![]() |
Böylece, --Endüstri Devrimi--nin, insan düşüncesinde yaptığı en önemli aşamayı, --pozitif düşünce-- aşamasını en iyi biçimde ortaya koyan ve bu yüzden de gerçek bir --düşünce devrimi-- yaratan --pozitivistler--, ne yazık ki, Batı Avrupa'nın toplumsal ve ekonomik gelişmesi açısından önce --tutucu--, daha sonra da --gerici-- çizgiye düzmüşlerdir. Pozitivistlerin İlericiliği İşin ilginç yönü, toplumsal ve ekonomik açıdan görülen bu --tutucu-- ya da --gerici-- çizgiye karşın, düşünce sistemi açısından pozitivistlerin --ilerici-- niteliğe sahip olmalarıdır. Çünkü, savundukları düşünce biçimi, --deneysel yöntem--e dayalı düşüncedir. --Deneysel yöntem--e dayalı --tümevarımcı-- ya da --endüktif-- düşüncenin ise doğal gerçeği olduğu gibi toplumsal gerçeği algılamakta da en geçerli bilimsel yöntem olduğu açıktır (Kongar, 1979:43-47). Bunun dışında kalan gerek analoji ve tümdengelim, gerekse diyalektik gibi yöntemler ancak, temelinde, deneysel bilgi ile beslenmişlerse anlam taşırlar. Üstelik bunların bir bölümü, yeni bilgi üretmek için değil, belli durumları, önceden üretilmiş bilgilere göre irdelemek için kullanılan modellerdir. |
Bütün bu verilerin ışığı altında, tüm modeller açısından olduğu gibi, --Pozitivist modeli-- de tümüyle mahkum etmek ya da aklamak olanaklı değildir. Toplumsal ve ekonomik yapı bakımından yetersiz ve yanlış olan bu modelin, insanlığa --bilimsel yöntem-- temel düşüncesinin simgesi niteliğiyle mal olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim özellikle Türk Devrimi açısından, --Pozitivist düşünce-- son derece etkin olmuştur. Bu etkilerin en belirginlerinden biri, Mustafa Kemal Atatürk'ün eyleminde görülür. Şimdi bunu kısaca görelim. E-) Türk Devrimi ve Pozitivizm Fransız Devrimi'nin etkileri, Osmanlı'ya aslında çok çabuk gelmişti. İstanbul'da yapılan gösterilerde başlarına devrimin renkleri olan mavi-kırmızı şapkaları giyerek gösteri yapanların durumu bunun en güzel belirtilerinden biridir. Oysa, Osmanlı yönetimi, bu devrim karşısında, Albert Sorel'in Avrupa hükümdarları için belirttiği aynı vurdumduymazlığı paylaşıyordu. Sadrazamın, kendisine gösteri haberini getirene, verdiği: --İsterlerse başlarına üzüm sepeti geçirip dolaşsınlar-- yanıtı, bunun tam bir kanıtıdır. |
Pozitivizmin etkileri, İmparatorluğu kurtarma görevini üstlenen sivil ve asker bürokratların tarihsel rolleri ile birlikte, toplumda gözükmeye başlar. İlk girişimler, aslında İslam ile pozivitist ilkeleri birleştirme çabaları biçiminde ortaya çıkar (Mardin, 1962:293-297). Sonraları İslam bir yana bırakılarak, kurtarıcı olarak tam bir pozitivizme sarılınır (Mardin, 1964:170). Pek doğal olarak, --İmparatorluğu kurtarma-- çabaları çeşitli düşünce akımları çevresinde oluşur. Fakat, Batılı düşüncelerin --pozitivist-- bir yaklaşımla Türkiye'ye aktarılmak istenmesi o dönem için en radikal çözümdür. Nitekim, Osmanlı içindeki devrimci birikimlerin en radikal ve en bütüncü temsilcisi olan Mustafa Kemal Atatürk, genel eylemini hemen pozitivist düşünce biçiminin içine oturtmuştur. |
Türkiye'de Pozitivizm Geleneği Atatürk'ün eylemi, düşünsel olarak da, siyasal olarak da Osmanlı içinde Tanzimat'tan beri oluşagelen birikimlerin bir sonucudur. Bu açıdan düşünüldüğünde, Türk Devrimi'nin düşünsel planda pozitivizme oturmuş olmasında şaşılacak hiçbir taraf yoktur. Halkevlerinin kurucusu Dr. Reşit Galip ile yaptığı bir konuşmada Atatürk'ün söylediği şu sözler, tam bir pozitivist felsefenin yansımasıdır: --Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır. Zaman hızla dönüyor. Böyle bir dünyada asla değişmeyecek yargılar getirdiğini ileri sürmek aklın ve bilimin gelişmesini yadsımak olur.-- (Koloğlu, tarihsiz:48). Taner Timur, Türk Devrimi'nin hemen hemen tümüyle --pozitivist ideoloji--ye dayandığını öne sürerken şöyle diyor: --XIX'uncu asırda Avrupa'da keskinleşen sınıf kavgalarının ideolojik ifadesi idealizm-materyalizm çatışması şeklinde ortaya çıkmıştı. Aslında, idealizm-materyalizm mücadelesinin tarihi eskidir ve eski Yunan'a kadar gider. Ancak burjuva devrimlerinden önce idealizm, dinci idealizmin tekelindeydi ve kilise tarafından temsil ediliyordu. Oysa, XIX'uncu yüzyılda müsbet ilimlerin gelişmesi, bir yandan kilisenin itibarını sarsmış ve idealizmin laik biçimlerde savunulmasına yol açmış, diğer yandan da geleneksel mekanik metaryalizm yerine diyalektik materyalizmin doğuşunu sağlamıştır. Burjuva çıkarları bu dönemde çeşitli ideolojiler tarafından savunulmuştur. Ancak bunlardan bir tanesi vardır ki, Batı'dakinden farklı nedenlerle Jön-Türkler'den itibaren Osmanlı aydınlarını etkilemiş ve Türk Devrimi'ne de temel , teşkil etmiştir. Bu ideoloji pozitivizmdir.--(Timur, 1971:128-129). Yine Timur; bir yanlış anlamayı önlemek için, --pozitivizm--den anlaşılan kavramı şöyle belirtiyor: --Ancak bugün bir fikir akımını veya sosyal teoriyi --pozitivist-- olarak nitelendirirken dayanılan şey, Comte'un bugün için önemi kalmamış olan teorileri değil, yöntemidir.-- (Timur, 1971:129). |
Timur, pozitivist düşüncenin, Osmanlı aydınları tarafından benimsenmesini de şöyle açıklıyor: --Osmanlı bürokratları ve aydınları Batı'nın --üstünlüğü--nü açıklayacak ve bize aktarılacak bir --sihirli değnek-- aramakla meşguldüler... Pozitivizm ve dayandığı ilim anlayışı, hem Batı'nın üstünlüğünü açıklamak, hem de Hıristiyanlığa bulaşmamış olmak erdemlerine sahipti. Toplumsal ahenk fikri ile de, sınıfsal açıdan her türlü uzlaşmaya elverişli olan küçük burjuva özlemlerine cevap veriyordu... A. Comte'dan sonra ikinci ve çok önemli bir pozitivist sosyolog olan Durkheim'in de Türkiye'de çok tanınmış olması anlamlıdır. İttihat ve Terakki'nin fikir babası Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda Durkheim'in --kollektif bilinç-- kavramını tarihi maddeciliğin sınıf çelişkisine karşı kullanmıştır.-- (Timur, 1971:132-133). Gerçekten de genç Türkiye Cumhuriyeti'nin --imtiyazsız sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz-- sloganında belirginleşen --dayanışmacılık-- (o zamanın deyimiyle, tesanütçülük) anlayışı da kaynağını pozitivist düşünceden alıyordu (Ayraç içindeki açıklamalar benim. E.K. Bu konuda farklı ve eleştirel bir yaklaşım için Mazrui, 1981:11'e bakılabilir.), (Kili, 1969:91-94). |
Aslında Timur'un ve Kili'nin pozitivizmin yorumu hakkındaki değerlendirmeleri çok yerindedir. Gerek Türk aydını, gerek Mustafa Kemal Atatürk, pozitivizmi, bilimin egemenliği biçiminde algılamışlar; böylece, onu, dine ve geleneğe karşı kullanmışlardır. Ayrıca, toplumsal içerik bakımından da, çatışmacılığın yerine --uyum-- düşüncesinin egemen kılınmasında işlev sahibi yapmışlardır. Atatürk'ün --Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit (yol gösterici, aydınlatıcı) ilimdir, fendir.-- sözü hem Türk Devrimi'nin ruhunu, hem de ne denli pozitivizme dayalı olduğunu yansıtmaktadır (Ayraç içindeki açıklamalar benim E.K.). Atatürk Devrimleri'nin tohumlarının İttihat ve Terakki dönemindeki --Batılılaşma-- akımına dayalı çözümlerde yattığı anımsanırsa, pozitivizmin Türk toplumu içindeki sürekliliği daha iyi anlaşılabilir. Bilindiği gibi, İttihat ve Terakki ismi bile özellikle o dönemin liderlerinden Ahmet Rıza'nın kişiliğinde simgeleşen bir pozitivizme bağlılığı belirtir. İntizam ve Terakki anlayışı giderek İttihat ve Terakki olmuş ve Atatürk'ün içinde yetiştiği ortamı büyük ölçüde etkilemiştir (Akşit, 1980:80) . Yazı devriminden laikliğe; laiklikten milliyetçiliğe kadar hemen hemen bütün Atatürk devrimlerinin temelleri İttihat ve Terakki dönemine kadar gider (Lewis, 1968:238). |
