![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
![]() | #91 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 13 Ağustos’dan 23 Ağustos’a kadar önemli bir harekette bulunamayan ve fakat daha önce almış oldukları tertiplerin yanlışlığını anlamış olan Yunanlılar, bu süre içinde yeniden tertiplenmişlerdi. Buna göre onlar Türk ordusunu, sol kanadını kuşatmak suretiyle “imha etmek” istiyorlardı. İşte bu planı gerçekleştirmek üzere Yunan ordusu, 23 Ağustos 1921 sabahı bütün askerlik bakımından önemi olan tepelerden bazılarını, bu arada Mangal Dağını ele geçirdi ve bütün çabalara rağmen bu dağdan geri atılamadı. 24 ve 25 Ağustos Savaşları çok kanlı oldu, 25 Ağustos’da Türbetepe, iki taraf arasında alınıp verildi, büyük kayıplara sebep oldu ve sonunda Türklerde kaldı. Bununla beraber Yunanlılar, ertesi gün, şiddetli bir saldırıya geçtiler. O gün “Yunan ordusunun kuşatmadan çok çevirmeye benzeyen hareketleri en son noktaya varmıştı”. Grup komutanlarının raporlarını da dikkate almış olan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa’ya, orduyu daha gerilerde sağlam bir çizgiye çekerek savunmanın orada yapılmasını teklif etti ise de Fevzi Paşa bunu kabul etmemiş ve “Adım adım savunmakla başarılı sonuca varılacağını” söylemişti. Bunun üzerine Batı Cephesi Komutanı, “Gece yarısı yayımladığı emirle Grupların, bulundukları yerlerde savunmalarını” bildirdi | ||
![]() |
|
![]() | #92 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Halbuki, 27, 28 ve 29 Ağustos’da Türk kuvvetleri çok sıkışık bir duruma düşmüş ve yanlış düzenlendiği iddia olunan Türk savunma hattı, yer yer parçalanmıştı. Gerçekten yüz kilometre uzunluğundaki bu hat üzerinde yapılan savaşlarda, sol kanadaki Türk kuvvetleri, Ankara’nın 50 kilometre güneyine kadar itildi ve batıya doğru kurulmuş olan Tük cephesi, yön değiştirerek güneye döndü. Bunun üzerine bütün cephedeki Türk kuvvetleri biraz daha gerideki bir hatta alındı. Bundan umutlanan Yunanlılar 30 ve 31 Ağustos’da şiddetli ve başarılı saldırılarda bulundular. Fakat bu günden sonra Yunanlılar, Türk sol kanadına karşı giriştikleri taarruzdan vaz geçerek 1 Eylül’de Türk kuvvetlerinin sağ kanadı ile merkezine saldırdılar. 2 Eylül’de aynı hareket devam eti. Çal dağı Yunanlıların eline geçti. Türk kuvvetleri Çal dağının 500 – 1000 metre doğusundaki bir hatta çekildi ve bu suretle çok kritik bir durum ortaya çıktı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa bile umudunu yitirmiş görünüyor, “Geri çekilme emri verip vermemekte tereddüd ediyordu”. | ||
![]() |
![]() | #93 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Ancak cephede umudunu kaybetmemiş ve zafere olan inancı sarsılmamış olan tek bir komutan vardı. herkesin güvenini kazanmış olan bu komutanın, o gece saat ikide Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı bir telefon konuşması, sonucu nereye varacağı kestirilemeyen ve pek kanlı bir surette devam etmekte olan Sakarya meydan savaşının seyri üzerinde her halde büyük bir etki yapmıştı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın en sinirli halde bulunduğu ve neye karar vereceğini kestiremediği bu saatlerde, telefonun öteki ucundan Fevzi Paşa, durumun Türkler lehinde olduğunu ve Yunanlıların çekileceklerini bildiriyordu. Fevzi Paşa’nın görüşü isabetli idi. Çünkü Yunanlılar ertesi gün yani 3 Eylül’de sukunet içinde kaldılar. Gerçi 4 ve 5 Eylül’de de saldırılarını sürdürdüler. Fakat bu taarruzlar, büyük kayıplar verdirilmek suretiyle durduruldu. Bundan sonradır ki, “Taarruza devam kabiliyet ve kudretinden mahrum” kalmış ve bütün cephe üzerinde taarruzdan vazgeçerek savunma haline geçmişlerdi. Türk ordusu, onların savunmadaki direnme derecelerini yoklamak için, 6 Eylül’de bir taarruz yapmış ve bu hareketini 8 Eylül’de de tekrarlamıştı. Her iki taarruzda da başarı kazanıldığı için Türk komuta heyetince “Düşman ordusunun tepelenmesi zamanının geldiğine kanaat getirildi ve bu sebeple de 10 Eylül 1921’de “Beylikköprü şarkında” genel taarruza geçildi. Bu taarruzdaki başarı pek büyük olmuş ve düşman, mevzilerini bırakarak, Beylikköprü’ye doğru çekilmeye başlamıştı. 12 Eylül’de yapılan şiddetli taarruzdan sonra ise, morali büsbütün bozulan düşman birlikleri, “Artık muntazam bir ric’at manzarasını da kaybederek perişan bir halde bir an evvel nehrin garbına atılmaktan başka bir şey” düşünmedi. | ||
![]() |
![]() | #94 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 13 Eylül 1921’de Sakarya’nın doğusunda artık Yunan kuvveti bulunmuyordu. Gerçekten 11 Eylül’de Yunan kolordularına, çekilmeleri için emir verilmişti. Bazı Yunan komutanları ve bu arada Sariyanis’in dediği gibi oyun kaybedilmiş ve 1683 tarihinde başlamış olan hayasız bir akının son kanlı ve korkunç dalgası, 1922 Eylül’ünde Sakarya’nın bu kesiminde kırılmıştı. Sözün kısası, uzun süreli ve büyük bir meydan savaşı kazanılmıştı. Bu sonucun alınmasına, Başkomutan’ın, “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüz’i tam, bulunduğu mevzi’den atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüz-i tam, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder” prensibinin uygulanması ve istenilen noktada düşmanla savaşmak, “Evvela onu çarpmaya mecbur etmek ve çarptıkça kırmak” taktiği; Fevzi Paşa’nın “Muharebe meydanlarının hemen her noktasında gece ve gündüz hazır bulunmuş ve pek isabetli ve değerli tedbirlerini mahallinde gerekenlere tebliğ” etmiş olması; İsmet Paşa’nın “Yorulmaz bir azim ve iman ve faaliyetiyle gece gündüz harekatın ufak noktalarına varıncaya kadar nafiz” olması ve ordusunu fevkalade bir suretle sevk ve idare etmesi; Müdafaa-i Milliye Vekili Re’fet Paşa’nın, bu savaşın süresi boyunca “Ordunun ihtiyaç duyduğu her şeyi muvaffakiyetle ve zamanında” yetiştirmesi; öteki komutanların birbirleriyle “Müsabaka edercesine fedakarlık, kahramanlık ve dirayet” göstermeleri; Türk subaylarının ölümü hiçe sayarak ateş ve çeliğe karşı göğüslerini siper etmeleri; Türk erlerinin ise “Meth-ü senânın” çok üstündeki fedakarlıkları sebep olmuştur. | ||
![]() |
![]() | #95 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu savaşta Yunan ordusunun taarruz kudreti kırılmış ve üçte biri yok edilmişti. Yunan ordusunun daha sonra uğrayacağı büyük felaketin bir başlangıcı sayılan bu savaş, aynı zamanda, Yunan ordusu ile Yunan milletinin zafere olan inançlarını yok eden bir savaştır. Böyle olmakla beraber bu savaşın sonunda Yunan Kralı askerlerine hâlâ, “Düşmanın kalbine vurdunuz, esarette bulunan kardeşlerinizi kurtarmak için ve ecdadlarınızın (cedlerinizin, denmek lazımdır) şanlı eserler vücuda getirdiği memlekete yeniden medeniyet götürmek için kanınızı döktünüz, kıymetli olan kanınızı döktünüz” gibi yersiz sözler söylerken Başvekil Gounaris de ondan daha manalı konuşmuyordu. Fakat askerler, yenilmiş olduklarını kabul ediyor ve bunun için bazı sebepler gösteriyorlardı. General Papoulas, yenilmenin sebeplerini, Türk ağır toplarının çokluğunda ve üstünlüğünde buluyordu. Albay Bujac ise bu yenilginin sebeplerini Yunanlıların, “Kendi kuvvet ve vasıtalarına gurur ile güvenmelerine”, düşman kuvvetini daha aşağı bir değerde görmelerine ve Yunan ordusundaki komuta heyetinin yetersizliğine bağlamaktadır. Yunan Generali Xsenefon Stratikos ise “Gazi Kemal, etrafındaki zabitlerle Türkiye’nin son kalesini müdafaa etti; önüne geçilmez azm-ü irade ile onu kurtarmak istedi. Yunan faaliyetinin pek gerilmiş olan sinirleri Ankara önündeki sinirler karşısında tamamiyle gevşedi”… “Yunan azm ve iradesi, Kemal’in azm-ü iradesini daha kuvvetli görerek önünde baş eğdi” demektedir. | ||
![]() |
![]() | #96 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 12 Eylül 1921’de cepheden gönderilen bir telgraf, Ankara’ya zaferi müjdelemiş ve bu suretle Tanrı’nın, “Ehl-i Salîb’in asırlarca evvel ta’kib ettiği dini gayeleri ihya etmek için” kendisinin Hazret-i İsa tarafından memur edildiğini sanan Kral Constantin’e ve ordusuna değil, Türklere yardım ettiği anlaşılmıştı. Fakat düşmanın ordusunu gerektiği şekilde takip etmek mümkün olmadı. Çünkü Türk ordusunun “o günkü hali; durumu; şartları ve vasıtaları” buna müsait değildi. Ayrıca Yunanlılar, kendi ordularının “Pek o kadar ta’ciz edilmeden geri çekilebilmesini ve Eskişehir’le Afyonkarahisar önlerinde tedafüi bir cephe kurabilmesini, sırf geçilen yerlerin yakılması gibi vahşiyane bir taktiğe borçlu idiler”. Kazanılan büyük zafer yurdun her yanında çeşitli surette kutlanırken, aynı zamanda birer milletvekili olan Fevzi (Çakmak) Paşa ile İsmet (İnönü) Paşa, 14 Eylül 1921’de Büyük Millet Meclisi Başkanlığına bir önerge vererek, Sakarya zaferinin büyük kahramanı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya, Osmanlı imparatorluğunun en büyük askeri rütbesi olan Müşirlik rütbesiyle Gazilik unvanının verilmesini istediler. Bu isteği Meclis, 19 Eylül 1921 tarihinde yerine getirdi. | ||
![]() |
![]() | #97 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Sakarya Zaferinden Sonra Ankara, İ’tilâf Devletleri ve Yunanistan. Türkiye’de Savaş Hazırlıkları ve Taarruz Plânı Sakarya zaferinden sonraki iç ve dış olayları aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür: I- Sakarya zaferinden hemen sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir ahenksizlik baş gösterdi, özellikle, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık yetkisini sürdürmek için meclis’e sevkedilen kanun müzakereleri sırasında bazı milletvekillerinin muhalif tutum içine girdikleri görüldü. Gerçi kanun kabul edilerek Başkomutanlık süresi, 5 Kasım 1921’den itibaren üç ay daha uzatılmış oldu. Fakat muhalefet devam etti ve bir an geldi ki, “Ta’kîb olunan askeri siyaset nedir?” diye sorulan bir soru ile belirli bir hal aldı. Soruyu soranlar, “Behemahal muharebeye devam ile netice alınması mümkün müdür? Mümkün olmadığı ihtimaline nazaran, daha şimdiden başka tedbir ve çarelere” başvurmak ve “İçinde bulunduğumuz badireye nihayet vermek münasip olmaz mı?” demek istiyorlardı. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu meselenin ne hükümette ne de Grupta tartışılmasına izin verdi. Bundan dolayıdır ki, soruyu soranlar istifa ettiler. | ||
![]() |
![]() | #98 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Ancak Başkomutanlığın ve Genelkurmay Başkanlığının Ankara’da karargah kurmasını bile eleştiren muhalifleri, tatmin etmiş olmak için Mustafa Kemal Paşa, batılı devletlerin Türkiye hakkındaki gerçek düşüncelerini öğrenebilmek, Türk milli davasını onlara anlatabilmek ve o zamanki bir deyimle “Tenvir ve tenevvür maksadıyla”, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Beyi Avrupa’ya göndermeyi faydalı mütalea etmişti. Yusuf Kemal Bey, önce İstanbul’a uğrayacak, İstanbul Hükümeti Hariciye Nazırı İzzet Paşa ve arkadaşlarıyla, hatta gerçek bir istek gösterildiği takdirde, Padişahla görüşecek, Büyük Millet Meclisinin, Hilafet makamına olan bağlılığını muhafaza ettiğini ve edeceğini, söyleyecek, buna karşılık Padişahın, bu meclisi tanımasını isteyecekti. Bundan başka Yusuf Kemal Bey, İzzet Paşa ve arkadaşlarına “Aynı hedefe yürümeyi” ve işbirliği yapmayı teklif edecekti. 