|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
06-02-2007, 11:03 | #21 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Yeni Ekonomik Düzen, evrensel çapta serbest piyasa ekonomisini gerçekleştirme savıyla yola çıkmıştır. Ancak 1980’den bu yana ortaya çıkan sonuçlar ise bu savla pek bağdaşır nitelikte olmadı. Merkez, bölgesel anlaşmalar çerçevesinde neredeyse kartelleşti; Çevre ülkelerinin en fakirleri yani (Çin ve Hindistan hariç) düşük gelirli ülkeler neredeyse dünya ekonomisinden dışlandığı bir yapı oluştu. Çevrede kişi başına gelir göreli gerilirken uluslararası düzeyde gelir bölüşümü fakirlerin aleyine değişti. Uluslararası ilişkilerin demokratik niteliği kayboldu ve Merkez tarafından oluşturulan kültürel milliyetçilik, tüm dünyayı etkilemeye başladı. Teknolojik gelişmelerle birlikte çevre kirliliği, ülkeler arasındaki gelir dağılımındaki adaletsizlik ile işsizliğin artması, Ulus devletlerinin ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) karşısında zayıflaması sonucunda 20. yüzyılın sonlarına doğru dünya genelinde Yeni Dünya Düzenine karşı toplumsal tepkiler gelişmiştir. Hatta Seattle’da Aralık 1999’da düzenlenen Dünya Ticaret Örgütü toplantısı yoğun sokak olayları nedeniyle gündemli olarak gerçekleştirilememiş olup, bu durum Yeni Dünya Düzeni uzun dönemde inanılmazı içsel bir çatışma potansiyeli içinde olduğunu göstermektedir. Bu toplumsal tepkiler karşısında ekonomi bilimcileri bugünlerde Yeni Dünya Düzeni sürecinin tamamlandığını ve yeni bir döneme, “Toplum ve Yenilikçi” döneme geçilmek üzere olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de bu değişimin referans noktaları; ekonomide, 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, siyasi ve hukuki alanlarda 12 Eylül Rejimi, 1982 Anayasası ve bunları tamamlayan Yasalar, Sosyo-Kültürel alanlarda ise, bir tarafta; serbest piyasa ekonomisi, medya, moda ve küreselleşme ile gelişen ve batı kültürüyle benzeşen yeni yaşam alışkanlıkları ve diğer tarafta; bunların sonuçları ile serbest piyasa ekonomisiyle gelen işsizlik, göç ve kentleşme sorunları karşısında şeriatçı-milliyetçi toplumsal muhalefetin gelişmesidir. | ||
|
06-02-2007, 11:04 | #22 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Türkiye’de Özelleştirme programı; piyasa güçlerinin ekonomiyi harakete geçirmelerine imkan sağlaması, üretkenlik ve verimliliğin artması, mal ve hizmetlerin kalite, miktar ve çeşitliliklerinin artırılması, mülkiyetin tabana yayılması, sermaye piyasasının gelişiminin hızlandırılması, modern teknoloji ve yönetim tekniklerinin Türkiye’ye çekilmesi, çalışanlara hisse senedi vermek suretiyle işgücü verimliliğin artırılması, devlete gelir sağlanması v.b., olarak belirlenmiş olmasına rağmen uygulamalar sonucunda “özelleştirme, devletin mali krizden çıkabilmek için bir borç-takas işlemine dönüşmüştür.” Ayrıca, büyüyen iç borç stoku ile birlikte reel faiz oranları ekonominin reel büyüme oranlarının üzerine çıkmış ve bu durum devletin “Mali Piyasalar” karşısında politika üretmesini engellemiştir. 