Ergil'in ilginç bir çalışması, Atatürk'ün karşı-emperyalist eyleminin temellerinin bile İttihat ve Terakki sırasında atıldığına işaret ederek, Türk Devrimi'nin pozitivist niteliği ile karşı-emperyalist niteliğinin köklerini toplumsal ve siyasal yapıda birleştirir (Ergil, 1995). Türk Devrimi, pozitivist düşünceyi hemen hemen tümüyle uygulamaya aktarmıştır. Pek doğal olarak burada söz konusu olan, Comte'un --dünya dini-- değil, --pozitivist düşünce ilkeleri--dir. Aslında, belki de Comte'un kendi çağdaşları arasındaki --gecikmiş-- niteliği, dinsel bağnazlığı henüz kıramamış olan, bu yüzden de Batı Avrupa'nın gerisinde kalmış bulunan Osmanlı İmparatorluğu tarafından kullanılabilecek bir model kurmasına yol açmıştı. Bir başka deyişle, Comte'un --ileri dönük-- olmaktan çok, --geçmişin değerlendirilmesi--ne dayalı modeli, ancak --düşünce sistemi-- bakımından Batı Avrupa'nın gerisinde kalmış bir toplumda gerçekten --devrimci-- olabilirdi. |
Nitekim, pozitivizmin, Mustafa Keınal Atatürk'ün elinde bu denli işlevsel olabilmesinin altında yatan gerçek, Osmanlı toplumunun hem siyasal otoritenin kaynağı bakımından, hem de toplum yapısı açısından dine dayalı bulunmasıydı. ::::::::::::::::::: 3-) Sınıfsal Devrim Modeli ve Türk Devrimi Günümüz dünyasına biçim veren ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupa'sının en önemli ürünlerinden biri de --sınıfsal devrim-- modelidir. Marx ve Engels tarafından geliştirilen bu model de, bütün benzerleri gibi, tüm insanlığı belli bir biçimde yoğurmaya yöneliktir. Yine tüm benzerleri gibi, temelinde ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupa'sının özellikleri yatmaktadır. Marx ve Engels'e tarihsel maddeci açıdan yaklaşan Moskova, Marx-Engels Enstitüsü Müdürü Riazanov, Sosyalist Akademi'de verdiği derslerde şöyle diyor: --Marx ve Engels'in yaşamları üzerine hazırladığımız bu çalışma, kendilerinin geliştirdiği ve uyguladığı bilimsel yönteme uygun olarak yapılmıştır. Kişisel dehalarına rağmen, Marx ve Engels de son tahlilde belirli bir tarihsel anın adamlarıydı. İkisi de olgunlaşırken, yani aile çevrelerinin etkisinden yavaş yavaş çıkarlarken, dosdoğru, temel özelliklerini Temmuz Devrimi'nin (Fransa'daki 1930 Devrimi) Almanya üzerindeki etkilerinin, bilim ve felsefenin dev adımlarla ilerlemesinin, işçi ve devrim hareketlerindeki büyümenin belirlediği bir tarihsel çağın girdabı içine sürüklenmişlerdi. Marx ve Engels, yalnızca belirli bir tarihsel dönemin ürünleri değildiler; kökenleri itibarıyle özel bir bölgenin, Ren eyaletinin insanlarıydılar: Ren, Almanya'nın tüm parçaları içinde en uluslararası özellik taşıyan, en sanayileşmiş ve Fransız Devrimi'nin etkisine en açık bölgeydi.-- (Riazanov, 1978:43). |
Sınıfsal devrim modeli de geniş kapsamlı bir tarih incelemesine dayanır. Ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupası'nın çalkantılı yılları, tüm düşünürler gibi Marx ve Engels'i de, çevrelerinde olup bitenleri anlamak için tarihe yöneltmiştir. Tarih incelemelerinden çıkan sonuca göre Marx, insanoğlunun yazgısının uzlaşmaz sınıflar arasındaki çatışmalarla belirlendiğini savunur. Bu nedenle de insanlığın tarihini sınıf çatışmalarının tarihi diye niteler (Marx and Engels, 1973-a:108-109). Sınıf çatışmaları sonunda insanlığın ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupası'nda eriştiği nokta, artık biri burjuvazi, öteki protelerya olarak iki büyük sınıf arasındaki savaşımdır. Burjuvazi, Engels'in, Komünist Manifesto'nun 1888 baskısına koyduğu nota göre, çağdaş kapitalistler ücretli işgücünün işvereni ve toplumsal üretim araçlarının sahipleridir. Yine aynı notta Engels, proleteryayı da üretim araçlarına sahip olamayan ve yaşamak için emeğini satmak zorunda bırakılan çağdaş ücretli işçiler olarak tanımlıyor. İşte --sınıfsal devrim-- modelinin temelinde sınıf çatışması, güncel olarak da burjuvazi ile proleterya'nın savaşımı yatmaktadır. Tüm insanlık tarihi boyunca gelişen bu sınıf çatışması Marxçılara göre artık son aşamasına gelmiştir. |
A) Sınıfsal Devrim Kuramındaki Determinizm Sınıfsal devrim modeli de insan toplumlarının zorunlu olarak belli aşamalardan geçerek, kaçınılmaz bir sona doğru geliştiğini savunur. Her toplum, üretim güçleri ve üretim ilişkileri tarafından oluşturulan üretim biçimlerine dayalıdır. Üretim güçleri, makineler, araç ve gereçler, iş konuları ve insanlardan oluşur. Bu güçler; hep birlikte insanlar arasındaki üretim ilişkilerini düzenlerler. İşçi ile patron, ağa ile köylü arasındaki ilişki, üretim ilişkisidir. Bunu belirleyen olay, endüstri ya da tarım konularında kullanılan araç ve gereçlerdeki değişme ve gelişmeler, çeşitli mekanizmalar yoluyla toplumun tüm kurumlarını ve yapısını etkiler. Çeşitli gelişme, keşif ve icatlar sonunda, insanoğlunun kullandığı araç, gereç ve makineler teknik olarak daha mükemmelleşir. Bunların gelişmesiyle, insanoğlunun makineleri kullanma biçimi de değişir. Örneğin, işbölümü daha ileri ve etkin bir nitelik taşır. Böylece, temeli maddedeki değişmeye bağlı olan gelişmeler sonunda, bir toplumun üretici güçleri; o toplumun genel üretim ilişkileriyle uyuşmazlığa düşer. Bu durumda, toplumun üretim biçimi değişmek zorunda kalır. İşte toplumsal devrim budur (Marx, 1904:10-13). Bütün bu mekanizmanın altında, mevcut üretim biçiminin eski üretim araçları teknolojisi tarafından ve eski sınıflar aracılığıyla oluşturulmuş olması, bu nedenle de çağdaş teknolojiye ve sınıflara uyum sağlayamaması gerçeği yatmaktadır. |
İşte tam bu noktada, sınıfların devrimci niteliği de ortaya çıkmaktadır. Yeni teknolojinin geliştirdiği yeni sınıf, toplumun üretim biçimini yeniden oluşturmak için devrim yapar. Tüm siyasal, toplumsal, kültürel yapıyı kendisine, yani yeni teknolojiye ve yeni ilişkilere uyacak biçimde değiştirir. Sınıfsal devrim kuramının altında yatan inanç, toplumların zorunlu olarak gideceği noktanın, insanın müdahalesiyle çabuklaştırılabileceğidir. Toplumların, çeşitli aşamalardan geçerek, sonunda, sınıfsız toplum (komünist toplum) aşamasına ulaşması kaçınılmazdır. Bu dönemde, artık, son devrimci sınıf olan proleterya da kendisini tasfiye eder ve insanlık sınıfsız topluma ulaşır. Bu aşama, insanlığın zorunlu olarak ulaşacağı bir noktadır. Fakat, insan toplumunun son biçimi değildir (Bottomore, 1963:246). Marx, kendinden önceki düşünürlerin de sınıf ve sınıf çatışması kavramlarını kullandığını söyler. Kendi kuramını, kendinden önceki düşüncelerden ayıran özellikleri, determinizm olarak belirler. Marx'a göre, kendi katkıları üç grupta toplanabilir: Birinci nokta sınıfların, ancak üretim gelişmelerindeki özel tarihsel aşamalar sonunda ortaya çıktıklarıdır. İkinci nokta sınıf çatışmalarının sonucunun kaçınılmaz ve önlenemez bir biçimde proleterya diktatörlüğüne yol açmasıdır. Üçüncü nokta ise, proleterya diktatörlüğünden sonraki aşamanın, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasıyla belirlenen sınıfsız toplum biçiminde sonuçlanacağıdır (Marx and Engels, 1973-a:528). |
