![]() |
İşte bu arada evlerinde pansiyoner kaldıği Christianus'larla ilginç konuşmalar yapar. Bunlardan birinde, --Peçeyi hemen kaldırmalı. Sonra bir erkek birden fazla kadınla evlenmemeli. Erkekler, Avrupalılar gibi şapka giymeli. Erkekler ve kadınlar eşit haklara sahip olmalı, Avrupalılar gibi yaşamalı.-- der (Borak, 1970:70). Daha sonra, Atatürk'ün toplumsal devrim konusundaki düşüncelerinin Viyana ve Karlsbad'da iyice billurlaştığını görüyoruz. O, artık, hem başarılı bir komutan, hem Veliaht ile yaptığı Almanya yolculuğunda Alman İmparatoru dahil, pek çok general ve politikacıyla görüşme ve tartışma olanağı bulmuş bir devlet adamıdır. İşte bu psikoloji içinde kendisini gelecek için artık hazır hisseder. Bu çerçevede bol bol okur ve düşünür. Kafasında tam bir toplumsal devrim oluşmaktadır. Örneğin, hatıra defterinde tuttuğu notların bir yerinde, yönteme bile ilişkin kararları yer almakta, Türk kadınının çağdaşlaşmasını, iktidara geldiği zaman bir darbede (coup) çözeceğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir: --Zira ben, bazıları gibi efkarı ulemayı yavaş yavaş benim tasavvuratımın derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Neden ben bu kadar senelik tahsili ali gördükten, hayatı medeniye ve içtimaiyeyi tetkik ve hürriyeti tezevvuk için sarfı hayat ve evkat ettikten sonra avam mertebesine ineyim? Onları kendi mertebeme çıkarırım.-- (Afetinan, 1970:22). |
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Atatürk, artık bütünüyle toplumsal devrim üzerinde düşünmektedir. 30 Haziran 1918 Pazar gününden 27 Temmuz 1918 Cumartesi gününe kadar tuttuğu (ve yakında tümü Afetinan tarafından yayımlanacak olan) hatıra defterlerinden, genellikle siyasal bilim kitapları okuduğunu ve devrim üzerine düşündüğünü öğreniyoruz. İktidar, artık kendisine bile yakın gözükmektedir. Bu nedenle, düşünce düzeyindeki hazırlığını hızlandırmıştır . ::::::::::::::::::: 2) Karizmasını Yaratmaya Yardım Ediyor Mustafa Kemal Atatürk, hiç kuşkusuz, liderlik olayının önemini biliyordu. Bu nedenle de kendisini yalnızca liderliğe hazırlamakla kalmamış, sürekli lider gibi davranmış, bu liderliği kendi bilinçli davranışlarıyla da desteklemiştir. En tipik olarak yaptığı davranışlar, çevresindekilere armağanlar vermek, haklı olduğu anları yakaladığı zaman, kimsenin düşünmediği özgün buluşlarını sonuna dek savunmak ve en önemlisi, ileriyi herkesten iyi gördüğünü ve biçimlendirdiğini çeşitli kanıtlarla sergilemektir. Ayrıca, çevresindekileri etkilemek için önceden hazırlık yaptığı da bilinen gerçekler arasındadır. Örneğin, Rıza Şah Pehlevi, Türkiye'ye geleceği zaman Ankara Halkevi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşyayı bizzat seçmiş ve bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirmiş, bütün bunlarla bile yetinmeyerek, özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı (Banoğlu, 1954:34) . |
Bir de şu öyküye bakalım: --Japon Veliahdı gelmişti. Muazzam ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı. Japon Veliahdı hayret etmişti. Atatürk, tarihten mitolojiye geçti. Ve yine Japon mitolojisinden konuştu. Veliahdın ağzı açık kalmıştı. Söz edebiyata intikal etti. Gazi, --Japon şiirinin dünya edebiyatında çok büyük yeri vardır-- diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu. Veliaht, o gece Gazi'nin söylediklerini bilmiyordu, ilk defa ondan duyuyor ve öğreniyordu. --Bunları nereden biliyorsunuz?-- diye soramazdı. Fakat Atatürk'ün bilgi ve hafızasına hayran kalmış, onun esiri olmuştu. Atatürk hep böyleydi. Herkesi kendine esir ederdi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, Veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmiş, Japon Veliahdına bu dersi vermeyi ve kendine hayran bırakmayı kurmuştu.-- (Banoğlu, 1954-a:48-49). Atatürk, aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermiştir. Çünkü, uluslararası politikada, kişisel etkileşimin önemini görmüş ve kendi kişiliğinde yarattığı imgelerin, Türkiye Cumhuriyeti'ni etkileyeceğini çok iyi algılamıştı. Örneğin, Afgan Kralı da gelmeden, günlerce Afgan tarih ve coğrafyasını tetkik ettiğini ve Hikmet Bayur'u görevlendirerek özel biçimde Afganistan konusunda hazırlandığını M.Kemal (Öke) söylüyor (Sel Yayınları, 1955:105). Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyeti yüceltmek adına, bir yandan da kendi karizmasını güçlendiriyordu. |
Bu konudaki bilinçli çabalarından birinin, haklı olduğunu hissettiği zaman, özgün düşüncelerini sonuna dek savunmak olduğunu söylemiştim. Genellikle savaş alanlarında ve savaş oyunları sırasında görülen bu niteliği, toplumsal ve siyasal konularda da pek çok örnekle anlatılabilir. Tam bu noktada şu sözlerine dikkati çekmek istiyorum. Acaba --dahi--yi tanımlarken, kendi kişiliği aklında hiç mi yoktu? Kendisine sorulan: --Dahi kime derler?-- sorusuna yanıt olarak: --Dahi odur ki, ilerde herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ile ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.-- demiştir (Banoğlu, 1955:25). İşte bu çerçeve içinde Mustafa Kemal Atatürk, sürekli olarak, düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettirmiş, sonradan da çıkartıp okutturarak, ne denli doğru ve ileri görüşlü olduğunu tanıklar ve tarih önünde kanıtlamıştır. Hiç kuşkusuz, yaşarken, kendi çevresi içindeki --keramet--ini yaratan en önemli ögelerden biri budur. Dostları Etkileyen Davranışlar Bu öngörü ve planlı ileri görüşlülük niteliğini hem kısa vadeli, hem de uzun vadeli işler için kanıtlamıştır. Kısa vadeli bir olay için Tevfik Rüştü'yü (Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras) dinleyelim: --1920 yılı ilkbaharının sonlarına doğru bir gün Mustafa Kemal, beni Ankara istasyonunun bitişiğinde ikamet etmekte olduğu evciğe çağırdı. Bir yaverinin kendisine haber verilmeksizin --Yeşil Ordu-- teşkilatına alındığından şikayet etti. Birinci Büyük Millet Meclisi kurulalı sekiz, on hafta olmuştu. Memleketimizin kurtarılması için başvurulan, yer yer ve türlü tedbirler arasında bir de --Yeşil Ordu-- namı verilen gizli teşkilat yapılmıştı. Fakat birinci Büyük Millet Meclisi her manasıyla ve bütün kuvvetiyle işlemeye başladığı için, artık her türlü dağınık tedbirlerin kaldırılması ve her faaliyetin Büyük Millet Meclisi selahiyeti içine alınması zamanı da gelmişti. --Yeşil Ordu-- teşkilatına da lüzum kalmamıştı. |
Mustafa Kemal o gece bazı arkadaşların davet edilerek, nezdinde toplanmaklığımızı istedi. Öylece de yapıldı. Hatırımda kaldığına göre, o gece dokuz, on kişi kadar vardık. Bulunanlar arasında sayın Cumhurreisimizi (Celal Bayar) , merhum Muhtar Bey'i, merhum Yunus Nadi Bey'i ve Kılıç Ali Bey'i iyi hatırlıyorum. Ciddi işler konuşulduğu zaman, Atatürk'ün yanında kahveden başka bir şey içilmezdi. Hele alkol asla bulundurmazdı. O geceki müzakere uzunca sürdü. Bittiği zaman gece yarısını geçeli iki saat olmuştu. Toplantıya mutad mucibince, kendisi riyaset ediyor ve müzakereyi o idare ediyordu. Memleketimizin haricinden ve dahilinden muhtelif yerlerden ve zatlardan gelen raporlar okunmuş, kurtuluş etrafında muhtelif mevzular konuşulmuş ve aramızda çetin müzakerelerden sonra üzerinde mutabık olduğumuz görüşler, hatta bazı kararlar sırasıyla yazılmıştı. Müzakere tamamiyle nihayetlendikten sonra, o gece için son kahve içilirken Mustafa Kemal, bana hitap ederek: --Bugün öğleden sonra bu mevzular etrafında bir arkadaşla görüşmüş, bazı notlar almıştım. Tevfik Rüştü, lütfen köşedeki saksının içinde duran o notları alıp okur musunuz?-- dedi. Tabiatıyla, istediği kağıdı bulup okumaya koyuldum. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Saatlerle üzerlerinde konuşularak vardığımız ve kendimizin zannettiğimiz kararların hepsinin tamamiyle aynı olmak üzere o not kağıdında yazılmış olduğunu gördük.-- (Sel Yayınları, 1955:32-33). |
Bu öyküde de açıkça görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa, umutsuz görülen bir Ulusal Bağımsızlık Savaşı'nın liderliğini yüklenirken, çevresindekileri tam anlamıyla kendine benzetmek zorunda olduğunun farkındaydı ve bu amaçla her yöntemi kullanıyordu. Pek doğal olarak ilk akla gelen yöntem de, izleyicilerin kendi yeteneklerine, öngörüşlülüğüne, yani --karizma--(keramet)sına inandırmaktı. Bunu sağlamak için Mustafa Kemal Paşa'nın hemen hemen hiçbir fırsatı kaçırmadığını görüyoruz. Örneğin, muzaffer orduların komutanı olarak İzmir'e girdiğinde kendinden konuşma isteyen Falih Rıfkı'ya da benzer bir --etkileyici-- davranışta bulunur. Falih Rıfkı, İzmir'e girişin ilk günlerinde Latife Hanım'ın Göztepe'deki konağında Atatürk'le ilk yakın temasını şöyle anlatıyor: --Mustafa Kemal'in ilk sofrasında bulunacaktık. Holde toplandıktan biraz sonra, arkasında beyaz bir Kafkas gömleği ile merdivenden indi. Bu kemerli gömlek, pek ahenkli bir endam ister. Mustafa Kemal, ince, zarif ve güzel bir erkekti. Kahramanlık şanının o günlerde, bu güzelliği nasıl cazibelendirmiş olduğu da kolay anlaşılabilir. Şimdi onun şahsiyeti ile tanışmak fırsatıydı. Derin bir merakla bütün sözlerini ve jestlerini izliyordum. İlk öğrendiğim şey, kuvvetli ve yanılmaz hafızası oldu. Bir aralık, --Müsaade eder misiniz sizi ilk önce nerede görmüş olduğumu anlatayım-- dedim. Hemen bakışı şehlaya kayarak: |
--Hacı Adil denen Vali Dimetoka'da biz, onu karşılamaya geldiğimiz vakit, arabasına Fethi Bey'i almalıydı. Siz nihayet bir gazete muhabiriydiniz...-- dedi. Şaşakaldım.-- (Atay, 1969:326). Aslında bu öyküde Atatürk'ün --yönlendirmesi-- oldukça düşüktür. Fakat yine de kendisi ile ilk kez karşılaşan ve İstanbul'dan gelen bir gazeteciyi etkileme fırsatını hemencecik ve çok etkili bir biçimde kullandığı açıkça görülmektedir. Nitekim, Falih Rıfkı'nın bundan çok etkilendiği ve bu etkinin yıllarca sürdüğü; kitabının birçok yerinde aynı öyküyü yinelemesinden bellidir. Kehanetlerin Not Ettirilmesi Atatürk'ün uzun dönemli --kehanet--lerini özenle not ettirdiği iyi bilinen gerçekler arasındadır. Bunun en güzel örneklerinden biri, Mazhar Müfit Kansu'ya not ettirdiği düşünceleridir. Bunun kadar iyi bilinmeyen, Atatürk'ün bunları nasıl değerlendirdiği ve kendi karizmasını üretmekte ne denli bilinçli kullandığıdır. Mazhar Müfit'in ağzından önce öngörüsünün ve planlılığının kanıtını dinleyelim. Kansu'nun aktardığı konuşma, Erzurum Kongresi'nin bittiği gece geçer. Mustafa Kemal, Süreyya Bey (Yiğit) ile otururken, çağırttığı Mazhar Müfit'le de dertleşmesini sürdürür ve bir süre sonra aralarında şu konuşma geçer: --Mazhar, not defterin yanında mı?..-- diye sordu. --Hayır Paşam...-- dedim. --Zahmet olacak ama, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel! -- dedi. |
Nerede ise sabah olacaktı. Fakat, onun yanındayken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterimi alıp geldim. O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur, hem de bazen latife etmekten kendisini alıkoyamazdı. --Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit'in defteri çok işimize yarayacak.-- derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra: --Ama, bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu... -- dedi. Süreyya da, ben de: --Buna emin olabilirsiniz Paşam...-- dedik. Paşa bundan sonra: --Öyle ise önce tarih koy!-- dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce: --Pekala, yaz!..-- diyerek devam etti: --Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir.-- |
--İki: Padişah ve hanedan hakkında zaman gelince icap eden muamele yapılacaktır.-- --Üç: Tesettür kalkacaktır.-- --Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.-- Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü: Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. --Neden durakladın?-- deyince, --Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var.-- dedim. Gülerek: --Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!..-- dedi. Yazmaya devam ettim: --Beş: Latin hurufu kabul edilecek.-- --Paşam, kafi, kafi...-- dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edasıyla, --Cumhuriyet'in ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter! -- diyerek defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile: --Paşam, sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın!-- diyerek yanından ayrıldım (Kansu, 196G:131-132) . Buraya dek anlatılanlar, Atatürk'ün planlılığını, öngörüsünü ve kararlılığını yansıtır. Bu niteliklerini, etrafına nasıl kabul ettirdiğine gelince; hiç kuşkusuz; bu, liderlik yeteneklerinin bir göstergesi olarak düşünülebilir: Çevresine kendini kanıtlarıyla kabul ettiren bir liderlik. |
Atatürk, bu yazılı notları çeşitli defalar ortaya getirmiş ve haklılığını herkese hatırlatmıştı. Mazhar Müfit bu süreci şöyle anlatıyor: --Çankaya'da akşam yemeklerinde , birkaç defa, --Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine; Erzurum'da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğumu söylemişti.-- demekle kalmadı, bir gün mühim bir ders de verdi. Şapka inkılabını ilan etmiş olarak Kastamonu'dan dönüyordu. Ankara'ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisi'nin başında birer şapka vardı. Kendisi neyse ne? Fakat, kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisi'ne de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden: --Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?-- deyiverdi. Bu bir latifeydi, fakat, mahçup eden bir latife.-- Atatürk, liderliğini zamanı aşarak, öngörüsünü kanıtlayarak, Mazhar Müfit'e şu yorumu yaptırmıştı: --Ve hakikaten bu büyük adam, geceleri gündüzlere katarak düşünmeyi, milli bünyenin tahammülünü bilmiş, her şeyin zamanını hesaplamış ve zamanı iradesine ram edebilmişti.-- (Kansu, 1966:132). Atatürk'ün Çankaya sofralarında birçok kez, Mazhar Müfit'in not defterini hatırlatarak, öngörüsünü onaylattığı pek çok başka kaynak tarafından da belirtilmektedir. İşte liderin bilinçli bir biçimde liderliğini çevresine onaylattıran davranışı budur. Atatürk, bütün konularda olduğu gibi liderliği konusunda da olayları yalnız tarihin akışına bırakmamış, onu, bizzat kendi hazırlıkları, yönlendirmeleri, kısacası kendi iradesiyle pekiştirmesini çok iyi bilmiştir. Kendi yaptığı ve yukarıda verdiği --dahi-- tanımı düşünüldüğünde bu yaptıklarının ne denli bilinçli olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır. |
Kişilik Gücü Kendi karizmasını üretmekte kullandığı yöntemin 1923 yılındaki bir başka görüntüsünü İsmail Habip Sevük anlatıyor: --Muhtar Bey (şakacı bir adam olan İngiliz Muhtar) kadehini kaldırıyor: --Yaşasın Başkomutan!-- --Niye Mustafa Kemal demiyorsun da, Başkomutan diyorsun?-- Muhtar Bey, üstü kapalı bir davranışla: --Hele,-- diyor, --ne olur ne olmaz, daha uzun süre şu Başkomutanlık üzerinde kalsın!-- Şakalaşıp duran Gazi, kartallaşıveriyor: --Vay, sen beni Başkomutanlıktan mı kuvvet alır zannediyorsun? (Sesini tabiileştirerek) Dinle bak öyleyse, sana bir hatıra anlatayım: Hani ben Erzurum'da ordu müfettişliği nişanlarını yakamdan atarak --ferdi millet-- kalmıştım ya? O zamana kadar emirlerimi dinleyen komutan (ismini söyleyecekti, söylemedi) ondan sonra verdiğim emirleri dinlememeye başlamasın mı? Makamına gittim: --Paşa, paşa,-- dedim, --size o emirleri bu yakadaki yıldızlar vermiyor, Mustafa Kemal veriyordu, o yine karşınızdadır, yazınız!-- Yazdı. Emir gideceği yere gitti. Fakat çıktıktan sonra aklıma gelmişti. Ya komutan düğmeye basıp da, --Posta, bunu dışarı çıkarınız!-- deseydi?.. Sesi yine heybetleşerek: --Fakat diyemezdi. Muhtar, karşısında Mustafa Kemal vardı, diyemezdi.-- Muhtar Bey kadehini kaldırarak yürekten bağırıyor: --Yaşasın Mustafa Kemal!---- (Arıburnu, 1976:19). Bu öyküden de açıkça görüldüğü gibi, Mustafa Kemal Atatürk'ün verdiği mesaj açıkça şudur: Keramet Başkomutanlık yetkisinde, üniformada ya da omuzlardaki yıldızlarda değil, kendi kişiliğindedir. Kişisel karizmasını yaratmakta ne denli titiz olduğu bu ve benzeri anılarda çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmaktadır. |
Dikkat edilirse, karizmatik niteliklerini özellikle yazarlara, ya da not tutanlara ve yabancı devlet adamlarına karşı özenle sunar. Hiç kuşkusuz bu tutum, onun gününe ve toplumuna olduğu kadar, uluslararası ilişkilerde ülkesine ve tarihe karşı olan sorumluluğunu belirtir. ::::::::::::::::::: 3) Karizmasını Ulusa Mal Etmesi Mustafa Kemal Atatürk'ün kendi karizması konusundaki tutumu çok ilginçtir. İlk olarak, önceki bölümde gösterdiğim gibi, hiç kuşkusuz bu karizmayı yalnız eylemleri ve başarılarıyla değil, kendi özenli çabalarıyla da üretmiş ve canlı tutmuştur. Bu tutumu içindeki en önemli öge, her şeyden önce, kendine olan güveninde yatar. Bu güvenin ardında da, kişisel yeteneklerini pekiştiren ve bu yeteneklerin kullanılabileceği toplumsal ortamın ona sağladığı eylemini gerçekleştirme olanağını işlevsel duruma getiren, uzun bir hazırlık dönemi vardır. Mustafa Kemal'in içinde bulunduğu koşulları, kendi yetenekleri açısından çok gerçekçi değerlendirdiğini görüyoruz. Koşullar uygun olduğu anda hiç duraksamadan, liderliğini ortaya koyabilmekte, gerçek bir liderden beklenen girişkenliği ele alabilmektedir. Kendisinin bizzat anlattığı şu olay, liderliğinin en önemli özelliklerinden olan cesaretinin ve girişkenliğinin tipik bir örneğidir: --Arıburnu kumandanıydım. İngilizler, Anafartalar'a çıkmıştı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeliydi. Başkumandan Vekili Enver Paşa'ya kadar doğrudan doğruya müracaat mecburiyetinde kaldım. Şafi cevap gelmedi. Karargahı Yalova'da bulunan ordu kumandanı Leyman Fon Sanders Paşa telefonla beni aradı, mükalememizde delalet eden, yine Erkanıharbiye Reisi Kazım Bey'di, sorduğu sual şuydu: |
--Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir tasavvur ediyorsunuz?..-- Vaziyeti nasıl gördüğümü ve kademe kademe nasıl tedbirler almak lazım geldiğini çoktan, bütün alakalılara bildirmiştim. Bütün bu müracaatlarımın cevapsız kalmasından hasıl olan bir teessür içinde alelfevr şu cevabı verdim: --Vaziyeti nasıl gördüğümü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince: Bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı, fakat bu dakikada tek bir tedbir kalmıştır...-- --O tedbir nedir?-- --Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri tahtı emrime veriniz, tedbir budur.-- Müstehzi bir cevap aldım: --Çok gelmez mi?-- --Az gelir!-- dedim. Telefon kapandı. Bundan sonra da uzun hikayeler var, en nihayet Anafartalar grubu kumandanlığının bana tevdii ve saire...-- (Altay, 1955:66-67). Bu ünlü öyküde dikkati çeken ögelerin başında, Mustafa Kemal'in girişkenliği ve sorumluluktan çekinmeyişi vardır. Onun ardından, zaten hoşlanmadığı yabancı komutanlar sorununa bir olumsuz yaklaşım görüyoruz. Bunlardan başka, Enver Paşa ile olan çekişmesinin izlerini de görmemek olanaksız. Son olarak da öyküyü bizzat anlatmasına dikkati çekmek isterim: Kendi karizmasını pekiştirmenin öğelerinden biridir bu olayı anlatması. Falih Rıfkı'ya bu anlattıkları Nutuk dışında kendi ağzından, kendi yaşamına ilişkin ikinci belgedir ve 1926 yılında, o yılların koşulları içinde değerlendirilmelidir. |
Ulusla Bütünleşen Lider Buraya dek, Mustafa Kemal Atatürk'ün kendi liderliği konusunda, önce çok dikkatle hazırlandığını, sonra, toplumsal ve çevresel koşulları çok iyi değerlendirdiğini, bu arada kendi karizmasının yaratılmasına özenle katkıda bulunduğunu gördük. Şimdi bu karizmayı nasıl kullandığını irdeleyelim. Burada hemen iki noktayı vurgulamak gerekiyor: Birinci olarak, Mustafa Kemal Atatürk'ün bütün yeteneklerine ve kendisinin bunları özenle çevresine sunmasına karşın, sürekli olarak, doğaüstü, insanüstü gösterilmesine karşı çıktığını belirtmeliyim. İkinci olarak da, hem kendisinin, hem de çevresinin kanıtladığı ve tüm topluma sunduğu (doğaüstü ya da insanüstü olmamakla birlikte) --olağanüstü-- kişiliğini ve özelliklerini Türk toplumuna mal etmek istediğini kaydetmeliyim. Şimdi, Atatürk'ün kendi --keramet-- ine karşı tutumunu belirleyen bu iki ögeye daha yakından bakalım. Her şeyden önce, bu iki niteliğin, yani kendisinin de herkes gibi bir insan olduğunu vurgulamasının ve özelliklerini tepluma (daha doğru bir deyişle, Türk Ulusu'na) mal etmek istemesinin, aynı ilkenin iki ayrı yansıması olduğu belirtilmelidir. Bu ilke, liderliği dahil olmak üzere, bütün eylemini yeni bir toplum yaratmaya yöneltmiş olması ve bu yöneltme içinde Türk ulusçuluğunu işlevsel bir araç olarak kullanmakta bulunmasıdır. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal Atatürk için, liderliği dahil tüm nitelikleri, ancak, yaratmak için çaba harcadığı yeni toplumun üretilmesinde işlevsel olduğu oranda anlam taşımaktadır. Çünkü, bir açıdan, kendisiyle yeni Türk toplumu tam bir özdeşlik içindedir. Böylece, kendisinin yüceltici nitelikleriyle, toplumun yüceltici nitelikleri tam bir bütünleşme gösterir. Lider ile toplum ve bu toplumun tam bir simgesi olan Ulus, birbiri içinde erimişler, tarihe birlikte geçmişlerdir. Atatürk, bu işi başaran kişi olarak, olayın tam bilincindedir. Bu nedenle de, kişisel nitelikleriyle, ulusal nitelikleri bütünleştirmeye özel bir özen göstermiştir. Bu özenin altında, yeniden güçlendirmeye çalıştığı Türk Ulusçuluğu'nu pekiştirnıek arzusunun bulunduğu gözden kaçmamalıdır. Bir yandan --olağanüstü-- niteliklerini vurgularken, öte yandan, en önemli niteliğinin --Türk Ulusunun bir bireyi olmak-- biçiminde ortaya konulacağını öne sürmesinin başka nedeni olabilir mi? . |
Son derece bilinçli ve yetenekli bir --toplum yaratıcısı-- olan Mustafa Kemal Atatürk'ün kendi karizması karşısındaki; (1) gerçekçi ve (2) ulusuyla bütünleşici tutumunu sergileyen pek çok olay vardır. Gerçekçiliğini ve ulusuyla bütünleşme yönelimini aynı anda yansıtan bir öykü şöyledir: --Yıllar sonra, bir akşam Çankaya sofrasında hayatının çocukluk günleri konuşuluyordu. Bir misafiri Atatürk'e, --Paşam,-- dedi, --çocukluğunuzda kimbilir ne müstesna bir insandınız. Ne güzel harikulade anılarınız vardır!-- Atatürk bu çeşit övünmelerden, kendisine insanüstülük veren abartmalardan hiç hoşlanmazdı. Ama buna güldü: --Nuri anlatsın-- dedi. Nuri, Atatürk'ün çocukluktan beri en yakın arkadaşı, mahallelisi, asker olarak da çok yerde beraber bulunmuş meslekdaşı, sofranın devamlılarından Nuri Conker'di. Conker, Atatürk'e yakınlığına sığınarak, biraz da mizacı öyle olduğundan, Mustafa Kemal'e ağır şakalar yapar, kimsenin söyleyemediğini o rahatça söylerdi. --Mustafa o zaman dayısının çiftliğinde bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi-- dedi. Konuyu açan misafir, sorusunun böyle bir mecraya dökülmesinden çok üzülmüş, hatta ürkmüş, Atatürk'ün şimdi kimbilir nasıl kızacağını düşünerek bin kere pişman olmuştu. Bu hizmeti ona hiç yakıştırmayarak: --Aman Efendimiz...-- diye durumu kurtarmaya çalışırken, Atatürk, son derece sakin: |
--Doğrudur, öyle yapardık,-- dedi ve ilave etti: --Bana insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayımz. Benim doğuşumdaki tek fevkaladelik, Türk olarak dünyaya gelmiş olmamdır.-- -- (Gençosman, Banoğlu, 1971:32-33). Görüldüğü gibi, bu öyküde karizmatik liderin kendi kerametini yadsıması ve olumlu niteliklerini ulusuyla bütünleştirmesi, tam bilimsel terimlerle yapılmaktadır. Hiç kuşkusuz, Atatürk, Weber'in --Karizmatik Liderlik-- kuramını incelememişti, ama kendisi böyle bir lider olarak, karizmatik liderin davranışlarını, Weber'in tanımladığından da iyi yerine getiriyordu. Bu konuda daha renkli ve daha duygusal bir anı, üstelik de kendi karizmasını pekiştirme ögesini de içine alarak, öteki iki öge (kendi karizmasını kendisinin yadsıması ve olumlu niteliklerini ulusuna bağlaması) ile birlikte Behçet Kemal Çağlar'ın Şiirsel diliyle şöyle anlatılmıştır: --Ankara'ya ayak basışının yıldönümünü kutlamaya, Halkevinde ilk defa karar vermiştik. Reşit Galip nutuklarının en güzelini söylemiş, ben de --Ergenekon-- ismindeki manzum bir perdelik piyesi bir arkadaşımla oynamıştım. Birinci efsane Ergenekon'la ikinci gerçek Ankara Ergenekon'u birbirine birleştiren bu piyeste dağlar, demircinin çekici ile parçalanınca Turan illeri yerine Ankara görünüyor ve kaybolan Bozkurt'un yerine Ata'nın silueti ufukta güneş gibi parlıyordu... Ankara dekorunun önünde seymenler türkülerine ve rakslarına başlıyorlardı. Ankaralıların gönülden kopan değerbilirliği ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk, bu geceki gösteride duygulanmış, bizi sofrasına davet etmek lütfunda bulunmuştu. |
Piyesten okuttuğu parçalarla memnun, perde sonunda oyuna koyulan seymenlerin de çağrılmasını emretmişti. Biraz sonra kapıdan --Efeler geldiler-- haberi verildi. --Ne efeleri?-- diye bir an irkildi, deyimi beğenmediğini belli etti. --Şimdi,-- dedi, --size soframdakileri tanıtayım...--; karşı baştan işaret ederek tanıtmaya başladı. --Bu, büyük bir bilgindir, tarih yazar ve okutur.-- --Bu, büyük yazardır, olanı ve olacağı dile getirir.-- Dikkat ediyorduk; sofrasındakilerin hepsi için özel iltifat ve abartma dolu nitelikler buluyor, keskin, özlü övgüler sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi; onlara döndü ve onları bize tanıttı: --Bunlar da,-- dedi, --dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanları.-- Birden durdu, o herkesin birden ta ruhunun içine bakıyor görünen gözleriyle hepimizi birden süzdü ve biraz kısılan bir sesle şöyle devam etti: --Bana gelince: Eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getirmesem, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi konuşmacı... Ve sizden daha çok yiğit olmasam bu milletin başı olamazdım...-- Hepimiz O'nunla dolu olduğumuzu, hepimiz O'ndan bir parça olduğumuzu, güneşe kavuşmuş zerreler olduğumuzu duyuyor ve ürpererek susuyorduk... Bir an başını önüne eğdi, bir an yüzünde koyu bir pembelik dolaştı; ilah gururu, yerini insan alçakgönülülüğüne terkediyordu. Gülümseyerek seymenin birine seslendi: --Bırak şunu bunu... Ne Mustafa Kemal, ne Cumhurbaşkanı...İkimiz de Türk; ikimiz de efe. Sen beni bilmiyorsun, ben seni...Dağda karşılaştık; benden korkar mısın, korkmaz mısın?-- |
Seymen karşılık verdi: --Sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım...-- Hepimiz karşılığı beğenmiştik; karşılık Atatürk'ün hoşuna gitmemişti. --Düşmandan tabii korkmayacaksın. Düşman bir başka Türk değil ki, korkasın. Gel bakalım, tam efe misin?-- Başını dizine doğru çekti: --Gel bana desteklik et bakalım-- dedi ve onun boynuna namlusunu dayadığı tabancadan duvarın bir yerine nişan almaya başladı. Kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen seymende hiçbir kımıldama yoktu; bizler korkudan bayıldı sanıyorduk; kurşunlar bitmişti; seymen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarılık vardı; hiç titremeyen, belki biraz gürleyen ve gülen bir sesle: --Kurşunlar bitti mi Paşam?-- diye sordu. Bu yüzdeki rahatlık ve hayranlığı bir anlık bakışla sezen Atatürk, seymenin --Ata kurşunu insana zarar vermez-- imanıyla öyle dimdik ve sessiz kalabildiğini anlamıştı; birden tabancayı yere attı; hıçkırıktan omuzları sarsılıyordu: --Yanlış, büyük yanlış... Asılsız, yalan!-- diye haykırıyordu; biz şaşkın, susuyorduk. O, aydınlattı: --Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı...-- --Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma, canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.-- |
Hepimizin ve demin dimdik gülümseyen seymenin bile gözleri doluyordu.-- (Arıburnu, 1976:115-117) . Gerek kendi karizmatik liderliğini vurgulaması, gerekse kerametin kendinde değil, ulusunda ve ona inananlarda olduğunu belirtmesi bu öyküde çok açık bir biçimde görülmektedir. Ayrıca, dikkat edilmesi gereken bir nokta da, Behçet Kemal'in olayı anlatış biçimi ve daha da önemlisi, olayın onun gibi yetenekli bir şair-yazarın önünde geçmiş oluşudur. Atatürk Bizden Biridir Ulusuyla bütünleşme yöneliminin en tipik göstergelerinden biri de şu kısa öyküde belirlenir: --Cumhuriyetin onikinci yıldönümü için bir sıra dövizler hazırlanmıştı. Bunlar içinde şöyleleri vardı: --Atatürk bizim en büyüğümüzdür--, --Atatürk bu milletin en yücesidir--, --Türk Milleti asırlardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı--. Listeyi dikkatle gözden geçirdi. Bunlar ve bunlara benzeyenleri çizdi. Hepsinin yerine şunu yazdı: --Atatürk bizden biridir..-- -- (Banoğlu, 1954-b:11). Mustafa Kemal Atatürk gerek liderlik niteliklerini, gerekse bu niteliklerle ulusal özelliklerin bütünleşme gerekliliğini çok iyi biliyordu. Bandırma vapuru Karadeniz'e çıkmadan önce son kez durdurulduğunda, Mustafa Kemal sorar: --Bu herifler niçin gelmişler?-- Kaptan bu soruya işgal devleti subaylarının silah ve cephane aradığını söyleyince şu yanıtı verir: --Sersem herifler, cephane ve silah değil, biz kafa götürüyoruz! -- (Banoğlu, 1954-a:87). Bu yanıtta bütün bir plan, program, bütün beklentiler ve ihtiraslar yatmaktadır. |
İhtiras, bir lider için en gerekli ögelerden biridir. Mustafa Kemal kendi ihtiraslarının tümüyle bilincindedir. Bunları 1914 yılı Ocak'ında Sofya'dan Madam Corinne'e yazdığı bir mektupta şöyle tanımlıyor: --Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri, fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor. Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma , büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyorum. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu muhafaza edeceğim.-- (Borak,1970:74). Sofya'daki Mustafa Kemal, henüz Anafartalar Kahramanı bile olmamıştır. Üstelik de İttihatçılar tarafından bir anlamda sürgüne yollanmıştır Sofya'ya. Buna karşılık, --hazırlık-- bölümünde de anlattığım gibi, en azından ruhsal olarak hazırdır tarihsel görevine. Bu açıdan da attığı her adımın hesaplı, ölçülü, biçili olması çok doğaldır. Nitekim, bu hesaplılık, hemen hemen hiçbir ögeyi şansa bırakmak istemeyişi, onu hem keramet sahibi bir lider yapabilmiş, hem de ulusuyla bütünleşmesini sağlamıştır. Aslında bu yargımın ne denli doğru olduğu yine kendi bilinçliliğine bakılarak anlaşılabilir. Mustafa Kemal Atatürk, kişisel nitelikleriyle, ulusal liderliğini farklı olarak kullanan ve ancak gerektiğinde ve yararlı olduğunda bunları birleştiren bir davranış içindeydi. Kendisi bu farklılaşmayı şöyle özetliyor: |
--İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben; fani Mustafa Kemal. Öteki; milletin daima içinde yaşattığı Mustafa Kemal. Ben onu temsil ediyorum. Herhangi tehlike anında ben zuhur ettimse, beni de bir Türk anası doğurmadı mı? Türk anaları daha Mustafa Kemaller doğurmayacaklar mı? Feyiz milletindir, benim değil.-- (Binyazar, 19?3:129). Bilinçli liderliğini, kendi elleriyle ürettiği liderliğini, yeni kurmakta olduğu toplumun ulusal nitelikleriyle bütünleştirme çabasının bundan daha kesin kanıtı olabilir mi? ::::::::::::::::::: IV-) ATATÜRK'ÜN LİDERLİĞİNİN SOSYAL PSİKOLOJİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Bilindiği gibi, insanların grup içindeki davranışları son yıllarda yeni bir bilimin, sosyal-psikoloji biliminin konusunu oluşturur. Bireyin grup içindeki davranışları, onun yalnız bireysel değil, aynı zamanda toplumsal niteliklerini de sergiler. Ayrıca, her birey, grup içinde, öteki bireylerin varlıklarından ve niteliklerinden de etkilenir. İşte küçük grupların incelenmesi, bireyin gerek bireysel, gerekse toplumsal nitelikleri hakkında çağımızda yeni bilgilerin elde edilmesine yol açan bir bilim dalını oluşturmuştur. Mustafa Kemal Atatürk'ün liderlik özellikleri toplumsal açıdan olduğu kadar, sosyal-psikoloji açısından da son derece ilginç sonuçlar ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi gerek insan, gerekse toplum karmaşık varlıklardır. Bu karmaşık varlıkların bir bütün oluşturan özellikleri, birbirlerine bağımlı ve ancak öteki ögelerle birlikte bir anlam taşıyan niteliktedir. Bu nedenle, soyutlama ve tek tek özellikleri ele alma, büyük ölçüde insanı yanılgılara götürebilir. Yine de bilim, gerek insanı, gerekse toplumu, belli soyutlamalar ve alt konular biçiminde parçalara ayırarak inceler. Çünkü, gerek toplum, gerekse insan, tek başına tümüyle ele alındığında, kolay sonuca ulaşmayı engelleyecek ölçüde karmaşık yapı sahibidirler. |
İşte bu gerçekleri akılda tutarak, önce liderlik konusundaki bilimsel tanımlara, sınıflamalara ve özelliklere bakmak, Atatürk'ün liderliğini tam anlamıyla değerlendirebilmek için son derece gereklidir. ::::::::::::::::::: 1) Liderliğin Kaynağına İlişkin Görüşler Lider nereden gelir? Onu yaratan etkenler nelerdir? Bu kişinin liderliği hangi ögeler sonucunda ortaya çıkar? Sosyal-psikoloji bilimi bu soruların yanıtları üzerinde uzun uzun durmuştur. Araştırma ve incelemelerini grup içi liderlik kavramı üzerinde odaklaştıran sosyal-psikolojinin bulguları hiç kuşkusuz toplumsal çaptaki liderlik olayına da ışık tutucu niteliktedir. Sosyal-psikoloji bilimi, liderlik konusunda bize önce iki kaynak gösteriyor. Kağıtçıbaşı bunları kişisel liderlik ve ortamsal liderlik olarak ayırıyor (Kağıtçıbaşı, 1976:229-232). Kişisel Liderlik Modeli Kişisel liderlik modeline göre, liderin nitelikleri, kendi kişiliğinden gelmektedir. Bu niteliklerin bir kısmı doğuştandır. Bir kısmı ise sonradan kazanılmış olabilir. Fakat, kesin olarak, kişisel liderlik modelinde, lider olan bireyin belli nitelikleri öteki insanlardan farklıdır. Daha aşağıda ayrıntılı olarak göreceğimiz bu nitelikleri kısaca --öteki insanları etkileme-- yeteneği diye adlandırabiliriz. |
İşte, kişisel liderlik modeline göre; ayrıntıları ne olursa olsun, bazı kişisel --liderlik yeteneklerine-- sahiptirler. Bu kişiler, ister grup içinde olsunlar, ister olmasınlar, hep --lider kişiler--dir. Çünkü, özellikleri çevrelerinden değil, kendilerinden gelir. Ortamsal Liderlik Modeli Ortamsal liderlik modeli, kişisel liderlik modelinin karşıtıdır. Bu yaklaşıma göre, lideri yaratan, ortaya çıkaran koşullar, ortamın koşullarıdır. Bir grubun lidere gereksinme duyması, bir kişinin iletişim ve etkileşim kanalları bakımından liderin bulunması gereken yerde olması, yani, bütün kanalların merkezinde yer alması, bu anlayışa göre, lideri yaratan özelliklerdir. Bir başka deyişle, bu modelde, bireyin kişilik nitelikleri önemli değildir. Çevrenin gereksinmeleri ve bireylerin iletişim ve etkileşim kanalları karşısındaki durumları, herhangi bir kişiyi lider yapabilir. Bu görüşü kanıtlayıcı bazı deneyler de vardır. Örneğin, içine kapanık bir kişinin, iletişim ve etkileşim kanallarının ortasına konduğunda dışadönük davranışlar yaptığı saptanmıştır. Görüldüğü gibi, ortamsal model, liderlik konusunda, bireyin niteliklerini bir yana bırakarak, bütün ağırlığı ortama, çevrenin gereksinme ve koşullarına vermektedir. |
Etkileşim Modeli Sosyal-psikoloji bilimi, bize, bu iki modelin arasında yer alan ve gerçeğe daha yakın bir başka model de veriyor: Etkileşim modeli. Etkileşim modeline göre, lideri yaratan ögeler, hem ortamın gereksinme ve koşulları, hem de bireyin özellikleridir. Örneğin, bir işin başarılması gerektiği zaman, o işin başarılmasını sağlayıcı özelliklere sahip olan kişi lider olur. Bu model, gerek ortamı, gerekse bireyi dikkate aldığı ve daha önemlisi, ortam ile bireyin etkileşimine dayalı olduğu için, hiç kuşkusuz, gerçeğe en yakın olan modeldir. ::::::::::::::::::: 2) Atatürk'ün Liderlik Kaynaklarına Göre Değerlendirilmesi Atatürk'ü ve küçük Mustafa'yı Atatürk yapan koşulları yakından incelediğimiz zaman, kişisel, ortamsal ve etkileşim liderlik modellerine göre son derece ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz: Her üç model de Atatürk'ün liderliğinin kaynağını açıklamakta işlevsel olmaktadır. Daha önce, Mustafa Kemal'in gerek kişisel nitelikleri, gerekse, kendisini hazırladığı sıralarda edindiği bilinçli özellikler açısından hemen hemen tümüyle kişisel liderlik modeline tam oturduğunu görmekteyiz. Üstelik, gerek Trablusgarp, gerekse Şam gibi yerlerde, yabancı ve düşman bir ortamda, henüz çok daha gençken, aldığı tutumlar ve yaptığı davranışları tam bir liderin resmini çizmektedir (Özellikle Şam olayları için bkz: Atay, 1955). |
Bu niteliklerine bir de kendi liderliğini (kendini bilinçli olarak hazırlamasına ek olarak) bilinçli kullanma ve yaratma konusundaki çabaları eklenirse --kişisel liderlik--, modelinin adeta Mustafa Kemal Atatürk için kurulmuş olduğu izlenimi bile edinebilir insan. Ya da tam tersi, sanki Mustafa Kemal Atatürk, kendi liderliğinin kişisel ögelerini adeta --bilimsel-- bir biçimde üretmiştir denilebilir. --Kişisel liderlik-- modeli ile Mustafa Kemal Atatürk'ün öyküsü tam bir çakışma içindedir. Öte yandan, --ortamsal liderlik-- açısından da Atatürk ile model arasında tam bir uyum görülmektedir. Gerek içinde bulunduğu toplumsal ortam, gerekse kendi grubu içindeki ilişkiler, tam bir lider arayışını simgeler. İmparatorluğun çöküşü sırasında geleneksel liderliği temsil eden Padişah, düşmana teslim olmuştur. Askeri güçle de desteklenen siyasal liderlik ise, İttihat ve Terakki Partisi'nin liderlerinin kişiliklerinde yurt dışına kaçmıştır. Böylece, Padişah'ın Halife kişiliğinin temsil ettiği dinsel liderlik dışında, toplumdaki bütün kurumsal liderlik görevleri boşalmıştır. Zaten Alman komutanların varlığıyla ulusal denetimden çıkmış olan askeri liderlik, Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın yurt dışına kaçmasıyla, tümden dağınık bir niteliğe bürünmüş, teslim olan İmparatorluk içinde, işlevsel bir görevi bile kalmamıştı. |
Tarihsel açıdan olaya bakıldığında, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethiyle başlayan Batılılaşma çabaları, Tanzimat ile, Batı denetimine girdikten sonra bile sürmüş, fakat, savaşın yenilgiyle bitmesi sonunda, havada kalmış bir süreç durumuna gelmişti. Böylece, İmparatorluğun ya da onu oluşturan toplum katmanlarının kültürel kimliği de sonu getirilmeyen bir serüven içinde belirsiz kalmıştı. Hiç kuşkusuz, düşmana boyun eğmiş bir Padişah'ın simgelediği İslam bu kimliği sürdürecek güçte değildi. Uluslararası ilişkiler ve dünyadaki güç dengesi bakımından da hem denizleri, hem petrol bölgelerini denetleyen bir Anadolu. Ortadoğu'da sahipsiz ya da yalnız İngiliz ya da Rus (Sovyet) nüfuz bölgesi olarak gelişemezdi. Böylece yalnız Osmanlı'nın iç dinamiği açısından değil, dünyadaki güç dengesinin belirlediği dış dinamik açısından da, çöken İmparatorluğun enkazı üzerinde bir liderlik boşluğu, mutlaka doldurulması gereken bir boşluk ortaya çıkmıştır. Mustafa Kemal'in Grubu Grup içi ilişkilere bakıldığında, bu grup Osmanlı generalleri olarak algılanmak zorundadır. Osmanlı generalleri arasında ise, Enver Paşa'nın otoriter tutumu ve İttihatçıların siyasal baskısı, ordudaki Alman varlığı, çok çeşitli cephelerde savaşılması, bu savaşların genellikle yenilgiyle son bulması, Enver Paşa'nın kaçışıyla simgelenen siyasal ve askeri liderlik boşluğunu tam anlamıyla toplumsal gerçeğin bir parçası durumuna getirmiştir. |
Bir kısım generallerin işgal kuvvetlerince tutuklanması ve Malta'ya sürülmesi de bu gerçeğe daha acıklı bir durum kazandırmıştı. Yenik Osmanlı İmparatorluğu'nun generalleri arasında gerek hiyerarşik açıdan, gerekse doğal açıdan işlevsel olarak --lider boşluğu-- vardı. İşte --Anafartalar Kahramanlığı--nın doğal, --Üçüncü Ordu Müfettişliği--nin ise hiyerarşik açıdan, bir ölçüde de olsa çözdüğü --liderlik-- sorunu, Osmanlı generalleri bir grup olarak düşünüldüğünde, gruba bağlı ortamsal ögelerin gereksinme belirlediği bir durumdaydı. Bütün bu iç toplumsal, siyasal, askeri ve grupsal ögelere ek olarak, dış, uluslararası denge ögeleri de --Anadolu'da bir lider-- arıyordu. Tarihin tüm koşulları, böyle bir liderin yaratılması konusundaki gereksinmeyi en belirgin ve vurucu bir biçimde Anadolu toprağı üzerinde odaklaştırmıştı. Bu ortamsal ögeler o denli güçlüydü ki, Şevket Süreyya Aydemir: Mustafa Kemal olmasaydı, Ali Fuat Paşa (Cebesoy) bir lider olabilirdi, der (Aydemir, 1966:43) . Etkileşim modeli, ortamsal ve kişisel liderlik modellerine göre (niteliği gereği) hem Mustafa Kemal Atatürk olayını en iyi çözümleyen, hem de gerçeği en iyi yansıtan modeldir. Çünkü, hem Mustafa Kemal'in kişisel niteliklerini, hem de onu yaratan toplumsal ve grupsal koşulları, kendi başlarına olduğu kadar birbirleriyle olan etkileşimleri açısından da ele alır. Gerçekten de Mustafa Kemal Atatürk ile çağının dünya ve toplum koşulları mensubu bulunduğu grubun koşullarıyla tam bir çakışma ve uyum içinde görünmektedir. Bu koşullar onun kişisel liderlik niteliklerini verimli bir biçimde ortaya çıkaran ve işlevsel kılan ögelerdir. Bu konudaki en güzel yargılardan biri yine Şevket Süreyya tarafından verilmiştir: --... Mustafa Kemal, hem toplumumuzun ve devrimizin bir eseri'dir, hem kendini yaratan bu toplumun ve çağın hayat ve kaderine tesir ederek onlara yön ve şekil vermiştir.-- (Aydemir, 1963:II). Sonuç olarak, Atatürk gerçeğinin, liderlik konusunda, her üç modele de bütünüyle uyduğunu söyleyebiliriz. Pek doğal olarak, bu modellerden, toplumsal gerçeğe en uygun olan --etkileşim modeli-- Atatürk olayını da daha kapsamlı ve eksiksiz açıklamaktadır. ::::::::::::::::::: |
3) Liderlik Türleri Bir grubun içindeki liderlik çeşitli ölçütlere göre sınıflandırılmıştır. Gerek karar alma mekanizmaları, gerekse grubun işlevleri, bu sınıflandırmalarda kullanılan ölçütlerdir. Bir grubun içinde kararların nasıl alındığı, grubun niteliklerine bağlı olduğu kadar, liderin kişilik niteliklerini de yansıtan bir olgudur. Grubun nitelikleri ile, liderin kişisel özellikleri birbirleriyle çakıştığı ve uyuştuğu zaman karar alma mekanizması çok daha etkin çalışır. Liderlik de çok daha güçlü olur. Grubun karar mekanizmalarına göre genel olarak üç tür liderlik görülür (Kongar, 1978:90). Otokratik Liderlik Grubun yapısına göre, karar alma mekanizmalarınca belirlenen birinci liderlik tipi --otokratik liderlik--tir. Bu yapı içinde, kararlar, liderin kendisi tarafından alınır. Grubun öteki üyelerine danışma, liderin istek ve hiyetlerine bağlıdır. Bu liderlik türünde, kararların belirleyicisi liderdir. Öteki üyelerin rolü, bu kararlara uymak biçiminde ortaya çıkar. Demokratik Liderlik Kararların grubun kendisi tarafından alındığı yapı içindeki liderlik --demokratik liderlik--tir. Bu tür liderlikte, kararlar, liderle birlikte, grubun bütün öteki üyelerinin de katılmasıyla alınır. Her üyenin karar mekanizmasına katılımı, liderinkine eşittir. --Bırakınız Yapsın!-- Türü Lider Karar mekanizmalarının belirlediği son liderlik türü, --Bırakınız yapsın--cı (Laissez-Faire'ci) liderlik tipidir. Bu yapıda, kararlar, tek tek üyelere bağlıdır. Bir başka deyişle, adeta, ortak bir karar yapısı yoktur bu tür grupların içinde. Böylece liderlik de özellikle karar alma bakımından önemini yitirmiş gözükmektedir. |
Toplumsal-Duygusal Liderlik ve Görev Liderliği Karar mekanizmaları dışında bir başka liderlik türü ölçütü, grubun içindeki rollere ilişkin olarak yapılmıştır. Buna göre, her grup içinde iki tür rol ve dolayısıyla iki tür liderlik vardır: Bunlar, grubun bütünlüğünü ve grup olarak varlığını sürdürmesine yönelik --toplumsal-duygusal-- roller ve grubun bir işi gerçekleştirmesine yönelik olan --görev-- rolleridir. Böylece, her grup içinde biri grubun varlığını korumaya, biri de grubun iş yapmasına yönelik iki ayrı tür rol ve dolayısıyla iki ayrı tür liderlik ortaya çıkmaktadır (Bales,1958). --Birlikte ne güzel çalışıyoruz--, ya da --Bizim gibi anlaşan insanların bir arada bulunması insanı rahatlatıyor.-- gibi yargıların belirlediği toplumsal-duygusal roller, bu rolleri üstlenen kişileri toplumsal-duygusal lider yapar. Buna karşılık, --Hadi arkadaşlar, şu işi de bitiriverelim--, ya da --Çoğu gitti, azı kaldı-- gibi ifadelerin ardındaki roller de, görev liderliğini yaratır. Burada gerek karar mekanizmalarıyla, gerekse roller ile ilgili liderlik tiplerinin her zaman farklı kişilerde odaklaşmak zorunluluğunun bulunmadığını da belirtmeliyim. Kimi zaman, aynı kişi hem toplumsal-duygusal liderliği, hem de görev liderliğini yüklenebileceği gibi, aynı lider, zaman zaman otokratik, zaman zaman da demokratik usullerle karar alabilir. Bilimsel soyut modellerin, karmaşık toplumsal ve insani gerçeği algılamak için soyutlamalara ve sınıflamalara gittiği hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Bu nedenle de bilimsel modeller çoğu zaman gerçeğin ancak bir bölümünü yansıtır. Bunun sonucu olarak, gerçeğin tümden algılanması kimi zaman birkaç soyut modelin birlikte kullanılmasıyla da gerçekleştirilebilir. Mustafa Kemal Atatürk, genel eyleminin süresi ve çeşitliliği dolayısıyla, liderliğin hemen hemen tüm çeşitlemelerini başarıyla kullanmıştır. Biraz aşağıda göreceğimiz bu durumdan önce, hangi durumlarda hangi tür liderliğin geçerli olduğuna bakalım. |
Grup amacını gerçekleştirmeye yönelik görev rollerine, yani iş yapmaya, grup üyelerinin katılımı yüksek olduğu zaman, toplumsal-duygusal liderliğin büyük ölçüde önemini yitirdiği, yapılan gözlemler arasındadır. Buna karşılık, grubun görevi üyelerce pek benimsenmediği zaman, toplumsal-duygusal roller ve bu konudaki liderlik daha büyük bir önem kazanmaktadır (Burke, 1968). Örneğin, görevlerin meşruluğu tartışmalı olduğunda ya da görev erişilmez, yerine getirilemez bir biçimde algılandığında, grubun devamını sağlayıcı liderlik birdenbire büyük önem kazanmaktadır. (Biraz aşağıda, Atatürk'ün sofrasının, bu işlevi yerine getirmekten kaynaklandığını göreceğiz.) Yalnız burada, toplumsal-duygusal liderlik ile, görev liderliğinin aynı kişide birleşebileceği gerçeği unutulmamalıdır. Atatürk'ün Liderlik Türlerine Göre Değerlendirilmesi Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış dönemindeki ordu komutanlıklarından, Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarındaki Kongre başkanlıklarına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ve Başkomutanlıktan yeni devletin Cumhurbaşkanlığına dek, çeşitli resmi liderlik görevlerinde bulunmuştur. Bu görevlerinin çoğunda kendisine düşen işlevler farklı farklıdır. Kimi zaman meşru otoriteye başkaldıran bir asi komutan durumundadır. Bir başka deyişle, çevresiyle ilişkiler açısından Mustafa Kemal'in durumu farklı zamanlarda farklı nitelikler taşır. Bu nedenle de gerçekleştirmek istediği amaçların, toplumun siyasal ve kültürel yapısı bakımından --meşruluğu-- ve gerçekleştirilebilirliği farklı aşamalarda değişik görünümler kazanır. Örneğin, Samsun'a gittiği sıralarda ve Erzurum Kongresi öncesindeki durumu ile; Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak durumu farklıdır. Birinci Büyük Millet Meclisi Başkanı ile, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurreisi sıfatları arasında bile önemli farklar vardır. Anafartalar Grup Komutanlığından; --Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari--liğe, Üçüncü Ordu Müfettişliğinden, Türkiye Büyük MilIet Meclisi Ordularının Başkomutanlığına ve Cumhurbaşkanlığına kadar, çevresiyle olan ilişkileri, sürekli bir niteliksel değişim içindedir. Bütün bu ilişkiler içinde Mustafa Kemal Atatürk, grup içindeki otoritesini kimi zaman ödül ve ceza verme gücüne, kimi zaman meşruiyetine, kimi zaman cazibesine, kimi zaman da uzmanlığına dayamıştır. Bilindiği gibi bunlar, sosyal-psikoloji biliminin dört güç kaynağı, yani bir grubun içindeki buyurma erkinin temelleri olarak belirlediği ögelerdir (French ve Raven, 1960). Böylece, değişen durumuna göre, karar alma biçimleri de farklılıklar gösterir. |
Mustafa Kemal'in Liderliği ve TBMM Öyle durumlar vardır ki, karar alma biçimi son derece otokratik, hatta diktatörcedir. Örneğin, Başkomutanlık yetki yasası Meclis'te uzatılmadığı zaman bakın nasıl bir tutum takınıyor: --Meclisi Alinin, Başkumandanlığın lüzumuna kani bulunduğuna şüphe olmamakla beraber, muhalefetin hiçbir esasa müstenit olmayan tezahüratı, Meclis kararını, şayanı arzu olmayan noktada tezahür ettirdi. Bunun neticesi ne oldu, Efendiler, biliyor musunuz? Başkumandanlık iki gündür, muğlak ve muallak bulunuyor. Bu dakikada ordu, kumandansızdır.. Eğer ben, orduya kumanda etmekte devam ediyorsam, gayrıkanuni kumanda ediyorum. Mecliste tecelli eden reye göre, derhal kumandadan keffiyedetmek isterim ve Başkumandanlığımın hitam bulunduğunu hükütmete iblağ ettim. Fakat gayrikabili telafi bir fenalığa meydan bırakmamak mecburiyeti karşısında bulundum. Düşman karşısında bulunan ordumuz, başsız bırakılamazdı. Binaenaleyh, bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.-- (Atatürk, tarihsiz:662). Bu tutum karşısında Meclis, yeni bir oylamaya gider ve 11 red, 15 çekimsere karşı, 177 oy ile, Mustafa Kemal Paşa'nın Meclis'in bütün yetkilerini kendinde toplamasına olanak veren Başkumandanlık kanunu uzatılır. Atatürk için amaç, ülkenin bağımsızlığı ve o aşamada, düşmana karşı yürütülen savaşın kazanılmasıdır. Liderliğinin otoriter mi, demokratik mi olduğu, bunalım anlarında onu hiç ilgilendirmez. İlgilendiği nokta, amacın gerçekleşmesidir. Kendisini amaçtan saptıran biçim ve üslup çeşitlemeleri kimi zaman onun içinde bulunduğu koşullarda bir lüks niteliği kazanmış, o da duraksamadan, amacına en çabuk vardıracak yolu seçivermiştir. Aslında, henüz safların sıkılaşmadığı, toplumda --meşru-- otoritenin kim olduğu tartışmalarının sürdüğü zafer öncesi Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi sırasındaki Mustafa Kemal Atatürk'ün genellikle --otokratik-- lider rolünü benimsediğini rahatça söyleyebiliriz. Bu konudaki tutumunu en açık biçimde hep onun yanında bulunmuş olan Falih Rıfkı şöyle anlatıyor: --Kendine has bir reisliği vardı. O zamanlar takrirlerin oya konmadan önce reis tarafından açıklama yapılması adetti. Mustafa Kemal'in açıklaması öyle olurdu ki, takririn kabul mü, yoksa red mi edilmesini istediği anlaşılırdı. Bir defa böyle takrirlerden birini oya koydu, beklediğinin aksi çıkınca: --Lütfen ellerinizi indirir misiniz? Galiba iyi izah edemedim...-- dedi ve yeniden red kararı istediğini hissettirerek izah etti. Büyük devrim başlangıcında hiçbir şeyi oluruna ve tesadüfe bırakmak niyetinde olmadığı belliydi.--(Atay, 1969:362-363). |
Bu satırlar, Mustafa Kemal Paşa'nın --amacı-- hiçbir zaman gözden kaçırmadığını olduğu kadar, kişisel ve ortamsal liderliğinin keskin özelliklerini de vurguluyor. Aslında Meclis'in oluşumuna baktığımız zaman, Atatürk'ün bu davranışının nedenlerini de bütün açıklığıyla görüyoruz. Bu Meclis, tutarlı ve eşcinsten düşünceleri temsil eden bir Meclis değildi. Bu nitelik Atatürk döneminin --mütefekkir--lerinden Ahmet Ağaoğlu'nun sonradan siyasete atılan oğlu Samet Ağaoğlu tarafından şöyle anlatılıyor: --Bu Meclisi teşkil eden meb'usların ekserisi esaslı bir tahsilden mahrum, görünüşü basit ve mütevazi, bir çocuk kadar saf insanlardı. Bu insanlardan yine birçoğu fala, mucizeye, rüyaya inanıyordu. Bir kısmı temsil ettikleri vilayetin bir polis komiseriyken seçilmişti. Bazısı ilk mektep muallimi, bir kısmı henüz terhis edilmiş ihtiyat zabitleriydi. İçlerinde kabilelerinin ve dağlarının başında mutlak bir şekilde hükümran olan aşiret ve yolları kesen eski eşkiya reisleri vardı.-- (Ağaoğlu, 1945:39) . Aslında bu görünümün ardında yatan --seçim-- süreci de bugünlerdeki demokratik sistem içinde alıştığımız seçimden oldukça farklıydı. Bakın bu seçim, Mustafa Kemal Paşa'nın kendi sunduğu --tamim--ine göre nasıl yapıldı: |
--Vilayetlere ve müstakil Livalara ve Kolordu Kumandanlarına, Merkezi devletin dahi, Düveli İtilafiye tarafından resmen işgali, kuvvei teşriiye ve adliye ve icraiyeden ibaret olan Kuvayi Milliye devleti muhtel etmiş ve bu vaziyet karşısında ifayı vazifeye imkan göremediğini hükümete resmen tebliğ ederek, Meclis-i Mebusan dağılmıştır. Şu halde, makarrı devletin masuniyetini, milletin istiklalini ve devletin tahlisini temin edecek tedbiri teemmül ve tatbik etmek üzere millet tarafından, selahiyeti fevkaladeyi haiz bir Meclisin, Ankara'da içtimaa daveti ve dağılmış olan mebusandan Ankara'ya gelebileceklerin dahi bu Meclise iştirak ettirilmesi zaruri görülmüştür. Binaenaleyh, zirde dercedilen talimat mucibince, intihabatın icrası, hamiyet ve reviyeti vatanperveranelerinden muntazırdır : 1- Ankara'da salahiyeti fevkaladeye malik bir meclis, umuru milleti tedvir ve murakabe etmek üzere içtima edecektir. 2- Bu meclise aza olarak intihab olunacak zevat, mebusan hakkındaki şeraiti kanuniyeye tabidir. 3- İntihabatta livalar esas ittihaz edilecektir. 4- Her livadan beş aza intihab olunacaktır. 5- Her liva, kazalarından celbedeceği müntehibi sanilerinden ve merkezi liva müntehibi sanilerinden ve liva idare ve belediye meclisleriyle liva Müdafaa-i Hukuk Heyeti İdarelerinin ve vilayetlerde merkezi vilayet heyeti merkeziyelerinden ve vilayet idare meclisiyle merkezi vilayet belediye meclisinden ve merkezi vilayet ile merkez kazası ve merkeze merbut kaza müntehibi sanilerinden mürekkep bir meclis tarafından aynı günde ve aynı celsede icra edilecektir. |
6- Bu meclis azalığına, her fırka, zümre ve cemiyet tarafından namzet gösterilmesi caiz olduğu gibi, her ferdin de bu mücahedei mukaddeseye fiilen iştiraki için müstakilen namzetliğini istediği mahalde ilana hakkı vardır. 7- İntihabata, her mahallin en büyük mülkiye memuru riyaset edecek ve selameti intihaptan mesul olacaktır. 8- İntihap, reyi hafi ve ekseriyeti mutlaka ile icra ve tasnifi ara, meclisin içlerinden intihap edeceği iki zat tarafından, fakat huzuru mecliste ifa edilecektir. 9- İntihap neticesinde, bilumum azanın imza veya zat mühürlerini muhtevi üç nüsha mazbata tanzim olunacak. Bir nüshası mahallinde alıkonularak diğer iki nüshasının biri intihap olunan zata tevdi ve diğeri meclise irsal olunacaktır. 10- Azaların alacakları tahsisat, bilahare Meclisce takarrür ettirilecektir. Ancak azimet harcırahları intihap meclislerinin masarifi zaruriye hesabiyle takdir edeceği miktar üzerinden, mahalleri hükümetlerince temin olunacaktır. 11- İntihabat, nihayet onbeş gün zarfında ekseriyetle Ankara'da içtimaı temin edebilmek üzere itmam olunarak azalar tahrik ve netice azanın isimleriyle birlikte derhal işar edilecektir. 12- Telgrafın saati vusulü bildirilecektir. |
Haşiye: Kolordu kumandanlarına, vilayete, müstakil livalara tebliğ olunmuştur.-- Mustafa Kemal bu tamimi, Heyet-i Temsiliye namına imzalamıştır (Atatürk, tarihsiz:421-422). Görüldüğü gibi, bir seçimden çok, güvenilir kişilerden oluşan yerel liderlerin bir bir toplantıda atayacağı kişilerin belirlenmesini istiyor bu tamim. Aslında, o günün koşulları altında başka olanak da yoktur. İIerde, --örgüt-- bölümünde göreceğimiz gibi, bu tamim, gerçekten Atatürk'ün --örgütçülüğü--nün tam bir kanıtıdır. Burada dikkate almamın nedeni, nasıl bir meclisle çalışmak zorunda kaldığını ve böylece, bu dönemdeki otokratik liderliğinin kaynaklarını belirlemektir. İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi de birinciden pek farklı değildir. Her ne kadar, Mustafa Kemal Paşa'nın muhaliflerinden oluşan --İkinci Grup-- üyelerinin çoğu bu Meclis'te büyük ölçüde temizlenmişse de bakınız Falih Rıfkı, İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni nasıl anlatıyor: --1923 Ağustos'unda yan locaya çıkıp da salonda toplananlara bakanlar, yarı Asyalı bir teokratik Devletten tam Avrupalı bir laik devlet çıkarmak için bir sürü nizamlar koymağa hazırlanan devrimciler karşısında bulunduklarına şüphesiz inanamazlardı. Bunlar, eski müesseseleri yıkmak ve yeni müesseseler kurmak için açık programlı bir partiye söz vererek seçilmiş kimseler değildi. Vatanseverce işler görmeye gelen, fakat 10 kişisi ikinci onuna uymayan, yetişmece farklı, kafaca farklı, anlayışça, görüşçe, isteyişçe, çok defa taban tabana denecek kadar farklı bir --kalabalık--tı.-- Falih Rıfkı bu yargıları verdikten sonra, bu --kalabalık-- içinde Mustafa Kemal'in liderlik rolüne de çok isabetli bir biçimde işaret ediyor: |
--Mustafa Kemal'i liderlikten alınız. Yerine sağa doğru herhangi bir Şahsiyet koyunuz. Bu --kalabalık-- arasında böyle bir liderin bilakis eski müesseseleri ayakta tutmak ve kuvvetlendirmek için kolayca çoğunluk bulacağına şüphe yoktu. Mustafa Kemal kendi çoğunluğunu, yavaş yavaş ve yerine göre, ya sevilmesine ya sayılmasına ya korkulmasına, inanılmasına ve arkasından gidilmekten başka çare olmayacağı kaderciliğine dayanarak yaratacaktı. Bu çoğunluk yine de çok uzun yıllar suni ve eğreti olmaktan çıkmayacaktı.-- (Atay, 1969:359-360) . Atatürk'te Değişik Liderlik Rolleri Aslında, Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliği yalnız zaman kesimlerine ve sahip olduğu resmi sıfatlara göre değişiklik göstermekle de kalmaz. O, her büyük taktisyen gibi, kimlerle birlikte olduğuna, çevrenin ve durumun koşullarına göre tutum değiştirebilen, farklı karar mekanizmaları ve biçimleri kullanabilen bir liderdir. Bazen saltanatın kaldırılmasının ortak komisyondaki tartışması sırasında olduğu gibi kükrer ve --bazı kellelerin düşeceğinden-- söz eder, bazen de, Ali Şükrü'nün karşısında olduğu gibi (tuttuğu tarafı belli edip, hedefine ulaştıktan sonra) susar, yerine, oturur. Liderlik tipleri açısından Atatürk'e yakından bakıldığı zaman, otokratik liderlik ile demokratik liderlik mekanizmalarını değişik koşullarda kullandığını görüyoruz. Onun hiçbir zaman başvurmadığı yöntem, --Bırakınız yapsıncı-- liderlik tipidir. Zaten ciddi bir devrimcinin bu mekanizmaya başvurması gerçekten düşünülemez. |
Büyük gruplarla çalıştığı zaman, görüntü olarak demokratik liderliğe önem vermekle birlikte, yöntem olarak, bu görüntünün altında otokratik liderlik modelini uyguladığı açıktır. Buna karşılık, inandığı ve güvendiği, yani temelde --devrimcilik--lerine (devrimciliği kendi anladığı biçimde) inandığı ve güvendiği arkadaşlarıyla birlikte iş yaparken, görüntüde olduğu kadar, esasta da demokratik liderliğe kaydığı olmuştur . Özellikle büyük ikna gücünü demokratik liderliğinin önemli bir aracı olarak kullanması, demokratik usullerle alınan kararların bile onun çizgisine uygun olmasını sağlamıştır. Zorunlu olmadıkça, yakın çevresinde demokratik liderliğin çok dışına çıkmak istemediği, tarihsel bir gerçektir. Sanırım, Kılıç Ali'nin anlattığı şu olay bunun tipik bir örneği olarak alınabilir: --Dil ve güneş teorisi üzerinde çalıştıkları günlerdeydi. Dolmabahçe Sarayı'nda bir gece özel dairelerindeki çalışma salonlarında Hikmet Bayur ile başbaşa kalmışlardı. Bu dil ve güneş teorisi üzerinde Hükmet Bey'e birtakım açıklamalar yapıyorlardı. Atatürk'ü Hikmet Bayur'la çalışmaya bırakarak, bütün arkadaşlar; yanlarından ayrılmış, odalarımıza çekilmiş, yatmıştık. Ertesi sabah uykudan kalktığımız vakit Atatürk'ün hala yatmadığını ve Hikmet Bayur'la başbaşa akşamki gibi aynı durumda çalışmayı sürdürmekte olduklarını öğrenince, arkadaşım Salih (Bozok) Bey'le beraber, derhal yanlarına gittik. Yüzleri kıpkırmızı olmuş, hala Hikmet Bayur'u inandırmaya çalışıyordu. Bir süre sonra çalışmaları bitti. Hikmet Bey de müsaadelerini aldı, çekildi. Yalnız kaldığımız zaman, arkadaşım Salih Bozok: --Paşam, niçin bu kadar yoruldunuz? Hikmet Bey yabancınız mı? Size bağlı bir arkadaşımız! --Böyle olacaktır!-- demeniz yeterli değil mi? Sabahlara kadar onu inandırmak için kendinizi niçin üzüyorsunuz?-- |
--Ha... İşte bu çok yanlış bir düşünçe. Bilirsiniz ki, Hikmet Bayur inatçıdır. Onu inandırmak lazımdır. O, bir kere inandı mı işi benimser!-- diye karşılık vermişlerdi.-- (Arıburnu, 1976:67-68) . Gerçekçi bir değerlendirme, Atatürk'ün liderlik mekanizmaları arasındaki seçiminin iki ögeye bağlı olduğunu gösterir: Birinci öge, yakın hedefine ve uzak amacına en uygun kararı aldıracak olan mekanizmanın seçimidir. İkinci öge ise, kendisine karşı savaşını verdiği Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasal yapısına karşı meşru temellere dayalı bir güç oluşturabilecek ve bu meşruiyeti yeni kuracağı yapının temeli yapabilecek mekanizmalardır. Birinci öge onu esasta otokratik liderliğe, ikinci mekanizma ise, görünüşte demokratik liderliğe itmiştir. Çünkü, çabuk ve kesin kararlar almak gerekliliğine karşı, gerek Batı'nın gözünde, gerek kendi ideolojisi içinde, gerekse yeniden biçimlendirmekte olduğu toplum içinde --kabul edilebilir--, yani --meşru-- bir mekanizma oluşturmak zorundaydı. Onun için ta işin başından beri belli ölçülerde temsil yetkisi olan --örgütler-- kurmuş ve onlarla çalışmıştı. Çünkü, yalnız fiilen değil, kuramsal olarak da gücünü bu --örgütler--den alıyordu. Büyük Millet Meclisi de bu örgütlerden biriydi (Bu konuda, --örgüt-- bölümünde daha derinliğine çözümleme yapılmaya çalışılacaktır) . Görev liderliği ile toplumsal-duygusal liderlik rolleri karşısındaki durumu da, aynen karar mekanizmaları karşısındaki durumu gibidir: Zamana ve koşullara göre bu işlevleri, bazen birini öne alarak, bazen ikisine de aynı ağırlığı ve önemi vererek, kendi kişiliğinde bütünleştirmiştir. Atatürk'ün Sofrasının İşlevi Mustafa Kemal Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri, çevresiyle olan insan ilişkilerini hep yumuşak, sıcak ve içten tutmuş olmasıdır. Harbiye yıllarından beri, arkadaşlarıyla sürekli tartışmakta, onlarla birlikte gizli örgütler kurmakta, eylemine sürekli ortak ve destek aramaktadır. Bütün bu etkinlikleri sırasında yemek ve içki sofraları, bir eğlence ve rahatlama değil, bir dertleşme ve planlama toplantıları niteliğindedir. Bu olguyu Harbiye'den beri onunla temas etmiş olan arkadaşlarının sonradan yayımlanmış olan anılarından kesinlikle anlıyoruz. |
İşte bu tür --sofra-- ilişkileri, onun toplumsal-duygusal liderlik işlevini en belirgin bir biçimde yerine getirdiği ortamı simgeler. Aslında Atatürk, hep bir --görev-- lideri olmuştur. Önce, İmparatorluğu ıslah etmek, sonra düşmana karşı savaşmak, daha sonra işgalci düşmanı ülkeden kovmak, Cumhuriyet'i ilan ederek, yeni bir devlet üretmek, en sonunda da yeni bir toplum yaratmak hep onun belli bir sıra içinde ve gerçekçiliğine uygun olarak yüklendiği --görev--lerdi. Bu açıdan bakıldığında, onun liderlik işlevinin daha çok --görev liderliği-- modeline uygun olduğu sanılabilir. Fakat bu izlenim doğru değildir. Çünkü, yaşamının her aşamasında gerek siyasal ve toplumsal ittifakı açısından yaptığı --toplayıcılık-- işlevi, gerekse her dönemde içinde bulunduğu farklı grupların moralini yüksek tutmaya çalışması, --toplumsal-duygusal-- liderlik rolünü hiçbir zaman göz ardı etmediğinin kanıtlarıdır. Nesnel tarihsel verilere baktığımızda, Mustafa Kemal Atatürk'ün o zamanki dağınık ve bütünleşmiş olmaktan uzak Osmanlı toplumsal ve siyasal yapısı içinde her türlü dinsel ve etnik grubu, her türlü siyasal grubu, her sınıfı --Ulusal Bağımsızlık-- temel düşüncesi ve savaşımı çevresinde birleştirebildiğini görüyoruz. Yüz Yüze Temas Ayrıca, gerek kendi anılarından, gerekse yakınında bulunmuş kişilerin anlattıklarından öğrendiğimize göre yakın çevresiyle --yüz yüze-- temasını her zaman sürdürmüştür. Çağdaş sosyal-psikolojinin --küçük grup-- kuramında en önemli öge olan --yüz yüze temas-- Mustafa Kemal Atatürk'ün sürekli bir biçimde kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem, hem iş başarmaya, yani --görev liderliği--ne yönelik bir amaca, hem de kendi liderliğini, küçük grubu içinde üretmeye ve pekiştirmeye, böylece de --toplumsal-duygusal-- liderliğe yönelik bir hedefe hizmet ediyordu. Toplumsal işlev açısından liderliğinin türüne baktığımızda da --görev-- liderliği ile --toplumsal-duygusal-- liderliğinin birlikte gittiğini görüyoruz. Atatürk'ün görev liderliğini çok kabaca iki döneme ayırmak olanağı vardır: Birinci dönem, 1919-1923 arasıdır. Bu dönemin görevi düşmanı kovmak, ülkeyi bağımsızlığına kavuşturmak ve yeni devleti kurmaktır. İkinci dönem, 1923-1938 arasıdır. Bu dönemdeki görev de, yeni bir toplum yaratmaktır. |
Başarı Ögesi Biri siyasal-askeri, öteki toplumsal-ideolojik olan bu iki dönemli görev liderliğine baktığımızda, kişisel liderliğinin toparlayıcı ve birleştirici işlevinin her iki dönemde de son derece geçerli olduğunu görüyoruz. Birinci dönemde, Anafartalar Kahramanlığı'ndan aldığı güçle işe başlayarak, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve Meclisler aracılığıyla, Ulusal Bağımsızlık eyleminin simgesi olmuştur. Bileğinin gücü, zekasının ve atılganlığının kararlılık ile birleşmesi ve ileri görüşlülüğü, stratejik ve taktik alanda, onu eylemin simgesi durumuna getirmiştir. Bir başka deyişle, birinci görev dönemindeki --simge olarak lider-- niteliği, yani --toplumsal-duygusal-- liderlik işlevi, ne karizmasına, ne geleneksel otoritesine, ne meşru ve yasal liderliğine dayalıdır. Bu dönemdeki simgesel liderliği doğrudan doğruya --başarı-- ögesine bağlıdır. Bir başka deyişle, --simgesel liderliği--ni belirleyen öge, Mustafa Kemal Paşa'nın başarılarıdır. Başarısızlık durumunda, liderliğini de yitirecek, eylemin simgesi olmaktan ve toplayıcı bir işlevi yerine getirmekten yoksun kalacaktı. Bu açıdan, birinci dönem için --görev liderliği--nin, --toplumsal-duygusal liderliği--ni beslediğini söylemek çok da yanlış olmaz. Oysa, ikinci dönem için artık durum değişmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Reis-i Cumhur'u Mareşal, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, hem karizmasını; kendi ürettiği karizmasını peşinden getirmektedir, hem de yeni devletin, yasal ve meşru lideridir. Bu açıdan, artık, ismi, yalnızca, çıplak olarak ismi, bir simge olmuştur. Bu aşamada, birinci aşamanın tersine, --toplumsal-duygusal liderliği--, --görev liderliği--ni beslemektedir. Dedikleri, bir --keramet sahibi--nin sözleri olarak değerlendirilmektedir. Başarı ölçütü, liderliğinin bir mihenk taşı değildir artık. Çünkü, bu liderlik zaten --tarihsel başarı-- üzerine inşa edilmiştir. Yalnız bu ayırım, okuyucuyu aldatmamalı: Değişik iki dönemde, ağırlıkları biraz farklı olmakla birlikte, Mustafa Kemal Atatürk, hiçbir zaman her iki liderlik işlevini de ihmal etmemiştir. Sürekli olarak, değişen durumların değişen koşullarına göre, birinin işlevini (o sırada hangisi başat ise) ötekisinin desteğine vermiştir. |
Türkiye`de Saat: 15:37 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2