1982 Anayasası kapsamında temel hak ve özgürlükler ile toplumsal örgütlenme sınırlandırılmış ve bunun karşısında yürütme yasama karşısında güçlendirilmiş ve bu güçle iktidara gelen Özal Hükümeti tarafından toplumsal muhalefetin olmadığı bir dönemde ağırlıklı olarak Kanun Hükmünde Kararnameler ile altyapısı hazırlanan özelleştirme politikaları 1980'li yılların sonunda başarısız olmuştur. Bunun en önemli nedenleri; yeterli sermaye birikimine sahip olmayan ve gelişmeleri tamamen KİT'lere dayandırılmış olan yerli sermayenin KİT'lerin yabacı tekellere geçmesini istememeleri, siyasilerin bankalar başta olmak üzere KİT'leri partizanca kullanmaktan vazgeçmemeleri ve topluma gerekçelerin şeffaf olarak anlatılamamasıdır. 1990 yılından sonra gerçekleştirilen özelleştirme uygulamaları ise; özelleştirmelerin parti yandaşlarına, arsa spekülatiflerine, ithalatçı tekellere yapıldığı anlaşılmış, teknoloji transferinin gerçekleşmemesi bir yana bir çok işletme kapatılmış, üretim düşmüş, ithalat ve işsizlik artmıştır. Bu uygulamaların sonucunda özelleştirme karşısında toplumsal muhalefet güçlenmiştir. 1980'li yılların sonunda yabancı tekellere karşı özerkleşmeyi savunan yerli sermaye 1990 yılların sonunda ise iç borç ödemeleri karşısında özelleştirmeyi savunmaya başlamıştır. Türkiye; Merkezde ve bölgesindeki değişimleri iyi değerlendirememiştir. Sermayenin; rant ekonomisini ve ithalatı tercih etmesi; Siyasilerin KİT’leri ekonomik ve siyasi arpalık olarak görmesi, Türkiye’nin çelişkileri olmuş ve bu durum ülkeyi siyasi istikrarsızlık içerisinde borç batağına götürmüştür. Bugün gelinen noktada Türkiye, gelir dağılımındaki adaletsizlik açısından dünyadaki ilk beş ülke arasındadır. Buna göre nüfusun en zengin % 20’sinin toplam gelirdeki payı % 55.9’iken, en fakir % 20’nin toplam gelirden aldığı pay % 5.0’dır. Buna bağlı olarak bütçenin yaklaşık% 50 iç ve dış borç ödemelerine ayrılmaktadır. Özel sektör sanayinde faaliyet dışı gelirlerin net bilânço karı içindeki payı yaklaşık %50’ye çıkmıştır. Ayrıca kişi başına toplam borcun 1980 yılından 1998 yılı arasında % 310 artarken kişi başına milli gelir aynı dönemde % 105 artmıştır. | ||
06-02-2007, 11:12 | #23 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Demokrasi ile seçilerek gelen Hükümetler, ülkenin bu ekonomik sorunlarını IMF, Dünya Bankası ve bir-kaç sermaye grubu ile çözmeye çalışırken meslek odaları, sendikalar başta olmak üzere demokrasi güçlerini sistem dışına itmişler ve bu gelişmeler sonucunda; “Özelleştirme ,siyasilere ve sermaye kesimine karşı sokakta demokrasi mücadelesine dönüşmüştür.” Bugün, çalışanların ücretleri, çiftçinin ürün bedelleri ile sosyal hak ve güvencelerin kapsamı IMF tarafından belirlenmekte, devlet kurumlarının yapılandırılması Dünya Bankası tarafından yürütülmekte, Demokratikleşme hareketi AB tarafından yönlendirilmekte, TBMM sadece koordinasyonu sağlamaktadır. “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir”anlayışı çökmüştür. 57. Hükümet tarafından çıkartılan Sosyal Güvenlik Yasası ile Uluslararası Tahkime ilişkin Anayasa Değişiklikleri karşısında, sendika ve meslek örgütleri her türlü siyasi ve ideolojik kimliklerini bir tarafa bırakarak sadece demokratikleşme ve insanca yaşam için bir araya gelerek Emek Platformunu oluşturmuştur. Bu durum, Türkiye Siyasi Tarihinde, ortak çıkarlar üzerinde dayatmalara karşı gelişen geniş bir toplumsal uzlaşmadır. 