B) Sınıfsal Devrim Kuramındaki Toplum Modeli Tarih içinde çeşitli aşamalardan geçerek ondokuzuncu yüzyıla erişen insanoğlu, iki büyük sınıf arasındaki çatışmalarla belirlenen bir toplumda yaşamaktadır. İşçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki bu çatışma sırasında bütün öteki sınıflar da bir tarafı tutmak zorundadırlar. Sermaye sınıfı gittikçe güçlendiği, kudret de gittikçe tek elde toplandığı için, sermaye dışında kalan öteki sınıflar da gittikçe güçsüzleşmekte, yoksullaşmaktadırlar. Bu nedenle aşağı orta sınıf, küçük imalatçı, esnaf gibi kişiler ve köylüler de burjuvaziye karşı savaşmak durumundadırlar. Bunlar da zamanla kaçınılmaz olarak proleterleşmektedirler. Bütün bu süreç sonunda sermaye ve mülkiyet merkezileşecek, buna karşılık geniş yığınlar yoksullaşacaktır. En sonunda da proleterya iktidara el koyacak, kendi dışındaki sınıfları ortadan kaldıracak, toplumda sınıfların işlevine gerek kalmadığı için de (yani, artık bazı özel sınıf çıkarları, genel çıkarlarmış gibi sunulmak durumunda olmayacağı için) kendi kendisini de yok edecektir. Böylece sınıfsız topluma ulaşılacaktır. |
C) Sınıfsal Devrim Kuramının Temel Özellikleri Sınıfsal devrim kuramının birinci özelliği, tarihe maddeci ve diyalektik bir yaklaşımla bakmasıdır. Bir başka deyişle, sınıfsal devrim kuramı, tarih boyunca, teknolojik değişmelerin etkilerini ve maddenin kaçınılmaz gelişmesini dikkate almıştır. Ayrıca, diyalektik bir yaklaşım da kullanmıştır. Bu yaklaşıma göre, her varlık her an değişme durumundadır. Her olay ve varlık karşıtını da yaratır ve kendisiyle birlikte geliştirir. Belli birikimler, bir süre sonra, aynı nitelikte olmayan sonuçlara ulaşır. Yani, belli sayıya ulaşan varlıklar, bir dereceden sonra, farklı özelliklere sahip olurlar. Her sonuç, yeni tepkiler doğurur ve tepkileriyle birlikte, başka sonuçlara doğru gelişir (Engels, 1977:85). İşte bu anlayışla tarihe bakılmış ve belli sonuçlara ulaşılmıştır. Bu ulaşılan sonuçlar, belli gelişme yasaları biçiminde özetlenmiş ve böylece ortaya tarihsel maddecilik çıkmıştır. Bir başka deyişle, diyalektik maddeciliğin tarihe uygulanması sonunda elde edilen sonuçlardır tarihsel maddecilik. Tarihsel maddeci görüşe göre, insan çevresinin ürünüdür. İçinde bulunduğu koşullar, onun bilincini, yani, ideolojisini belirler. Fakat, yine insan, çevresini oluşturan bir varlıktır. Bu nedenle, çevresinin ürünü olan insan, yeterince bilinçlendikten sonra, döner ve kendini üreten bu çevreyi etkilemeye başlar. Böylece, insanoğlu kendisini yaratan koşulara bilinçli olarak karışma ve onları hızlandırma, olanağı bulur. |
İlk Uygulama Sınıfsal devrim kuramı, ilk uygulamasını Rusya'da bulmuştur. Bu uygulamayı yapan Lenin ve Troçki, devrimi, Bolşevik Partisi yoluyla gerçekleştirdiler. Her büyük devrimde olduğu gibi, Sovyet Devrimi'nde de örgüt, ideoloji ve liderlik, tam bir uyum içindeydi. Bu uyumu sağlayan hiç kuşkusuz, örgüte egemen olan ve ideolojiyi de kendi toplumunun somut koşullarına göre yorumlayan liderlikti (Türk Devrimi'nde de aynı özellikleri, yani, örgüte ve ideolojiye damgasını vurmuş bir liderliği görüyoruz) . Sınıfsal Devrim kuramının Rusya'daki uygulaması, Lenin ve Troçki yönetimindeki Bolşevik Partisi'nin katkısıyla, Marxçı kurama şu ilaveleri yaptı: Birinci nokta, sınıfsal devrim kuramının öngördüğü, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek olan bir sosyalist devrimin yapılacağı toplumun özellikleriyle ilgiliydi. Esas kuram, böyle bir devrimi, oldukça sanayileşmiş bir toplumda (örneğin, Almanya'da) öngördüğü halde, göreli olarak daha az sanayileşmiş bir toplumda da böyle bir devrimin olabileceği Rusya'daki uygulama ile kanıtlandı. |
İkinci nokta, esas kuram, sosyalist devrimin itici gücü olarak tüm işçi kitlelerini gördüğü halde, Bolşevik Partisi uygulamasının, iyi örgütlenmiş ve doğru ideolojiye sahip bir partinin, işçi sınıfı adına eylem yapabileceğini göstermesidir. Lenin ve Troçki'nin gerçekleştirdikleri eylem, işçi sınıfı (proleterya) adına, bir partinin başarılı bir darbe ile devrime yol açacak bir siyasal iktidar değişikliğini yapabileceğini gösterdi (Bu noktada, Sovyetler Birliği'ndeki rejimin, işçi sınıfının yönetimi mi olduğunu, yoksa, gittikçe proleteryadan soyutlanan ve ona yabancılaşan bir teknokrat-bürokrat iktidar mı olduğunu tartışmadığımı özellikle belirtmek isterim. Burada aktarmak istediğim nokta, devrimi yapan partinin bu işi --işçi sınıfı adına yaptığını söylemesi ve bunu başarmasıdır.-- ). Üçüncü olarak, Marx'ın köylülere dayanarak devrim yapılamayacağını söylemesine karşın, Bolşevik Devrimi azgelişmiş :kapitalist ülkelerde köylülerin de devrimci nitelik taşıdığını göstermiştir. Yeter ki, Parti, köylülerin de temsilcisi olduğunu yeterince ortaya koyabilsin. Dördüncü bir nokta, dünya emperyalizıninin en zayıf halkasından kırılması sorunudur. Dünyanın gelişmiş kapitalist üIkeleri, artık, ürün ihracını bir yana bırakıp, doğrudan doğruya sermaye ihracına başlamışlardır. Bu durumda Rusya'nın kendi ulusal burjuvazisini geliştirme olanağı kalmamıştır. Bu nedenle de Rus proleteryası, hemen eyleme geçmeli, ülke ve kendileri, emperyalizm tarafından bütünüyle yutulmadan, henüz dünya emperyalizmi ile tam bütünleşmemiş olan düzene el koymalıdır. Bu nokta da, devrimi, gelişmiş kapitalist ülkelerde bekleyen esas kurama bir ek niteliğindedir. |
Beşinci olarak, proleterya adına devrimi yapan Parti, devlete el koyduktan sonra da, merkezi otoriteyi elinde bulundurmalı ve toplumu, kendi programına göre biçimlendirmelidir. Böylece, proleteryanın örgütsüz ve bilinçsiz oluşundan gelen sakıncalar ortadan kaldırılabilir. Bu süreç içinde eski devlet mekanizması tümüyle ortadan kaldırılmalı, yeni bir devlet kurulmalıdır. Bütün bu süreçler çerçevesinde Leninci uygulama, bir yandan Rus devrimini dünyanın öteki tüm ülkeleri için de bir örnek yapmayı amaçlarken, zaten savaş durumunda olan ülkede mevcut Çarlık rejimine karşı şiddet kullanılması ve öteki ülkelere devrimin sıçratılması için bu savaşı kullanmaya çalışıyordu. Görüldüğü gibi Rus devrimi, sınıfsal devrim kuramından etkilenmiş ve hatta Marxçılığı resmi ideoloji bile yapmışsa da, uygulamada, kuramdan önemli sapmalar ve ekler vardır. İşte bu nedenle Marxçılık ve Marxçılık-Lenincilik, nitelikleri farklı iki okul olmuştur. Marxçılık, daha çok ondokuzuncu yüzyıl Batı Avrupası'na ilişkindir. Daha çok genel kuram niteliği taşır. Buna karşılık Marxçılık-Lenincilik, daha çok yirminci yüzyıl Rusya'sına ilişkindir. Marxçı kuramın, buradaki uygulaması olduğu için, hem daha özel, hem de uygulama yönü ağır basan bir nitelik taşır. |
