![]() |
Lider, Bütün Durumu Dikkate Almalıdır. Grubun Bütünlüğü ve Uzlaşmaya Dayalı Dengesi Ancak Böyle Sağlanır. Atatürk, bütün eylemi boyunca kendi yakın hedefine inanmış ve bağlanmış kişiler arasındaki dengelere çok dikkat etmiş bir liderdir. Bir yandan yakın hedefine (ki bu hedefler çok ince bir hesap ve zamanlama ile saptanmıştır) karşı çıkanlarla amansız bir biçimde savaşırken, öte yandan buna katılanlar arasındaki sürtüşmeler ve uyuşmazlıklar açısından, hem iş görebilme ölçütüne göre değerlendirdiği insanlara görev vererek, hem de onlar arasındaki sorunları çözerek, aslında tam bir toparlayıcı rol oynuyordu; Örneğin, Rauf Bey ile İsmet Paşa arasındaki sürtüşmelerde, suikast sonrası İstiklal Mahkemesi ile, İsmet Paşa ve Falih Rıfkı arasındaki gerginliklerde, hep birleştirici ve sorun çözücü bir tutum içinde olmuş, fakat sorunları ve sürtüşmeleri çözmek uğruna, kafasına koyduğu işleri kendine göre uygun bulduğu kişilere yine de duraksamaksızın yaptırmıştır. Gerek küçük grubu, gerekse genel dengeleri içindeki Türk toplumu çerçevesinde nasıl davrandığını yine Falih Rıfkı'nın gözlemlerinden dinleyelim: --Metodu; halka daima iyimser görünmek, şevk vermek, onu her şeyin iyi gittiğine inandırmak, hükümet arkadaşlarına karşı ise en acı tenkitlerle kusurlarımızı ve zaaflarımızı sayıp dökmekti. Onun için her şeyi bilmek ister, meclisine gelenleri, söylediklerinden hoşlanmasa bile, eğer açıkça bir kötü niyet görmezse, dilediği gibi konuşturmak isterdi, dedikodu hapsine girmemek için bir usul de bulmuştu. Mesela hususi olarak kulağına ben sizin veya siz benim hakkımda şüphe uyandırıcı bir şey söylemişiz. Bir akşam ikimizi sanki tesadüf olarak buluşturur; mesela size: --Böyle duydum-- diye benim anlattıklarımı tekrar eder, sonra bana dönerek --Galiba siz söylemiştiniz-- derdi.-- (Atay, 1969:543). |
Yine de --grubun bütünlüğü-- kavramından, Atatürk'ün atılımlarını gerçekleştirmek için kendi oluşturduğu ve yönlendirdiği grubun yönetimini anlamamız gerektiğini belirtmeliyiz. O, olağan bir grup liderinin üstünde yetenek ve niteliklere sahip olmasının yanında, tüm topluma yönelik eylemler içinde olduğundan, --küçük grup-- hiçbir zaman bir araç niteliğinden daha önemli bir yere sahip olmamıştı Atatürk'ün yaşamında. Lider, Disiplin Sağlamak için, Disiplini Bozanlara Ceza Vermekten Çok, Grubun Kendini Disipline Edebileceği Ortamı Yaratmalıdır. Ödül ve Ceza Olarak, Grup Kurallarına Uygun Davranışlarda Bulunmalıdır. Bu ilke, Atatürk'ün liderliği açısından gereksizdir. Bu gereksizlik iki açıdan ortaya çıkar: Birinci olarak Atatürk, keramet sahibi bir lider (karizmatik lider) olarak o denli güçlüdür ki, kişisel varlığı bir küçük grup için başlı başına bir disiplin ögesidir. Bu yargı, hiç kuşkusuz, Cumhurbaşkanlığı dönemi için geçerlidir. Daha önceki dönemlerde ise, sürekli yer ve çevre değiştirdiği için, bu nitelik çok önemli değildir. Ancak, Olimpos birahanesindeki konuşma gibi, geleceğe yönelik düşleriyle arkadaşlarını etkileme çabası içinde, hiç kuşkusuz belli bir --sofra-- disiplinine ek olarak, --küçük grup-- disiplini de kurmuştur. Bu gerçeği, ilerde --örgüt-- bölümünde daha ayrıntılı olarak göreceğiz. Çünkü, ilk devrimci atılımları dönemi genellikle gizli örgütler oluşturmakla geçtiğinden, grup disiplini de en katı biçimiyle, kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Fakat burada, artık --gönüllü küçük grup-- kavramının ötesinde en sert kurallarla belirlenen --resmi örgütlenme--nin nitelikleri işin içine girmektedir. |
Lider, Dinlemesini Bilmelidir. Yalnızca Dinleyerek Bile Bazı Sorunların Çözüleceğini Unutmamalıdır. Sürekli kendini anlatarak çevresindekileri inandırmaya çalışan bir lider görünümüyle, dinleme, Mustafa Kemal Atatürk için çok kullanılan bir yöntem değil sanılabilir. Oysa, o, konuştuğu kadar dinler de. Çünkü dinlemenin erdemini, işlevini anlamıştır. Pek doğal olarak buradaki --dinleme-- salt grup dinamiği açısından bir işlev sahibi olarak düşünülemez. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal'in dinleme yeteneği, küçük grup dinamiği içinde olmaktan çok, (bütün öteki yeteneklerinde de olduğu gibi) devrimci eylem içinde toplum bağlamında geçerli bir özelliktir. Şimdi, bu yargıyı akılda tutarak aşağıdaki şu küçük alıntıya bakalım: 28 Kasım 1938'de, ölümünden kısa bir zaman sonra Noell Roger, Cumuhuriyet gazetesinde şöyle diyor: --Bir gün Atatürk'e kuvvetinin sırrını sordum: --Durur, dinlerim-- dedi. Sonra tekrar etti: --Dinlerim...-- Ve sustu.-- (Arıburnu, 1976:69). Buradaki --dinleme-- olayı hiç kuskusuz, geniş halk kesimlerini olduğu kadar, çevresindeki --küçük grubu-- da kapsayan bir yanıttır. Sonunda kendi bildiğini de yapsa, Atatürk, --dinleyen-- bir liderdi kuşkusuz. Hemen hemen bütün yakınları, her fırsatta herkesi dinlediği konusunda söz birliği etmektedirler. Aslında zaman zaman, nasıl olsa kendi bildiğini yapacağı kendisine anımsatılarak, niçin herkesi dinlediği ve zaman yitirdiği sorulduğunda, herkesten bir şeyler öğrendiğini söylemiştir. Fakat, buradaki yanıtın çok alçakgönüllü nitelik taşıdığı, asıl amacın, halkın nabzını elinde tutmak isteği olduğu düşünülebilir. |
Lider, Kendisini Tanımalıdır. Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri, kendi yetenek ve nitelikleri kadar, liderliğinin sınırlarını da bilmesidir. Bu ilkede sözü edilen --kendini tanıma-- hiç kuşkusuz, kendi özelliklerini bilme olduğu kadar, gücünü tartma ve kişisel özellikleriyle, çevresi arasındaki uyumu sağlama anlamına gelmektedir. Çağdaş sosyal-psikoloji, çok daha psikolojik anlamda olmakla birlikte, kendini, başkalarına göre daha iyi tanıyan bir insanın, ötekilere göre, bir üstünlük elde ettiğini bile söyler -- (Cüceloğlu, 1979:26-27). İşte bu konuda Mustafa Kemal'in gerçekçiliği hiç kuşkusuz, en önemli ögedir. Daha önce kendi karizmasını kendi ürettiği halde nasıl, bu keramet anlayışının dışında kaldığını belirtmiştim. Şimdi bütün liderlik özelliklerine karşın, yine de ne denli --kendini tanıdığını-- iki örnekle göstermek istiyorum: Birinci olayı Münir Hayri Egeli anlatmıştır: --Cumhuriyet paraları için bir müsabaka açılmıştı. Müsabakanın neticesinde, beğenilen para basılmış ve bir koleksiyon da Atatürk'e verilmişti. Fakat, bir liralık paraların arkasında ay-yıldız üzerine 100 rakamı gelmesine Atatürk fevkalade sinirlenmiş ve Maarif Müsteşarı rahmetli İhsan Sungu'ya emir vererek bu işi benim yapmamı istemişti. Acele iki örnek yaptım. Çankaya'ya götürdüm. Atatürk gördü, kısaca: --Muvafık-- emrini verdi. Ben, --Paşam biraz daha üzerinde çalışsam-- diyecek oldum. Sözümü kesti: --Kumandanlarla san'atkarlar zamanında ve yerinde durmasını bilmelidirler. Beni, istiklal mücadelesinden sonra büyük istilalara teşvik eden sesleri dinleseydim, netice hüsran olurdu. Bir sanatkar da bir kumandan gibidir. Bir eserinde muvaffakıyet derecesine ulaştığını hissettiği anda durmalıdır. Çünkü, o andan sonraki çalışmalar eserin aleyhine işler:-- -- (Banoğlu, 1954:31 ) . |
Belki de, para basımını bir an önce sağlamak için bulunmuş bir gerekçe içine yerleştirilmiş de olsa, Atatürk'ün söyledikleri, kendisini, yani çevre ile karşılaştırmalı olarak kendi yeteneklerini ne denli iyi bildiğini göstermektedir. Aslında, --kendini tanıma-- ilkesi hiç kuşkusuz, --kendi kişisel nitelik ve yeteneklerini bilme ve çevre ile ilişkilerde buna göre davranma-- biçiminde algılanabilir. Bu noktada, Atatürk'ün içkiye karşı tutumu ve kendi gerçekçi davranışı, yani olayı saklamaya çalışmak yerine, tam tersine, toplumsal ve kurumsal bir niteliğe dönüştürmek başarısı, Homans'ın onbirinci ilkesinin kişisel açıdan ele alınışındaki başarıyı gösterebilir. Burada ikinci olarak belirtmek istediğim , --kişisel niteliklerin, çevre koşullarıyla karşılıklı değerlendirilmesi-- ilkesini daha iyi açıklayacak bir olaydır. Olayı, O'nun çevresinde tuttuğu İsmail Habip Sevük anlatmaktadır. Her ne kadar, ancak son --millet-- --milletim-- bölümü, benim belirtmek istediğim örnek ise de, özellikle evliliğine ilişkin verilerden dolayı, tüm öyküyü; kısaltmadan aktarıyorum. Böylece, o dönemin ve liderin havası da daha gerçekçi olarak algılanabilir. Öykünün adı --Birinci Büyük Millet Meclisinde Mustafa Kemal --Milletim-- Diyemiyor.-- : --Konya'dayken; Mevlevihanede verilen akşam ziyafetinde --Postnişin--in büyük kızı da sofradaydı. Gazi'nin refikasıyla beraber haremsiz ve selamlıksız bir sofra. Latife Hanım Avrupalı büyük isimlere istinaden kadınlık hakkında güzel sözler söylüyordu. --Kant demiş ki: Kadının en büyük süsü, fazilettir--, --Dekart demiş ki...-- Ben de Fırsattan istifade, Gazi'ye bakarak dedim ki: --Hanımefendinin bu gibi fikirlerini millete de bildirmek için bir mülakat yapmak ne kadar faydalı olacak.-- |
Seyahatte refikasının meziyetlerini meydana çıkaracak fırsatlar zuhurundan çok memnun kaldığına müteaddit kereler şahit olmuştuk. Herhangi bir vesile ile mesela, --Bayron'dan bir şiir okusana Latife, manasını anlamıyoruz ama, ahengi hoşa gidiyor-- der ve tannan bir sesle ezbere okunan şiirden sonra ilave eder: --Bir de Hügo'dan oku da, bari manasını da anlayalım.-- Bir gazinoda Yunan esirleriyle konuşmasına dahi refikası tercümanlık yapınca: --Bizim hanım nasılmış?-- der gibi gözlerinin öğünüşlü ışıklarıyla bize bakmıştı! Benim şimdi mülakat hakkındaki arzuma da derhal müspet cevap verdi: --Ben razıyım, eğer kendisi de razı ise...-- Latife Hanım: --Şimdiye kadar-- diyor, --hiçbir gazeteciye mülakat vermedim, fakat...-- Nazikane bir cemile yaparak: --Fakat İsmail Habib başka.-- Mülakatın zamanı da takarrür etti. Ankara'ya, döndükten iki gün sonra Çankaya Köşkü'nde çaya davet edileceğim. --Hem çay içer, hem konuşuruz-- diyor ve ilave ediyor : --Siz ayrıca zahmet etmeyin, ben size otomobil de gönderirim.-- Hakikaten Ankara'ya geldiğimizin ikinci günü ve ikindi üstüydü, ben Meclisteydim, bir iki saat evvel, küçük mesaj odasında Gazi'ye nutuklarından birini okumuştum. Koridorda dolaşırken şoför yanıma geldi, bir gün evvel de Çankaya'ya götürdüğü için beni tanıyor: --Buyrun, Hanımefendi otomobili gönderdi.-- --Peki, geliyorum.-- Gazi'den tekrar izin istemeye hacet yoktur, izin dört beş gün evvel Konya'dayken verilmişti. Öyleyken madem ki şimdi buradadır , kendisine ihtiyaten haber vereyim dedim. İyi ki haber vermişim, iyi ki... |
İçeri girip de meseleyi söyleyince masadaki evrakın yanında duran kalınca bir zarfı, sanki ben onun içinde ne olduğunu biliyormuşum gibi, eliyle işaret ederek: --Bırak be çocuğum,-- dedi, --baksana ne propagandalar yapıyorlar; seyahatte alınmış fotoğraflarımızı büyülterek, karısını açık gezdiriyor diye en ücra yerlere kadar dağıtmışlar. Her şeyden evvel kız gibi bir Meclis yapalım da ondan sonra istediğiniz gibi yazınız.-- --Demek Meclis feshediliyor?-- dedim. --Nerden biliyorsun?-- der gibi yüzüme baktı. --Kız gibi bir Meclis yapalım buyurdunuz da.-- O sözü ağzından kaçırdığına hiç pişman olmamış görünen bir tavırla: --Hayır,-- diyor, --Meclis fesholunmuyor. Olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdidi intihaba karar verecek!-- Ve arkasından tembih ediyor: --Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin ha.-- Vakıa hanımefendiye mülakat suya düşmüştü, fakat ona mukabil kazancım kat kat fazla. İçimde kendisine büyük bir sır tevdi edilmiş insanların kendini başkalaşmış gibi gören uğultulu dolgunluğu var. Sokakta dudaklarımı kapıyorum! |
Şef'in Meclis'e karşı kırgınlığı!.. Bunu gösteren o hadiseye demin bir iki saat önce kendisine nutku okurken geçen şu hazin hadiseciği de ilave ediniz: Yanında Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun Umumi Katipliğini yapan Recep Bey (Peker) de vardı. Okuduğum nutukta birkaç kere --milletim, milletimiz-- kelimeleri geçiyor. O kelimelerin her tekerrüründe Gazi'yle Pecep Bey birbirlerine bakıyorlar. Nihayet nutuk bitince, dedi ki: --Hepsi iyi, yalnız --milletim-- kelimelerini --millet-- diye düzeltiniz!-- Benim hayretle baktığımı görünce sebebini izah ediyor: --Sen bu Meclis'i bilmezsin; --milletim-- kelimesinden --millet onun mu?-- manasını çıkarırlar!-- --İyi ama,-- diyorum, --bizler bile --ah milletim; vah milletim-- der, dururuz!-- --Sizler dersiniz, herkes der, ben diyemem!-- Ajansla neşredilen nutukta, o --milletimin, milletimiz-- kelimeleri hep --millet-- diye çıktı. Bütün bir milleti kurtaran, --milletim-- diyemiyor! -- (Banoğlu, 1954-b:14-15) . Bu anıda iki nokta dikkati çekmektedir: Birincisi, eşi ile birlikteki davranışlarına bile dikkat etmekte, kamuoyunun ters tepkisinden dolayı, bu davranışlara sınırlamalar getirmektedir. İkinci olarak da, yenilemeye karar verdiği Meclis karşısında bile, bir nutuktaki kelimelere gelecek tepkileri dahi hesaba katıyor ve buna göre düzeltmeler yaptırıyor. Aslında, --kendini bilmek ve tanımak-- grup bağlamından toplum bağlamına kaydırıldığı zaman, belki de en iyi biçimde --kendi kerametine kendisinin inanmaması ve gücünü gerçekçi olarak kullanması-- biçiminde yeniden söylenebilir. |
2) Grup Dinamiği Çözümlemelerinin Katkıları ve Sınırlılıkları Grup içi liderlik ilkelerinin çözümlenmesini bitirirken, daha önce değindiğim bir sakıncayı bir kez daha belirtmek istiyorum. Bilindiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk, bir toplumsal liderdir. Ayrıca, devrimlerini de tüm toplumsal bağlam içinde gerçekleştirmiştir. Üstelik de gerçekten --olağanüstü-- denilebilecek niteliklere sahiptir. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, onun eylemini salt sosyal-psikolojik açıdan irdelemek çok anlamlı değildir. Burada bu çözümlemelere gitmemin iki nedeni var: Birinci neden, toplumsal bağlamda, konuyu yeterince irdelemiş olmak. Bir başka deyişle, grup bağlamı içinde ele alınan olayın, toplumsal niteliğini dışarıda bırakmamış, tam tersine olayı önce toplumsal çerçeveye oturtmuş olmak. İkinci olarak da, Atatürk'ün liderlik davranışlarını, çağdaş bir bilim dalının, sosyal-psikolojinin bulgularına göre de denektaşına vurmanın ve sonuçlarını görmenin çekiciliğinden kurtulamamak. Görüldüğü gibi, bu irdelemelerim, bize gerek Mustafa Kemal Atatürk, gerekse onun eylemi hakkında, bilimin nesnel ilkelerine göre, önemli ipuçları vermiştir: Bir büyük devrimcinin birçok yeteneği yanında, grup dinamiğini, grup psikolojisini ve toplum psikolojisini de en iyi kullanma özelliğinin bulunduğunu, bu çözümlemelerimiz sonunda anlamış bulunuyoruz. |
Sanırım, bu noktada, onun gerçekçilik ve mükemmel zamanlama diye adlandırılabilecek niteliklerine ek olarak, --taktik-- açıdan bir başka niteliğini daha vurgulamak gerekmektedir: Bu da, çevresindeki insanları yakın hedeflere ve uzak amaca göre en mükemmel biçimde yönlendirme yeteneğidir. --İnsan kullanma-- ya da --insanlardan en verimli yerlerde ve en etkin biçimde yararlanma-- diye niteleyebileceğimiz bu yetenek, hiç kuşkusuz, onun en önemli liderlik özelliklerinden biridir ve devrimci eylemindeki başarısını önemli ölçüde etkilemiştir. Tam bu noktada, okuyucuyu, sosyal-psikolojinin makro-toplumbilim bakımından hazırladığı tuzaklardan korumak isterim. Sanılmasın ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün başarısı, insan ilişkilerinin becerikliliğinden ya da grup dinamiğine göre başarılı liderlik özellikleri olmasından gelir. Hayır, onun başarısı, genel toplumsal ve siyasal koşulları, hem ülke, hem de dünya çerçevesinde doğru değerlendirmesinden ve tarihsel olarak, kafasındaki çözümlerin gerçekleştiriimesine uygun olan bir ortamda ve zamanda ortaya çıkmış olmasından gelir. Bir başka deyişle, Atatürk'ün ortaya çıkması, siyasal ve toplumbilimsel koşullara bağlıdır. Mustafa Kemal'in, Atatürk'e dönüşmesi ise, önemli ölçüde sosyal-psikolojik ögelerden etkilenir. İşte bu açıdan, sosyal-psikolojik ögelerle, siyasal ve toplumsal ögelerin çözümleme düzeylerindeki farka bir kez daha dikkati çekmek isterim. Siyasal ve toplumsal ögeler, toplumsal liderliği, toplumsal değişmeyi açıklamakta işlevsel olur. Buna karşılık, sosyal-psikolojik ögeler, ancak grup içi etkileşimler ve kişilerarası ilişkilerde aydınlatıcıdır. Bu nedenle diyorum ki: 1920'lerde bir Atatürk'ün çıkması siyasal ve toplumsal, Selanik'te 1881'de doğan küçük Mustafa'nın bu görevi ve işlevi yüklenmesi ise sosyal-psikolojik biçimde açıklanabilir. Yine bu nedenledir ki, siyasal ve toplumbilimsel çözümlemeler olmadan, Atatürk'ü sosyal-psikolojik ögeler çerçevesinde açıklamak eksik, bu yüzden de yanlış olur. Sosyal-psikolojik ögelere göre yapılan irdelemelerin, stratejisi tarihe ve topluma uygun düşen bir liderin, taktikler açısından da güçlü olmasının zorunluluğunu vurgulamanın ötesinde bir anlamı yoktur. ::::::::::::::::::: |
Türkiye`de Saat: 14:13 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2