![]() |
Şevket Süreyya, Türkiye'nin dünya üzerindeki yerini saptarken, ulusal bir şövenizmden ya da gözü kapalı bir spekülasyondan hareket etmiyor. Elinde, Mustafa Kemal Atatürk'ün başarı eylemi o sırada ortaya atılan --devletçilik-- gibi yeni uygulama yöntemleri ve sağlam bir kuram vardır. Şu satırların bugünkü Türkiye bakımından geçerliliği ve --merkez-çevre-- kuramına dayalı --karşı-emperyalist devrim-- modeli açısından doğruluğu şaşırtıcıdır: --Bir zamanlar müstemleke ve yarı-müstemlekelerin sefalet haddini, büyük sanayi memleketlerinde tekniğin terakki derecesi tayin ederdi. Şimdi müstemleke ve yarımüstemlekelerle iktisaden tabi memleketlerde tekniğin terakki derecesi, büyük sanayi memleketlerindeki sanayi dağılışının haddini ve şiddetini tayin edecektir. Metropollerin, yani başka memleketlerden çekilen fazla kıymetler hesabına yaşayan memleketlerin teknik temeli günden güne sarsılıyor. Müstemleke ve yarı-müstemlekelerin istismarına istinat eden rejim, artık tabii ömrünü yaşamıştır. Bize --Buhran-- diye anlatılan şey, hakikatte, eski istismar nizamına göre kurulmuş eski metropol hegemonyasının teknik bazının bir sarsıntısından başka bir şey değildir. |
Binaenaleyh buhran, bünyeleri dağılmaya yüz tutan büyük sanayi memleketleri için bir ıztırap, fakat kendi milli iktisat sistemlerini kurabilmeleri, ancak bu müesses sanayi hegemonyasının tasfiyesine bağlı olan bizim gibi memleketler için sadece bir --doğum ağrısı--dır. Siyaseten olduğu kadar iktisaden de müstakil bir Türkiye'nin teessüs edebilmesi için Garpta --buhran-- denilen şeyin biraz daha devamı ve biraz daha derinleşmesi lazımdır. Çünkü, bizim ve benzer memleketlerin iktisadi inkişafı, Garptaki sanayi buhranının baş amillerinden biridir.-- (Aydemir, 1932-b). Açıkça görüldüğü gibi, bu satırlar, --merkez-çevre-- kuramının daha önce aktardığım, --çevre ve yarı-çevre ülkelerinin ancak dünya kapitalizminin bunalım dönemlerinde gelişme olanakları bulması-- tezinin 1930'lardaki ifadesidir. Kadro'cular, edebiyat alanında da etkindirler. Örneğin, Yakup Kadri, Sodom ve Gomore'de, daha 1928 yılında, Yunanlıları, İngilizlerin kışkırttığı ve Anadolu'ya yolladığı gereğini yansıtarak, şöyle yazıyordu: --İstanbul'da işgal kuvvetleri fertlerinin halka reva görmediği cefa ve zulüm kalmamıştır. Bu memleketin aydın ve vatansever sınıfına karşı ise adeta ilk insanların yırtıcı mahluklara ve ilk Amerikan kolonilerinin kırmızı derililere uyguladıkları --kitle halinde yok etme-- sistemini kullanmıştır.-- (Karaosmanoğlu, 1972-b:22). |
İşin ilginç yönü, --merkez-çevre kuramına dayalı karşı-emperyalizm-- tezinin, kökeni Marx'a dayalı olmakla birlikte, en sert eleştirileri Ortodoks Marxçılardan almış olmasıdır. Nasıl bugün, Emmanuel ve Wallerstein gibi yazarlara en sert eleştiriler, klasik Marxçılardan geliyorsa, geçmişte de Kadro hareketine ve Şevket Süreyya ile arkadaşlarına eleştiriler aynı çevrelerden gelmişti. Oysa, pek çok kişiye göre --merkez-çevre-- kuramı --neo-Marxist-- bir yaklaşımı içermektedir. Kadro Hareketi, Atatürk'ün Eylemini Evrensel Açıdan Yorumlamaya Çalışıyordu Merkez-çevre kuramı ve buna dayalı olan karşı-emperyalist devrim tezi, hiç kuşkusuz, sömürülen ülkelerin, gittikçe dünya siyaset sahnesinde önem kazanmasından doğmuştur. Dolayısıyla, pek çok düşünür, bu arada Marxçı düşünürler de olayın üzerine eğilmiş ve yeni yorumlar yapmışlardır. Kadro hareketi de bundan başka bir şey değildir. Çoğu eski komünist ve sosyalistlerden oluşan bir yazar ve düşünür kadrosu, Mustafa Kemal Atatürk'ün eyleminin somut başarısını, evrensel açıdan ve dünya kapitalist sistemi çerçevesinde irdelemişlerdir. |
Aşağıdaki satırlar da Şevket Süreyya'ya aittir: --Batı'da makinelerin sanayiye uygulanması makineleri, yani üretim vasıtalarını elinde toplayan sınıfla, bu vasıtalardan yoksun kılınan sınıf arasında ve sanayi yoğunluğunu elinde tutan memleketlere özgü bir çelişme doğurmuştur. Bu çelişme kesinleşmektedir. Fakat aynı suretle, bir kısım memleketlerde gene makinelerin sanayiye uygulanması ve sanayinin dünyanın belirli alanlarında yoğunlaşması, büyük üretim vasıtalarını elinde biriktiren memleketlerle, milli sanayiden mahrum kılınan memleketler arasında diğer bir çelişme doğurmuştur ve bu çelişme gittikçe genişlemekte ve kesinleşmekte bulunmuştur. Bu çelişmeler bu kitapta açık ve sık olarak tekrarlanacaktır. Çünkü aslında inkılabımız, dünya ölçüsünde olan bu çelişmelerin hem mahsulü, hem tasfiyecisidir. Birinci çelişme, tekniğin ileri ve yoğunlaşmış olduğu ülkelerin birbirlerine karşı olan iki sınıfı arasındadır. İkinci çelişme, tekniğin yoğunlaşmış ve sanayinin ilerlemiş olduğu ülkelerle (metropollerle) eski sanayisini kaybeden, fakat onu yeniden ve bugünkü şartlara göre kurmak davasını güden sömürge ve yarı-sömürgeler (yahut ziraatçı memleketler) arasındadır. Bu çelişmelerden birincisi sınıf kavgası, ikincisi Milli Kurtuluş Mücadelesi şeklinde cereyan ediyor.-- (Aydemir, 1968:45-46). |
Şevket Süreyya'nın yine 1932'de yazdığı (1968'de ikinci basımı yapıldı) bu satırlar, konunun; aynen bugün Batı'da olduğu gibi, o gün Türkiye'de de yeni-Marxçı bir yoruma oturtulmak istenildiğini gösteriyor. Daha ilerde göreceğimiz gibi, Kadro; --merkez-çevre kuramına dayalı karşı-emperyalist devrim--in yalnız kuramını yapmakla kalmıyor, onun, devrim sonrası uygulaması için de yol gösteriyordu. Türk Kurtuluş Savaşı'ndan önce Osmanlıların düştüğü sömürge durumu hakkında, yerli ve yabancı çalışmaların da aynı yıllara rastlaması, Kadro hareketinin belli bir ortamın ürünü olduğunu göstermektedir. Yerli araştırmalara Şanda (tarihsiz), yabancı araştırmalara Blaisdell (1979) örnek verilebilir. Kadro'cuların kökenleri için, Aydemir (1967) , Küçük (1979:37-86) , Ergüder (1978) ve Tör (1976)'e bakılabilir. |