D) Sınıfsal Devrim Kuramının Eleştirisi Sınıfsal devrim kuramı, herkesten önce, burjuvazinin dikkatini çekmiştir. Marx'ın tüm düşünce sistemini üzerine dayadığı --diyalektik-- burada da etkin olmuş, Marx'ın düşünceleri, hemen burjuvazi tarafından karşı önlemlerin alınmasına yol açmıştır. Böylece, kendi tarihini kendi yapan insan, bir yandan proleterya olarak devrime hazırlanırken, öte yandan da burjuvazi olarak, devrim koşullarını ortadan kaldırmaya çalışmıştır. --Yitirilecek zincirler--inden başka bir şeyleri olmayan işçiler ile, --yitirilecek çok şeyler--i olan sermayedarlardan hangi sınıfın Marx'a daha duyarlı olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. İşçi sınıfı daha işin başındayken, burjuvazi tüm kuramı algılamıştır. Böylece, Marx'ın haber verdiği kendilerini yok edici gelişmelere karşı, ilk toplumsal, ekonomik ve siyasal önlemler burjuvazi tarafından alınmıştır. Genel oy hakkının --bir adam-bir oy-- ilkesi biçiminde tüm topluma yaygınlaştırılması, ekonomiye devletin müdahalesi, sermayenin anonimleşmesi, işçi sınıfına tanınan toplu sözleşme ve grev hakkı, özel mülkiyet hakkının ve bu hakkın kullanılışının kamu yararı adına sınırlanışı, hep bu tür önlemler arasındadır. |
Bu arada, teknolojik değişme ve gelişmeler otomatik makineleri üreten ve kontrol eden otomatik makineler aşamasına eriştiğinden, değerin emeğe bağlı oluşu ilkesi de, (yine Marx'ın öngördüğü maddeci tarih görüşüne göre ortaya çıkan değişme ve gelişmeler sonunda) önemli ölçüde değişikliğe uğramıştır. Şimdi bu iki noktayı da akılda tutarak, --sınıfsal devrim kuramı--nın neden tüm dünyada geçerli olmadığına bakabiliriz. Yalnız daha önce, gerek Marxlı bir dünyada yaşadığımızı (yani, Marx'ın kehanetlerini önlemeye çalışanların da Marx'ı en az, ona bel bağlayanlar kadar iyi bildiğini) ve teknolojik gelişmenin hiç durmadığını (yani, yavaş yavaş, değerin emekten soyutlanmakta olduğunu) hiç unutmamalıyız. Konuya sınıfsal devrim kuramının genel ve temel ilkeleri açısından baktığımızda, özel uygulamaların neden, genel kuramın ilkelerine göre oluşmadığını daha iyi anlayabiliriz. |
Üretim Güçlerinin Engellenmesi Sorunu İlk olarak dikkat etmemiz gereken nokta, sınıfsal devrim kuramının temel ilkelerinden birinin, ancak mevcut üretim biçiminin, yeni gelişen üretici güçleri engellemesini devrim için gerekli bir koşul olarak öne sürdüğüdür. Bunu daha somut koşullara göre ifade edersek, devrim olması için, burjuva toplumlarının, gelişen üretici güçleri engellemesi gerektiği ortaya çıkar (Marx and Engels, 1973-a: 289) . Oysa, Marx'ı çok iyi öğrenmiş olan bu toplumlar ve bu toplumlardaki yöneticiler, üretici güçleri devrime yol açacak biçimde engellemekten özenle kaçınmaktadırlar. Örneğin, işçilere verilen grev hakkı bunun en klasik örneğidir. Buna karşılık, azgelişmiş kapitalist toplumlar çeşitli nedenler arasında ideolojik bakımdan da azgelişmiş olduklarından ve çok gelişmiş toplumlar tarafından sürekli sömürülmekte bulunduklarından, bu önemli koşulu ihmal etmekte, üretici güçleri devamlı olarak baskı ve kısıtlama altında tutmaktadırlar. Böylece, üretici güçler ile, üretim biçiminin çatışması, gelişmiş kapitalist toplumlardan çok azgelişmiş kapitalist toplumlarda daha olası bulunmaktadır. Ayrıca burada belirtilmesi gereken bir başka nokta, Marx'ın kendisinin de çok gelişmiş (örneğin, Almanya'dan daha çok gelişmiş) ülkelerde, sözgelişi, Amerika ve İngiltere'de işçilerin amaçlarına barışçı yöntemlerle varabilecekleri olasılığına dikkati çekmiş olmasıdır (Marx and Engels; 1973-b:291-294). |
Ulusal Gelirden Alınan Pay Dikkat etmemiz gereken bir başka nokta, ulusal üretim ve ulusal gelir ile, çeşitli sınıfların, bu arada işçi sınıfının bundan aldığı paydır. Bilindiği gibi endüstri devrimi ile gerek işgücünün, gerekse sermayenin verimliliği artmıştır. Bu artışın ardında da teknolojik gelişmeler yatmaktadır. Fakat bu verimlilik artışları, sınıflararası çatışmanın, aslında ulusal gelir paylaşılması olduğu gerçeğini örtmez. Her toplum, kalkınmak için yatırım yapmak, yatırım yapmak için tasarruf etmek, tasarruf etmek için de az yemek zorundadır. İşte tam bu noktada, özveriyi kimin göstereceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Genellikle, düşük ücretle çalıştırılan işgücünün sömürüsü ondokuzuncu yüzyılda gerçekleştirilen endüstri devrimin sonuçlarından yararlanma mekanizması olarak belirmiştir. Böylece, sömürülen işgücü hızla bilinçlenmiş ve sonunda da proleterya kendisi için, ulusal gelirden daha büyük paylar istemeye başlamıştır. Bu durumda, bir ülke, işçiye daha fazla pay verebilmek için, ulusal gelirinden öteki sınıflara, örneğin kapitalist sınıfa, ayırdığından daha az pay ayırmak zorundadır. Oysa, ülkeyi yöneten sınıf kapitalist sınıftır. Yönetici olan kişilerin, kendi arzularıyla, kendi paylarını sınırlamaları pek de beklenen bir gelişme değildir. |
Ancak, dış sömürü yapan ülkeler için, bilinçlenen işçiye daha çok pay vermek önemli bir sorun olmaktan çıkar. Örneğin, İngiltere, Hindistan'daki sömürüsünden elde ettiği gelirin bir bölümünü, ülke içindeki kapitalist sınıfı büyük ölçüde zarara uğratmadan işçi sınıfına aktarabilirdi. Nitekim, genel gelişmeler de böyle olmuştur. Sömürgesi olan ülkelerde, hele bu ülkeler bir de gelişmiş kapitalist ülke niteliğindeyseler, işçilerin isteklerini karşılamak çok daha kolay olmuş, bu da bir sosyalist devrimin önünü, onu anlamsız bırakarak, kapamıştır. Aynı olguya, (endüstri devrimi olgusuna) dikkatle bakarsak, bu döneme öncülük eden ülkelerde, sömürünün çok hızlı ve çok yüksek oranlarda olduğunu görürüz. Böylece, işçi bilinçlenmeye pek de zaman bulamadan, ulusal gelir, artık proleteryayı bile memnun edecek bir bölüşüme uygun düzeye gelebilmiştir. Yine aynı tür ülkelerde, toplumsal akışkanlık (meslek, gelir ve statü bakımından toplumun alt katlarından, üst katlarına doğru hareket) oldukça yaygın gözükmekte ve gösterilmektedir. Bu bir de, --bir adam-bir oy-- ilkesine göre işleyen demokratik mekanizma ile birleştirildiğinde, insanlar, gerek siyasal bakımdan yönetimi denetledikleri, gerekse toplumsal bakımdan her türlü olanağın erişilebilir olduğu konusunda oldukça belirgin yargılara sahip olurlar. Bu durumun, her türlü devrimci tutumu anlamsız kılacağı açıktır. |
Dış Dünyanın Etkileri Sınıfsal devrim kuramının yaygınlığı konusundaki tartışmalarda dikkate alınması gereken bir başka nokta, hiç kuşkusuz dış dünyanın etkileri ve özellikle savaş durumu gibi özel hallerdir. Günümüzde gittikçe belirgin sınırlarla bölünen dünyada, büyük devletlerin onayı olmadan, herhangi bir önemli değişme çok güç gözükmektedir. Ayrıca, savaş gibi her değişmeyi bağrında taşıyan bir durum, her an söz konusu değildir. Bu nedenle de büyük ölçüde belirsizlik, kuralsızlık ve kargaşa anlamına gelen savaş dahil, bir devrimi doğuran dış koşullar, günümüzde, ondokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın birinci yarısı kadar egemen değildir (Ulusal kurtuluş savaşları konusunu ayrı bir başlık altında ele aldığımı hemen belirtmeliyim). Zaman ve Mekan Sorunu Aslında sınıfsal devrim modeline yöneltilebilecek olan en temel eleştiri bütün devrim modelleri için geçerli olan bir eleştiridir: Belli bir zamanda (ondokuzuncu yüzyılda) ve belli bir mekanda (Batı Avrupa'da) geliştirilmiş olmasına karşın, her zaman ve her yerde geçerli olduğu savı ile ortaya çıkmış, bundan dolayı da başka yer ve zamanlarda ya genel kurama uygun olmayan uygulamalar görülmüş, ya da hiç uygulama aşamasına gelememiştir. Fakat burada hemen eklenmesi gereken nokta, genel kurama uygunluğu ne denli tartışma konusu olursa olsun, dünya ülkelerinin bir bölümünün bu kurama göre yaptıkları devrimler ile yönetildikleridir. Bu açıdan, sınıfsal devrim modeli, uygulamada en çok yansıması olan modeldir. |