7 Şubat 1922’de Ankara’dan hareket eden ve 15 Şubatta, İngilizlerin hazırladığı özel bir trenle İstanbul’a varan Yusuf Kemal Bey’in orada geçirdiği günler içinde yaptığı konuşmalardan bir sonuç alamadığı ve İstanbul hükümetinin de kendi başına hareket etmeyi daha faydalı bulduğu görüldü. Gerçekten, bu sıralarda İngiltere’nin İstanbul’daki Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Osmanlı Hariciye, Nazırını (Dışişleri Bakanı) ziyaret ederek, “Lord Curzon’un kendisini kabule müheyya olduğunu” bildirmişti. | ||
![]() |
![]() | #99 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu durum karşısında İstanbul Hükümeti işin gereğini düşünmüş ve bu davete katılmamayı sakıncalı gördüğü için, Ahmet izzet Paşa başkanlığında, “Mütareke Komisyonu reisi Ethem, kalem-i mahsus müdürü Haydar ve kâtip Kadri Beylerden” kurulan, bir heyetin hemen yola çıkarılmasını ve fakat “Ankara heyetiyle ahenk ve uygunluk sağlanmasına gayret edilmesini hal ve maslahata muvafık” görmüştü. Ahmed İzzet Paşa heyeti bu talimatla, kara yolundan, hemen Paris’e hareket etti. Anlaşılıyordu ki, İstanbul hâlâ kendini her şeyin üstünde görmekte, fakat milli menfaatları korumak üzere Ankara ile ahenk içinde bulunmayı da gerekli saymakta idi. Ancak onların tutumu Ankara’ca hoş karşılanmamış ve İstanbul’un yerilmesine sebep olmuştu. Öte yandan 7 Martta Marsilya’ya varan ve orada Franklin Bouillon ile görüşen Yusuf Kemal Bey, daha sonra Paris’te, Poinacaré ile de konuştuktan sonra Londra’ya gitmişti. Burada verdiği bir demeçte, “Ankara ile İstanbul arasında fikir birliği var. Ben yalnız İ’tilâf devlet adamlarıyla fikir teatisi için geldim” diyen Yusuf Kemal Bey, 16 Martta Lord Curzon ile de konuşmuştu. Fakat ne Poincaré ne de Lord Curzon, Türk milli davasını henüz kabul edecek halde değillerdi. Nitekim, Fransız devlet adamları, Türklere sempati göstermekle beraber, müttefikleriyle birlikte hareket etmeyi daha uygun buluyor ve bu sebeple de Misâk-ı Millîyi kabul ettiklerini açıkça söylemiyorlardı. | ||
![]() |
![]() | #100 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bununla beraber Türk askeri müşavirler, Fransa’dan, acele “Silah ve malzeme” elde etme teşebbüslerinde pek başarılı olmuşlardı. İngilizlere gelince onlar, bir Türk taarruzundan çekindikleri için, müttefikleriyle birlikte kendilerinin de, Yunanlıların Anadolu’dan ayrılmalarını esas itibariyle kabul ettiklerini, yakında Müttefik Devletler Dışişleri Bakanlarının toplanarak bu hususu karara bağlayacaklarını ve fakat her şeyden önce Türklerle Yunanlılar arasında bir mütarekenin imzalanması gerektiğini söylüyorlardı. Her ne kadar Yusuf Kemal Bey, “Konferansın evvela Anadolu’nun tahliyesine karar verip tarafeyne tebliğ etmesinin mütarekeden daha kuvvetli olacağını” söyledi ise de Lord Curzon, mütareke fikrinde ısrar etmişti. Anlaşılıyordu ki, sadece politik yollardan yürüyerek Türkiye meselesini halletmek mümkün değildi ve bunun böyle olduğunu daha önceden kestirmiş olan Mustafa Kemal Paşa, kurtuluşun kesin bir zafere bağlı olduğunu kabul ediyordu. Ancak muhalifleri böyle bir zafere şüpheli gözlerle bak4ıyorlardı. “Meclis müzakerelerinin hüsn-i cerayanını te’min” maksadiyla kurulmuş olan Müdafaa-i Hukuk Grubundan ayrılmış ve dıştaki bazı muhaliflerle birleşerek “İkinci Grub’u” kurmuş olan bu muhalifler ise gittikçe tehlikeli bir hal almışlardı. Özellikle bunlar, “Meclisde ordu aleyhinde bir cereyan vücûde” getirmek istiyorlardı. | ||
![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |