kudretinden mahrum” kalmış ve bütün cephe üzerinde taarruzdan vazgeçerek savunma haline geçmişlerdi. Türk ordusu, onların savunmadaki direnme derecelerini yoklamak için, 6 Eylül’de bir taarruz yapmış ve bu hareketini 8 Eylül’de de tekrarlamıştı. Her iki taarruzda da başarı kazanıldığı için Türk komuta heyetince “Düşman ordusunun tepelenmesi zamanının geldiğine kanaat getirildi ve bu sebeple de 10 Eylül 1921’de “Beylikköprü şarkında” genel taarruza geçildi. Bu taarruzdaki başarı pek büyük olmuş ve düşman, mevzilerini bırakarak, Beylikköprü’ye doğru çekilmeye başlamıştı. 12 Eylül’de yapılan şiddetli taarruzdan sonra ise, morali büsbütün bozulan düşman birlikleri, “Artık muntazam bir ric’at manzarasını da kaybederek perişan bir halde bir an evvel nehrin garbına atılmaktan başka bir şey” düşünmedi. |
13 Eylül 1921’de Sakarya’nın doğusunda artık Yunan kuvveti bulunmuyordu. Gerçekten 11 Eylül’de Yunan kolordularına, çekilmeleri için emir verilmişti. Bazı Yunan komutanları ve bu arada Sariyanis’in dediği gibi oyun kaybedilmiş ve 1683 tarihinde başlamış olan hayasız bir akının son kanlı ve korkunç dalgası, 1922 Eylül’ünde Sakarya’nın bu kesiminde kırılmıştı. Sözün kısası, uzun süreli ve büyük bir meydan savaşı kazanılmıştı. Bu sonucun alınmasına, Başkomutan’ın, “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüz’i tam, bulunduğu mevzi’den atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüz-i tam, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder” prensibinin uygulanması ve istenilen noktada düşmanla savaşmak, “Evvela onu çarpmaya mecbur etmek ve çarptıkça kırmak” taktiği; Fevzi Paşa’nın “Muharebe meydanlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulunmuş ve pek isabetli ve değerli tedbirlerini mahallinde gerekenlere tebliğ” etmiş olması; İsmet Paşa’nın “Yorulmaz bir azim ve iman ve faaliyetiyle gece gündüz harekatın ufak noktalarına varıncaya kadar nafiz” olması ve ordusunu fevkalade bir suretle sevk ve idare etmesi; Müdafaa-i Milliye Vekili Re’fet Paşa’nın, bu savaşın süresi boyunca “Ordunun ihtiyaç duyduğu her şeyi muvaffakiyetle ve zamanında” yetiştirmesi; öteki komutanların birbirleriyle “Müsabaka edercesine fedakarlık, kahramanlık ve dirayet” göstermeleri; Türk subaylarının ölümü hiçe sayarak ateş ve çeliğe karşı göğüslerini siper etmeleri; Türk erlerinin ise “Meth-ü senânın” çok üstündeki fedakarlıkları sebep olmuştur. |
Bu savaşta Yunan ordusunun taarruz kudreti kırılmış ve üçte biri yok edilmişti. Yunan ordusunun daha sonra uğrayacağı büyük felaketin bir başlangıcı sayılan bu savaş, aynı zamanda, Yunan ordusu ile Yunan milletinin zafere olan inançlarını yok eden bir savaştır. Böyle olmakla beraber bu savaşın sonunda Yunan Kralı askerlerine hâlâ, “Düşmanın kalbine vurdunuz, esarette bulunan kardeşlerinizi kurtarmak için ve ecdadlarınızın (cedlerinizin, denmek lazımdır) şanlı eserler vücuda getirdiği memlekete yeniden medeniyet götürmek için kanınızı döktünüz, kıymetli olan kanınızı döktünüz” gibi yersiz sözler söylerken Başvekil Gounaris de ondan daha manalı konuşmuyordu. Fakat askerler, yenilmiş olduklarını kabul ediyor ve bunun için bazı sebepler gösteriyorlardı. General Papoulas, yenilmenin sebeplerini, Türk ağır toplarının çokluğunda ve üstünlüğünde buluyordu. Albay Bujac ise bu yenilginin sebeplerini Yunanlıların, “Kendi kuvvet ve vasıtalarına gurur ile güvenmelerine”, düşman kuvvetini daha aşağı bir değerde görmelerine ve Yunan ordusundaki komuta heyetinin yetersizliğine bağlamaktadır. Yunan Generali Xsenefon Stratikos ise “Gazi Kemal, etrafındaki zabitlerle Türkiye’nin son kalesini müdafaa etti; önüne geçilmez azm-ü irade ile onu kurtarmak istedi. Yunan faaliyetinin pek gerilmiş olan sinirleri Ankara önündeki sinirler karşısında tamamiyle gevşedi”… “Yunan azm ve iradesi, Kemal’in azm-ü iradesini daha kuvvetli görerek önünde baş eğdi” demektedir. |
12 Eylül 1921’de cepheden gönderilen bir telgraf, Ankara’ya zaferi müjdelemiş ve bu suretle Tanrı’nın, “Ehl-i Salîb’in asırlarca evvel ta’kib ettiği dini gayeleri ihya etmek için” kendisinin Hazret-i İsa tarafından memur edildiğini sanan Kral Constantin’e ve ordusuna değil, Türklere yardım ettiği anlaşılmıştı. Fakat düşmanın ordusunu gerektiği şekilde takip etmek mümkün olmadı. Çünkü Türk ordusunun “o günkü hali; durumu; şartları ve vasıtaları” buna müsait değildi. Ayrıca Yunanlılar, kendi ordularının “Pek o kadar ta’ciz edilmeden geri çekilebilmesini ve Eskişehir’le Afyonkarahisar önlerinde tedafüi bir cephe kurabilmesini, sırf geçilen yerlerin yakılması gibi vahşiyane bir taktiğe borçlu idiler”. Kazanılan büyük zafer yurdun her yanında çeşitli surette kutlanırken, aynı zamanda birer milletvekili olan Fevzi (Çakmak) Paşa ile İsmet (İnönü) Paşa, 14 Eylül 1921’de Büyük Millet Meclisi Başkanlığına bir önerge vererek, Sakarya zaferinin büyük kahramanı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya, Osmanlı imparatorluğunun en büyük askeri rütbesi olan Müşirlik rütbesiyle Gazilik unvanının verilmesini istediler. Bu isteği Meclis, 19 Eylül 1921 tarihinde yerine getirdi. |