Türkiye'de Merkez-Çevre Kuramına İlişkin Çalışmalar Yeni Türk Devleti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün eylemi, gerek dünya, gerekse Türkiye tarihi açısından bir dönüm noktası olduğundan, özellikle Türkiye'de kendinden sonraki tüm eylem ve düşüncelere de damgasını vurdu. Son yıllarda bunun en belirgin örneklerinden biri, Yön-Devrim dergileri çerçevesinde gelişen düşünce eylemi oldu. Özellikle yazar ve düşünür Doğan Avcıoğlu'nun öncülüğünü yaptığı bu akım, Türkiye'yi evrensel kuram açısından --merkez-çevre-- çözümlemesinin içine oturtuyor, kalkınma için de Oscar Lange'den aktardığı --Milli Devrimci Kalkınma Yolu--nu öneriyordu (Avcıoğlu, 1973:670-676). Temelde karşı-emperyalist bir yaklaşıma dayalı olarak önerdiği bu kalkınma yolu, Türk tarihi ve ideolojisi açısından da --neo-Kemalist-- diye nitelenebilecek bir yaklaşımdı. Tek eksiği, iktidarın ele geçirilmesinde sivil-asker bürokratların rolüne fazla ağırlık vermesi olan bu kuram, aslında bir yeni Kadro eylemi olarak da nitelenebilir. Kadro'dan farkı, onun savunduğu ve başta Mustafa Kemal Atatürk oturduğu halde gerçekleştirilemeyen pek çok önlemi, bu kez hemen aynen, üstelik de Mustafa Kemal Atatürk gibi birinin desteğinden yoksun bulunan ve oldukça değişmiş (sınıflaşmış) nitelik taşıyan bir toplumda önermesiydi. Mustafa Kemal Atatürk'ün yokluğundan doğan eksikliği, asker bürokratların desteği ile doldurmayı umut eden bu yaklaşım, gerek iç, gerekse dış konjonktür bakımından bir süre sonra Türkiye'nin gündeminden çıktı ve güncelliğini yitirdi. |
Fakat, bu Kadro ve Yön-Devrim çizgisinin Türkiye'nin siyasal gündeminden çıkması demek değildir. Çünkü, bu yaklaşımın temel belirleyiciliği, askere ya da tek partiye dayalı bir çözüm önermesi değil, --merkez-çevre-- kuramına dayalı bir dünya çözümlemesi üzerine oturtulmuş --karşı-emperyalist bir program-- ortaya koymasıdır. Dünyaya bu konuda öncü olmuş bir ülke olarak, merkez-çevre kuramı ve karşı-emperyalist devrim modeli Türkiye dışında bile olsa, varlığını sürdürdüğü sürece, konunun toplumumuzun gündeminden yok olacağını düşünmek doğru değildir. Nitekim, --merkez-çevre-- kuramına göre, Osmanlı-Türk toplumunun çözümlenmesine ilişkin çalışmaların sayıca küçümsenmeyecek kadar oluşu ve bundan da önemlisi, niteliklerinin yüksekliği, yukarıdaki yargımın doğruluğunu göstermektedir. Bu konudaki çalışmalar iki gruba ayrılabilir. Birinci grup, Osmanlı-Türk siyasal ve toplumsal yapısını --iç dinamik-- çerçevesinde bir --merkez-- ile --çevre--sinin ilişkileri açısından inceleyen çalışmalardır. İkinci grup çalışmalar ise, Türkiye'yi --dış dinamik-- açısından, dünya sistemi içerisinde bir --çevre-- ülkesi olarak ele alan çalışmalardır. |
Birinci tür çalışmalara Şerif Mardin öncülük etmiştir. 1973 yılında yazdığı bir makalede, --merkez-çevre-- kuramının, Türk siyasal çözümlemeleri için bir anahtar olup olmadığını sormuş ve günümüze dek getirdiği bir siyasal çözümleme denemesini Deadalus dergisinde yayımlamıştır (Mardin, 1973). Aynı grup içinde bir başka çalışmayı Metin Heper yapmış ve Kadro'culara sempati besleyen bir dergide, Toplum ve Bilim dergisinde yayımlamıştır. Heper'in başka amaçla yapılmış çalışmalarına bile --Osmanlı Siyasal Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi-- adını koyması, bu kuramın Türkiye açısından çekiciliğini belirtir kanısındayım (Heper, 1980). Türkiye'yi dünya sisteminin içinde, dış dinamik açısından bir --kenar-- ya da --çevre-- ülkesi olarak irdeleyen çalışmaları, daha önce belirtmiştim. Özkol'un (1969), Gülalp'ın (1979), Keyder'in (1976-1979) ve Aksoy'un (1975) çalışmaları gerçekten uluslararası standartların üzerinde, Yalçın Doğan'ın çalışması (1980) ayrıca güncellik de taşıyor. Konuyu yine Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nın en hızlı döneminde, Ekim 1921'de söylediği şu düşüncelerle bağlamak, --merkez-çevre kuramına dayalı karşı-emperyalist devrim-- modeli açısından Türk Devrimi'nin çözümlenmesine tutulacak ışıklardan biri olacaktır: |
--Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi ifa etmiyor, belki bütün Şark'a müteveccih hücumlara bir set çekiyor. Efendiler, bu hücumlar elbette kırılacaktır. Bütün bu tasallutlar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte o zaman Garp'ta, bütün cihanda hakiki sükun, hakiki refah ve insaniyet hüküm sürebilecektir.-- (Karal, 1969:17). ::::::::::::::::::: III BİR DEVRİMİN GENEL KOŞULLARI Kaç Türk var şu dünyada, bir o kadar susuz: Hepsinin gönlünde sen, bir pınar bulmak gibi: Ancak senin yolunda sağlıklar, esenlikler: Olmaya devlet cihanda Atatürk'ü duymak gibi. BEHÇET NECATİGİL, --Atatürk'ü Duymak--tan. İnsan ilişkilerindeki temel değişme biçiminde tanımladığımız --devrim-- hiç kuşkusuz siyasal boyutu ağır basan bir olaydır. Bir başka deyişle, siyasal anlamdaki iktidar değişikliği, bir devrimin en belirgin özelliği olmaktadır. Devrimler ne zaman ortaya çıkar? Hangi koşullar bir devrimin oluşmasına uygun bir ortam yaratır? Bu soruların yanıtları hiç kuşkusuz, son derece karmaşık bir ögeler sistemini yansıtacaktır. |
Her şeyden önce, bir devrimi ortaya çıkaran koşulları, tarihten ve toplumdan gelen nesnel koşullar ile, devrime özgü örgüt sel ve bireysel kökenli öznel koşullar oIarak ikiye ayırabiliriz. Bu iki grup koşul hiç kuşkusuz, birbirlerini önemli ölçüde etkiler. Nesnel koşulların varlığı öznel koşulları yaratacağı gibi, salt öznel koşulların varlığı da nesnel koşulların oluşmasını hızlandırabilir. Öznel ve nesnel koşulların bir devrimin ortaya çıkmasındaki göreli rolleri nelerdir? Hangisi daha belirleyicidir? Bu soruların yanıtları, hiç kuşkusuz, nesnel koşullara ağırlık tanıyan bir biçimde verilmek zorundadır. Tarihsel ve toplumsal koşullar, bir devrim için olgunlaşmışsa, lider, örgüt ve ideoloji olarak, öznel koşullar da aynı süreçlerden etkilenerek gelişir. Bir devrimin ortaya çıkması için gerek nesnel, gerek öznel koşulların hangilerinin ne miktarının gerekli olduğu, her devrim olayının kendine özgü ortamı içinde belirlenebilir. Bu açıdan, soyut bir --devrim modelin oluşturmak pek olanaklı değildir. Burada benim giriştiğim çaba, ancak bir --genel durum değerlendirmesi-- açısından belli ipuçlarının aranmasıdır. |
I- DEVRİME YOL AÇAN NESNEL KOŞULLAR Bir toplumda, tarihsel ve toplumsal süreçler sonunda zaman içinde, yapısal olarak ortaya çıkan koşulları nesnel koşullar adı altında sınıflıyoruz. Bu sınıflama içinde üç alt grup görmek olanaklıdır. Bu alt gruplar, belki de önem sırasına göre, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşullardır. ::::::::::::::::::: 1) Devrime Yol Açan Ekonomik Koşullar a) Ulusal gelir dağılımının adaletsiz ve iç sömürünün yüksek olması. Bir toplumda, ulusal gelir, çeşitli sınıf, tabaka ve gruplar arasında ne denli adaletsiz dağıtılırsa, toplumsal huzursuzluklar ve düşmanlıklar o denli keskin olur. İç sömürü oranının yüksekliğinden doğan bu durum genellikle, dıştan gelir sağlayamayan (yani, sömürgesi olmayan) ve hızlı kalkınma zorunda olan (gelişmekte bulunan) ülkelerde daha çok görülebilir. Fakat zaman içinde, ileri teknoloji ülkelerinin geçirdikleri devrimler açısından, örneğin, İngiliz, Amerikan, Fransız ve Rus devrimlerinde, bu ögenin önemli bir ortak nokta olduğu saptanmıştır (Brinton, 1965:50-64). b) Ekonomik kalkınma ve büyüme oranı ile toplumsal gelişme hızının yetersiz oluşu. Gerek ulusal gelir artışının, gerekse eğitim, konut, sağlık gibi toplumsal gelişme göstergelerindeki büyümenin düşüklüğü, toplumdaki ekonomik ve sosyal beklentilerin yerine getirilmesini engeller. Bu ise, hem mevcut siyasal, ekonomik ve toplumsal yapının yeterliliği, hem de yöneticilerin başarısı hakkında önemli kuşkular yaratır. |
c) Belli bir oranda, ekonomik kalkınma ya da büyüme ile toplumsal gelişmenin başlamış olması. Böyle bir durum, toplumdaki beklentilerin yükselmesine ve gelecek için daha yüksek umutların oluşmasına yol açar. Bir başka deyişle, toplum, artık --mevcut durum ile yetinmemektedir.-- Böylece, ileriye dönük değişme arzuları daha etkin bir nitelik kazanır (Hoffer, 1958:33-34; Brinton, 1965:29-30). d) Toplumdaki üretimin arttırılmasını engelleyen yapısal darboğazların varlığı. Örneğin, düşük teknoloji, feodal ilişkiler, sermaye ve teknik bilgi yetersizliği tek yanlı dış bağımlılık gibi, yapısal nitelik taşıyan engeller, kısa dönemde mevcut yapı içinde sorunların çözüm umudunu ortadan kaldırabilir. e) Dağıtılacak ulusal gelirin doğrudan doğruya içteki emek sömürüsünün yüksek olmasına bağlı bulunması. Sömürgeleri yoluyla dıştan gelir sağlayamayan ya da büyük ve kullanılmamış doğal zenginliklere sahip olmayan ülkelerde, ekonomik kalkınma doğrudan doğruya içteki emek sömürüsüne bağlı olacağından, toplumun bir kesimi, kalkınmanın tüm yükünü çekeceğinden, adaletsizlik ve huzursuzluk, büyük oranda artabilir. Oysa, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya ve petrol ülkeleri gibi toplumlarda, doğal kaynakların varlığı, içteki emek sömürüsünün düşük tutulmasına karşın, doğal kaynaklara bağlı olarak ulusal gelirin artışını sağlayabilir. Ya da sömürgelerinden gelir sağlayan ülkeler, bu geliri kullanarak, sömürü oranından daha yüksek bir gelir dağılımı gerçekleştirebilirler. Bu koşullar olmadığı zaman, memnuniyetsizlik ve huzursuzluk artar. |
f) Sürekli dış ticaret açığı ve yüksek enflasyon gibi, mevcut adaletsizlikleri pekiştirici ve düzeni yozlaştırıcı eğilimlerin varlığı. Bir toplumda, mevcut durum daha iyiye gideceğine, yapısal nedenlerle daha kötüye doğru değişme eğilimi gösteriyorsa, o zaman, mevcut yapıya olan güven tümüyle sarsılır. Bu ise köktenci bir değişim konusundaki beklenti ve inançları doğurur. ::::::::::::::::::: 2) Devrime Yol Açan Toplumsal Koşullar a) Toplumun temel yapısının çok hızlı değişmekte oluşu. Böyle hızlı değişme dönemlerinde, genellikle eski kurallar ve değerler, geçerliliklerini yitirdikleri gibi, yeni değer ve kurallar da henüz yerleşememişlerdir. Bu durum, toplumbilimde --kuralsızlık-- (anomi) dediğimiz bir özel terimle ifade edilir. Anomi durumunun sonuçları şöyle özetlenebilir (Merton, 1964:164-165): I) Toplumdaki liderlerin, halkın ve bireylerin gereksinmelerine duyarlı olmadığına inanılır. II) Düzensiz ve kuralsız bir toplumda, hiçbir şeyin başarılamayacağına inanılır. III) İnsan ve toplum yaşamındaki amaçların, gelişme yerine, gerileme gösterdiğine inanılır. |
IV) İnsan bir boşluk ve hiçlik duygusuna kapılır (Bu yüzden de Durkheim'e göre, intiharlar artar). V) Bireyler, toplumsal ve psikolojik destek için kişisel ilişkilerine güvenemezler. VI) Birey tam anlamıyla toplumuna yabancılaşır, dışlanır. Maddesel ve zihinsel yaratıcılığı engellenir. Yalnızlığı içinde çevresinin köleliğine mahkum olur (Tolan, 1980:181-185). b) Toplumun bütünleşmesine yardımcı olan ögelerin işlevlerini yitirmesi. Her toplumda, hukuk, meslek odaları, piyasa mekanizması, aile, siyasal partiler gibi insanların beraberce yaşamalarını sağlayan eşgüdümcü ve kural koyucu kurum ve mekanizmalar vardır. Bunlar, farklı nitelikte ve değişik çıkarlara sahip insanların birarada yaşamalarına yardımcı işlevler yerine getirirler. Bunlar yozlaştığı ve ortadan kaldırıldığı zaman, bu işlevler yerine getirilemez olur (Eisenstadt, 1966:37-40). Bu durum ise, hiç kuşkusuz, ortamı bir devrim için son derece uygun hale getirir. c) Toplumsal yapıdaki tutarsızlıkların çok oluşu. Değişen toplumlarda, özellikle hızlı değişme dönemlerinde, tüm kurum ve mekanizmalar aynı hızla değişmezler. Bu durum, toplumu oluşturan çeşitli ögeler arasında önemli tutarsızlıklar yaratır. Bu tutarsızlıkların artması oranında, devrim olasılığı da yükselir (Smelser, 1964). |
d) Toplumsal yapının eşcinstenliği ve basitliği. Bir toplumun yapısı ne denli eşcinsten (homojen) ve basit ise, toplumdaki huzursuzluk ve memnuniyetsizlik o denli hızlı yayılır ve toplumu etkiler. Çünkü, karmaşık toplum yapısında bulunan, memnuniyetsizliği emecek mekanizmalar olmadığı için, her kesim, huzursuzluktan hemen etkilenir (Smelser, 1964) . e) Toplumdaki çıkar çatışmalarının şiddeti ve bunları kanalize edecek mekanizmaların yokluğu. Bir toplunıda çıkar çatışmaları çok şiddetli ise ve bunları kanalize edecek, parlamento, toplu pazarlık gibi kuruluş ve mekanizmalar yoksa ya da işlemiyorlarsa, iş hemen siyasal şiddete dönüşecektir. f) Toplumsal hareketliliğin olmayışı. Bir toplumda insanların meslek ve gelir değiştirmelerine, yani bir sınıftan ötekine geçmelerine, toplumsal hareketlilik denir. İşte bir toplumda bu hareketlilik oranı düşükse, yani insanlar, gelir durumlarını ve toplumsal statülerini düzeltemiyorlarsa, siyasal şiddet olasılığı o oranda artar. |
g) Aydınların küsmeleri ve kendilerini çekmeleri. Hiçbir düzen, toplumdaki aydınların desteği olmadan uzun dönemde yaşayamaz. Bir düzenin uzun dönemli yazgısı büyük ölçüde, aydınların davranışları ile belirlenir. Aydınlar mevcut düzenden desteklerini çekmiş ve küsmüşlerse, uzun dönemde o düzen, barışçı yollarla da olsa, şiddet yoluyla da olsa, mutlaka değişecek demektir. h) Toplumsal beklentilerin toplumsal olanaklara oranının yüksek oluşu. Bir toplumda her ne nedenle olursa olsun olanaklar, beklentilerin çok gerisinde kaldığı zaman, memnuniyetsizlik hemen artmaya başlar. Bu oranın değişme olasılığı yoksa, devrim olasılığı da yükselir. Hele durumun daha kötüye gittiği zamanlarda, yani, olanaklar ile beklentiler arasındaki uyumsuzluk azalma yerine arttığı zaman, devrim kaçınılmaz olur. ı) Toplumun tarihten ve coğrafyadan gelen farklı grupları içerme oranı. Bir toplum, farklı etnik, dinsel, kültürel gruplardan oluşuyorsa, mevcut memnuniyetsizliklerin, hemen bu eski farklılıkların kimliğine bürünerek yeniden ayrılıkçı eğilimleri körüklemeleri beklenir (Nieburg, 1970:155) . Bu durumun, mevcut düzen içindeki bütünleşmeyi sarsması ve bu yüzden de bir devrime yol açması son derece olağandır. |
i) Bireylerin devrimci davranışa yönelmesi. Birey toplumdaki değer çatışmasını ve anomiyi algılıyor, kendini bireysel olarak güçsüz kabul ediyor ve sistemi de yetersiz görüyorsa toplumu düzeltme isteği, onu devrimciliğe iter (Ergil, 1980:183-190). ::::::::::::::::::: 3) Devrime Yol Açan Siyasal Koşullar a) Mevcut siyasal düzenin, toplumdaki en güçlü varlığı iktidara getirmemesi. Bir toplumda mevcut güç dengesinin gerçeğe en uygun biçimde siyasal iktidara yansıması gerekir. Bu yansıma, gerçeğe uygun değilse, gerçek güç dağılımına uygun bir siyasal iktidar mutlaka oluşur. Fakat bu süre, zorla ortaya çıkar. Bir başka deyişle, ister demokratik olsun, isterse olmasın, her siyasal rejim, mevcut dengede en güçlü olanın iktidara gelmesiyle işlevsellik kazanır. Bu işlevini yerine getirmeyen rejim mutlaka değişir. b) Siyasal iktidarın nasıl değişeceğinin belirlenmemiş olması. Bir toplumda mevcut siyasal rejim, yöneticilerin nasıl değişeceğini saptamamışsa, bu değişimin şiddet yoluyla olması en akla gelen olasılıktır. c) Siyasal iktidarın, toplumun tüm sınıf ve gruplarına açık olmaması. Siyasal iktidar, yalnızca belli bir grup ya da sınıfa dayalı ve yalnız bu bireylere bağımlı ise, bir süre sonra, toplumdaki öteki sınıf, grup ve kişilerin huzursuzlanması doğaldır. Üstelik bir süre sonra, muhalefetin birleşmesi ve bir --memnuniyetsizlik ittifakı-- biçiminde, güçbirliği ile iktidara el koyması da beklenebilir. Burada söz konusu olan, hem sınıf ya da grup çıkarları, hem de bu sınıf ve gruplara mensup bireylerin --iktidar seçkinleri-- arasında yer alıp alamamalarıdır. |
d) Yöneticilerin, temsil ettikleri sınıf, grup ve kişilerle bağlarının kopması. Siyasal iktidarın, kendisini iktidara getiren kişi, grup ve sınıflarla temasının kesilmesi ya da başka çıkarların savunucusu durumuna düşmesi, onları, dayandıkları toplumsal güçlere karşı yabancılaştırır. Bu durumun, toplumsal güçleri siyasal iktidara karşı şiddete dayalı bir değiştirme işlemine iteceği açıktır (Brinton, 1965:40) . e) Yönetim mekanizmasının yetersizliği. Siyasal iktidarı elinde tutan kişilerden bağımsız olarak, yönetim mekanizması (bürokrasi, yürütme organı ve benzeri kuruluş ve mekanizmalar) , yetersiz ise, toplum, siyasal iktidardan beklediklerini bulamaz. Bu ise mevcut iktidara karşı güveni sarsar. f) Siyasal çatışmaların, ister doğrudan çıkarlara, isterse ideolojiler biçiminde dolaylı çıkarlara bağlı olsun, barışçı yollara kanalize edilememesi. Bir siyasal sistemin birinci işlevi, bir toplumdaki farklı ve çatışan çıkarlara sahip kişi, grup ve sınıfları birarada tutabilmektir. Bunun da birinci yolu, bu farklı çıkarların doğurduğu her türlü çatışmanın barışçı yollarla çözümüne ilişkin mekanizma ve kurumların varlığıdır. Siyasal olarak başta parlamentonun geldiği bu kurumlar, her çeşit etkileşim kurumlarını (mahkemeler, meslek kuruluşları, işçi ve işveren kuruluşları ve bunların etkileşimini sağlayan toplu pazarlık mekanizması gibi mekanizmaları) içerirler. Bu kurumların yokluğu ya da barışçı görevlerini yerine getirememeleri, siyasal açıdan hemen devrime yol açar. |
g) Siyasal sistemin, kendine karşı olanlara meşru muhatefet olanağı tanımaması. Her düzenin içinde yalnız siyasal iktidara değil, düzene karşı olanlar da vardır. Bunların, mevcut siyasal iktidara karşı olanlarla birlikte, meşru muhalefet kanallarından yararlanıp yararlanmamaları, düzenin sürüp sürmemesini belirler. Muhalefete meşru kanallarla işlevini görme hakkı tanınmazsa, bu durum, tüm muhaliflerin, bir devrim çerçevesinde bütünleşmelerine yol açar. h) Mevcut siyasal düzenin, toplumun sorunlarına uzun dönemde yanıt verebilecek çözümleri oluşturamayacağına ilişkin inanç. Bir toplumdaki siyasal düzenin, toplumun sorunlarına alternatif çözümleri oluşturup oluşturamayacağı o düzenin yazgısını belirler. Mevcut düzen içinde, çeşitli ve özellikle çözümü güç yapısal sorunlara farklı görüş açılarına göre farklı çözüm önerileri oluşturulamıyorsa, toplumda umut azalır. Bunun bedeli de siyasal düzene ödetilir. Umut yaratmayan ve farklı çözüm önerileri üretemeyen siyasal düzen zor yoluyla değiştirilir. ı) Siyasal birliğin zorla ve yapay biçimde biraraya getirilen ögelerle oluşturulmuş bulunması. Özellikle İmparatorluk dönemlerinde görülen sömürgeci yaklaşımlar bu ögenin işlevselliği bakımından örnektir. Yirminci yüzyılda görülen ve önce Avusturya-Macaristan, Osmanlı gibi İmparatorlukları, sonra da İngiliz İmparatorluğunu yıkan olaylar bu ögeye bağlıdır. Çağını yaşamış olan siyasal rejim çökmeye mahkumdur. |
i) Siyasal düzenin savaş ve benzeri nedenlerle zayıflamış olması. Düzen, doğal ya da dış nedenlerle güçsüzleşmiş olabilir. Doğrudan siyasetle ilgili olmayan bu tür nedenler, siyasal düzenin güçsüzleşmesine yol açtığından devrim için gerekli ortamın doğmasına yol açar. j ) Emperyalist bir dış baskının varlığı. Bir toplum, kendisinin ekonomik olanaklarını sömürmek isteyen bir başka ülke tarafından siyasal olarak denetleniyorsa, bu denetime başkaldırması oldukça beklenen bir olaydır. Üstelik böyle bir dış düşmanın varlığı, ülke içindeki farklı ve hatta karşıt güçleri devrim için ittifaka bile sürükler. ::::::::::::::::::: II- BİR DEVRİM İÇİN GEREKLİ OLAN ÖZNEL KOŞULLAR Bir devrimin ortaya çıkması için nesnel koşulların varlığı her zaman yetmeyebilir. Ancak insanoğlunun, doğrudan doğruya kısa dönemde yönlendirdiği ve güdümlediği birtakım ögeler nesnel koşulları hazır olan bir devrimi su yüzüne çıkartabilir. Ya da yine doğrudan kısa dönemli yönlendirme ve güdümlemelerle, bir devrim öne alınabilir ya da geciktirilebilir. Öte yandan, kişilerin kısa dönemli (insan yaşamına sığan) etkinlikleri, belli devrimlerin yönlerinin ve niteliklerinin bile bir süre değişmesine yol açabilir. |
Pek doğal olarak, bireylerin kendi yaşam dönemleriyle sınırlı olan öznel koşullar, tümüyle nesnel koşulların önüne geçemezler. Fakat nesnel koşullar olgunlaştığı zaman, devrimin gerek gerçekleşmesinde, gerek niteliklerinin belirlenmesinde etkili olabilirler. Fransız Devrimi'nde Napolyon'un, Rus Devrimi'nde Lenin'in ve Troçki'nin, Türk Devrimi'nde Mustafa Kemal'in rolleri hep böyle, --öznel-- koşulları simgeleyen rollerdir. Öznel koşulları çok kabaca, liderlik, örgüt ve ideoloji olarak üç grupta toplamak olanaklıdır. Değerli araştırıcı Doğu Ergil, benim öznel koşullar dediğim koşulları --inanılır bir program, onu uygulayacak örgüt(lülük) ve sürükleyici, güvenilir bir liderlik-- olarak sayıyor (Ergil, 1980:21). Program kavramını ben daha genişleterek --ideoloji-- olarak ele aldım. Daha çok psikoloji, sosyal-psikoloji ve örgüt sosyolojisini de ilgilendiren bu ögeler, toplumbilim ile bu alanlar arasında disiplinler arası sınırlarda incelenmek zorundadırlar. ::::::::::::::::::: |
1) Liderlik a) Toplumda devrimci potansiyeli yönlendirecek simgesel bir liderliğin varlığı. Nesnel koşulları devrime hazır olan bir toplumda birey ya da örgüt olarak bu koşulları kişiliğinde ya da örgütünde simgeleştirecek bir kişinin ya da grubun varlığı, olgunlaşmış olan koşulları devrime dönüştürebilir. b) Genel devrimci güçleri bütünleştirecek, birleştirici bir liderliğin varlığı. Toplumun çeşitli kişi, grup ve sınıflarında, farklı kesimlerinde oluşmuş bulunan huzursuzluk ve memnuniyetsizlikleri belli ittifaklar içinde birleştirecek ve güçbirliğini kuracak bir liderliğin varlığı devrimin ortaya çıkışını hızlandırabilir. c) Liderliğin, zamanlama konusundaki becerisi. Bir toplumda çeşitli süreç ve oluşumları, tarih ve toplumsal güçler açısından doğru yorumlayabilecek ve ne erken, ne de geç eyleme geçecek bir liderliğin varlığı devrimin zamanından önce ortaya çıkarak bastırılmasını ya da gecikerek yozlaşmasını engeller. d) Grup dinamiğini iyi kullanan bir liderin varlığı. Nesnel koşullar olgunlaştığı zaman, bunların toplumsal ve tarihsel çözümlemelerini doğru yaparak, doğru ittifaklar kurmak da yetişmez. Lider kadrosu içindeki ilişkiler bakımından da gerçek bir liderin, kendi grubu içinde, grup dinamiği bakımından da liderlik niteliklerini iyi kullanması gerekir. |
e) Toplumda karizmatik bir liderin varlığı. Bir toplumda, daha önceki eylemleri ile, belli bir --efsane-- yaratmış olan kişilerin varlığı, bir eylemin başına geçtiklerinde, ona, gerek eylem, gerekse örgüt liderliği açısından büyük ölçüde yardımcı olurlar. Bunun en güzel örneği, --Anafartalar Kahramanı-- Mustafa Kemal Paşa'nın Türk Kurtuluş Savaşı'nın da liderliğini yüklenmiş olmasıdır. f) Liderin, uzmanlık, cazibe, meşru güç ve ödül ve ceza verme yetkileri bakımından, mevcut yapı içinde gücünün kanıtlanmış olması. Bu devrimin oluştuğu dönemde ortaya çıkan liderlerin, toplumdaki geleneksel güç kaynakları bakımından da, liderlik özellikleri taşımaları, hiç kuşkusuz kendi yerlerini ve liderlik işlevlerini devrim açısından daha uygun duruma getirir. g) Devrim koşullarının gerektirdiği somut durumlara uyum sağlayabilecek esnek liderliğin varlığı. Her toplumdaki devrim koşulları, hiç kuşkusuz belli soyut ve kuramsal modellere göre yorumlanır. Fakat, her toplumun, zaman içindeki gelişme düzeyi ve kendine özgü nitelikleri, somut durumların bu soyut modellere uygunluğunu bozar. Lider, bu somut durumlara uyum sağlayabildiği, kuramsal bağnazlıktan ve katılıktan kendini kurtarabildiği oranda, başarı oranı artar. Sosyalizm adına devrim yapılan her ülkedeki uygulamanın birbirinden çok farklı olması, başarılı liderlerin --kendi sosyalizmleri--ni kurmuş olmaları bu durumun sonucudur. |
2) Örgüt a) Toplumda nesnel koşulların tek amaca yönlendirilmesini sağlayacak bir örgütün varlığı. Nesnel koşullar oluştuğu zaman bile, bu koşulların tek hedefe kanalize edilmesi, bu yolla da etkin bir biçimde devrim için kullanılması ancak geniş kapsamlı ve tek hedefli bir örgütün varlığına bağlıdır. b) Örgütün temsil yeteneği. Toplumda, devrimci potansiyeli tek çatı altında toplayacak örgüt, toplumun tüm muhalif kesimlerini temsil etmekte ise, devrimin oluşması çok daha kolay olur. Böyle bir temsil durumunun eksikliği, nesnel koşullar olsa bile, durumu, bir devrimden çok bir kargaşaya, kaosa götürür. Bunun en güzel örneği, Fransız Devrimi'nin ilk yıllarıdır. c) Devrim için gerekli uzmanlık bilgisine sahip olan bir örgütün varlığı. Toplumdaki nesnel koşullar olgunlaşmış olsa bile, iktidarın nasıl ele geçirileceğine ve daha sonra neler yapılacağına ilişkin beklentileri ve bilgileri uygulayacak kişiler yoksa, örgüt, nesnel koşuların, somuta dönüşmesinde işlev yapamaz. Buna karşılık, neyi nasıl yapacağını tarihten gelen deneylerle de bilen uzmanlarla dolu bir örgüt, belli bir devrimi daha öne alabilir ya da kargaşa durumunda, iktidara el koyarak, devrimi gerçekleştirebilir. |
d) Örgütün gücü. Bir toplum, nesnel olarak devrim aşamasına gelmiş olsa bile, devrime öncülük edecek örgütün siyasal, toplumsal, ekonomik ve askeri gücü yeterli değilse, devrim olmaz. e) İç işleyişi etkin olan bir örgütün varlığı. Toplumda, nesnel koşullar oluşmuş olsa bile, belli bir örgüt, kendi içinde kesin bir, hiyerarşiye ve etkin haberleşme kanallarına sahip değilse, bu koşulları eyleme dönüştüremez. Ancak kargaşalığa yol açar. ::::::::::::::::::: 3) İdeoloji a) Toplumdaki muhalefeti tek hedefe kanalize edecek bir ideolojinin varlığı. Bir toplum, nesnel koşullar açısından devrim aşamasına gelmiş olsa bile, insanları (devrim olayında, muhalifleri), birarada tutan ve onlara, eylemin anlamını belirten bir ideoloji yoksa, devrim, bir toplumsal olay içinde patlak vermez. |
b) Toplumu yalnız devrim öncesi değil, devrim sonrası da seferber edebilecek bir ideolojinin varlığı. Bir ideolojinin yalnız devrimci güçleri seferber ederek, iktidara el koyma aşamasında işlevsel olması yeterli değildir. --Devrim sonrası-- sürekli olarak, devrimci güçlerin kafasını işgal eder. Bu açıdan, --yeni toplum-- modelini huzursuz kesimlere sunamayan bir ideoloji, nesnel koşullar hazır olsa bile, bir devrimi hızlandıramaz. c) Başka zaman ya da başka mekanlarda başarıya ulaşmış bir ideolojinin varlığı. Bir toplumun devrimci güçlerini seferber edebilecek bir ideolojinin bu özeliği büyük ölçüde ya başka toplumlarda ya da aynı toplumda; başka zamanlarda başarıya ulaşmış olmasında yatar. d) Muhalif grupların çıkarlarına uygun bir ideolojinin varlığı. Bir devrimin ortaya çıkmasının en önemli niteliği, toplumun güçlü kesimlerinin, maddi çıkarları açısından geleceğe (devrim sonrasına) ilişkin olumlu beklentilere sahip olmasıdır. Mevcut --devrimci ideoloji-- bu beklentileri yaratıyorsa, devrimin gerçekleşmesi çok daha kolay olur. ::::::::::::::::::: |
4) Öznel Koşullar Arasındaki İlişki Buraya dek, bilimsel irdeleme amacıyla soyutlanan öznel koşullar, aslında birbirlerine son derece bağlı ögelerdir. Bir başka deyişle, lider, örgüt ve ideoloji, birbirlerinden çok zor ayrılabilirler. Çünkü, bu üçü arasındaki ilişki, bir karşılıklı bağımlılık, bir karşılıklı belirleme ilişkisidir. Lider, ideolojiyi ve örgütü, örgüt lideri ve ideolojiyi, ideoloji ise lideri ve örgütü belirler. Böylece, öznel koşullar bir --lider-örgüt-ideoloji-- bütünü içinde gelişir. Bu açıdan burada yapılmış olan ayırımın, yalnızca, inceleme ve irdeleme amacıyla yapılan, gerçeğe tam uyamayan bir soyutlama olduğu hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. ::::::::::::::::::: III- NESNEL KOŞULLAR İLE ÖZNEL KOŞULLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ Hiçbir lider, örgüt ya da ideoloji, nesnel koşullar var olmadan, tek başına bir devrime yol açamaz. Bunun en güzel ifadesi, --devrimciler ve devrimci düşünceler, her an her toplumda vardır ama; her an, her toplumda devrim olmaz-- sözünde görülür. |
Buna karşılık, nesnel koşullar hazır olduğu, yeterince olgunlaştığı zaman, mutlaka, toplumsal bir kargaşa ortaya çıkar. Bu toplumsal kargaşanın düzenli ve tutarlı bir devrime dönüşebilmesi ise büyük ölçüde, öznel koşulların varlığına bağlıdır. Öte yandan, son bir söz, nesnel koşullarla, öznel koşulların birlikte olgunlaştığı belirtilerek söylenebilir. Bir başka deyişle, birinin oluşması, hiç kuşkusuz, ötekini de hızlandıracaktır. Çünkü, her iki ögeler grubu da aynı toplumsal ve tarihsel ortam içinde ortaya çıkar. ::::::::::::::::::: lV- DEVRİM AÇISlNDAN SİYASAL İKTİDAR VE ORDU Her devrimin, nesnel koşullar oluştuktan sonra bile, belli bir oranda, --hareket kuvveti--ne gereksinme duyduğu açıktır. Bu kuvvet, çağımızın modern devletlerinde silahlı kuvvetlerden oluşur. Bu açıdan, nesnel ve öznel koşullar birlikte olgunlaşsalar ve uyum içinde olsalar bile, ortada bir --askeri harekat-- sorunu olacaktır. Bu noktada, bir ülkedeki silahlı kuvvetlerin durumu ile siyasal iktidarın arasındaki ilişkiler büyük önem kazanmaktadır. |
Her şeyden önce, kendi içinde bölünmemiş bir silahlı kuvvetin ağırlığını hangi tarafa koyarsa, o tarafın kazanacağının mutlak olduğu açıktır. Bu durumda, nesnel ve öznel koşullar olgunlaşsa bile, son hesaplaşma, silahlı kuvvetler tarafından, (belki önce kendi içlerinde) yapılacaktır. Mustafa Kemal Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığı zaman, bölgenin en kıdemli komutanı ve sivillere bile buyurma gücüne sahip bir asker olduğu unutulmamalıdır. Yine unutulmamalıdır ki, Atatürk'ün askeri harekatı, yalnız düşmana karşı değil, aynı zamanda, padişah yanlısı olanlarla kendisine askeri olarak başkaldıranlara karşı da yürütülmüş ve kazanılmış bir harekattır. Yine Mustafa Kemal'in gerek İttihatçılar zamanında, ordunun politikaya karışmasına karşı çıkmış, gerekse kendisinin Cumhurbaşkanlığı sırasında komutanları, politika ile askerlik arasında kesin bir tercih yapmaya zorlamış olmasının altında --orduda siyasetle alakadar unsur bulunmasındaki mahzur-- yatmaktadır (Atatürk, tarihsiz:860). Çünkü, siyasal oyunların ve arenanın içine giren ordunun, siyasal partilere koşut olarak kendi içinde de bölüneceğini ve bu durumun, ülkenin uluslararası savunma gücünü yıpratacağını Mustafa Kemal çok iyi biliyordu. Bu yüzden Atatürk, gerek devrime hazırlandığı İttihatçılar döneminde, gerekse devrimi gerçekleştirdiği Cumhuriyet döneminde, özenle orduyu siyasetin dışında tuttu. |
Ordunun kendi içinde bölünmediği durumlarda, devrim açısından ordu ile siyasal iktidar arasında ilginç bir ilişki vardır: Sağlam bir iktidar ile bütünlüğünü sürdüren bir ordu, birbirlerini destekler. Ordu ile siyasal iktidarın uyumu bozulduğunda, siyasal iktidarın gücü büyük ölçüde zayıflamış olur. Bu konuda Arendt'in son derece ilginç bir gözlemi vardır. Tarih boyunca pek çok devrimi incelemiş olan Arendt şöyle diyor: Genel olarak devrimler, siyasal otoritenin gücünün ortadan kaldırılmasına neden olmazlar. Böyle bir güçsüzlüğün sonucu olarak ortaya çıkarlar (Arendt, 1965: 112). ::::::::::::::::::: V) NESNEL KOŞULLAR AÇISINDAN TÜRK DEVRİMİ Bu çalışmanın esasını iki temel üzerine kurmaya çalıştım. Birinci temel, toplumbilim açısından Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Türk Devrimi'nin incelenmesidir. İkinci temel ise, Atatürk'ün ve Türk Devrimi'nin devrim tarihi açısından ele alınmasıdır. |
Şimdiye dek Türkiye'de yapılan çalışmalar, genellikle devrim tarihi ve bir devrimin nesnel koşulları üzerinde çok durduğu için, irdelemelerimi daha çok bir devrimin öznel koşulları üzerinde odaklaştırdım. Böylece Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Devrimi'ne katkısını daha iyi belirleyebileceğimi umdum. Yine de kitabın bütünlüğü açısından, bir devrimin genel koşullarını aramaya çalıştığım bu bölümü bitirmeden, nesnel koşullar açısından Türk Devrimi'nin bir dökümünü yapmak gereğini duydum. Böylece, bir devrimin öznel koşullarını incelemeye ve Mustafa Kemal Atatürk'ü çözümlemeye çalıştığım bölüm daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Türk Devrimi'nin nesnel koşullarını, bir devrimin nesnel koşulları adı altında dökümünü yapmaya çalıştığım ilkelere göre, aynı sistematik içinde kısaca ele alacağım. Bu çabam sırasında, Türk Devrimi'nin içinde oluştuğu ülke ve dünya koşullarının da daha iyi anlaşılacağını umut ediyorum. |
1) Ekonomik Koşullar İmparatorluk, ekonomik bakımdan bütünüyle çökmüştü. Şimdi bu koşulları genel kuramsal çerçevemize göre sıralayalım: a) Osmanlı İmparatorluğu'nda ulusal gelir dağılımı yalnızca çeşitli sınıflar ve gruplar açısından adaletsiz olmakla kalmıyordu. Aynı zamanda kapitülasyonlar yolu ile Türk-Müslüman olmayan teba, tüm Osmanlıyı sömürüyordu. Hem iç sömürü oranı çok yüksekti, hem de bu sömürü sonunda elde edilen gelir içerde kalmıyordu. b) 3'üncü Ahmet devrinden itibaren başlayan, Batı'ya yetişme çabası ve --reform-- arayışları, ekonomik olanakların çok önüne geçmişti. Bir başka deyişle, toplumun ve yönetimin siyasal, toplumsal, askeri ve ekonomik beklentileri, ekonominin büyüme hızını çok aşmıştı. c) Osmanlı yönetimi ve halkı, özellikle yabancıların ekonomik alanda yaptıklarını gözlemek fırsatına sahiptiler. |
Gerek tarım alanında, gerekse sanayi alanında özellikle yabancı uyruklu olan azınlıkların yaptıklarını tüm ülke görüyordu. Bunların bir bölümü Osmanlı doğumlu oldukları halde yalnızca kapitülasyonların ayrıcalıklarından yararlanmak için ülkedeki yabancı konsolosluklar aracılığı ile yabancı uyruklu olmuşlardı. Bu etkinlikler, Osmanlılar arasında da --niçin biz yapamıyoruz?--, sorusunun sorulmasına yol açmaya başlamıştı. d) Toplumda üretimin arttırılmasını engelleyen yapısal darboğazların tümü vardı. Teknoloji geriydi. İlişkiler hala feodal düzeydeydi. Gerek sermaye, gerekse teknik bilgi yetersizdi. Bağımlılık ise, dışa doğru tümüyle tek yönlüydü. e) Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar önceleri İmparatorluğun çeşitli yerlerinden doğrudan artı ürün alan bir yapıya sahiptiyse de, sonraları bu gelir kaynaklarının tümünü yitirmiş ve sonunda da kendi artı ürünü dışarı aktarılır duruma düşmüştü. |
Bu nedenle sorunlarını, dışardan kaynak aktararak çözmesi olanağı yoktu. Dış kaynaklar olarak başvurduğu borçlanma mekanizmaları ise bir süre sonra tam bir iflas ile sonuçlanmıştı. Bu iflas sonunda, yabancı alacaklılar, ülke gelirlerine doğrudan doğruya el koymuşlar, bazı vergileri kendileri toplayarak borçlarını kapatmaya başlamışlardı. --Genel Borçlar-- anlamına gelen --Düyunu Umumiye-- devlet içinde ayrı bir devlet olmuştu. Düyunu Umumiye o denli sağlam ve güçlüydü ki, Osmanlı Devleti'nin memuru olmaktansa, Düyunu Umumiye memuru olmak tercih ediliyordu. Çünkü, zaman zaman Osmanlı Devleti maaşları ödemekte güçlük çekiyordu. Oysa, temel gıda maddelerinden alınanlar başta olmak üzere, en güvenli vergi gelirlerine el koymuş olan Düvunu Umumiye yönetiminin böyle bir sorunu yoktu. f) Bir yandan yabancıların tüm artı ürün ve artı değeri yurt dışına götürmesine yol açan ekonomik imtiyazlar, öte yandan alınan borçlar sonunda iflas etmiş bir ekonomi, yani bir yandan kapitülasyonlar, öte yandan Düyunu Umumiye, Osmanlı İmparatorluğu için hiçbir biçimde hiçbir çıkış yolu bırakmamıştı. |
Ekonomik koşulları genel olarak değerlendirdiğimiz zaman, İmparatorluğun ekonomik olarak çökmüş, bitmiş olduğunu hemen görüyoruz. Bu nedenle, yalnız ekonomik nedenler bile Osmanlı İmparatorluğu'nda bir devrimin nesnel koşulları için yeterliydi. Bir başka deyişle, yalnızca ekonomik koşullar, Türk Devrimi'ni zorunlu kılıyordu. Çünkü bu ekonomik koşulları, bir devrimden başka yolla değiştirmenin yolu yoktu. ::::::::::::::::::: 2) Toplumsal Koşullar a) Osmanlı toplumu, sahip olunan değerler ve kurallar açısından tam bir kargaşa, toplumbilimsel deyimi ile, tam bir anomi içinde görünüyordu. Bir yandan İslam değerleri yozlaşmış, öte yandan Batı değerleri topluma bölük pörçük bir biçimde sızmıştı. |
Yöneticiler, topluma olan egemenliklerini tümüyle yitirmişler, genel istek ve beklentilere yanıt veremez duruma düşmüşlerdi. Halk bir yandan sürekli uğranılan savaş yenilgileri sonunda büyük göçlerle karşı karşıya kalmış, öte yandan günlük yaşamını sürdürmek konusunda bile akıl almaz güçlüklerin işine düşmüştü. Bu durumda, ne günlük yaşam açısından, ne de gelecek açısından bir umut kalmıştı. Tüm bu belirtiler ve koşullar, anomi'nin en önemli göstergelerinden biri olan umutsuzluk duygusunu gerek bireysel, gerekse toplumsal açıdan son derece yaygınlaştırmıştı. b) Osmanlı toplumundaki farklı cemaat ve milletleri birarada tutan dinsel, toplumsal, kültürel tüm kurumlar işlevlerini yitirmişlerdi. Ne siyasal, ne mesleksel, ne de dinsel etkinlikler insanları birbirlerine bağlamaya yetiyordu. |
c) Toplumdaki tutarsızlıkların, çatışma ve çelişkilerin haddi hesabı yoktu. Hemen hemen her alanda çelişkiler vardı. Bir yanda en Avrupai yaşam biçimi, öte yanda en dinsel ve yoksul yaşam biçimi, aynı mahallede bile gözlenebiliyordu. d) Tüm bu özelliklere ek olarak, Osmanlı toplumu henüz kapitalistleşememiş bir toplumdu. Bu nedenle de, merkezi bir feodal yapıdan dolayı, oldukça basit bir ilişkiler ağına sahipti. Sonuç olarak da özellikle asker ve sivil aydınlar arasındaki huzursuzluklar, ortamı bir devrim için son derece elverişli duruma getirmişti. e) Toplumdaki farklı sınıf ve grupların çıkarları tam bir kargaşa içinde, ancak güçlü olanın ve bu gücünü kullananın elde edebildiği çıkarların egemenliği altındaydı. |
Farklı grup ve sınıfların çıkarlarını geleneksel ve barışçı yollarla biraraya getirecek mekanizmalar ya yoktu, ya da çökmüştü. Örneğin, parlamento fiilen hiçbir işe yaramaz hale gelmişti (Oysa aynı --parlamento--yu Mustafa Kemal Atatürk'ün nasıl işlevsel kıldığı hiç unutulmamalıdır). f) Çağdaş toplumlarda bile zor görülen toplumsal hareketlilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde çok az sayıda kişi için (savaş vurguncuları için) belki geçerliydi. Fakat, Osmanlının zaten durağan bir yapıya göre örgütlenmiş olan ilişkiler ağı, toplumda yukarı hareketliliğe izin verecek nitelikte değildi. g) Osmanlı geleneğinde gerek asker ve sivil bürokrasinin genel olarak, gerekse sivil bürokrasinin bir bölümünü oluşturan --Ulema--nın özel olarak, önemli bir belirleyici rolü olduğu bilinen gerçeklerdendir. Zaman zaman --Ulema-- ile --Yeniçeri-- birleşerek Osmanlı tahtını bile denetim altına almışlardır. |
İşte, Tanzimat ve Islahat Fermanları ve Birinci ve İkinci Meşrutiyet ile daha da güçlenen --bürokrasi--, İmparatorluğun çökmekte olduğunun farkındaydı. O zamanlar hemen hemen --bürokrasi-- ile aynı anlamda alınabilecek olan aydınlar da artık İmparatorluğun elden gittiğinin bilincine, varmışlardı. Yalnız burada önemli olan bir nokta, --aydınlar-- denilen kesimin kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmadığıdır. Bir bölümü İslam düşüncesine sığınırken, başka bir bölümü, neredeyse kanımızı bile Avrupa ile değiştirmekten söz ediyordu. Ancak, tüm grupların ortak bir noktada birleştikleri görülüyordu: İmparatorluk batmaktaydı ve şöyle ya da böyle kurtarılması gerekliydi. Farklı görüş ve düşüncede olan aydınların tümü, yönetimin artık bu biçimi ile İmparatorluğu sürdüremeyeceği konusunda anlaşmış görünüyorlardı. Bu aralarda aydınlara karşı (ilerde siyasal koşullar bölümünde ayrıca da değinileceği gibi) büyük baskılar uygulamaya başlanmıştı. Örneğin, ünlü yazar ve gazeteci Şinasi, Meclis-i Maarif'teki görevinden, sakalını kestiği gerekçesi ile Ali Paşa tarafından alındı. Asıl neden, hükümeti eleştirmesi ve Ali Paşa ile arası açılmış bulunan Reşit Paşa yanlısı olmasıydı (Ülken, 1966:79). |
Birbirleriyle anlaşamayan aydınlar, işlerin kötü gittiği konusunda anlaşıyorlardı. h) Osmanlı aydını açısından da halk açısından da beklentiler, toplumun sağladığı olanakları aşmıştı. İlginç olan nokta, bunun nedeninin, Batı toplumlarının sergilediği örnekler, ya da dıştan gelen tüketim normları değil, doğrudan doğruya Osmanlı toplumunun geçmişi olmasıydı. Bir zamanların görkemli Osmanlı toplumu ve onun sağladığı olanaklar hiç kuşkusuz hala belleklerde yaşıyordu. Bu açıdan tüm toplumun, güncel olarak sağlanan olanaklardan daha yüksek beklentilere sahip olması tarihsel bir birikimin ve kültürün sonucuydu. --Eski güzel günlerin-- hayali, toplumun tüm kesimleri için geçerliydi. Bu yüzden, artan huzursuzluk mevcut düzen hakkındaki açık memnuniyetsizliğe dönüşmüştü. ı) İmparatorluk, çeşitli etnik ve dinsel grupların Türk yönetimi altında toplanması ile varlığını sürdürüyordu. Gerek mevcut yönetimin gücünü ve etkinliğini yitirmesi, gerekse genel memnuniyetsizliğin yaygınlaşması, bu farklı grupların İmparatorluğa olan bağını büyük ölçüde gevşetmişti. Merkezi otoritenin zayıflaması sonunda, farklı etnik ve dinsel grupların ayrılıkçı istekleri arttığı gibi, merkezle olan siyasal ve ekonomik bağları da son derece gevşemişti. |
Türkiye`de Saat: 23:47 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2