24 Ocak Kararları ile birlikte ekonomide ihracata dönük sanayi politikaları benimsenmiş ancak “karşılaştırmalı üstünlük teorisi” dikkate alınmayarak sanayileşme göz ardı edilmiş, sadece bir-kaç imalat sektörünün teşviklerle kapasitesi artırılarak ithal girdiler yoluyla ihracat artışı sağlanabilmiştir. İthalat artışı engellenemediği gibi teşvikli ucuz ithal hammadde girdileri karşısında ülke içi üretim alanları, rekabet edemediğinde ekonomi dışında bırakılmıştır. Bu yanlış politikalar sonucunda en fazla “Madencilik Sektörü” etkilenmiş ve istikrarsızlığın sebebi olarak gösterilmiştir. Türkiye Madencilik Sektörü içinde bulunduğu krizden çıkarak gelişebilmesinin tek koşulu özelleştirme politikaları gösterilmiş ve bu kapsamda tartışmaların özelleştirme üzerinde yoğunlaşması sonucunda da sektör ile ilgili sağlıklı politikaların oluşturulması engellenmiştir. | ||
06-02-2007, 11:14 | #24 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 17.03.1984 tarih ve 2983 sayılı “Tasarrufları Teşviki ve Kamu Yatırımlarının Hızlandırılması Hakkındaki Kanun” ile Türkiye’de başlayan ve 15 yıldır süren Özelleştirme çalışmalarının sonucunda Madencilik Sektörü başta olmak üzere Çimento sektörü hariç KİT’lerde önemli bir Mülkiyet devri gerçekleşmemiştir. Ancak KİT’ler kendi kendini bitirme sürecine sokulmuştur. Türkiye, 1970’li yılların sonlarında uygulamaya konulan 21. yüzyılın başlarında sürecini bitirmek üzere olan Yeni Dünya Düzeni içerisindeki sanayi ve teknoloji boyutunu ancak 1990’lı yılların ortalarında fark etmiştir ve geleneksel sanayi üretimi yapan KİT’lerde dönüşüm sağlanamamış, modernizasyon/yenileme yatırımları gerçekleştirilmeyerek bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde KİT’lerin kendi kendini kapatması politikası ortaya çıkmıştır. Bugün gelinen noktada KİT’lerin özelleştirilmelerinin ekonomikliliği tartışılmaktadır. Osmanlı Dönemi’nden bugüne kadarki süreçte, Anadolu Madenciliği üzerinde Batının temel felsefesi; “ucuza hammadde ithal etmek ve Türkiye'ye mamul madde ihraç etmek olup, hiçbir dönemde sanayileşmeye yönelik teknoloji yatırımı yapmamak” olmuştur. Batının kömür, bor, ferrokrom, alüminyum, tronaya ilişkin yaklaşımları hep samimiyetsizlik içerisinde olmuştur. 1980 dönemine kadar madencilik sektöründeki önemli gelişmeler, Devletin Planlı Politikaları çerçevesinde KİT'ler sayesinde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Maden Mühendisleri Odası, Özelleştirme Politikalarının karşısında yer almıştır. Ancak KİT fetişizmi de yanlıştır. Ekonomik ömrünü tamamlamış olan bir kuruluş tasfiye edilebilir. Makinesi, teçhizatı satılabilir, hatta arsası şehrin içerisinde kalmışsa, arsasını satıp kendisi kullanabilir. Yeter ki, satış hasılatı KİT sistemi içinde kalsın. Satış hasılatını modernleşme, yenileme yatırımları için kullanmak koşuluyla. En kötüsü, bunların satış hasılatının bütçe açığını kapatmaya tahsisidir. Elbette gelişmekte olan Türkiye, madencilik ve enerji sektörlerinde yapılacak modernizasyon, yenileme ve yeni yatırımlarda neredeyse tamamen teknoloji ve finansman olarak dışa bağımlıdır. Bu gerçeği göz ardı etmeden kamunun etkin planlı politikaları ve denetimi çerçevesinde fizibil projelerin gündeme alınması ve KİT’Ier; bu anlayış içerisinde ulusal ekonomiye katma değer yaratacak biçimde yeniden yapılandırılması gerekmektedir | ||
06-02-2007, 11:15 | #25 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| DÜNYA MADENCİLİĞİNDE GELİŞMELER KONJONKTÜREL DALGALANMALAR Dünya madencilik üretiminin hacim ve değer açısından ağırlığı, petrol, doğal gaz ve kömür gibi yakıt madenleri, demir, manganez, nikel gibi demir-çelik sanayisine ana girdi sağlayan metaller, bakır, çinko, kurşun, kalay, altın, alüminyum gibi baz metaller ile fosfat, potas ve kükürt gibi endüstriyel minerallerden oluşmaktadır. Bunların dışında kalan diğer bütün madenler hem hacim hem de değer açısından fazla bir önem taşımamaktadır. Metallerin birim değerleri, dünya piyasalarını ve birbirlerini yakından izleyen New York (NYMB) ve Londra (LMB)’daki borsalarda oluşan fiyatlarla belirlenmektedir. Fiyatlar kimi madenler için ise günden güne hatta saatten saate değişmektedir. Stoklardaki artış yada düşüşler ile NYMB ve LMB dalgalanmaları birbirini etkilenmekte; stoklar arttığında, fiyatta düşmekte, stoklar azaldığında ise fiyatlar yükselmektedir. Piyasa ekonomisinde, en zengin rezervleri içeren bir maden yatağı için bile yaşamanın önkoşulu borsa fiyatlarıdır. Yüzyılın sonunda genel eğilim ise, hemen hemen tüm maden fiyatlarının düşüş göstermesidir. Fiyat düşüşlerine dayanamayan birçok küçük maden şirketi saha ve işletmelerini büyük firmalara devretmek zorunda kalmışlardır. Büyük firmalar ise bazı maden işletmelerini tamamen kapatmışlar ya da aralıklı olarak işletmektedirler. Fiyat dalgalanmaları, çokuluslu madencilik şirketlerinin (ÇUŞ) milyonlarca $’lık arama fonlarını ve harcama kalemlerini de yönlendirmekte ve fiyatı düşen madenlerin bulunabileceği sahalarda arama yapılmamaktadır. Fiyat düzeyleri, ikame arayışlarını da yönlendirmekte ve pahalı bir metalin yerine, sanayi işkollarında hangi diğer metalin (ya da plastik veya seramik gibi alternatif sentetik ürünlerin) kullanılabileceğini tayin etmek için yürütülen bilimsel-teknolojik araştırmalara da büyük miktarlarda para harcanmaktadır. | ||
06-02-2007, 11:15 | #26 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Metropoller büyük ölçekli sanayilerinin ana girdilerini oluşturan ve özellikle kendi topraklarında bulunmayan madenler konusunda dış kaynaklara muhtaçtırlar. Örneğin çok zengin doğal kaynaklara ve maden yataklarına sahip olan ABD bile, birçok maden açısından dışa bağımlıdır. AB ülkeleri hemen hemen her maden açısından dışa bağımlıdır. Japonya’nın maden kaynakları ise yok denecek düzeydedir ve mutlak dışa bağımlıdır. Bu nedenlerle, güvenli ve istikrarlı bir madensel hammadde gereksiniminin karşılanması açısından gelişmiş ülkeler, stratejik olarak gördükleri bazı madenler için stok politikaları uygulamaktadırlar. TEKNOLOJİK GELİŞMELER 20.yüzyılın ikinci yarısı boyunca, bir yandan, tekelleşme sürecinde sermaye birikiminin yoğunlaşması gibi yapısal özellikler, öte yandan da zengin kaynakların azalarak düşük tenörlü cevherlere yönelinmesi eğilimler sonucunda istihraç kapasiteleri ile cevher zenginleştirme tesislerinin ölçekleri oldukça büyük boyutlara ulaşmıştır. Örneğin; Yükleyici kapasiteleri birkaç m3’ten 100 m3’e yükseldi, 10 tonluk kamyonların yerini 300 tonluk kamyonlar aldı, kazı kapasiteleri de buna bağlı olarak arttı. Zenginleştirme tesislerinin tuvönan girdi ölçekleri de aynı yönde artış gösterdi. Özellikle linyit, tuz, potas vb. yataklar ile plaserler gibi yumuşak kayaçların üretildiği işletmelerde, kazı kapasiteleri oldukça büyük boyutlara ulaştı. Yükleyici-kamyon filolarının yerini; sürekli olarak hem kazan hem de yükleyen tek bir mekanizasyon ünitesi aldı; örneğin, teker kepçe-ekskavatörler 5000 t/h’lik bir hızla kazdığı kömürü bantlara aktarmaya başladılar. Yer altı maden işletmelerinde de benzer gelişmeler gözlendi ve kazı mekanizasyonun gelişimi sonucunda emeğin üretkenliği arttırıldı. 