Sakarya Zaferinden Sonra Ankara, İ’tilâf Devletleri ve Yunanistan. Türkiye’de Savaş Hazırlıkları ve Taarruz Plânı Sakarya zaferinden sonraki iç ve dış olayları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür: I- Sakarya zaferinden hemen sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir ahenksizlik baş gösterdi, özellikle, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık yetkisini sürdürmek için meclis’e sevkedilen kanun müzakereleri sırasında bazı milletvekillerinin muhalif tutum içine girdikleri görüldü. Gerçi kanun kabul edilerek Başkomutanlık süresi, 5 Kasım 1921’den itibaren üç ay daha uzatılmış oldu. Fakat muhalefet devam etti ve bir an geldi ki, “Ta’kîb olunan askeri siyaset nedir?” diye sorulan bir soru ile belirli bir hal aldı. Soruyu soranlar, “Behemahal muharebeye devam ile netice alınması mümkün müdür? Mümkün olmadığı ihtimaline nazaran, daha şimdiden başka tedbir ve çarelere” başvurmak ve “İçinde bulunduğumuz badireye nihayet vermek münasip olmaz mı?” demek istiyorlardı. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu meselenin ne hükümette ne de Grupta tartışılmasına izin verdi. Bundan dolayıdır ki, soruyu soranlar istifa ettiler. |
Ancak Başkomutanlığın ve Genelkurmay Başkanlığının Ankara’da karargah kurmasını bile eleştiren muhalifleri, tatmin etmiş olmak için Mustafa Kemal Paşa, batılı devletlerin Türkiye hakkındaki gerçek düşüncelerini öğrenebilmek, Türk milli davasını onlara anlatabilmek ve o zamanki bir deyimle “Tenvir ve tenevvür maksadıyla”, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Beyi Avrupa’ya göndermeyi faydalı mütalea etmişti. Yusuf Kemal Bey, önce İstanbul’a uğrayacak, İstanbul Hükümeti Hariciye Nazırı İzzet Paşa ve arkadaşlarıyla, hatta gerçek bir istek gösterildiği takdirde, Padişahla görüşecek, Büyük Millet Meclisinin, Hilafet makamına olan bağlılığını muhafaza ettiğini ve edeceğini, söyleyecek, buna karşılık Padişahın, bu meclisi tanımasını isteyecekti. Bundan başka Yusuf Kemal Bey, İzzet Paşa ve arkadaşlarına “Aynı hedefe yürümeyi” ve işbirliği yapmayı teklif edecekti. 7 Şubat 1922’de Ankara’dan hareket eden ve 15 Şubatta, İngilizlerin hazırladığı özel bir trenle İstanbul’a varan Yusuf Kemal Bey’in orada geçirdiği günler içinde yaptığı konuşmalardan bir sonuç alamadığı ve İstanbul hükümetinin de kendi başına hareket etmeyi daha faydalı bulduğu görüldü. Gerçekten, bu sıralarda İngiltere’nin İstanbul’daki Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Osmanlı Hariciye, Nazırını (Dışişleri Bakanı) ziyaret ederek, “Lord Curzon’un kendisini kabule müheyya olduğunu” bildirmişti. |
Bu durum karşısında İstanbul Hükümeti işin gereğini düşünmüş ve bu davete katılmamayı sakıncalı gördüğü için, Ahmet izzet Paşa başkanlığında, “Mütareke Komisyonu reisi Ethem, kalem-i mahsus müdürü Haydar ve kâtip Kadri Beylerden” kurulan, bir heyetin hemen yola çıkarılmasını ve fakat “Ankara heyetiyle ahenk ve uygunluk sağlanmasına gayret edilmesini hal ve maslahata muvafık” görmüştü. Ahmed İzzet Paşa heyeti bu talimatla, kara yolundan, hemen Paris’e hareket etti. Anlaşılıyordu ki, İstanbul hâlâ kendini her şeyin üstünde görmekte, fakat milli menfaatları korumak üzere Ankara ile ahenk içinde bulunmayı da gerekli saymakta idi. Ancak onların tutumu Ankara’ca hoş karşılanmamış ve İstanbul’un yerilmesine sebep olmuştu. Öte yandan 7 Martta Marsilya’ya varan ve orada Franklin Bouillon ile görüşen Yusuf Kemal Bey, daha sonra Paris’te, Poinacaré ile de konuştuktan sonra Londra’ya gitmişti. Burada verdiği bir demeçte, “Ankara ile İstanbul arasında fikir birliği var. Ben yalnız İ’tilâf devlet adamlarıyla fikir teatisi için geldim” diyen Yusuf Kemal Bey, 16 Martta Lord Curzon ile de konuşmuştu. Fakat ne Poincaré ne de Lord Curzon, Türk milli davasını henüz kabul edecek halde değillerdi. Nitekim, Fransız devlet adamları, Türklere sempati göstermekle beraber, müttefikleriyle birlikte hareket etmeyi daha uygun buluyor ve bu sebeple de Misâk-ı Millîyi kabul ettiklerini açıkça söylemiyorlardı. |
Bununla beraber Türk askeri müşavirler, Fransa’dan, acele “Silah ve malzeme” elde etme teşebbüslerinde pek başarılı olmuşlardı. İngilizlere gelince onlar, bir Türk taarruzundan çekindikleri için, müttefikleriyle birlikte kendilerinin de, Yunanlıların Anadolu’dan ayrılmalarını esas itibariyle kabul ettiklerini, yakında Müttefik Devletler Dışişleri Bakanlarının toplanarak bu hususu karara bağlayacaklarını ve fakat her şeyden önce Türklerle Yunanlılar arasında bir mütarekenin imzalanması gerektiğini söylüyorlardı. Her ne kadar Yusuf Kemal Bey, “Konferansın evvela Anadolu’nun tahliyesine karar verip tarafeyne tebliğ etmesinin mütarekeden daha kuvvetli olacağını” söyledi ise de Lord Curzon, mütareke fikrinde ısrar etmişti. Anlaşılıyordu ki, sadece politik yollardan yürüyerek Türkiye meselesini halletmek mümkün değildi ve bunun böyle olduğunu daha önceden kestirmiş olan Mustafa Kemal Paşa, kurtuluşun kesin bir zafere bağlı olduğunu kabul ediyordu. Ancak muhalifleri böyle bir zafere şüpheli gözlerle bak4ıyorlardı. “Meclis müzakerelerinin hüsn-i cerayanını te’min” maksadiyla kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk Grubundan ayrılmış ve dıştaki bazı muhaliflerle birleşerek “İkinci Grub’u” kurmuş olan bu muhalifler ise gittikçe tehlikeli bir hal almışlardı. Özellikle bunlar, “Meclisde ordu aleyhinde bir cereyan vücûde” getirmek istiyorlardı. |
Bundan ötürü yerli yersiz eleştirmelerde bulunan ve Türk ordusu savunma yapabilir, fakat taarruz edemez diyen bu kişiler, Sakarya savaşından bu yana aylar geçtiği halde, ordunun neden taarruz etmediğini soruyor, “Hiç olmazsa sınırlı ve belirli bir cephede bir taarruz yapılmalıdır ki, ordumuzun taarruz kabiliyeti olup olmadığı anlaşılsın” diyorlardı. Bunlardan bazıları ise, Yunan ordusunun yenilmesiyle maksadın hasıl olamayacağını söylemeye ve ordunun Irak kuzey sınırında toplanarak İngilizlere taarruz etmesi gerekeceğini propagandaya başlamışlardı. Onun için Mustafa Kemal Paşa, bu gibileri, önce 1 Aralık 1921’de sonra da 4 Mart 1922’de Mecliste yaptığı konuşmalarla uyardı; siyasi müzakerelerle bir sonuç alınamayacağını, “Halâs için, istiklâl için”, eninde sonunda düşmanla vuruşmak gerekeceğini söyledi, bundan başka karar ve çarenin olamayacağını, Türk ordusunun da kararının taarruz olduğunu açıkladı, fakat buna rağmen muhaliflerini girdikleri yoldan geri çeviremedi. Nitekim Mayıs ayının beşinde sona erecek olan Başkomutanlık Kanununun yeniden uzatılması işi 4 Mayıs Perşembe günü Mecliste tartışıldığı vakit 72 Milletvekili, ilgili kanundaki yetkilerin kaldırılmasını istemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın bulunmadığı bu toplantıda oylamaya sunulan bu kanuna, o esnada Mecliste bulunan 170 Milletvekilinden 114’ü olumlu oy kullanmış, altısı reddetmiş ve 23 kişi de çekimser kalmıştı. 27 Milletvekili ile, Mecliste bulunmalarına rağmen oylarını kullanamayacaklarını bildirdiler. |
Geri kalan Milletvekilleri Meclise girmemek suretiyle “Nisâb-ı müzâkerenin te’sisine ve inta-cı muâmeleye mani” oldular. Bu yüzden mesele 6 mayıs Cumartesi gününe kalmış oldu. Meclis’in çok ilginç olan bu tutumu karşısında Mustafa Kemal Paşa, bazı arkadaşları ile durumu tartışmış ve “Bu gibi menfi hareketlere karşı” ne yolda hareket edilmesi gerekeceği hakkında Kazım Karabekir Paşa’dan mütalea istemişti. Çünkü, “Ordu, Meclis re’yini izhâr ettiği dakikadan i’tibâren Başkumandansız kalmıştı”. Ayrıca yapılan eleştirmelerden ve mey dana gelen durumdan üzüntü duyan hükümet ile Genel Kurmay Başkanı da isti’faya kalkışmıştı. Böyle olduğu takdirde, “Memleketin genel idaresinde” düşünülmeye değer bir bunalım meydana gelmesi tabii idi. Onun için Mustafa Kemal Paşa, memleketin yüksek menfaatlerinin ve güdülmekte olan genel maksadın zarar görmesini önlemek amacı ile Başkomutanlıktan ayrılmamaya karar vermiş, bu kararını hükümete de bildirerek, hem hükümetten, hem de Genel Kurmay Baş Başkanından daha yirmi dört saat görevlerinde kalmalarını rica etmişti. Ertesi gün yani 6 Mayıs’ta, Meclis’in yaptığı gizli toplantıda Gazi Mustafa Kemal Paşa, geniş bir açıklama yaparak, o günkü durumun nezâketini anlattı, Meclis’dekj “Tarz-ı hareketin orduyu inkısâma ve hükümeti de akamete” götüreceği ihtimali üzerinde durdu, bu hale de milletin razı olamayacağını” belirtti. Bu açıklamadan sonradır ki, gerçeklerle büsbütün karşı karşıya kalan Milletvekilleri 177 oyla, Başkomutanlık kanununu, kabul ettiler. Fakat aynı muhalifler, 8 Temmuz 1922 tarihli bir kanunla, “Vekiller ile Hey’et-i Vekile Reisinin ayrı ayrı ve doğrudan doğruya Meclis tarafından” seçilmesini sağlamayı başardılar. |
Halbuki bu tarihe kadar kabine üyeleri, Mustafa Kemal Paşanın, Büyük Millet Meclisi Başkanı sıfatıyla, aday olarak gösterdiği Milletvekilleri arasından seçilmekte idi ve Büyük Millet Meclisinin Başkanı aynı zamanda “İcra Vekileleri Hey’etinin” yani hükümetin de başkanı idi. Şu halde muhalifler, yeni kanunla Mustafa Kemal Paşa’yı, Hükümet başkanlığından ve İcra Vekilleri için aday gösterme hakkından yoksun bırakmışlardı. Bu durum karşısında hükümet isti’fa etti, Mustafa Kemal Paşa da, Milletvekillerinin, kendi hakkındaki düşüncelerinin serbestçe açıklanabilmesini sağlamak amacıyla Meclis Başkanlığından ve Başkomutanlıktan çekilmeyi düşündü ve bu düşüncesini Kazım Karabekir Paşa’ya bildirdi. Bununla beraber Gazi Mustafa Kemal Paşa, belki de bazı tavsiyelere uyarak, ne Başkomutanlıktan ne de Meclis Başkanlığından ayrılmış, tersine olarak yeni hükümetin kurulmasıyla pek yakından meşgul olmuştu. |
2 — Sakarya zaferinden sonra Batılı devletlerin Türkiye hakkındaki düşünceleri daha başka bir şekil aldı, Yunanlılara karşı tutumları değişti ve bu hal, İngiltere’de pek açık olarak görüldü. Nitekim, Avam Kamarasında Albay Walter Guinnes, müttefik gibi kabul ettiğimiz Yunanlıların, Londra Konferansı kararlarını kabul etmemeleri, 1921 haziranında Lord Curzon tarafından yapılan aracılık teklifini reddetmeleri ve bundan sonra da Türklere karşı taarruza geçmeleri, artık kendilerine müttefik işlemi yapmamıza imkân bırakmamıştır. Mademki, “Yunanlılar bu kadar serkeştirler. Bir hall suretini bunlara kabul ettirmek için yegâne çare ekonomik bir ablukadır demişti. Bundan başka 26 Ekim 1921’de bir geziye çıkarak Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’yı ziyaret ettikten sonra Hindistan’a da uğrayan İngiliz Veliahdı, oradaki karışıklıkları Kral George V. ile Hindistan işlerine bakan Nazır Montagu’ye ve Hindistan’daki Kral vekili Reading’a bildirmişti. Kral tarafından kendisine verilen cevapta, “Savaş ve Türkiye’deki durumla Montagu’nun reformları hiç şüphesiz bugünkü huzursuzluğu yaratmıştır” deniliyordu. Ayrıca Gandhi’nin ve Nehru’nun bu memlekette çıkardıkları karışıklıklar, 1922 yılında tehlikeli bir hal almış ve Gandhi’nin Müslüman Hindileri arkalaması ve onların isteklerini kendi politikasının bir gereği imiş gibi sayması İngiltere’yi, Türk meseleleri karşısında çok güç duruma düşürmüştü. |
. Çünkü, “Ahmedâbad’daki Milli Hind Kongresi, İstanbul’un boşaltılmasını, İzmir’in ve Edirne ile birlikte Doğu Trakya’nın Türkiye’ye geri verilmesini” ısrarla istiyordu. Müslüman liderlerin devamlı baskısı altında bulunan Kral vekili Lord Reading, 1 mart 1922’de Nazır Montagu’ya gönderdiği bir telgrafta, “Müslüman halk duygularının çok gerginleştiğini söylüyor” ve “İstanbul’un boşaltılması, kutsal topraklar üzerinde Pâdişah’ın egemenliğinin tanınması ve Müslüman Edirne de olmak üzere Doğu Trakya’nın, ayrıca İzmir’in de geri verilmesi gerektiğini” bildiriyordu. Montagu, kabineye danışmadan bu durumun yayımlanabileceğini Reading’a bildirdiği için bu yolda hareket olunmuş ve İngiliz halkı bunları öğrenmişti. Öte taraftan Yunanlılar tarafını tutan İngilizler bile Sakarya zaferini küçümseyemiyor ve Yunan ordusunun artık bir iş görebileceği kanısını kaybetmiş bulunuyorlardı. 4 Ocak 1922’de Times gazetesi, “Barışın ilk ve aşikar şartının Yunan ordusunun Anadolu’dan çekilmesi” olduğunu yazıyordu. İşte, iç ve dıştan gelen bu baskılar karşısında İngiltere ile müttefikleri, “Şark Meselesini görüşmek” ve “Türk askeri faaliyetini” durdurmak maksadıyla, 21 – 26 Mart 1922 tarihinde toplandılar ve acele olarak aldıkları kararları 22 Mart’da Türklere ve Yunanlılara bildirerek mütareke teklifinde bulundular. Mütareke teklifinin ana hatları şunlardı: |
1. İki taraf birlikleri arasında on kilometrelik askersiz bir alan bırakılacak; 2. İki taraf kuvvetleri insan ve savaş gereçleri bakımından takviye edilmeyecek; 3. Kuvvetlerin o andaki konumu değiştirilmeyecek; 4. Türk ordusu ve askeri durumu, İ’tilâf Devletlerinin Komisyonlarının, “Mürâkabe ve teftişine arzedilecek”; 5. Çarpışmaya üç ay ara verilecek; 6. Barış için bir zemin bulununcaya kadar mütareke üç ayda bir kendiliğinden yenilenecek, taraflardan biri harekete geçmek isterse bu hali karşı tarafa ve Müttefiklere onbeş gün önceden bildirecekti. Şu teliflerden anlaşıldığına göre itilâf Devletleri, Sakarya savaşında yenilerek taarruz gücünü yitirmiş olan ve yeniden toparlanarak Anadolu’da bir talih denemesine girişmesi şüpheli görünen Yunanlıları, bir yıldan- beri taarruz için hazırlanmakta olan Türk ordusu karşısında bırakmamak tedbirlerini alıyorlardı. |
. Onun için Yunanlılar, Anadolu’da düştükleri çıkmazdan kendilerini kurtaracak olan bu mütareke teklifini hemen kabul ettiler. Ankara Hükümeti ise, prensip itibariyle mütarekeyi kabul etmiş, fakat Sakarya Savaşından bu yana, durmadan bir taarruz savaşı için hazırlanmakta olan Türk ordusunu, “Atâlete sevk” etmeyi, Ankara Hükümetini umuda düşürerek “‘İntizar içinde” bırakmayı, kazanılacak zaman zarfında Ankara Hükümetini ve Türk ordusunu “Gevşetmeyi” düşünen İ’tilâf Devletlerinin bu tekliflerini reddetmeye karar vermişti. Ancak, henüz bu cevap verilmemişti ki, Paris’te toplanmış olan İ’tilâf Devletleri Dışişleri Bakanları, barış şartlarını kapsayan ve 26 Mart 1922 tarihini taşıyan ikinci bir nota gönderdiler. Bu notada, notanın tarihinden itibaren “Üç hafta zarfında bir konferans akdi” de teklif ediliyor ve barış şartlarının esasları aşağıdaki şekilde açıklanıyordu. |
1- “Gerek Türkiye’de, gerek Yunanistan’da ekalliyetlerin müdafaa-i hukukuna ve bu bapta vaz’olunacak kavâidin tatbikine Cem’iyyet-i Akvâm’ın dahi iştirak ettirilmesi; şarkta bir Ermeni Yurdunun teşkili ve bu işe de kezâlik Cemiyyet-i Akvâm’ın iştirak ettirilmesi”; 2- “Boğazların serbestisini te’min için Gelibolu şibih ceziresinde ve Boğazlar havalisinde gayr-i askeri bir mıntaka teşkili”; 3- “Trakya hududunun Tekirdağı’nı bize ve Kırkkilise, Babaeski ve Edirne’yi Yunanlılara bırakacak surette tesbiti”; 4- “Bizde kalacak olan İzmir’in Rumlarına ve Yunanlılarda kalacak olan Edirne’nin Türklerine, iş bu şehirlerin idaresine adilane bir surette iştirak edebilmek imkânını vermek maksadıyla münasip bir usulün kararlaştırılması”; 5- “Sulhu müteakip İstanbul’un İ’tilâfçılarca tahliyesi”; 6- “Sévres projesiyle 50 bin kişiden mürekkeb olan Türk kuvâ-yi müsellahasının seksen beş bine iblâğı ve Sérves projesinde olduğu gibi askerlerimizin ücretli asker olması”; |
1- “Sévres projesindeki mâli komisyonun ilgasiyle beraber Düvel-i İ’tilâfiyyenin iktisadi menâfini, düyün-ı umümiyyenin ve bize tahmil olunacak tazmin harbiyyenin te’min-i tesviyesi hususunda Türk hakimiyyetiyle kabil-i te’lif bir usülün ta’yin”; 2- “Adli ve iktisadi kapitülasyonlarda ta’dil icrası zımmında birer komisyonun teşkili”. Görülüyor ki, bu teklifler, Sérves Andlaşmasındaki maddelerin adeta başka suretle ifadelendirilmiş bir şekli idi. Halbuki Ankara Hükümeti, bir çok kez “Mîsâk-ı Milli’den asla fedakarlık yapılamayacağını açıklamış bulunuyordu. Ancak, yapılan bu ortak tekliflere rağmen Türk ve Türkiye’ye ait meseleler üzerinde, Müttefikler arasında bir fikir birliği olmadığı da Ankara’ca bilinmekte idi. Çünkü, Poincaré yapılan mütareke teklifinin kabul edilmemesini Yusuf Kemal (Tengirşenk) Beye tavsiye etmişti. Ayrıca Fransız basını, “Bir İngiliz - Yunan Trakya’sı uğrunda” Fransızların Türklerle yeniden vuruşmaya gitmeyeceğini, hatta Türkler, Paris Barış Konferansı kararlarını reddetseler bile yine de kuvvete baş vurmayacaklarını açık açık yazıyordu. |
İşte bu durumu da dikkatten uzak tutmadığını tahmin ettiğimiz Ankara Hükümeti, 5 Nisan 1922’de İ’tilâf Devletlerinin mütareke notasına verdiği cevapta, “Mütarekeyi esas itibariyle kabul” ettiğini bildirdikten sonra mütarekenin dört ay süreli olmasını, imza ile birlikte Anadolu’nun boşaltılmasına başlanmasını, boşaltmanın dört ay içinde bitirilmesi, bu süre içinde barış yapılamazsa mütarekenin üç ay daha uzatılmasını istiyordu. Bu teklifler kabul edildiği takdirde, “Sulh tekliflerini tetkik için” Türk delegeleri, kararlaştırılacak olan şehre gönderilecekti. Fakat Müttefiklerin 15 Nisanda verdikleri cevap olumlu değildi. Buna rağmen Ankara, 22 Nisan’da Müttefikleri cevaplamış, “Mütareke meselesinde mutabakat hâsıl olmasa bile sulh müzakeratını te’hir etmenin uygun olmayacağını bildirerek İzmit’te bir konferans toplanmasını teklif etmişti. Ancak bu yazışmalardan bir sonuç alınamadı. Öte yandan, Anadolu’dan Atina’ya dönen Yunan Kralı, orada çok soğuk karşılanmış, Anadolu’da ölen ve yaralanan askerlerin sayısının ilanı işe bu Kral’ın ve hükümetinin mevki’lerinin tehlikeli surette sarsılmasına sebep olmuştu. Bunun bir sebebi de, Sakarya Savaşından sonra Yunanistan’da meydana gelmiş olan “Ma’nevi, siyasi ve iktisadi bunalımdı. Bunu önlemek ve mali yardım sağlamak amacıyla Fransa, İngiltere ve İtalya’yı ziyaret eden Yunan Başbakanı ile Dışişleri Bakanı, elleri boş olarak geri dönmüşlerdi. |
10 Nisan 1922’de Cenova’da toplanan milletler arası iktisadi konferans’da da, Yunan Başvekili bir şey sağlayamamış, sadece kendisine “Şu müşkil zamanda, sıhhatını bahane ederek memalik-i ecnebiyyeye seyyahata çıkmasını, Kral’a telkin etmesi” söylenmişti. Bu, Kral’ın tahtını terk etmesini istemekti. Çünkü bu suretle Yunan milletinin çıkarlarının daha iyi olarak korunulacağı düşünülüyordu. Ancak, Yunan Kralı, “Anadolu ve Trakya, terk-i saltanat zahmetine değmez” diyecek kadar tahtına bağlı idi. Fakat Devletler tarafından 26 Mart’ta teklif edilen yeni barış şartları, Sévres Andlaşması ile elde edilenlerden daha az şeyler sağladığı için, halk arasında Kral’a ve o günkü İdareye karşı duyulan hoşnutsuzluğu artırmıştı. Öte yandan bazı gazetelerde, Sakarya Savaşından sonra Anadolu seferi aleyhinde yazılar çıkmaya başlamış, ordu mensupları arasında da adı geçen sefer hakkında korkunç bir propaganda baş göstermişti. Zaten savaştan usanmış ve bezgin bir hale gelmiş olan Yunan askerleri ise bu savaşın faydasızlığını anlamışlardı. |
. Çünkü, onlar Anadolu’da hiç bir yerde hoş karşılanmamışlar, hatta perdeleri sımsıkı kapalı olan evlerden daima düşmanca “Homurdanmalar” duymuşlardı. Bazen sokaklarda kendilerine rastlayan bir Türk kadınının veya ihtiyar bir Türk erkeğinin, “Yunanlılar geliyor” diyerek evlerine kaçtığını, onlara selam vermek zorunda kalanların ise, dişlerini gıcırdatmaktan kendilerini alamadıklarını görmüşlerdi. Onun için Yunan ordusunun “Her tarafın, herkesin düşman olduğu o yerlerde uğrayacakları felaket evvelden” belli olmuştu. Bununla beraber düşman ordusu güvenliğini sağlayacak tedbirleri almıştı. Gerçekten Sakarya yenilgisinden sonra Eskişehir – Afyona, Karahisar hattına çekilerek “Sağ kanadını Ahır dağına, sol kanadını da Boz dağa dayamış ve Eskişehir Şarkı - Sayyitgazi - Afyon Şarkı - Ahır dağı mevzilerine yerleşmişti”. Ayrıca, daha güven altında bulunmak için bu mevzilerde gerekli korunma tedbiri almış, önemli saydığı yerlerin etrafını tel örgülerle çevirmişti. Ancak bu tahkimli mevzi’lerde morali çökmüş ve biraz önce, Türk birlikleri tarafından çok hırpalanmış bir ordunun bulunduğu da bir gerçekti. Fakat her şeye rağmen Yunanlılar, Anadolu üzerindeki isteklerinden vazgeçmiş değillerdi, tersine olarak, işgal etmiş oldukları Türk topraklarını terk etmelerinin söz, edildiği o sıralarda, onlar bazı yerleri yeniden işgal ediyorlardı. Gerçekten, İtalyanların 18 Nisan 1922’de Menderes vadisini boşaltmaya başlamaları üzerine Yunanlılar hemen harekete geçtiler ve 20 Nisanda boşaltılan Söke’yi 21 Nisan’da, 27 Nisan’da boşaltılmış olan Kuşadasını da 30 Nisan’da işgal ettiler. |
Halbuki onlar artık Anadolu’da kalamayacaklarını bu tarihlerde öğrenmiş bulunuyorlardı. O takdirde yeni işgallerin anlamı ne olabilirdi. Acaba onlar, bu işgalleri sadece bir çapul yapma ve öç alma duygusu ile mi yapıyorlardı? Yoksa onlar, Müttefiklerin kararlarına uymayarak, Anadolu’da kalmaya mı niyetli idiler? Bu mütalaalardan hangisinin daha doğru olduğunu kestirmek zor olmakla beraber onların her iki şıkkı da düşündüklerini ve buna göre uygulamaya giriştiklerini ve fakat çapul yapma ve öç alma düşüncelerinin ön planda geldiğini söylemek daha isabetlidir. Çünkü yeni işgallerle birlikte köyler soyulmaya, halkı öldürülmeğe başlanmış ve bu şekildeki hareketlerde yerli Rumların pek büyük rolü olmuştur. Ancak yerli Rumların, yüzyıllarca idaresi altında, refah ve huzur içinde, yaşadıkları bir millete karşı bu derece kötü bir davranış içine girmelerini açıklamak gerçekten zor bir meseledir. Bize göre bu hal, Türk milleti karşısında kendilerinde meydana gelen bir aşağılık duygusunun ve mensup oldukları millette de merhamet ve adalet duygusunun kıt olmasının birer belirtisidir. Aynı çizgi üstünde bulunan Yunan sivil ve askeri makamlarının, Anadolu ve Trakya’da meydana gelmiş olan kanlı olaylardaki payları ise büsbütün büyüktür. |
5 Haziran 1922’de, Lloyd Geenge’un “Bir çeşit deli” diye nitelediği, Hadjianestis’in yunan birliklerinin başına getirildiği dikkate alınırsa Yunanlıların, gözlerini kırpmadan ve içlerinde küçük bir sızı duymadan insanları nasıl öldürebildikleri ve koca bir Türk şehrini, kılları kıpırdamadan nasıl bombaladıkları kolayca anlaşılır. İşte bu psikolojik duygular altında bulunan Yunanlılar, 7 Haziran 1922’de Samsun’u bombaladılar. Bombardımanın açık sebebi, bu şehirde bulunan askeri araç ve gereçlerin tahribi isteğinin reddedilmesi, gerçek sebep ise, Yunanistan’daki iç karışıklıkları önlemek, kamu oyunu sükunete getirmek, Yunan halkının ve ordusunun moralini yükseltmek idi. Türkler tarafından yakalanarak Türk deniz filosuna katılmış olan Enosis adlı Yunan gemisinin öc’ünü almak ta bombardımanın sebepleri arasında mütalaa olunabilirdi. Sebepler ne olursa olsun, 7 Haziran 1922 saat altıda üç savaş gemisi ile beş nakliye gemisi Samsun limanına girmiş, bunların başında bulunan kişi, ilgili makamlara bir ültimatom vererek, Samsun’daki askeri eşya ile silah ve cephanelerin bir saat içinde yok edilmesini istemiş, aksi takdirde şehri bombalayacaklarını bildirmişti. Bunun üzerine askeri ve sivil makamlar, durumu hemen Ankara’ya duyurmuş ve aldıkları cevabı, Yunanlılara bildirmişlerdi. |
Bu cevapta Samsun askeri bir üs değildir, bu sebeple bombalanamaz, bombalandığı takdirde sorumluluk Yunanlılara ait olur. Eğer halk ve halka ait meskenler bombalanırsa “Buna karşı misilleme hareketinde” bulunulur deniliyordu. Bununla beraber saat onbeş’ten sonra bombardıman başladı ve 17.30’a kadar sürdü. Düşman beş yüz’e yakın mermi atmıştı. İstanbul ve Ankara Hükümetleri tarafından protesto edilen bu olayın yankıları henüz sona ermemişti ki, daha önemli meseleler birinci planda yer aldı. Gerçekten Sakarya Savaşından sonra İzmir’in Yunanlılardan alınacağı söylentileri gittikçe kuvvetlenmişti. Bu durum karşısında Rumlar, bir “İonia Devleti kurmak üzere bir milli savunma ligası” teşkil ettiler. Bu hususta en çok çalışanlardan birisi İzmir metropolit’i Chrysostomos idi. O ve onunla birlikte bu yolda yürüyenler, İzmir ve Manisa çevresini bu suretle Yunanistan’a katmayı mümkün görüyorlardı. 24 Haziran 1922’de Yunanlılar, “İzmir’de Polis teşkilatını üzerlerine” alırlarken “Rumların İzmir Müdafaa Birliği de (Smyrna Defence League), Ionia Devletinin kurulmasını istenmiş, 8 Temmuz’da da İzmir’deki Yunan Baş Komiseri Sterghiades, “Mümkün olduğu kadar süratle İzmir Muhtar Mıntakası” isteğinde bulunmuştu. “Ümitsizlik içinde bazı delice düşünceler” peşinde koşan Yunan Hükümeti ise “Hıristiyanların, Çerkeslerin ve diğer anti Kemalistlerin emniyette ve selamette kalabilecekleri” düşüncesiyle, 27 Temmuzda Ionia idaresinin kurulmasına karar vermiş ve Ionia Muhtariyyeti, Sterghiades tarafından 30 Temmuz’da ilan edilmişti. |
Fakat Yunanlıların bu tutumu çevre halkı üzerinde olumlu bir hal meydana getirmedi, tersine olarak memnuniyetsizliği artırdı, “İzmir Müftüsü ile Maarif Komisyonu”nun istifa etmesine sebep oldu; Ionia Muhtariyyeti lehinde hazırlanan mitinglere Rumlar bile gitmedi. İşte bu sıralarda idi ki Yunanlılar, İstanbul’u işgal etme hevesine düştüler. Çünkü Onlara göre, Türklere barışı zorla kabul ettirmek için bundan daha iyi çare olamazdı. Bu sebeple, Türklerin yeni bir taarruza girişeceklerinden de kuşkulu bulunan Yunanlılar, 29 Temmuz 1922’de, Atina’daki İngiliz elçisini Dışişleri Bakanlığına davet ederek bir nota verdiler. Bu nota’da, barışın yapılabilmesi için İstanbul’un mutlaka kendileri tarafından işgal edilmesi gerektiği ileri sürülüyor ve işgal için Müttefiklerin izni isteniliyordu. Fakat onlar, daha önceden, İstanbul’un işgali için gerekli planlarını hazırlamış ve gerekli tertipleri almış bulunuyorlardı. Nitekim İstanbul limanındaki Yunan savaş gemileri, manevra bahanesiyle 27 Temmuz’da Marmara’ya açılmış, Anadolu’dan iki tümenlik bir kuvvet, deniz yolu ile ve gizlice Trakya’ya yollanmıştı. Yunanlılar, dördüncü kolordularını, İstanbul’u işgal için yeter görüyorlardı. Çünkü bu kolorduya karşı çıkacak Türk kuvvetlerinin, güvenlik kuvvetleri dahil, 9000 kişi kadar olduğunu biliyorlardı. Ancak Yunanlılar, İstanbul’un Müslüman nüfusunu ve İstanbul’daki Türk gizli teşkilatını hiç hesaba katmamışlardı. Halbuki, İstanbul’da. semt semt teşkilat kurulmuş ve şehrin savunulması için 60 bin kişi hazırlanmıştı. |
Mesûdiyye zırhlısından sökülen 75 milimetrelik iki top’dan birisi, “Kasımpaşa’daki büyük Cami’in tabutluğuna, diğeri Kulaksız’da bir mandıra’ya gizlenmişti”. 57 milimetrelik iki ayrı top da, bir subayın evine götürülmüş bulunuyordu. Haliç’teki gemilerde bulunan bütün subaylar, İstanbul’un savunmasında görev almış bulunuyorlardı. Bu savaşta yaralanacaklar için yetecek kadar ilaç ve sargı bezi Haliçteki Deniz Hastanesinde depolanmıştı. Sözün kısası vuruşma için her şey hazırdı. Öte yandan ‘Yunanlıların’ İstanbul’u işgal etme istekleri, Müttefiklerce hoş görülmedi. Özellikle, “İstanbul’un ve Boğazların İngiliz kontrolü altına girmesi demek olan böyle bir hareket”, Fransa ve İtalya’da pek olumsuz karşılandı. Bu sebeple Fransa Başbakanı Pouncaré İstanbul’da bulunan “General Pellé’ye gönderdiği talimatta, Yunanlıların İstanbul’a duhullerine müsellehan mumanaat edilmesini ve hatta İngilizler bu surete muvafakat etmeyecek olurlarsa Fransa askerinin münferiden; hareket eylemesini” bildirmişti. Türkler ve Rumların sokaklarda birbirlerinin boğazlarına sarılmasına sebep olabilecek olan bu hareketi, bir çok İngilizler gibi, General Harington da yerinde bulmuyordu. Onun için “Bu çılgın tasarı” karşısında o, Yunanlılara karşı Çatalca hattını savunmak üzere, “İngiliz ve Fransız birliklerinden bir kısmını Fransız generali Charpy’nin emrinde” 28 Temmuz’da oraya gönderdi. İngiliz donanması da Akdeniz’e açılmıştı. Çatalca’ya giden Müttefik birlikleri hemen siperlerini kazdılar ve savunma tertipleri aldılar |
. Nevile Henderson ile General Harington tarafından yapılan bir açıklamada ise, “İstanbul’a nereden gelirse gelsin - ister Türkler, ister Yunanlılardan - her türlü saldırının Müttefiklerce püskürtüleceği” belirtiliyordu. Bu açıklamaya Fransa ve İtalya yüksek komiserleri de katılmışlardı. Ancak Yunanlılar İngiliz hükümetinin kendilerini arkalayacağını ummakta idiler. Fakat bu hükümet, o sıralarda müttefiklerinden ayrılmayı İngiliz çıkarlarına uygun görmemiş ve 31 Temmuz 1922’de Fransa ve İtalya ile birlikte Yunan isteklerini reddetmiş ve Müttefiklerin işgalleri altında bulunan bölgelere yapılacak tecavüzü önlemek üzere “Müttefik ordular dumanlandığına emir verilmiş olduğunu kendilerine bildirmişti. Bununla beraber Lloyd George, 4 Ağustos 1922’de Avam Kamarasında yine de Yunanlılar lehine konuştu, Yunanlıların her savaşta üstünlük gösterdiklerini söyledi ve Türkleri tehdit etti. Fakat Lloyd George’un bu tehdidinden ve “Güzel konuşma yeteneğinden Türk ulusunun liderinin kılı bile kıpırdamamıştı. Yunanlıların İstanbul’u işgal etme istekleri başka yerlerde iyi karşılanmamıştı. Nitekim Romanya’da bir gazete, “Türkleri sulhun akdini ta’cile mecbur etmek için Yunanlıların İstanbul’a girmek istemeleri, anlaşılmaz bir haldir. Böyle bir hareket Türklerle uyuşmayı büsbütün ortadan kaldırır, dedikten sonra, gerçek olan bir şey varsa o da Yunan milletinin bir an önce barışa kavuşmak arzusudur. Böyle bir barış için Müttefiklerin çalışmaları kafi gelmedi. Bir kerre de Atina’da iş başında bulunanların, barış amacına yöneltilmiş olağanüstü bir çaba göstermeleri gerekir” diyordu. |
Bir Belçika gazetesi ise aynı konu üzerinde “Yunanlılar ordu ile harb edemiyorlar, tarafsız bir şehre saldırıyorlar” dedikten sonra Yunanlıların İstanbul’u işgal etmelerinin, Müslüman aleminde büyük ve haklı bu nefret meydana getireceğini ve bu yüzden Anadolu’daki azınlıkların tehlikeye düşeceğini yazıyor. Morning Post gazetesi de, “Bu savaşta Türkler, mevcudiyetleri ve vatanları için harb ediyorlar. Halbuki Yunanlılar, hiçbir hakla kendilerine ait olmayan, silah ve kılıçla asla elde edemeyecekleri bir İmparatorluğu fethetmek için çalışıyorlar” diyordu. Sözün kısası, hiç bir yerde destek bulmayan Yunanlılar, Müttefiklerin enerjik tutumu karşısında, İstanbul hakkındaki isteklerinden vazgeçmek ve 15 Ağustos 1922’de imzaladıkları protokol ile dördüncü Yunan kolordusunu, “Hatt-ı fâsıl’dan altı kilometre” geri çekmek zorunda kaldılar. 4- Sakarya savaşından sonra Türk silahlı kuvvetleri, “Eskişehir – Afyon hattında yerleşen düşman karşısında” toplanırken, Türk Genelkurmay’ında Yunan ordusunun kuvvetlenmesine zaman bırakılmaması ve hemen onlara taarruz edilmesi düşüncesi hakimdi. Bundan dolayı 15 Ekim 1921’de Batı Cephesi Komutanlığına bazı direktifler verilmişti. Bunlara göre Türk ordusunun, kış basmadan ve Sakarya yenilgisinin düşman üzerindeki etkisi silinmeden taarruza geçmesi; bu taarruza büyük kuvvetlerle Afyonkarahisar bölgesinde başlaması, bu sebeple de hazırlıklarını çok kısa zamanda bitirmesi gerekiyordu, bu hususları göz önünde tutarak hazırlanmış bir plan da vardı. Türk İstiklal Savaşı tarihinde “Sad” harekatı diye adlandırılan ve üzerinde komutanlarca fikir birliğine varılmayan bu plan, mevsimin ilerlemesi, hava şartlarının kötüleşmesi, devamlı yağmurlar yüzünden yolların bozulması ve ordunun yeter derece’de hazırlanamaması yüzünden uygulanamadı. |
Bununla beraber hemen taarruz edilecekmiş gibi hazırlıklara devam olundu, bu arada Batı Cephesi Komutanlığı, başlıca iki ordu halinde teşkilatlandırıldı. Bunlardan, Nureddin Paşa’nın komuta ettiği Birinci Ordu Akarçay’ın batısında, Ya’kup Şevki (Subaşı) Paşa’nın komutasındaki İkinci Ordu ise Akarçay’ın kuzeyinde idi. Her iki ordunun küçük rütbedeki subaylara çok ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç, İstanbul’dan gelenlerle “Ankara Talimgahından” yetişenler ve Birinci Dünya Savaşında düştükleri esirlikten kurtularak şehir ve kasabalarına dönen tecrübeli yedek subaylarla giderilmeğe çalışılıyordu. Ordunun er noksanı ise, 14/15 Eylül 1921 gece yansından itibaren geçerli olmak üzere ilân edilen “Seferberlik” sonunda, o anda si1ah altında bulunanların “Bakaya ve 1315, 1316, 1317, (1899, 1900, 1901) doğumluların hemen askere alınması ile tamamlandı. Bunlar, “Yozgat, Kastamonu, Bolu, Kayseri, Niğde, Kırşehir, Aksaray, Karaman, Kadınhan mıntıkalarında yedi piyade, bir süvari depo alayı ve bir topçu ve bir makinelitüfek depo kıt’ası” kurularak eğitim gördüler, küçük manevralar ve uygulamalar yaptırılmak suretiyle de bir taarruz savaşı için hazırlanarak Batı Cephesine gönderildiler. Bundan başka Ankara’daki bütün birlikler, Jandarma’ya yardımcı olarak kullanılan bir kısım piyadelerle süvariler, kıyı koruma teşkilatından ve Adana bölgesindeki kuvvetlerden bazı birlikler, dairelerde ve öteki kuruluşlarda çalışanların azaltılması sonunda elde edilen askerler ve yeni teşkil olunan 16. Tümen ile Kocaeli’nde bulunan 17. Tümende Batı Cephesi emrine verildi. Bu suretle Batı Cephesinde ilk defa 200 bine yakın insan bir araya gelmiş oluyordu. Taarruz için toplanan ve yeter görülen bu insanların elbiseleri İtalyanlardan, Fransızlardan ve yurt içinden sağlanıyordu. |
Türkiye`de Saat: 11:26 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2