E) Sınıfsal Devrim Modeli ve Türk Devrimi Sınıfsal devrim modelinin ilk uygulaması ile Türk Devrimi hemen hemen aynı yıllara, Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Bu açıdan her iki devrim arasında çok yoğun bir etkileşim vardır. Ayrıca, Mustafa Kemal Paşa'nın unutulmaz Çanakkale savunması, İngiliz ve Fransızların Rusya'ya ulaşmasını önlemiş, böylece, güçsüzleşen Çarlık rejimine karşı, devrim çok daha da kolaylaşmıştı. Bütün bunlara ek olarak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının emperyalist ülkeler ve bu ülkelerin ajanı olarak Anadolu'ya girmiş olan Yunanlılara karşı yürüttüğü savaşta tek ve sürekli yardım da yine Sovyetler Birliği'nden gelmişti. Sınıfsal devrim modeli ile Türk Devrimi arasındaki ilişkilerin yoğunluğu, Türkiye ile Rusya'nın sınırdaş olmalarından da kaynaklanıyordu. |
Aslında, sınıfsal devrim modeli ile Osmanlı İmparatorluğu'nun teması Cumhuriyet'ten önce başlamıştı. Örneğin, 1910 yıllarında Sosyalist Hilmi ve Baha Tevfik, Osmanlı Sosyalist Fırkası'nı kurmuşlar ve dergi yayınına başlamışlardır (Çapanoğlu, 1964:48-57) . Bir yandan Marxçı düşünceler, İmparatorluk sırasında içeri girerken, öte yandan, örneğin Parvus Efendi gibi Marxçı kuramın önde gelen kişilerinden biri uzun bir süre, Osmanlı İmparatorluğu'nun durumunu, sınıfsal devrim açısından çözümlüyordu (Parvus, 1977) . Mustafa Kemal eyleminin başarıya doğru yol aldığı sıralarda, sınıfsal devrimin de Rusya'da oturma ve yerleşme döneminde olması, iki olay arasındaki etkileşimi daha yoğun yapmıştı. Anadolu'da bir yandan sosyalist düşünceler ve akımlar çeşitli kişi ve gruplar tarafından savunulurken, öte yandan Sovyetler Birliği'nde de Türk Devrimi'ni etkileyecek oluşumlar ortaya çıkıyordu. Eski İttihatçı liderlerden Enver Paşa'nın Sovyetler Birliği'nde bulunması bu etkileşimi son derece ilginç bir duruma sokuyordu. |
Türk ve Sovyet Devrimlerinin İlişkileri Türk Devrimi ile sınıfsal devrim kuramı arasındaki ilişkilere bakarken, hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gereken nokta, Mustafa Kemal Atatürk zamanında da, bugün de olayın temelini Türk-Sovyet ilişkilerinin oluşturduğudur. Bir başka deyişle, Bağımsızlık Savaşı sırasında da, bugün de Türkiye açısından konu, yalnızca kuramsal bir olay değil, somutta, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler konusudur. Bu gerçeğin bilincinde olan Mustafa Kemal Paşa'nın da konuya esas olarak ulusal bağımsızlık açısından yaklaştığını artık elimizde olan TBMM'nin gizli oturum tutanaklarından açıkça anlıyoruz. Aşağıdaki konuşma, Meclis'in hemen açılışından sonra, 24 Nisan 1920 günü yapılmıştır. O aşamada, konunun kuramsal değil, somut ulusal bağımsızlık ile ilgili yönü önemlidir. Bütün büyük devrimciler gibi Mustafa Kemal Paşa da, değerlendirmesini işin pratik yanı ve kendi amacıyla ilgisi yönünden yapmaktadır: --Malumu aliniz bolşeviklerin kendilerine mahsus birtakım esasları, noktai nazarları vardır. Ben şahsen bütün vuzuhile ve teferruatile bunlara vakıf değilim (bilmiyorum) ve yakın zamanlara kadar bolşevikler nereye temas ederse, nereye gelirse daima kendi noktai nazarlarını (görüşlerini) kabul ettirmek azmindeydiler. Her ne olursa olsun bu noktai nazarlar; bizim milletimizin de kendine mahsus birtakım noktai nazarları vardır. Bu noktai nazarların siyasi esasatı (esasları) ihtimal ki maruzatımda zikrettiğim ve cümlemizce malum olan noktaları göstermedim. Milletimizin adatı, muktaziyatı diniyesi (adetleri ve dinsel gerekleri) ve memleketimizin icabatı vardır ki, biz her ne yaparsak kendimizi, kendi adetimizi, muktaziyatı diniyemizi nazarı dikkatte tutmak, ona göre kendimize mahsus esaslar vazetmek (koymak) mecburiyetindeyiz. İşte bu itibarla alelıtlak (mutlaka) bizimle bolşevikler arasındaki münasebet şayanı tetkik ve teemmül (düşünme) olur. Bir zamanlar oldu ki, bolşevikler noktai nazarlarını daha umumileştirdiler. Hiçbir kimsenin, hiçbir milletin adet ve ahlaki hususiyetlerine ve milliyet esaslarına muarız değiliz. Yalnız istibdata karşı, emperyalistlere karşı düşmanız. Biz, Avrupalıların bolşevizmden korktuklarını ve bizim bolşeviklerle tevhidi efkar (düşünce birliği) ve harekat edeceğimizden daima kuşkulanmakta olduklarını nazarı dikkate alıyor ve daima düşünüyorduk ki, böyle bir şeye mecbur olmaksızın amali milliyemiz (ulusal amaçlarımız) dahilinde muayyen bir hudutta bizim şeraiti hayatiyemiz (yaşam koşullarımız), şeraiti istiklalimiz (bağımsızlık koşullarımız) temin olunursa... Böyle azim (büyük) bir maksat için, böyle uzak bir daiye (dava) için herhangi bir devleti ecnebiye ile münasebatı ihtilafata; anide girmek belki bizi nedamete mecbur edebilir ve zaten hepimizde de, kendimizde de böyle bir salahiyet mevcut değil. Filhakika bu hududu millimiz dahilinde arzettiğim şeraitle muhafazai mevcudiyet edebildiğimiz takdirde başka bir şey istemek bendenizce doğru değildir. Yalnız her ihtimale karşı, muhafazai hayat ve mevcudiyet için hariçten kuvvet, bir menbaı kuvvet (dışardan bir kuvvet kaynağı) aramak lazım gelirse yine daima kendi noktai nazarlarımız baki kalmak şartile her menbadan istifade etmeyi de caiz gördük. İşte sırf bu nokta daima bolşeviklerin ahvalini, harekatını ve kendilerinden icabında ne dereceye kadar muavenet (yardım) görebileceğimizi anlamaya teşebbüs ettim. Bu teşebbüsat neticesinde şüphe yok bazı temaslar hasıl olmuştur. Fakat bu temaslarımız şimdiye kadar, yani bolşevikler bizimle demin izah ettiğim... manen ve maddeten beraber olan Dağıstan'a kadar temas ettiği halde hiçbir kat'i mevat üzerine müstenit bir şey yapılmamıştır. Fakat böyle bir şey yapmak imkanı mevcuttur.-- (TBMM,I, 4-5 ) . |
Mustafa Kemal Paşa'nın Tutumu Meclisin açıldığı günlerde yapılan bu konuşmaya dikkatle bakıldığında, birtakım çok önemli noktaların göze çarpmaması olanaksızdır. Birinci olarak, Mustafa Kemal Paşa, Sovyetler Birliği'nden, sürekli bir biçimde --bolşevikler-- olarak söz etmektedir. Bu da kendisinin muhatap olarak, Rusya ya da komünizm gibi, somut ülke ya da soyut ideolojiyi değil, iktidar partisini aldığını gösterir. İkinci olarak dikkat edilmesi gereken nokta, kendisinin, bolşeviklerin görüş açıları konusunda yeterince ve ayrıntılı bilgi sahibi olmadığını söylemesidir. Oysa, biraz aşağıda, örneğin --emperyalizm-- ve --milliyetler sorunu-- gibi konuları iyi bildiğini görüyoruz. Öyle sanırım ki, ortaya koyduğu --bilgisizlik--, --bilgisizlik--ten çok bir --güvensizlik-- belirtisidir. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal Paşa, Lenin ve arkadaşlarının ne söylediklerini iyi bilmekte, fakat ne yapacaklarını tam kestirememektedir. Büyük komşu ile yakın işbirliğinin ulusal bağımsızlık ilkesine gölge düşüreceği korkusunu içinde taşıdığı anlaşılmaktadır. |
Üçüncü nokta şudur: Dikkat edilirse, tüm konuşmanın ana teması, ulusal bağımsızlık düşüncesidir. Bu konuda o denli duyarlıdır ki, pek sempati beslemediğini bildiğimiz dinsel ilkeleri bile, ulusal bağımsızlığımıza temel olarak kendimize özgü bir ulusal yapımız bulunduğunu vurgulamak için kullanmaktadır (Bu konuda, Atatürk döneminde A.B.D.'nin Türkiye büyükelçiliğini yapmış olan Sherrill'in şu yargısı oldukça ilginçtir:--Türkler, Rusya'daki Sovyet Hükümet tarzının memleketlerine girmesine kat'iyen müsaade etmemişlerdi. Aynı şekilde, İtalya'nın faşist sistemine de kesinlikle karşı çıkmışlardı.-- (Sherrill, tarihsiz:119). Dördüncü bir nokta, ulusal bağımsızlık ilkesi için gerekirse herkesle işbirliğinin yapılabileceğini vurgulamakta oluşudur. Beşinci bir nokta ise, o güne dek, Sovyetler Birliği ile bazı temasların yapılmış olduğunu belirtmesidir. Fakat bu konuşmanın tarihine kadar, henüz somut bir işbirliği söz konusu değildir. Bu aşamada, Mustafa Kemal Paşa'nın --sınıfsal devrim-- kuramı ile tüm ilişkisi, somut bir sıcak savaşa yol açan emperyalist işgaline karşı, Sovyetler Birliği'nde iktidarı ele geçirmiş olan bolşeviklerin Anadolu eylemine karşı alacakları tutum ile sınırlıdır. Nitekim, konu tümüyle savaş açısından ele alınmaktadır. Yine gizli oturum tutanaklarından öğreniyoruz ki, Mustafa Kemal'in Kafkasya'da --adamları-- vardır: |
--Efendim bizim bidayetten beri (başlangıçtan beri) Kafkasya dahilinde birtakım adamlarımız vardır ve oraya gitmiş olan zevata verilen salahiyetlere göre Azerbeycanlıların bizim noktai nazarımız dahilinde bizimle tevhidi mesai (işbirliği) etmelerinin temini kendilerine havale edilmişti. Son aldığımız bir malumat vardı ki (belki 15 günlük bir malumattır) bu malumatta Azerbeycan-Türkiye ittifakı tasdik edilmiştir ibaresi vardır. Fakat bittabi nasıl şerait mevzubahs olmuştur, ona dair tafsilat olmadığı için arzetmiyorum. Azerbeycan Hükümeti'nin teşriki mesaisini temin etmek lehimizedir.-- (TBMM, I, 33). Görüldüğü gibi, konu bir savaş sırasındaki dış ilişkiler çerçevesinde ele alınmaktadır. Yine aynı gizli oturumda bakın bir milletvekili, Çorum delegesi Haşim Bey ne diyor: --Paşa Hazretleri, Ermenilerin Bolşeviklerle ittifakı bizim aleyhimize olur. Biz, onlardan evvel itilaf etsek (anlaşsak) acaba mümkün değil mi? Bolşeviklerle ittifak etsek olmaz mı? (TBMM, I, 33) . Oysa, bir süre sonra Anadolu'da sosyalist eylemler ve akımlar güçlenmeye başlayacaktı. Özellikle Mustafa Suphi olayı ile doruk noktasına ulaşacak olan olaylar resmi bir Komünist Partisi'nin kuruluşuna bile yol açacaktı. Bütün bu olaylar dizisi içinde iç dinamik kadar dış dinamik de etkendi. |
adolu'da Sol Akımların Gücü Gerek Osmanlı'nın son döneminde, gerek Kurtuluş Savaşı sırasında, gerekse, Cumhuriyet'in ilk yıllarında, sınıfsal devrim kuramının temsilcileri olan sol akımlar için en önemli etken hiç kuşkusuz (özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında) dış dünyaydı. İç dinamik bakımından ise durumu Mete Tunçay şöyle çözümlüyor: --Aslında, 1908-1925 yıllarındaki siyasetin genel akışı içinde, bunlar (sol akımlar) pek az önem taşıyan hareketlerdir. Hemen hiçbir zaman, bir halk hareketi olmak boyutlarına yaklaşılmamış, bazı küçük aydın çevrelerinde kalınmıştır. Burada yapılan yorum yanlış değilse, Türk toplumunda İkinci Meşrutiyet'in ve Cumhuriyet'in ilanıyla denenen, altyapının elverdiği olanakların ilerisine devrimci sıçrayışlar, Batı'nın -temelinde kapitalist endüstriyalizmi bulunan- yaşam biçimine özenişten kaynak almışlardır. Etkili bir biçimde herhangi bir toplumsal tabana basamayan bütün ilk sol akımlar ise, esas itibarıyla bu yönelimi desteklemekten öteye gidememişlerdir. Bu destekleyiş, daima iktidarları hazır olduklarından daha ileriye itmek suretiyle ortaya çıktığı için, hükümetlerin solculara karşı susturucu tavırlar takınmalarında ve solcuların da hükümetlere karşı genel bir özgürlük savaşına katılmalarında şaşılacak bir şey yoktur.-- (Tunçay, 1978-a:29-30). Aslında, Kurtuluş Savaşı'mız sırasında gerek dış dinamik, gerekse iç dinamik açısından tarihsel ve toplumsal gerçeğin ne olduğu sorusunun sürekli tartışma konusu yapılmasının nedeni, bugünkü siyaset sahnesinde çatışan görüşlerin, tarihi yeniden yorumlama çabalarından doğmaktadır. Bugünkü yeniden yorumlama çabaları ne olursa olsun, Kurtuluş Savaşı'mız sırasındaki birtakım tarihsel ve toplumsal gerçekler yadsınamaz. Bunları şöyle özetlemek olanaklıdır: |
Birinci olarak, Mustafa Kemal Paşa, sınıfsal bir devrim modelinden hareket etmemektedir. Bunu pek çok kanıtın yanında, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'daki Sovyet temsilcisi olan Aralov'a söylediği şu sözlerde de görüyoruz: --Sizin Rusya'da, mücadeleci, emektar bir işçi sınıfı var, ona dayanmak mümkündür ve dayanmalıdır. Bizde işçi sınıfı yoktur, köylüye göre ağırlığı çok azdır. Sizde endüstri gelişmiştir. Bizde ise yok gibidir. Fabrikalarımız, parmakla sayılacak kadar azdır.-- (Bu yıllarda, ülkede, daha önce de olduğu gibi, aslında işçi eylemleri vardı. --Etingü, 1976; Sencer, 1969; Sülker, 1973; Çıladır, 1977). Fakat bu eylemlere karşın, gelişmiş bir işçi sınıfından söz etme olanağı yoktur.) (Aralov, 1967:92). Sovyetlerin Görüşü İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, Sovyetler Birliği'nin Türk Kurtuluş Savaşı'nı, anti-emperyalist bir eylem sayması ve bu nedenle de Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yardımcı olmasıdır. Yine Aralov, bu konuda Lenin'in kendisine, Türkiye'ye yola çıkmadan önce şunları söylediğini yazıyor: --Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir. Ama görülüyor ki, iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılabımızın önemini anlamış olup, Sovyet Rusya'ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk hükümetine, Türk halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız... İngiltere onların üzerine Yunanistan'ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de bir sürü memleket saldırttı... Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bugünlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara'ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye'de karşılaşacaksınızdır. Kendimiz fakir olduğumuz halde Türkiye'ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır.-- (Aralov, 1967:38). Yine Lenin, --Her iki halk da son yıllarda emperyalist devletlerden çok çektiler-- diyerek Atatürk'ün eylemi ile kendi eylemi arasında koşutluk kuruyordu (Şemsutdinov ve Bagirov, 1979:44) . |
Yukardaki satırlar, sınıfsal devrim kuramı ve uygulaması açısından, en yetkili ağızdan, Rusya'da bu devrimi gerçekleştirmiş olan olan liderin, Lenin'in ağzından, Türk Kurtuluş Savaşı'nın değerlendirmesini vermektedir. Ayrıca, daha önce Atatürk'ün sözlerini aktarırken, dış ilişkilerdeki temel ögenin ulusal bağımsızlık olduğunu ve Sovyetler Birliği'ne de bu açıdan yaklaşıldığını vurguladığımda bu yargının, her iki taraf için doğru olduğunu da kanıtlamaktadır. Lenin'in Aralov'a sözünü ettiği Frunze de, Türklerin Kurtuluş Savaşı ile Sovyetler Birliği'nin ilişkilerinin karşılıklı saygı ve antiemperyalist bir ideolojik birlik çerçevesinde geliştiğini yazıyor: --Sovyet devletler, Batı Avrupa ve Amerika'nın esareti altında bulunan Doğu ülkelerindeki ulusal-demokratik hareketlere daima kendi sorunları doğrultusunda yardımcı olmuşlardır... Bundan başka, benim gidişim Türkiye'nin içinde bulunduğu son derece ağır koşullar sırasına rastlıyor. Ağustos ayında, Türk ordusunun Yunanlılar tarafından yenildiği, Ankara'nın bile Yunan ordularınca alınma olanağı belirdiği bir zamanda Sovyet Ukrayna, Rusya'nın da onayıyla oraya bir elçi göndererek Türkiye'ye karşı dostluk eğilimini herkesten önce göstermek gereğini duymuştur.-- (Frunze, 1978:120). |
Türkiye Komünist Partisi İlginç olan nokta, dış ilişkiler düzeyinde resmen, bu olaylar görülürken, Türkiye Komünist Partisi, Mustafa Suphi ve arkadaşları tarafından Sovyetler Birliği'nde kurulmuştu bile. Bu arada, Baku'da toplanan Doğu Ulusları Kurultayı'na Enver Paşa dahil, pek çok Türk katılmıştı. Topçuoğlu bu grupları şöyle tanımlıyor: --Kendini Komünist sayan, sosyal demokrat sayan, Müslüman bolşevik sayan, mukaddesatçı sosyalist sayan ve doğrudan doğruya bolşevik sayan gruplar müracaat etmiş, iştirak belgesi almışlardı.-- (Topçuoğlu, 1976:67). Baku'da daha önce oluşmuş bulunan Türkiye Komünist Fırkası'nı eski İttihatçılardan temizleyerek yeniden kuran Mustafa Suphi, hemen Anadolu ile temasa geçmişti (Tunçay, 1978-a:204; İnfo, 1977: 27) . Uzun hazırlıklar ve yazışmalardan sonra, Türkiye'ye geçmeye karar veren Mustafa Suphi, Türkiye'ye geldikten sonra, Ankara'ya gidemeden, Trabzon'dan Baku'ya geri dönerken, kayıkçılar kahyası Yahya'nın adamları tarafından adamlarıyla birlikte öldürülerek denize atılmıştı. Bu olayın değerlendirilmesi, kanımca, --dıştan yönetilme-- ile --tam bağımsızlık-- arasındaki tercihte aranmalıdır. Nitekim, yalnız Mustafa Kemal ve arkadaşlarının değil, Sovyetler'in de konuyu aynı biçimde gördükleri anlaşılıyor. Bu konuda Mete Tunçay'ın aşağıdaki değerlendirmesi oldukça ilginçtir: |
--Mustafa Suphi ve arkadaşlarının yokedilmeleri karşısında Sovyetler'in ve Komintern'in takındığı tavır, dünya solculuğunun gelişme süreci bakımından da çok önemli bir başlangıç olmuştur. Bu olayda, --sosyalist ana vatan--ın dış politika çıkarlarıyla bir --kardeş parti--nin varlık sorunu çatışmış ve komünistler bir yeğleme yapmak zorunda kalmışlardır. Mustafa Kemal'i tutmayı seçmiş olmaları, sonradan (özellikle Troçkistler tarafından) Stalin'e yakıştırılan bir fırsatçılık kalıbının ilk örneğini vermiştir. Oysa, bu siyaset kararı alındığı zaman, Lenin resmen ve fülen Sovyet devletinin başında bulunuyordu.-- (Tunçay, 1978-a:242). Resmi Türkiye Komünist Partisi Aslında, Baku Kurultayı ve onu izleyen gelişmelerle, Mustafa Suphi'nin Anadolu'ya gelişi arasında, 18 Ekim 1920 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, Süreyya Yiğit, Tevfik Rüştü, Kılıç Ali, Mahmut Esat, Mahmut Celal ve Yunus Nadi gibi güvendiği arkadaşlarına resmi kimliği olan bir Türkiye Komünist Fırkası kurdurmuştur. Bu Fırka'nın kuruluşu, birçok iddialarda öne sürüldüğü gibi, yalnızca içerdeki solcuları denetim altına almak, ya da Sovyetler Birliği'ni aldatmak olamaz. Tunçay'ın deyişiyle, --T.K.F. (pek sağlam olmayan) teorik bir Bolşevizm-Komünizm ayrımına dayanmaktadır. T.K.F., Bolşevik değildir, ama kendi söylediği gibi, Komünist olduğu da su götürür. Partinin daha çok, Komünist adının duygusal değer yükünden faydalanmak için bu terimin anlamını zorladığı görülmektedir.-- (Tunçay, 1978-a:163-164). |
Mustafa Kemal Paşa'nın daha önce aktardığım gizli oturumlardaki konuşmalarına bakılırsa, ayrımın anlamı açıktır: Komünizm uluslararası bir düşünce akımı, yeni bir kuramsal düzendir. Bolşevizm ise, bunun Rusya'daki uygulamasıdır. Ulusal bağımsızlığı her şeyin üzerinde tutan Mustafa Kemal Paşa, bu ayrım ile, hemen Rusya'ya karşı da (aynı düşünce ve sistemde birleşse bile) bağmısızlığını güvence altına almak istiyor. Nitekim, Yunus Nadi'nin Eskişehir'deki Yeni Dünya'ya yanıt olarak Yeni Gün'de yayınladığı makale şöyle bitiyordu (Yeni Dünya'ya Ali Fuat Paşa'nın da çok duyarlı olduğu anlaşılıyor. Dinamo, Kutsal İsyan'da bu konuda Ali Fuat ile Mustafa Kemal Paşa arasındaki yazışmalardan söz eder (Dinamo, 1975:280).) : --Biz Türkler, emperyalist ve kapitalist dünyaya karşı savaşmakta bugün Ruslarla aynı safta yürüdüğümüz gibi; davranıştaki bu tenazurdan ilham ve kuvvet alacak olan iç reformlarımızı başarmak kanaat ve mecburiyetindeyiz de. Bu bir inkılaptır, amenna; fakat, BiZİM İNKILABIMIZ RUS İNKILABININ -öyle bazılarımızın yaptığı gibi unvanına varıncaya kadar, kelimesi kelimesine, noktası noktasına- KOPYASI OLACAK DEĞİLDİR. İnkılap, idrak ve imana dayanan bir harekettir ki, tatbikat itibarıyle, her memleketin kendi özelliklerine ve icaplarına intibak ederek tekevvün eder ve yürür. Hülasa; BİZ DE SOSYALİZM VADİSİNDE İNKILAPÇIYIZ. HATTA, AYNI PRENSİPLERE TARAFTARIZ VE ONLARI İLTİZAM ETMEKTEYİZ. FAKAT, TAKLİTÇİ VE BİNAENALEYH BOLŞEVİK DEĞİLİZ.-- (Cerrahoğlu, 1975:390). |
Resmi Türkiye Komünist Partisinin Amacı Kanımca, resmi Türkiye Komünist Fırkası'nın asıl kuruluş nedeni, işgalci kuvvetlere karşı savaş yitirilirse, Mustafa Kemal Paşa'nın, Sovyet desteğini sağlamayı planlaması ve bu sırada bağımsızlığı korumak için, kendi başkanlığında bir parti kurdurmuş olmasıdır. O sıradaki siyasal ve askeri durumun henüz çok kötü olduğu anımsanırsa, Mustafa Kemal Paşa gibi hem askeri, hem siyasal alanda büyük bir lider, hem de bağımsızlık aşığı olan bir kişinin bu olasılığı hesaplamamış olması düşünülemez. Mete Tunçay da bu olasılığın çok yüksek olduğunu kabul etmekte, ayrıca Kinross'un da böyle düşündüğünü belirtmekte ve Doğan Avcıoğlu'nun Tevfik Rüştü ile yaptığı bir konuşmayı da ek kanıt olarak vermektedir (Tunçay, 1978-a:176). Tekeli ve İlkin'in çalışması da, bu görüşün desteklenmesine yol açan Talat Paşa-Mustafa Kemal Paşa mektuplaşmasını ortaya koymuştur (Tekeli ve İlkin, 1980:340-341). Tunçay'ın ve başkalarının değerlendirmelerine şu satırlar da oldukça uygun düşmektedir: |
--Mustafa Kemal Paşa herhangi bir zaman Türkiye'de sosyalist ve hatta komünist bir rejim kurmak istemiş midir? Bu sorunun cevabını --komünist-- rejimin niteliği yönünden değil de, yine Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan Türkiye'nin durum muhakemesi yönünden vereceğiz. Kemal Paşa öyle bir zorunluk duysaydı bu rejimi kurardı, ancak KENDİSİ KURARDI, bütün çelişki buradan gelmektedir. Paşa, Lenin'in öngördüğü, proleterya devrimini hiçbir zaman kabul edemezdi, devrim olacaksa, onu yukardan, kendi kadrosu ile gerçekleştirecekti. Türk proleteryasının o dönemde bilinçli ve örgütlü bir sınıf olarak varolmaması da zaten başka bir olanak vermemekteydi. 1913 yılında Türkiye'deki sanayi işçisi sayısı 16.000 civarındaydı (bkz: Yıldız Sertel: Türkiye'deki İleri Akımlar). Mustafa Kemal Paşa, İstiklal Savaşımızda 20.000 işçiden söz etmektedir. Kaldı ki işçilerin çoğu işgal altındaki birkaç şehirde toplanmış bulunmaktaydı. Komünizme doğru kayışın nedeni, Sevr Anlaşması ile milletçe yaşantımıza son verilmesindedir. İnönü ve Sakarya'da ordularımız yenilseydi Mustafa Kemal Paşa'nın bu yolu seçmesi zorunlu olabilirdi, kaldı ki Enver Paşa pusuda beklemekteydi. (Bu konuda Atatürk de şunları söylüyor: --Sakarya'dan önce ordu bozulup da Eskişehir'i bıraktığımız vakit, Batum'da Enver ve arkadaşlarının bir kongre yaptıgını duyduk... O sırada Enver'in bir mektubunu yakalamıştık. Bir tertibe göre Karadeniz bölgesinde gönüllüler toplanacak, Enver de bir nefer gibi aralarına karışacaktı. Ankara'da kendi yetiştirmelerine güveniyor ve gelir gelmez bir darbe ile başa geçebileceğini sanıyordu. Ben bu gönüllülerin toplanmasını teşvik ettim. Enver'i tutturacaktım. Fakat Sakarya harbi kazanıldığı için onun teşebbüsü de, bizim hesabımız da geri kaldı.-- (Altay, 1969:344).), (İleri, 1974:14). Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa'nın sınıfsal devrime karşı tutumu, gizli oturumlarda yaptığı konuşmaların içtenliğine uygun bir biçimde değerlendirilmektedir. |
Konuya örgüt açısından da yaklaşıldığında, Kurtuluş Savaşı'nın İttihatçılar değil, onlara karşı çıkanların da içinde yer aldığı --Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri-- çerçevesinde yürütülmüş olması anımsanmalıdır. Mustafa Kemal Paşa'nın ulusal bütünlüğü zedeleyici bir biçimde --anti-komünist-- bir tutum değil, tam tersine, --sol akımları--da içine alan bir ulusal liderlik benimsediği ve dış dinamik açısından da --sınıfsal devrim-- modelini, ulusal eylemin askeri yönü yeterince güçlenene dek sürekli bir biçimde bir seçenek olarak gündemde tuttuğu açıktır (Perinçek, 1999:24). Üstelik, --sınıfsal devrim-- modelini benimsememiş olmakla birlikte, Mustafa Kemal Atatürk, Çetin Altan'ın da işaret ettiği gibi İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşma ile Osmanlı tarihini, ilk kez, tarihsel maddeci açıdan çözümlüyordu (Altan, 1965:21-23). Hiç kuşkusuz bu, onun Marxçılığının değil, pozitivizminin bir sonucuydu. Aynı akılcı tutum, içteki askeri durum ve dış politika açısından, --sosyalist-- çözümlerin, hem ulusal bütünlüğü koruma ve tüm kaynakları seferber etme, hem de Sovyetler Birliği ile yardım ilişkilerini sürdürme bakımından canlı ve denetim altında tutulmasında da kendini göstermiştir. |
Atatürk'ün Siyaseti İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumlarından birinde söylenmiş şu sözler, sanırım Mustafa Kemal Paşa'nın ağzından, Anadolu'da komünizm konusunda izlenen siyasetin ana çizgilerini tümüyle belirtmektedir: --Şüphe ,yok ki bolşeviklik cereyan ve istilası ve muvaffakiyatı cümlece malumdur.-- Bunun hakkında söz söylemeyeceğim. Fakat, yine söylemek isterim ki, bolşevikliği lüzumu kadar ehemmiyetle herkes gibi Heyeti İcraiye de, biz de mütalaa etmiş ve layık olduğu ehemmiyeti vermişizdir ve zannediyorum Müdafaa-i Milliye Vekili Paşa Hazretlerinin izahatlarında Şark'tan bahsolundu ve Şark'tan bir şemsin tuluu intizarında bulunduğu zikredildi (bir güneşin doğuşunun beklendiği söylendi) . Evet, demek oluyor ki, biz bolşevikliğe ve harekatına ve bolşeviklerden edebileceğimiz istifadeye bigane değiliz. Binaenaleyh kemali emniyet ve itimatla arzederim ki, bolşeviklerle ittifak ve ihtilat (görüşme) temin teşriki harekat (hareket birliği) için maddeten Heyeti İcraiye esbabıiza tevessül etmiştir (Bakanlar Kurulu işe girişmiştir). Yalnız Heyeti İcraiye bu baptaki teşebbüsünde gayet müdebbir (tedbirli) olmak lüzumunu kabul etmiştir. Şöyle ki: Bir defa muhafazai mevcudiyet ve temini amali milliyemiz için (varlığımızı korumak ve ulusal amaçlarımızı gerçekleştirmek için) istinatgahı hakikiyi (gerçek dayanağı) hariçte değil, dahilde, kendi vicdanımızda bulmak prensibini Heyeti İcraiye kabul etmiştir. Çünkü kendi kuvvetimizi nazarı dikkate almaksızın hariçten, şuradan buradan gelecek kuvvetlere istinaden emel takip edersek ve o kuvvetten ve o imdattan muavenet (yardım) de gelmezse sukutu hayale uğrarız. Bunun için iptida (önce) kendi kuvvetimize ehemmiyet veriyoruz. Fakat, kendi kuvvetimize düşmanların adedinin çokluğunu nazarı dikkate alarak kuvvet ilave etmek bir farizedir (gerekliliktir) . Bu suretle bittabi Şark'tan gelmesi muhtemel olan müsbet kuvvetlere iltifat edeceğiz. Ancak bu nokta da iki ciheti birbirinden tefrik etmek lazımdır. Biri bolşevik olmak, diğeri bolşeviklik Rusya'sıyla ittifak etmeli. Biz Heyeti İcraiye bolşeviklik Rusya'sıyla ittifak etmekten bahsediyoruz. Yoksa bolşevik olmaktan bahsetmiyoıuz. Bolşevik olmak büsbütün başka bir meseledir. Böyle bir mesele ile iştigale (uğraşmaya) bizim ihtiyacımız yoktur. Fakat ittifak meselesi kemali ciddiyet ve ehemmiyetle takip edilmektedir ve muvaffak olacağımıza ümidimiz berkemaldir (tamdır).-- (TBMM, I:47-48). Bu sözlerde belirtilmiş olan, --bolşevik olmak değil, bolşevik Rusya ile ittifak etmek--, konjonktürel değişmelerin getirdiği farklı görünümlerin altında yatan temel siyaset olarak, Türk Kurtuluş Savaşı'nın genel stratejisini oluşturmuştur. |
II- GERİ TEKNOLOJİYE SAHİP ÜLKELER İÇİN GELİŞTİRİLMİŞ DEVRİM MODELLERİ --Azgelişmiş-- ülkeler, --geri bıraktırılmış-- ülkeler, --çevre-- ya da --uç-- ülkeleri denilen ülkeler, gerek iç dinamik, gerekse dış dinamik bakımından ileri teknolojiye sahip ülkelerden tümüyle farklıdır. Kimi zaman, kendilerine --gelişmiş ülkeler--, --endüstri ülkeleri--, ya da --merkez ülkeleri-- denilen bu tür ülkelerin geliştirdiği devrim kuramları, genellikle --geri teknolojiye sahip-- ülkeler bakımından ya geçerliliklerini yitirmekte ya da önemli ölçüde değişikliklere uğramaktadır. Geri teknolojiye sahip olan ülkelere verilen çeşitli isimler, bu toplumların nasıl bir görüşle ele alındığını da gösterir. Örneğin, --geri bıraktırılmış-- ülkeler terimi, yalnızca dış dinamiğe ağırlık veren, iç dinamik ögelerini dışarda bırakan bir yaklaşımı belirler. --Azgelişmiş-- ülke terimi ise, dış dinamiği de içine almakla birlikte, vurguyu genel koşullara kaydırarak, dış dinamiğin önemini azaltmaktadır. --Çevre--, ya da --uç-- ülke terimi ise yine dış dinamiği vurgulamakta, gelişmiş endüstri ülkelerinin --merkez-- olduğu bir sistem içindeki bağımlı ülkeleri belirtmektedir. İşte bu çalışmada, böyle terimler yerine --geri teknolojiye sahip ülkeler-- teriminin kullanılış nedeni, bu terimin hem kuramsal açıdan, hem de iç dinamik-dış dinamik ayrımı açısından daha nesnel bir nitelik taşımasıdır. |
1-) Teknolojik Bakımdan Geri Ülkelerin Özellikleri Teknolojik bakımdan geri ülkeler için geliştirilen devrim kuramlarına bakarken, önce bu ülkelerin genel niteliklerini bilmek gerekmektedir . Siyasal özellikleri bakımından bu ülkeler genellikle dışa bağımlılıkları yüksek ülkelerdir. Bir bölümü Batı, bir bölümü Doğu bloku ve büyük bir bölümü de --Bağlantısızlar-- ya da --Üçüncü Dünya-- gibi isimlerle nitelenen grup içinde yer alan bu ülkelerin dünya üzerindeki yerleri genellikle ya büyük ülkeler arasındaki anlaşmalara, ya da paylaşılmış nüfuz bölgeleri arasındaki dengelere bağlıdır. İçerideki siyasal rejimleri genellikle dengeli ve sürekli bir görünüme sahip değildir. Gerek otoriter olanlarda, gerekse daha demokratik gözükenlerde hem iktidar, hem rejim, sürekli tartışma konusudur. |
Türkiye`de Saat: 11:11 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2