80’li yılların ortasında ortaya çıkan ekonomik gerilemeye ek olarak; madencilik sektörünün özyapısal karakterlerinden kaynaklanan kriz etkenlerinin en önemlilerinden biri de, dünya çapında yaygın ölçekte gelişen devridaim (recycling) eğilimlerinin etkisi olmuştur. Sanayi devriminden bu yana, metropollerdeki tüketim ekonomisiyle körüklenen mal üretiminin büyük boyutlarda hurda yığınları oluşturması nedeniyle, sözkonusu ülkelerin izabe işkollarında, hurdaların yeniden değerlendirilmesi yöntemleri geliştirildi. Sonuçta, başta demir-çelik ve baz metallerin üretimiyle uğraşan işkollarındaki talep gerileyerek, maden yataklarından yapılan üretim düştü. Örneğin, ABD’nin günümüzdeki alüminyum üretiminin yarısı, maden cevherinin işlenmesi yerine, bira veya kola kutuları gibi hurdaların devridaimiyle ikincil olarak gerçekleştirilmektedir | ||
06-02-2007, 11:15 | #27 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Metropollerde yüksek teknolojinin gelişmesiyle birlikte, özellikle demir cevheri, boksit gibi hantal madencilik işleri, çevre ve toplumsal duyarlıklar nedeniyle, geri kalmış ülkelerdeki kaynaklara aktarıldı. Örneğin, dünyadaki toplam demir cevheri üretiminin %90’ından fazlası, yüzyılımızın başlarında İngiltere, ABD, Almanya, Fransa, Belçika ve Rusya tarafından sağlanırken, günümüzde aynı miktarın yarısı Brezilya, Çin HC, Hindistan, Venezuella, Moritanya vb. gibi ülkelerde üretilmektedir. Artık gelişmiş ülkeler, ne büyük boyutlu madencilik yatırımlarının riskine katlanmayı, ne sendikalarla, ne de bürokratik engellerle uğraşmayı ne de çevreci muhalefete katlanmayı göze almaktadırlar. Hamaliye madencilik işlerini geri kalmış ülkelere bırakıp kendileri de daha hafif ancak getirisi fazla işlerle uğraşmaktadırlar. Örneğin gelişmiş ülkelerdeki şirketler, 1900-1950 yılları arasındaki dönemde bakır, çinko, kurşun, kalay, demir ile uğraşırken, 70’li yıllara kadar manganez, krom, vanadyum, lityum ve ilmenit cevherlerine ağırlık verdiler, daha sonra da alüminyum, kobalt, fosfat, barit ve rutil cevherlerine yöneldiler. Günümüzde ise bazılarının tüm dünya üretimleri 100 tonu geçmeyen, germanyum, galyum, platin, grubu metalleri ile Se ve Y gibi nadir toprak metallerinin cevherleri ile ilgilenmeye başladılar. Bir diğer teknolojik eğilim de, gelişmiş ülkelerin geri kalmış ülkelerden ithal ettikleri külçeleri işleyerek elde ettikleri %99.999... mertebesindeki çok yüksek saflıktaki metalik ürünler ile bazı madenlerden ürettikleri kimyasal maddeler, yarattıkları katma değerin çok üstünde fiyatlarla satmaları doğrultusunda gelişti. Bu gelişmeler sonucunda demir, kömür ve boksit gibi birkaç maden ile kromit, kolemanit ve sölestin gibi madenler dışında ham cevher üretimiyle büyük kazançlar elde etme dönemi de dünyada kapanmıştır. EKOLOJİST SİVİL MUHALEFET HAREKETLERİ Yüzyılımızın sonlarına doğru ortaya çıkan “çevreci”, “yeşilci” ve ekolojist akımlar, madenciliğin gelişimini dünya ölçeğinde engelleyerek, özellikle yakıt madenlerinin tüketim tarzını doğrudan yönlendirebilecek kadar başarılı oldular. Aslında, çevre gündemi kapsamında tartışılan sera etkisi kaynaklı küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, nükleer tehlike vb. sadece Yeşilcilerin değil, herkesin ciddiye alması gereken bir düzeyde önem kazanmış ve artık günümüzde dünyanın sonunun gelip gelmediği değil, sona ne kadar kaldığı tartışılmaya başlanmıştır. | ||
06-02-2007, 11:15 | #28 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Yeşilci baskılar sonucunda, özellikle arsenik, kadmiyum, kalay, çinko, civa, bizmuth, kurşun, telluryum, selenyum gibi ağır ve/veya toksit metallerin kullanım alanlarında yoğun ikame arayışları başladı; talep geriledi ve fiyatlar düştü. Özellikle ABD, Kanada ve Avustralya gibi yaygın ve yoğun madencilik işlerinin yürütüldüğü metropollerde, çevre mevzuatı hükümlerine uyulup uyulmadığının ciddi, sıkı ve etkin bir biçimde denetlenmesini sağlayan işleyişlerin oluşumu sonucunda, ocak dizaynları ile ilgili mühendislik kavramları da değişim geçirerek açık işletme sınırları önemli değişimlere uğradı. Örneğin, eşdeğer metalik içerik ile benzer topoğrafya ve geometriye sahip iki maden yatağından biri için 1970’li yıllarda açık işletme tercih edilirken, 1980’lerden itibaren diğeri için aynı şirketin yöneticilerince arazi ıslahı giderlerinin ağır yükü nedeniyle yer altı işletmesi kararı verildi. Çevreci görüşler, kömür, petrol, doğalgaz ve uranyum gibi yakıt madenlerinden üretilen enerji ile barajlardan üretilen hidroelektriğin tümünün kullanımına ve ayrıca **** ile tezek yakımına, doğayı kirlettiği ve tahrip ettiği gerekçesiyle kökten karşı çıkmakta ve bugün birincil enerji üretimindeki payı binde 2’yi bile bulmayan güneş, rüzgar, jeotermal, med-cezir enerjisi vb. gibi yeni ve yenilenebilir enerji türleri ile yetinilmesini tüm insanlığa çözüm olanak öneriyorlar. Yeşilcilerin enerji politikalarının sonuç vermesiyle bizim gibi GOÜ’in küçük ölçekli linyit ocakları kapanmaktadır. Ancak uç ürün değeri bazında 2 trilyon $ hacmindeki yakıt madenleri pazarında paylaşım savacı veren ÇUŞ’ler, sorunun özünü saklayan sığ ve kısmı politik programları ciddiye almadan çalışmalarını sürdürmektedirler | ||
06-02-2007, 11:15 | #29 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| TEKELLEŞME VE DİKEY ENTEGRASYON EĞİLİMLERİ Dünya madencilik sektörü, demiryolları, havayolları, denizyolları gibi kitlesel ulaştırma hizmetleri ile enerji sektörü gibi kendi özgül yapısından kaynaklanan nedenlerle de tekelleşme eğilimindedir. Örneğin “Batı Dünyası’nda yakıt madenleri dışında üretimin değer bazında yarısından fazlası, 39; 1/3’inden fazlası, 15; 1/5’inden fazlası da 5 tüzel kişi tarafından gerçekleştirilmektedir. Sözkonusu tüzel kişiler arasında bazı geri kalmış ülkeler ile bazı metropollerin kendileri de bulunmaktadır. Örnek verilecek olursa, “Batı Dünyası” ndaki demir cevheri üretiminin %42’si, blister bakırın %57’si, kalayın %56’sı ve altının %55’i birkaç ÇUŞ eliyle üretilmektedir. Yakıt madenlerinde ise, tekelleşme daha da yoğun yaşanmaktadır. Örneğin 1989 itibariyle, dünya ham petrol çıkartımının tonaj bazında 1/6’i, “yedi kardeş (seven sisters)in dördü (ARAMCO, Royal Dutch/Shell, EXXON ve BP) eliyle gerçekleştirilmişti. Ancak rafine ürün cirosu ile ilgili sıralamada, diğer üçü (CHEVRON, Mobil, ve TEXACO) ile beraber yedisi birden listenin başına yerleşerek dünya petrol türevleri üretiminin değer bazından 1/3’inden fazlasını ciro etmişlerdir. Ancak bu şartlar altında bile paylaşım savaşı bitmemiştir. Yedisinin de birbirinin hisselerini almak için milyarlarca dolar harcanmaktadır. Çoğunluk itibarıyla, yine bu yedisinin kontrolü altında bulunan doğalgaz ve kömürün çıkartımı ile pazarlanması sürecindeki görünüm de pek farklı değildir. Büyüklerin küçükleri yutmasıyla başlayan tekelleşme sürecinin ileri aşamalarında, ÇUŞ’lar da kendi aralarında birleşerek daha da büyümekte ve ayrıca, bir anlamda müşteri-satıcı veya üretici-tüketici ittifaklarından oluşan farklı iş kollarındaki şirketler arası birleşmeler de gözlenmektedir. Tekkeleşmenin bir diğer yüzü ise, arama-ihzarat-istihraç-zenginleştirme işlemleri ile izabe, rafinasyon ve pazarlama gibi faaliyetlerinin tümünün birden tek bir ÇUŞ eliyle yürütülmesi anlamına gelen “dikey entegrasyon” eğilimleriyle biçimlenmiştir. Bu eğilimler, özellikle endüstriyel mineraller alanında, daha üst boyutlara sıçrayarak madencilik-metalurji ötesi sektörlerin madencilik faaliyetlerini de kendi bünyesi içine almalarına neden olmuştur. | ||
06-02-2007, 11:15 | #30 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Sonuç olarak; Dünya ekonomisinde yüksek teknoloji kullanımının giderek yaygınlaşmasıyla, ekonomik yapı giderek hammadde-yoğun niteliğini yitirmekte ve kazanç sağlanan ticari ürünlerde giderek bir boyut küçülmesi görülmektedir. Dünya ticaret rakamları incelendiğinde; demir, bakır, çinko, kurşun ve kalay gibi geleneksel metallerin kullanımı düşerken, ileri seramik malzemeler, plastik ve polimer kökenli malzemeler gibi yüksek teknoloji malzemelerinin kullanımı giderek artmaktadır. Çevre sorunları ve enerji fiyatlarının yüksekliği nedeniyle, hemen hemen tüm metallerde görülen ikincil üretim ve (Recycling) en şiddetli olarak alüminyum, demir çelik ve bakır sektörlerinde kendini hissettirmektedir. Birincil Alüminyum üretiminde gereken birim enerjinin % 5’i kadar bir enerji tüketimi ile hurda ürünlerin geri kazanılması giderek yaygınlaşmakta olup bugün Dünya Alüminyum talebinin % 50’si ikincil üretimden karşılanmaktadır. Yeni Dünya Düzeninin getirdiği en önemli değişim; kaynakların kıt olması, çevre ve insan sağlığı için atıkların kontrol edilmesinin ön plana çıkması, üretimde ve kullanımda önemli teknolojik gelişmelerin sağlanması sonucunda, daha az hammadde ve yakıt ile temiz bir çevre içerisinde insanlık için maksimum faydanın sağlanması gelişmişliğin temel göstergesi olarak gösterilmesidir. Bugün, kişi başına hammadde ve enerji tüketimleriyle hararetle planlamaların yapılması gerçekçi değildir. Planlamalar; teknoloji alanında ve dünya ticaretindeki gelişmeler göz ardı edilmeden istenilen standartlara uygun özellikte ve miktarda hangi hammaddelerin ne zaman üretilmesi gerektiğini içerecek şekilde kısa, orta ve uzun dönemli olması gerekmektedir. Madenciliğin gelişmesi, artık kapalı ekonomi dönemindeki gibi her dalda ve her projenin desteklenmesi yoluyla olmayacaktır. İhracata dönük sanayileşmede “rekabet edebilirlik” kıstası ön plandadır. Bu sebeple; rekabet gücü olabilecek dallarda, rekabetçi işletmecilik anlayışıyla yönetilen işletmelerde, sanayinin girdi, | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |