Beşiktaş Forum  ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi

Beşiktaş Forum ( 1903 - 2013 ) Taraftarın Sesi (http://besiktasforum.net/forum/index.php)
-   Tarih (http://besiktasforum.net/forum/forumdisplay.php?f=79)
-   -   Devrim tarihi ve Toplu Bilim Atatürk (http://besiktasforum.net/forum/showthread.php?t=22228)

imparator 10-02-2007 14:02

Sonuç olarak, Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek karar mekanizmaları, gerekse
liderlik işlevleri bakımından, değişen koşullara en uygun olan seçenekleri
kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu noktada karar mekanizmalarını kullanma biçimiyle, işlevleri arasında
küçük bir fark gözükmektedir: Karar mekanizmaları açısından temelde otokratik,
görünüşte demokratiktir. Yani, bir tercih, bir eğilim, bir davranış kalıbı,
bir tür karar mekanizması lehine gözlenmektedir. Buna karşılık, liderlik
işlevleri açısından, --toplumsal-duygusal-- liderlik ile --görev-- liderliğinin
tümüyle iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bu iki liderlik tipi arasındaki
tercih, ancak, toplumsal koşullara ve görevin genel anlamdaki gereklerine
göre pek de belirgin olmayan bir biçimde yapılmıştır. Ancak, toplumsal işlev
bakımından, bilimsel soyutlama ile bir --işlev başatlığı-- gözlenebilir.
Çoğulcu Toplum İçin Tekilci Yaklaşım
Bu konuda son bir nokta, karar mekanizmaları arasında otokratik liderliği
tercih etmiş olmakla birlikte, en azından görünüşte hiç olmazsa görünüşte,
liderliğin demokratik gereklerine önem vermesi ve daha önemlisi, bu otokratik
karar yapısı içinde, demokratik bir toplum hedeflemiş olmasıdır. Bir başka
deyişle, Atatürk, model aldığı toplum tipi gereği, kendi yaşam süresini aşsa
bile, sonuç olarak, zorunlu olarak çoğulcu bir topluma gidiyordu. Nitekim,
öyle de olmuştur. Bu açıdan Atatürk'ün çoğulcu bir topluma gidiş yolunda,
otokratik karar mekanizmasını kullandığını söyleyebiliriz. Atatürk'ün bu
konudaki tutumu, çoğulcu bir toplum yaratma yolunda, tekilci bir yöntem
olarak özetlenebilir.
:::::::::::::::::::

imparator 10-02-2007 14:02

V-) ATATÜRK'ÜN BİREYSEL LİDERLİK NİTELİKLERİNE GÖRE DEĞERLENDİRİLMESİ
Özelikle sosyal-psikologların üzerinde durduğu noktalardan biri, lider olan
kişinin özellikleridir. Yapılan araştırmalar, bir liderde kişisel olarak şu
niteliklerin bulunması gerektiğini ortaya koymuştur (Kongar, 1978:91) :
1- Yetenek (zeka, dikkat, rahat konuşma, özgün olma, karar verme gücü) .
2- Başarı (bilimsellik, bilgi, fizik başarılar, siyasal başarılar) .
3- Sorumluluk (güvenilirlik, girişkenlik, sebat, atılganlık, kendine güven,
mükemmelleşme arzusu) .
4- Katılma (etkinlik, sosyallik, işbirliği, uyum yeteneği, espri gücü).
Bu özelliklere bakıldığı zaman, bunların adeta Mustafa Kemal Atatürk için
hazırlanmış olduğu düşünülebilir. Birinci özellik olan yetenek konusunda,
gerek doğuştan gelen, gerekse sonradan, bilinçli hazırlık döneminde elde
ettiği liderlik yeteneklerinin gücü tartışılmazdır.
Başarı, Atatürk'ün liderliğini sürekli besleyen bir ögedir. Hatta bir
anlamda, toplumsal liderliğini başarılarına borçludur, diyebiliriz. Arkasında
tüm cephelerde kazanılmış zaferlerin Anafartalar'da simgelenmiş kahramanlığı
ile Kurtuluş Savaşı'na girmiştir. Bağımsızlık Savaşı'nda elde ettiği
başarıdır ki, O'na altı yüzyıllık bir İmparatorluğu ve geleneksel toplumsal
düzeni tarih sahnesinden silmek olanağını vermiştir.
Sorumluluk sözcüğü ise, yaşamının bütün aşamalarında Mustafa Kemal
Atatürk'ün hemen hemen ayrılmaz bir özelliğidir. Her an, sahip olduğu yetki
ve sorumluluk alanlarını genişletme çabası, O'nun ihtiraslı liderliğinin bir
parçasıdır. Anafartalar komutanlığından tutun da, Türkiye Büyük Millet Meclisi
adına yürüttüğü Başkomutanlık olayına dek, hemen her an, sorumluluklarını
arttırma çabasına tanık oluyoruz. Hiç kuşkusuz bu çabanın ardında birinci
olarak kendine güveni, ikinci olarak yetkilerinin de sorumlulukları oranında
artacağının bilinci yatmaktadır. Yine sorumluluk özelliğinin ardında yatan
girişkenlik, sebat, atılım gibi nitelikler, hep Mustafa Kemal'in ayrılmaz
parçalarıdır.

imparator 10-02-2007 14:03

Katılma, Atatürk'ün ömrü boyunca ihmal etmediği --sofrası--nın simgelediği
bir ilkedir aslında. Çevresindeki grup için işlevsel olan sofrasının yanında
hemen hemen bütün devrimleri geniş halk kitleleriyle diyalog kurarak
gerçekleştirmiş olması, onun, katılma ilkesine verdiği toplumsal önemi
gösterir. Aslında, siyasal ideolojisinin kuramsal temelleri de
dinsel-geleneksel erke karşı, halk katılımına önem vererek, bu özelliğe aynı
zamanda siyasal bir içerik de kazandırmıştır. Kendi yaşamı süresince kuramda
kalan bu siyasal ilke, sonradan çok partili demokrasiye kadar gelişen
sistemin soyut, fakat temel niteliklerinden biri olmuştur. Ayrıca, katılmanın
sosyal-psikolojik bütün gereklerini sürekli olarak yerine getiren bir
liderdir Atatürk. Sürekli olarak yakın çevresinde büyük gruplar tutmuş,
bunlarla yüz yüze ilişkilerini sürdürmüş ve gerek siyasal, gerekse toplumsal
eylemlerini bunlarla birlikte gerçekleştirmiştir.
Görüldüğü gibi, sosyal-psikolojinin saptamış olduğu liderlik özellikleri
Mustafa Kemal'in nitelikleriyle büyük bir uyum içindedir.
Devrimci Liderlik-Uyumcu Liderlik
Şimdi, konuya bir başka açıdan bakmaya çalışalım. Bilindiği gibi,
Atatürk'ün en önemli niteliği, liderliğinin --devrimci-- bir çizgide
oluşmasıdır. Bir başka deyişle, Atatürk, toplumuna ve çevresine uyum sağlayan
bir lider değil, tam tersine, onların yıllar boyunca içinde yoğruldukları
değerler sistemine karşı çıkan bir liderdi. Sosyal-psikoloji bilimi, özellikle
toplumsal-duygusal liderlik rollerinin, ancak grubun kural ve değerlerine
uygun olduğu oranda yerine getirilebileceğini bize bildirmiştir. Burada açık
bir çelişki ile karşılaşıyoruz: Nasıl oluyor da, tüm değerler sistemini
altüst eden bir lideri toplumsal-duygusal açıdan da, toparlayıcı ve
birleştirici olarak niteliyoruz?
Lider ve Yalkın Çevresi
İşte bu noktada bazı saptamalar yapmak gerekmektedir. Birinci olarak,
Atatürk'ün yakın çevresinin zaman ve eylem içinde; somut hedeflerin
belirlenmesiyle değişmiş olduğunu belirtmeliyiz. Düşmanı ülkeden kovma eylemi,
yeni bir devlet, yeni bir toplum kurma eylemine dönüştükçe çevre de değişir.
Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele hep böyle değişen
çevre sonunda, dışlanmış kişilerdir. Buna karşılık İsmet İnönü, Kılıç Ali,
Nuri Conker, Salih Bozok gibi eski arkadaşlarıyla Falih Rıfkı Atay, Eşref
Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarlar yakın çevrenin değişmez
kişileridir. Bu kişilere yakından baktığımızda, bunların hem Mustafa Kemal
Atatürk'ün kişiliğine, yani kişisel liderliğine iman ettiklerini, hem de onun
amacını ve hedeflerini benimsediğini görüyoruz.

imparator 10-02-2007 14:03

Aslında yakın çevrenin değişmesi, yakın hedefini gerçekleştirmek için genel
bir ittifak cephesi kuran bütün liderlerin ortak eylemi ve yazgısı gibi
gözükmektedir. Çünkü; yakın hedef, büyük devrimcilerde hemen hemen her zaman,
doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmek amacını belirler. Fransız
Devrimi'nde de bu böyle olmuştur; Rus Devrimi'nde de, Çin Devrimi'nde de.
Genellikle ya iç ya da dış bir düşmana karşı oluşturulan cephe, düşman, lider
siyasal iktidara el koyunca, dağılır. Çünkü artık yeni siyasal iktidar ile
nereye gidileceği sorusu ortak düşmana karşı cephe oluşturmuş olan liderler
arasındaki görüş ve yaklaşım farklarını ortaya çıkarır. Bu farklar üzerine
kurulan iç iktidar savaşımını da genellikle en gerçekçi, dolayısıyla en güçlü
lider kazanır.
İşte Mustafa Kemal eyleminde de aynen böyle olmuştur. Düşmanı vatandan
kovmak için oluşturulan cephe, iş, Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçmek
biçimine dönüşünce, farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu savaşı da gerek
gerçekçiliğinden, gerekse bilinçliliğinden ve kararlılığından dolayı Mustafa
Kemal Paşa'nın kazanması hiçbir anlamda sürpriz değildir.
Böylece yakın çevresiyle sürekli bir etkileşim içinde bulunan ve bundan
dolayı da birleştirici ve toplayıcı nitelik sahibi görünen Atatürk'ün aslında,
devrimci niteliğiyle yakın çevresini kendine ayak uyduramayanlardan
temizlediği birinci gerçektir. Bir başka deyişle, devrimci lider, yakın
çevre içindeki toplayıcılık ve bütünleştiriciliği, ancak kendisine ters düşen
grup üyelerinin tasfiyesi ile olanaklı duruma getirmiştir. Bunun en belirgin
kanıtı, Atatürk'ün yakın çevresiyle hesaplaştığı Büyük Nutuk'udur
(Kongar, 1977-b ). Daha ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi, Büyük Nutuk,
hem bir tarih belgesi, hem de Atatürk'ün yakın çevresiyle bir hesaplaşmasıdır.

imparator 10-02-2007 14:03

Mustafa Kemal ve Aydınlar
İkinci olarak dikkate alınması gereken nokta, Mustafa Kemal'in yola
çıkarken, toplumun geniş halk kitlelerine ve siyasal-toplumsal düzenine ters
de gelse, --alt grup kültürü--nden etkilenmiş ve bu grubun temsilcisi olarak
davranmış bulunmasıdır: Bu --alt grup kültürü-- o dönemde, tarihsel bir
birikimi yansıtan bir biçimde --münevverler--in ve ordunun, İmparatorluğu
kurtarmak için bulduğu --Batılılık-- reçetesi ile simgeleniyordu. Her ne kadar,
Mustafa Kemal'in --Batılılığı-- kendisinden önceki Batıcılardan; 1) Batı
kuyrukçusu olmamak, ve 2) Toptancı olmak, konularında farklılıklar
gösteriyorduysa da, yine de sosyal-psikolojik desteği, İmparatorluğun içindeki
Batıcı gruptan aldığı bir gerçektir. Üstelik de Batıcı düşüncelerin, Batı
etkisine en açık olan Harbiye'de odaklaştığı düşünülür ve Mustafa Kemal
olayının, ordunun başat rol oynadığı bir Kurtuluş Savaşı biçiminde geliştiği
hatırlanırsa, bu desteğin anlamı ve önemi açıkça ortaya çıkar.
Üçüncü olarak dikkate alınması gereken nokta, Mustafa Kemal Atatürk'ün
eylemi için yaptığımız çözümlemelerin, onun tüm yaşam ve eylemini
kapsamasıdır. Oysa, bütün bu eylem süreci içinde Atatürk çeşitli görevler,
işlevler ve roller yüklenmiştir. Üstelik bu eylemin belki vurucu niteliği
1919-1923 arasıdır ama, asıl uzun zaman 1923-1938 arasında geçirilmiştir. Bu
açıdan düşünüldüğünde de çözümlemelerin, Cumhurbaşkanlığı dönemindeki tutum
ve davranışlara (sınırlı bir ölçüde de olsa) ağırlık vermesi olağandır.
İşte bu üç öge birlikte düşünüldüğünde, Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimci
niteliğiyle birleştirici, toplayıcı, toplumsal-duygusal liderlik işlevinin
nasıl uzlaştığı daha iyi anlaşılabilir. Şimdi sosyal-psikoloji açısından,
toplumsal-duygusal liderlik işlevinin yerine getirilmesindeki ilkeleri,
Atatürk'ün eylemiyle karşılaştırmak ilginç olabilir.

imparator 10-02-2007 14:03

1) Grup Liderliği İlkeleri ve Atatürk
Homans, bir grubun bütünlüğünü ve niteliklerini koruyucu liderliğin
kuralları olarak onbir ilke saptamıştır (Homans, 1950:423-440).
Lider Durumunu (yani liderliğini) Korumalıdır
Mustafa Kemal Atatürk'e bu ilke açısından baktığımızda, sürekli olarak, bir
lider gibi davrandığını ve tüm ilişkilerini liderliğini koruyacak biçimde
düzenlediğini görüyoruz. Aslında kendisine, --Şef; asker mi, sivil mi olmalı?--
diye sorulan bir soruya: --Şef; şef olmalı. İster sivil, ister asker.-- yanıtını
vermesi, bu konudaki bilincini yeterince vurgular sanırım (Banoğlu, 1955:42).
Üstelik, kendisinin de Büyük Nutuk'ta vurguladığı gerçek, yakın çevresiyle
hesaplaşması ve onları hem mantığın, hem de tarihin önünde, kendi liderliğiyle
yargılaması değil midir?
Lider, Grubun Kurallarına Uymalıdır. Böylece Daha Etkili Olur.
Homans'ın saptadığı bu ilke, Mustafa Kemal'in liderliği açısından son
derece ilginç bir denektaşı niteliğindedir. Her şeyden önce, --küçük grup
dinamiği-- bakımından, Atatürk'ün kendi kurallarını kendisinin koyduğuna
işaret etmeliyim. Bir başka deyişle, Atatürk, kendi grubu içinde kendi
uyacağı kuralları kendisi saptayan bir liderdi. Grubun öteki üyeleri, ister
istemez bu kurallar uyarlardı. Buna karşılık, toplumsal açıdan özellikle,
toplumsal devrimleri birer birer uygulamaya aktarırken, toplumun nabzını
sürekli elinde tutmuş, yerleşmiş gelenek ve görenekleri temsil edenlerle
işbirliği yapmıştır. Böylece, bir yandan --devrimci kuralları-- kendi grubu
içinde dikte ederken, öte yandan, büyük grubun kurallarını dikkate almış ve
toplumsal boyutta kural değişikliğine giderken yine mevcut güç dengesinden
yararlanmıştır. Bu tutumun örnekleri, Dürrizade'nin fetvasına karşılık,
Anadolu ulemasından aldığı karşı fetva, şapka devriminde Diyanet İşleri
Başkanı'nı ikna ederek, ilk şapkayı ona da giydirmesi, Padişah'ın mutemet
adamı Fevzi Paşa'yı ikna ederek, sürekli yanında tutması gibi olaylardır. Bu
konuda çok aydınlatıcı bir bilgiyi yine Falih Rıfkı'da görüyoruz:

imparator 10-02-2007 14:03

--Fevzi Çakmak, devletin ve görevinin adamıydı. Muhafazakardı: Devrimlerden
hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığı'ndan
ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır. Atatürk, bellibaşlı devrim
kararlarını verdikten sonra bir defa pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca
Rıfat Ffendi'yi çağırıp, onu tatlı dille kandırır, sonra: --Şimdi Mareşal'e
gidelim-- derdi. Biri camilerin ve hocaların, biri ordunun başıydı.--
(Atay, 1969:208-209).
Açıkça görüldüğü gibi, mevcut kurallar açısından, küçük gruba tam egemen,
büyük grubu ise yönlendirmekte pek ustaydı. Sanırım, devrimcilik ile mevcut
yapının değerler sistemini, kendi doğrultusunda en iyi uzlaştıran tarihsel
kişiliği son derece özgündür.
Lider, Liderliğinin Sorumluluklarını Yerine Getirmelidir.
Grup, kendisinden lider olarak ne gibi roller bekliyorsa, onların tümüne
uymalıdır. Yoksa, grubun güvenini, dolayısıyla liderliğini yitirir.
Bu ilke, Mustafa Kemal için tartışılmaz bir gerçeği vurgular. Daha önceki
bölümlerde de belirttiğim gibi, Atatürk, bırakınız mevcut sorumluluklarını,
sürekli olarak, sorumluluk alanını genişletmek için çaba harcamış bir liderdi.
Pek doğal olarak, bu davranışını --küçük grup-- içinde de görüyoruz. Sofrasında
olup bitenlerin ciltler dolusu anı yaratmış olması bile, bu ilkenin nasıl
uygulandığının küçük bir belirtisidir. Bu anılarda göze çarpan ortak nokta,
hangi işin sorumlusu bulunuyorsa, (örneğin, Kurtuluş Savaşı ya da Cumhuriyet
Türkiye'sinin yeni atılımları) o sorumlulukla ilgili tartışma ve konuşmaların
sofraya egemen olmasıdır.
Lider, Emir Verirken, Kurulmuş Olan İletişim Kanallarını Kullanmalıdır.
Böylece Daha Etkili Olur.

imparator 10-02-2007 14:03

Bu ilke açısından da kendi çevresi bakımından farklı, toplum açısından
farklı değerlendirmeler yapmak olanaklıdır. Bir kez, kendi yakın çevresini
kendi yapan, dolayısıyla ona egemen bir lider olarak, hiç kuşkusuz, iletişim
kanallarını da Atatürk kurmuş ve kullanmıştır. Toplum açısından ise, devrimci
eylemi sırasında da, topluma egemen olduktan sonra da geleneksel, yasal ve
meşru kanalları kullanmaya özen gösterdiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Samsun'a
ayak basarken, cebinde yöredeki sivil ve asker bütün görevlilere emir verme
yetkisini taşıyan bir belge vardı. Bu belge, sonradan kendisine başkaldıracağı
(ve hiç kuşkusuz, daha o zaman başkaldırmaya karar verdiği) Padişah'ın
bürokrasisinden alınmıştır. Olaylara yakından baktığımızda, bu belgeyi almak
için oldukça uğraştığını ve birçok yakın arkadaşından bu konuda yardım
aldığını görüyoruz. Çok sonraları, gerek Meclisle çalışmaya başladıktan,
gerekse Cumhuriyet'i kurup başına geçtikten sonra da hep yasal ve meşru
kanalları kullandığı bilinen gerçekler arasındadır. Niçin böyle yapmasın ki?
Padişah'ın hükümetinin yetkilerini bile kendi eylemi için kullanan bir büyük
taktisyen, kendi kurduğu düzenin kanallarını zorlayarak, onu güçsüzleştirir
mi? Mustafa Kemal Atatürk, kendi ürünlerine, herkesten çok özen göstermesi,
Meclis olsun, Cumhuriyet olsun, hükümet olsun, onların üstüne herkesten çok
titremesi gerektiğini bilen bir liderdi. Çünkü, liderliği ile, ürünleri iç içe
geçmişti. Bu anlamda, toplumsal olarak da hem gücünü geleneksel yapıdan almış,
hem de sonra, kendi kurduğu yapı ile bütünleşerek, gerek kendini, gerekse
yapıyı daha sağlam temellere oturtmuştu.
Lider, Boyun Eğilmeyecek Emirler Vermemelidir. Yoksa Liderliği Sarsılır.
Homans'ın saptadığı bu beşinci ilkeyi ne denli bilinçle uygulamış olduğu
insanı gerçekten şaşırtır. Bilindiği gibi, Atatürk'ün en önemli niteliği,
gerçekçiliğidir. Bu gerçekçilik, yalnız toplumsal ve siyasal koşulların
değerlendirilmesinde değil, kendi rolü açısından da son derece çarpıcıdır.
Eski arkadaşlarından Asaf İlbay'ın aktardığı şu anı, durumu bütün çarpıcılığı
ile ortaya koyar:
--Ankara'da bir şölende; çok güzel düzenlenmiş olan köşkün salonlarında ve
iyi düzenlenmiş bahçede çok güzel bir gece geçirdik. Cumhurbaşkanı, Nevzat
(Tandoğan) Bey'e iltifat ediyor, bol ölçüde içki sunuyordu. Nevzat (Tandoğan)
Bey içkiye karşı koyuyor ve Gazi'nin iltifatları ile kendinden geçmiş
görünüyordu. Bir ara Gazi, İsmet Paşa'ya seslendi: --Vali olgun adama benziyor.
İçki ya içilir ya hiç içilmez. Dimağı alkole dayanıklılık göstermeyenler,
içkiden kaçınmalıdır.-- Ve hemen Nevzat (Tandoğan) Bey'e şu soruyu sordular:
--Normal veya alkollü kafa ile verilen emirler hemen yapılmalı mıdır?--
--Emirleriniz koşula bağlı olmadan uygulanır Paşam..-- --Neden böyle oluyor?--
--Milletin temsilcisi, Devletin Başkanısınız, amiri mutlaksınız Paşam.--
--Hayır. Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapılmayacak emirler çıkmaz.--
(Arıburnu, 1976:48-49) .

imparator 10-02-2007 14:04

Emrinin yapılabilirliğini, Devlet Başkanlığından da, millet temsilciliğinden
de üstün tutan bir lider, hiç kuşkusuz, gerçekçilik bakımından tarihte eşi
ender görülen bir kişidir. Üstelik aynı lider, zamanında askerlerine:
--Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!-- (Mustafa Kemal, 1955:17)
diye emir verebilen bir komutandır.
Lider, Toplumsal İlişkilerinde de, İzleyicilerine Liderlik Etmelidir.
Böylece Liderliği Pekişir.
Bütün toplumsal-duygusal ağırlıklı ilkelerde olduğu gibi, bu ilkede de
--sofra-- yine işlevini görmek üzere ön plandadır. O dönemin Ankara'sı zaten
toplumsal yaşamı olmayan bir kenttir (Nadi, 1955). Falih Rıfkı da uzun uzun,
zaferden sonra, Ankara'nın sefaletini anlatır (Atay, 1969:349-370) .Durum o
kadar acıklı, toplumsal yaşam o denli sönüktür ki, sefaretlerin yemeklerine
çağrılanlarla, Çankaya'ya çağrılanlar çoğu zaman aynı kişiler olur ve çağrı
tarihleri çakışınca, sefaretlerin masaları boş kalır.
İşte bu ortam içinde, Atatürk'ün sofrası hemen hemen tek canlı merkezdir.
Yine aynı dönemde, yıldızı parlayan Karpiç gibi yerlere uğramayı ise Atatürk
ihmal etmez.
Aslında bu ilke Atatürk'ün devrimciliğiyle en iyi çakışan ilkedir. Çünkü
Atatürk, toplumsal ve kültürel devrimlerinin pek çoğunu, kendi güçlü
liderliğine dayanarak yaptığından, zaten öncülük etmek zorunda kalmıştır.
Bunun en tipik örneği, kadınlı erkekli, danslı, --alafranga-- balolar ve
toplantılardır. Sürekli olarak, bu toplantılara öncülük etmiş, bu
toplantılarda, karı-koca arasını bulmaktan tutun da, çift evlendirmeye dek
hemen her etkinliği göstermiştir. Bu konuda şu satırlara bir bakmak, insana
durumu hemen anlatabilir:

imparator 10-02-2007 14:04

--Gülcemal vapurunda verilen ilk deniz balosunda Gazi hiç fasıla vermeksizin
bir saat onbeş dakika muhtelif bayanlarla dans etmek suretiyle o günün
mukavemet rekorunu kırmıştı.-- (Banoğlu, 1954-b:79). Toplumsal ilişkilerde
liderlik, onun devrim strateji ve taktiği içinde önemli bir yere sahipti.
Hatta evlenmesi bile bu nedene bağlanabilir: Kadına toplumda layık olduğu
yeri vermek, ulusal liderliğini bir kadınla paylaşarak, Batı türü toplum
yaratırken, cinsler arası eşitliği de sağlamak (Ergin, 1978:31-33).
Lider, Genel Olarak Bir Üyeyi Öteki Üyelerin Yanında Suçlamamalı, ya da
Övmemelidir. Çünkü, Bu Yolla Grubun İç Dengesi Bozulabilir.
İşte Atatürk'ün açık ve seçik, hiç uymadığı, hatta tam tersine davrandığı
bir toplumsal-duygusal liderlik ilkesidir bu. Aslında, Homans'ın belirlediği
toparlayıcı ve grubun bütünlüğünü sürdürücü ilkelerle Mustafa Kemal Atatürk'ün
eylemi arasındaki fark, bu ilkenin çözümlenmesinde bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkmaktadır: Homans'ın saptadığı ilkeler, --genel doğrular--dır. Bir başka
deyişle, küçük grup dinamiğinin evrensel kurallarını belirtir. Oysa, Atatürk,
olağanüstü bir eylemin olağanüstü bir lideridir. Bu yüzden, insanları
yönlendirmek açısından ne denli yetenekli olursa olsun, kurallarını kendi
koyan bir liderin tutum ve davranışı içindedir. Buraya dek incelenen ilkeler,
hep onun işine geldiği için ve işine geldiği biçimde uygulanmıştır. Mustafa
Kemal'in uygulaması ile sosyal-psikolojik ilkelerin çakışması, onun liderlik
yetenekleri yoluyla, eylem içinde el yordamıyla bulduğu taktiklerin
gerçekçiliğinden doğar. İşte aynı gerçekçilik, devrimci bir lidere, yakın
çevresine (genel olarak) boyun eğmek yerine, ona egemen olmak seçeneğini
sunmuştur. --Genel olarak-- diye ayraç içinde belirttim, çünkü, Menemen
olayında olduğu gibi, kimi olaylarda, özellikle Reisicumhur olduktan sonra,
yakın çevresine boyun eğdiği de çok görülür. Yine de, özellikle insan sınama
yeri olan --sofra--da özellikle belli düşünceleri ve eylemleri topluma şırınga
etmeye hazırlanırken tümüyle devrimci bir liderdir. Tüm kişileri kendi
eyleminde sınayan ve kullanmaya hazırlanan bir devrimci lider. Bu nedenle de
yukarıdaki ilkenin tam tersini hemen hemen bütün yaşamı boyunca uygulamıştır.
Çünkü amaç, kendi ezici gücünü de ortaya koyarak, yani insanları övüp
yücelterek, ya da yerip eleştirerek --devrimci uygulamaları-- pekiştirmektir.
Bu amaç, O'nun için o denli önemlidir ki, daha önce aktardığım Mektupçu Osman
Ergin olayında olduğu gibi, sırf çevresine gösteri olsun diye, aslında
beğendiği bir kişiyi bile sofrasından kovabilmekte, böylece örneğin, yazı
devriminin önemini belirtmektedir.

imparator 10-02-2007 14:04

Lider, Bütün Durumu Dikkate Almalıdır. Grubun Bütünlüğü ve Uzlaşmaya
Dayalı Dengesi Ancak Böyle Sağlanır.
Atatürk, bütün eylemi boyunca kendi yakın hedefine inanmış ve bağlanmış
kişiler arasındaki dengelere çok dikkat etmiş bir liderdir. Bir yandan yakın
hedefine (ki bu hedefler çok ince bir hesap ve zamanlama ile saptanmıştır)
karşı çıkanlarla amansız bir biçimde savaşırken, öte yandan buna katılanlar
arasındaki sürtüşmeler ve uyuşmazlıklar açısından, hem iş görebilme ölçütüne
göre değerlendirdiği insanlara görev vererek, hem de onlar arasındaki
sorunları çözerek, aslında tam bir toparlayıcı rol oynuyordu; Örneğin, Rauf
Bey ile İsmet Paşa arasındaki sürtüşmelerde, suikast sonrası İstiklal
Mahkemesi ile, İsmet Paşa ve Falih Rıfkı arasındaki gerginliklerde, hep
birleştirici ve sorun çözücü bir tutum içinde olmuş, fakat sorunları ve
sürtüşmeleri çözmek uğruna, kafasına koyduğu işleri kendine göre uygun
bulduğu kişilere yine de duraksamaksızın yaptırmıştır. Gerek küçük grubu,
gerekse genel dengeleri içindeki Türk toplumu çerçevesinde nasıl davrandığını
yine Falih Rıfkı'nın gözlemlerinden dinleyelim:
--Metodu; halka daima iyimser görünmek, şevk vermek, onu her şeyin iyi
gittiğine inandırmak, hükümet arkadaşlarına karşı ise en acı tenkitlerle
kusurlarımızı ve zaaflarımızı sayıp dökmekti. Onun için her şeyi bilmek ister,
meclisine gelenleri, söylediklerinden hoşlanmasa bile, eğer açıkça bir kötü
niyet görmezse, dilediği gibi konuşturmak isterdi, dedikodu hapsine girmemek
için bir usul de bulmuştu. Mesela hususi olarak kulağına ben sizin veya siz
benim hakkımda şüphe uyandırıcı bir şey söylemişiz. Bir akşam ikimizi sanki
tesadüf olarak buluşturur; mesela size: --Böyle duydum-- diye benim
anlattıklarımı tekrar eder, sonra bana dönerek --Galiba siz söylemiştiniz--
derdi.-- (Atay, 1969:543).

imparator 10-02-2007 14:04

Yine de --grubun bütünlüğü-- kavramından, Atatürk'ün atılımlarını
gerçekleştirmek için kendi oluşturduğu ve yönlendirdiği grubun yönetimini
anlamamız gerektiğini belirtmeliyiz. O, olağan bir grup liderinin üstünde
yetenek ve niteliklere sahip olmasının yanında, tüm topluma yönelik eylemler
içinde olduğundan, --küçük grup-- hiçbir zaman bir araç niteliğinden daha önemli
bir yere sahip olmamıştı Atatürk'ün yaşamında.
Lider, Disiplin Sağlamak için, Disiplini Bozanlara Ceza Vermekten Çok,
Grubun Kendini Disipline Edebileceği Ortamı Yaratmalıdır. Ödül ve Ceza Olarak,
Grup Kurallarına Uygun Davranışlarda Bulunmalıdır.
Bu ilke, Atatürk'ün liderliği açısından gereksizdir. Bu gereksizlik iki
açıdan ortaya çıkar: Birinci olarak Atatürk, keramet sahibi bir lider
(karizmatik lider) olarak o denli güçlüdür ki, kişisel varlığı bir küçük grup
için başlı başına bir disiplin ögesidir. Bu yargı, hiç kuşkusuz,
Cumhurbaşkanlığı dönemi için geçerlidir. Daha önceki dönemlerde ise, sürekli
yer ve çevre değiştirdiği için, bu nitelik çok önemli değildir. Ancak,
Olimpos birahanesindeki konuşma gibi, geleceğe yönelik düşleriyle
arkadaşlarını etkileme çabası içinde, hiç kuşkusuz belli bir --sofra--
disiplinine ek olarak, --küçük grup-- disiplini de kurmuştur. Bu gerçeği,
ilerde --örgüt-- bölümünde daha ayrıntılı olarak göreceğiz. Çünkü, ilk devrimci
atılımları dönemi genellikle gizli örgütler oluşturmakla geçtiğinden, grup
disiplini de en katı biçimiyle, kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Fakat
burada, artık --gönüllü küçük grup-- kavramının ötesinde en sert kurallarla
belirlenen --resmi örgütlenme--nin nitelikleri işin içine girmektedir.

imparator 10-02-2007 14:04

Lider, Dinlemesini Bilmelidir. Yalnızca Dinleyerek Bile Bazı Sorunların
Çözüleceğini Unutmamalıdır.
Sürekli kendini anlatarak çevresindekileri inandırmaya çalışan bir lider
görünümüyle, dinleme, Mustafa Kemal Atatürk için çok kullanılan bir yöntem
değil sanılabilir. Oysa, o, konuştuğu kadar dinler de. Çünkü dinlemenin
erdemini, işlevini anlamıştır. Pek doğal olarak buradaki --dinleme-- salt grup
dinamiği açısından bir işlev sahibi olarak düşünülemez. Bir başka deyişle,
Mustafa Kemal'in dinleme yeteneği, küçük grup dinamiği içinde olmaktan çok,
(bütün öteki yeteneklerinde de olduğu gibi) devrimci eylem içinde toplum
bağlamında geçerli bir özelliktir.
Şimdi, bu yargıyı akılda tutarak aşağıdaki şu küçük alıntıya bakalım:
28 Kasım 1938'de, ölümünden kısa bir zaman sonra Noell Roger, Cumuhuriyet
gazetesinde şöyle diyor: --Bir gün Atatürk'e kuvvetinin sırrını sordum: --Durur,
dinlerim-- dedi. Sonra tekrar etti: --Dinlerim...-- Ve sustu.--
(Arıburnu, 1976:69). Buradaki --dinleme-- olayı hiç kuskusuz, geniş halk
kesimlerini olduğu kadar, çevresindeki --küçük grubu-- da kapsayan bir yanıttır.
Sonunda kendi bildiğini de yapsa, Atatürk, --dinleyen-- bir liderdi kuşkusuz.
Hemen hemen bütün yakınları, her fırsatta herkesi dinlediği konusunda söz
birliği etmektedirler. Aslında zaman zaman, nasıl olsa kendi bildiğini
yapacağı kendisine anımsatılarak, niçin herkesi dinlediği ve zaman yitirdiği
sorulduğunda, herkesten bir şeyler öğrendiğini söylemiştir. Fakat, buradaki
yanıtın çok alçakgönüllü nitelik taşıdığı, asıl amacın, halkın nabzını elinde
tutmak isteği olduğu düşünülebilir.

imparator 10-02-2007 14:04

Lider, Kendisini Tanımalıdır.
Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri, kendi yetenek ve nitelikleri
kadar, liderliğinin sınırlarını da bilmesidir. Bu ilkede sözü edilen --kendini
tanıma-- hiç kuşkusuz, kendi özelliklerini bilme olduğu kadar, gücünü tartma
ve kişisel özellikleriyle, çevresi arasındaki uyumu sağlama anlamına
gelmektedir. Çağdaş sosyal-psikoloji, çok daha psikolojik anlamda olmakla
birlikte, kendini, başkalarına göre daha iyi tanıyan bir insanın, ötekilere
göre, bir üstünlük elde ettiğini bile söyler -- (Cüceloğlu, 1979:26-27). İşte
bu konuda Mustafa Kemal'in gerçekçiliği hiç kuşkusuz, en önemli ögedir. Daha
önce kendi karizmasını kendi ürettiği halde nasıl, bu keramet anlayışının
dışında kaldığını belirtmiştim.
Şimdi bütün liderlik özelliklerine karşın, yine de ne denli --kendini
tanıdığını-- iki örnekle göstermek istiyorum: Birinci olayı Münir Hayri Egeli
anlatmıştır:
--Cumhuriyet paraları için bir müsabaka açılmıştı. Müsabakanın neticesinde,
beğenilen para basılmış ve bir koleksiyon da Atatürk'e verilmişti. Fakat, bir
liralık paraların arkasında ay-yıldız üzerine 100 rakamı gelmesine Atatürk
fevkalade sinirlenmiş ve Maarif Müsteşarı rahmetli İhsan Sungu'ya emir
vererek bu işi benim yapmamı istemişti. Acele iki örnek yaptım. Çankaya'ya
götürdüm. Atatürk gördü, kısaca: --Muvafık-- emrini verdi. Ben, --Paşam biraz
daha üzerinde çalışsam-- diyecek oldum. Sözümü kesti: --Kumandanlarla
san'atkarlar zamanında ve yerinde durmasını bilmelidirler. Beni, istiklal
mücadelesinden sonra büyük istilalara teşvik eden sesleri dinleseydim, netice
hüsran olurdu. Bir sanatkar da bir kumandan gibidir. Bir eserinde muvaffakıyet
derecesine ulaştığını hissettiği anda durmalıdır. Çünkü, o andan sonraki
çalışmalar eserin aleyhine işler:-- -- (Banoğlu, 1954:31 ) .

imparator 10-02-2007 14:04

Belki de, para basımını bir an önce sağlamak için bulunmuş bir gerekçe
içine yerleştirilmiş de olsa, Atatürk'ün söyledikleri, kendisini, yani çevre
ile karşılaştırmalı olarak kendi yeteneklerini ne denli iyi bildiğini
göstermektedir.
Aslında, --kendini tanıma-- ilkesi hiç kuşkusuz, --kendi kişisel nitelik ve
yeteneklerini bilme ve çevre ile ilişkilerde buna göre davranma-- biçiminde
algılanabilir. Bu noktada, Atatürk'ün içkiye karşı tutumu ve kendi gerçekçi
davranışı, yani olayı saklamaya çalışmak yerine, tam tersine, toplumsal ve
kurumsal bir niteliğe dönüştürmek başarısı, Homans'ın onbirinci ilkesinin
kişisel açıdan ele alınışındaki başarıyı gösterebilir.
Burada ikinci olarak belirtmek istediğim , --kişisel niteliklerin, çevre
koşullarıyla karşılıklı değerlendirilmesi-- ilkesini daha iyi açıklayacak bir
olaydır. Olayı, O'nun çevresinde tuttuğu İsmail Habip Sevük anlatmaktadır.
Her ne kadar, ancak son --millet-- --milletim-- bölümü, benim belirtmek
istediğim örnek ise de, özellikle evliliğine ilişkin verilerden dolayı, tüm
öyküyü; kısaltmadan aktarıyorum. Böylece, o dönemin ve liderin havası da daha
gerçekçi olarak algılanabilir. Öykünün adı --Birinci Büyük Millet Meclisinde
Mustafa Kemal --Milletim-- Diyemiyor.-- :
--Konya'dayken; Mevlevihanede verilen akşam ziyafetinde --Postnişin--in büyük
kızı da sofradaydı. Gazi'nin refikasıyla beraber haremsiz ve selamlıksız bir
sofra. Latife Hanım Avrupalı büyük isimlere istinaden kadınlık hakkında güzel
sözler söylüyordu. --Kant demiş ki: Kadının en büyük süsü, fazilettir--,
--Dekart demiş ki...-- Ben de Fırsattan istifade, Gazi'ye bakarak dedim ki:
--Hanımefendinin bu gibi fikirlerini millete de bildirmek için bir mülakat
yapmak ne kadar faydalı olacak.--

imparator 10-02-2007 14:05

Seyahatte refikasının meziyetlerini meydana çıkaracak fırsatlar zuhurundan
çok memnun kaldığına müteaddit kereler şahit olmuştuk. Herhangi bir vesile
ile mesela, --Bayron'dan bir şiir okusana Latife, manasını anlamıyoruz ama,
ahengi hoşa gidiyor-- der ve tannan bir sesle ezbere okunan şiirden sonra
ilave eder: --Bir de Hügo'dan oku da, bari manasını da anlayalım.-- Bir
gazinoda Yunan esirleriyle konuşmasına dahi refikası tercümanlık yapınca:
--Bizim hanım nasılmış?-- der gibi gözlerinin öğünüşlü ışıklarıyla bize
bakmıştı!
Benim şimdi mülakat hakkındaki arzuma da derhal müspet cevap verdi: --Ben
razıyım, eğer kendisi de razı ise...-- Latife Hanım: --Şimdiye kadar-- diyor,
--hiçbir gazeteciye mülakat vermedim, fakat...-- Nazikane bir cemile yaparak:
--Fakat İsmail Habib başka.-- Mülakatın zamanı da takarrür etti. Ankara'ya,
döndükten iki gün sonra Çankaya Köşkü'nde çaya davet edileceğim. --Hem çay
içer, hem konuşuruz-- diyor ve ilave ediyor : --Siz ayrıca zahmet etmeyin, ben
size otomobil de gönderirim.--
Hakikaten Ankara'ya geldiğimizin ikinci günü ve ikindi üstüydü, ben
Meclisteydim, bir iki saat evvel, küçük mesaj odasında Gazi'ye nutuklarından
birini okumuştum. Koridorda dolaşırken şoför yanıma geldi, bir gün evvel de
Çankaya'ya götürdüğü için beni tanıyor: --Buyrun, Hanımefendi otomobili
gönderdi.-- --Peki, geliyorum.-- Gazi'den tekrar izin istemeye hacet yoktur,
izin dört beş gün evvel Konya'dayken verilmişti. Öyleyken madem ki şimdi
buradadır , kendisine ihtiyaten haber vereyim dedim. İyi ki haber vermişim,
iyi ki...

imparator 10-02-2007 14:05

İçeri girip de meseleyi söyleyince masadaki evrakın yanında duran kalınca
bir zarfı, sanki ben onun içinde ne olduğunu biliyormuşum gibi, eliyle işaret
ederek: --Bırak be çocuğum,-- dedi, --baksana ne propagandalar yapıyorlar;
seyahatte alınmış fotoğraflarımızı büyülterek, karısını açık gezdiriyor diye
en ücra yerlere kadar dağıtmışlar. Her şeyden evvel kız gibi bir Meclis
yapalım da ondan sonra istediğiniz gibi yazınız.--
--Demek Meclis feshediliyor?-- dedim. --Nerden biliyorsun?-- der gibi yüzüme
baktı. --Kız gibi bir Meclis yapalım buyurdunuz da.-- O sözü ağzından
kaçırdığına hiç pişman olmamış görünen bir tavırla: --Hayır,-- diyor, --Meclis
fesholunmuyor. Olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdidi intihaba karar
verecek!-- Ve arkasından tembih ediyor: --Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin
ha.--
Vakıa hanımefendiye mülakat suya düşmüştü, fakat ona mukabil kazancım kat
kat fazla. İçimde kendisine büyük bir sır tevdi edilmiş insanların kendini
başkalaşmış gibi gören uğultulu dolgunluğu var. Sokakta dudaklarımı
kapıyorum!

imparator 10-02-2007 14:05

Şef'in Meclis'e karşı kırgınlığı!.. Bunu gösteren o hadiseye demin bir iki
saat önce kendisine nutku okurken geçen şu hazin hadiseciği de ilave ediniz:
Yanında Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun Umumi Katipliğini yapan Recep Bey (Peker)
de vardı. Okuduğum nutukta birkaç kere --milletim, milletimiz-- kelimeleri
geçiyor. O kelimelerin her tekerrüründe Gazi'yle Pecep Bey birbirlerine
bakıyorlar. Nihayet nutuk bitince, dedi ki: --Hepsi iyi, yalnız --milletim--
kelimelerini --millet-- diye düzeltiniz!-- Benim hayretle baktığımı görünce
sebebini izah ediyor: --Sen bu Meclis'i bilmezsin; --milletim-- kelimesinden
--millet onun mu?-- manasını çıkarırlar!-- --İyi ama,-- diyorum, --bizler bile
--ah milletim; vah milletim-- der, dururuz!-- --Sizler dersiniz, herkes der,
ben diyemem!--
Ajansla neşredilen nutukta, o --milletimin, milletimiz-- kelimeleri hep
--millet-- diye çıktı. Bütün bir milleti kurtaran, --milletim-- diyemiyor! --
(Banoğlu, 1954-b:14-15) .
Bu anıda iki nokta dikkati çekmektedir: Birincisi, eşi ile birlikteki
davranışlarına bile dikkat etmekte, kamuoyunun ters tepkisinden dolayı, bu
davranışlara sınırlamalar getirmektedir. İkinci olarak da, yenilemeye karar
verdiği Meclis karşısında bile, bir nutuktaki kelimelere gelecek tepkileri
dahi hesaba katıyor ve buna göre düzeltmeler yaptırıyor.
Aslında, --kendini bilmek ve tanımak-- grup bağlamından toplum bağlamına
kaydırıldığı zaman, belki de en iyi biçimde --kendi kerametine kendisinin
inanmaması ve gücünü gerçekçi olarak kullanması-- biçiminde yeniden
söylenebilir.

imparator 10-02-2007 14:05

2) Grup Dinamiği Çözümlemelerinin Katkıları ve Sınırlılıkları
Grup içi liderlik ilkelerinin çözümlenmesini bitirirken, daha önce
değindiğim bir sakıncayı bir kez daha belirtmek istiyorum. Bilindiği gibi,
Mustafa Kemal Atatürk, bir toplumsal liderdir. Ayrıca, devrimlerini de tüm
toplumsal bağlam içinde gerçekleştirmiştir. Üstelik de gerçekten --olağanüstü--
denilebilecek niteliklere sahiptir. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, onun
eylemini salt sosyal-psikolojik açıdan irdelemek çok anlamlı değildir.
Burada bu çözümlemelere gitmemin iki nedeni var: Birinci neden, toplumsal
bağlamda, konuyu yeterince irdelemiş olmak. Bir başka deyişle, grup bağlamı
içinde ele alınan olayın, toplumsal niteliğini dışarıda bırakmamış, tam
tersine olayı önce toplumsal çerçeveye oturtmuş olmak. İkinci olarak da,
Atatürk'ün liderlik davranışlarını, çağdaş bir bilim dalının,
sosyal-psikolojinin bulgularına göre de denektaşına vurmanın ve sonuçlarını
görmenin çekiciliğinden kurtulamamak.
Görüldüğü gibi, bu irdelemelerim, bize gerek Mustafa Kemal Atatürk, gerekse
onun eylemi hakkında, bilimin nesnel ilkelerine göre, önemli ipuçları
vermiştir: Bir büyük devrimcinin birçok yeteneği yanında, grup dinamiğini,
grup psikolojisini ve toplum psikolojisini de en iyi kullanma özelliğinin
bulunduğunu, bu çözümlemelerimiz sonunda anlamış bulunuyoruz.

imparator 10-02-2007 14:05

Sanırım, bu noktada, onun gerçekçilik ve mükemmel zamanlama diye
adlandırılabilecek niteliklerine ek olarak, --taktik-- açıdan bir başka
niteliğini daha vurgulamak gerekmektedir: Bu da, çevresindeki insanları yakın
hedeflere ve uzak amaca göre en mükemmel biçimde yönlendirme yeteneğidir.
--İnsan kullanma-- ya da --insanlardan en verimli yerlerde ve en etkin biçimde
yararlanma-- diye niteleyebileceğimiz bu yetenek, hiç kuşkusuz, onun en önemli
liderlik özelliklerinden biridir ve devrimci eylemindeki başarısını önemli
ölçüde etkilemiştir.
Tam bu noktada, okuyucuyu, sosyal-psikolojinin makro-toplumbilim bakımından
hazırladığı tuzaklardan korumak isterim. Sanılmasın ki, Mustafa Kemal
Atatürk'ün başarısı, insan ilişkilerinin becerikliliğinden ya da grup
dinamiğine göre başarılı liderlik özellikleri olmasından gelir. Hayır, onun
başarısı, genel toplumsal ve siyasal koşulları, hem ülke, hem de dünya
çerçevesinde doğru değerlendirmesinden ve tarihsel olarak, kafasındaki
çözümlerin gerçekleştiriimesine uygun olan bir ortamda ve zamanda ortaya
çıkmış olmasından gelir. Bir başka deyişle, Atatürk'ün ortaya çıkması, siyasal
ve toplumbilimsel koşullara bağlıdır. Mustafa Kemal'in, Atatürk'e dönüşmesi
ise, önemli ölçüde sosyal-psikolojik ögelerden etkilenir.
İşte bu açıdan, sosyal-psikolojik ögelerle, siyasal ve toplumsal ögelerin
çözümleme düzeylerindeki farka bir kez daha dikkati çekmek isterim. Siyasal
ve toplumsal ögeler, toplumsal liderliği, toplumsal değişmeyi açıklamakta
işlevsel olur. Buna karşılık, sosyal-psikolojik ögeler, ancak grup içi
etkileşimler ve kişilerarası ilişkilerde aydınlatıcıdır. Bu nedenle diyorum
ki: 1920'lerde bir Atatürk'ün çıkması siyasal ve toplumsal, Selanik'te
1881'de doğan küçük Mustafa'nın bu görevi ve işlevi yüklenmesi ise
sosyal-psikolojik biçimde açıklanabilir. Yine bu nedenledir ki, siyasal ve
toplumbilimsel çözümlemeler olmadan, Atatürk'ü sosyal-psikolojik ögeler
çerçevesinde açıklamak eksik, bu yüzden de yanlış olur.
Sosyal-psikolojik ögelere göre yapılan irdelemelerin, stratejisi tarihe ve
topluma uygun düşen bir liderin, taktikler açısından da güçlü olmasının
zorunluluğunu vurgulamanın ötesinde bir anlamı yoktur.
:::::::::::::::::::

imparator 10-02-2007 14:05

ÖRGÜT
Bağlantısız bir düzende ordan oraya
Koştukça artıyordu yalnızlığım
Bir dinothorium'un gözünden baktım
Kendime-Ne çılgınlık!- yabancı ve uzak
MELİH CEVDET ANDAY, --Kolları Bağlı Odyseus--dan.

Örgüt; devrimci için, vazgeçilmez bir araçtır. Düşünceler, onunla
yaygınlaştırılır. Eylem, onunla gerçekleştirilir. Gerek düşünce, gerekse
eylem planında insanlar onunla kazanılır. Hatta lider, onunla lider olur.
Düşünce etkinliği düzeyinde örgüt, --stratejik-- bir anlam ve önem kazanır.
Eylem planında ise, örgütün önemi --taktik-- açıdan ortaya çıkar. Aslında gerek
insan yapısı, gerekse bir devrimin uygulanışında --strateji ve taktik-- makro
planda ne ölçüde birbirinden soyutlanamaz ve ayrılamazsa, mikro açıdan da
ayrı düşünülmeleri o denli gereklidir. Bir başka deyişle, devrim de aynen
insan ve toplum gibi karmaşık bir bütündür. Bu nedenle, --strateji ve taktik--
devrimin bütün öteki ögeleri gibi birbirinden ayrılamaz. Öte yandan her
uygulama gibi devrim de bir süreçtir. Bütün süreçler gibi, ard arda belli bir
mantıkla ve belli bir zamanlamayla sıralanmış olan eylemlerden oluşur. Süreci
oluşturan bu eylemler açısından insan ögesi de, strateji ve taktik olarak
uygulama ögeleri de tek tek, birbirine karşılıklı bağımlı olmakla birlikte,
zamanlama ve uygulama mantığı içinde ayrı ayrı düşünülmek zorundadır. İnsan
vardır, düşünce üretir, kaba kuvvetten nefret eder. İnsan vardır, kaba
kuvvetten başka bir şey bilmez. Eylem vardır, parlamenter taktiklerin en ince
hesaplarına dayanır. Eylem vardır, kaba kuvvete dayalıdır. Kimi zaman,
yaşamın karmaşıklığı içinde, bu ayrı ayrı ele alınan ögeler birleşirler de.
Ama yine de, mantık ve eylem düzeyinde soyut biçimde ele alınmaları, ince
zamanlamaya dayalı çözümlemelere konu olmaları bakımından zorunludur.

imparator 10-02-2007 14:10

Strateji ve Taktik
Örneğin, ünlü yazar Malaparte, kesinlikle strateji ve taktik ayırımı yapar:
--Bu belki tehlikeli bir görüştür ama, yalnız ihtilal konusunda stratejinin
önemini mübalağa edenler tarafından keyfi sayılacaktır. Asıl önemli olan,
ihtilal taktiği, hükümet darbesi tekniğidir. Komünist ihtilalinde Lenin'in
stratejisi, ihtilal taktiğinin uygulanması için elzem bir hazırlık teşkil
etmez. Kendi başına devletin ele geçirilmesi sonucuna götürülemez. İtalya'da
1919 ve 1920 yılları zarfında Lenin stratejisi tam olarak uygulanmıştı ve
İtalya bu devirde gerçekten Avrupa'nın komünist ihtilali için en olgun
ülkesiydi. Hükümet darbesi için her şey hazırdı. Fakat İtalyan komünistleri,
ülkenin ihtilale elverişli durumunun, proleter kitlelerindeki ayaklanma
ateşinin, genel grev salgınının, ekonomik ve politik hayatın felce uğramış
olmasının, fabrikaların işçiler ve toprakların köylüler tarafından işgal
edilmiş bulunmasının, ordunun ve polis teşkilatının düzensizliğinin,
kırtasiyeciliğin, adliyenin gevşekliğinin, burjuvazinin gösterdiği tevekkülün
ve hükümetin içinde bulunduğu çaresizliğin, iktidarı işçilerin eline
geçirmeye yeteceğini sanıyorlardı. Parlamento solcu partilerin elindeydi.
Faaliyeti, sendika teşekküllerinin ihtilalci faaliyetini destekliyordu. Eksik
olan iktidarı ele geçirme iradesi değil, ihtilal taktiği bilgisiydi. İhtilal
strateji içinde yıpranıyordu. Bu strateji nihai saldırının hazırlanmasıydı;
fakat hiç kimse saldırının nasıl başlayacağını, nasıl yürütüleceğini
bilmiyordu. Neticede monarşi (o devirde sosyalist monarşi adı verilmişti)
ihtilalci saldırı için ciddi bir engel olarak görüldü. Parlamentodaki solcu
çoğunluk parlamento dışında ve hatta parlamentoya karşı bir iktidar gasbı
tehlikesi yaratan sendika faaliyetinden endişe duyuyordu. Sendika
teşekkülleri, proleter ihtilalini küçük burjuvazi lehine bir kabine
değişikliği haline getirmek eğilimini gösteren parlamenter faaliyetten
çekinmekteydi. Hükümet darbesini nasıl düzenlemeli? 1919 ve 1920 yılları
zarfında mesele buydu; ve yalnız İtalya'da değil, hemen hemen bütün Batı
Avrupa ülkelerinde, komünistler diyordu Troçki, Ekim 1917 dersinden
faydalanmasını bilmiyorlar ki, bu, bir ihtilal stratejisi dersi değil, bir
ayaklanma taktiği dersidir.-- (Malaparte, 1966:29-30).

imparator 10-02-2007 14:10

Hem Türkiye'de Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı'nı örgütlediği
yıllarda İtalya'da neler olup bittiğini anlatması, hem de 1970'li yıllarda
Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarla 1920 İtalya'sının karşılaştırılmasına
ve İtalya'nın bugün vardığı sonuçla, Türkiye'nin nereye varacağının bir
açıdan irdelenmesine olanak sağlaması bakımından çok ilginç satırlar bunlar.
Öyle sanıyorum ki, arada bir faşist kazaya uğramasına karşın, İtalya'nın bugün
hala çözümlerini demokrasi içinde oluşturmaya çalışması -ki betimlenen
durumdan altmış yıl geçmiştir- Türkiye açısından önemli dersleri içermektedir.
Üstelik, tarihsel birikimin doğal evrimi sonunda 1920'lerde bu noktaya gelen
İtalya'ya karşılık, Anadolu, Mustafa Kemal Atatürk'ün elinde önemli tarihsel
sıçramalar da yapmıştır. Konumuz, Türkiye ile İtalya'nın karşılaştırılması
olmayıp, örgüt ögesinin strateji ve taktik içindeki yerinin saptanmasıdır. Bu
nedenle bu çok verimli ve aydınlatıcı olabilecek tartışmayı burada kesiyorum.
Malaparte, bütün modelini, strateji ile taktiğin ayırımı üzerine kurmuştur.
Bu nedenle de Rusya'daki komünist devrimin uygulamasını Lenin ile Troçki
arasındaki görev ve işlev farklılığı açısından inceler. Malaparte'a göre,
--Lenin ihtilalin stratejisti, ideoloğu, kışkırtıcısı, --gökten inmiş
tanrısı--dır, fakat bolşevik hükümet darbesi tekniğinin yaratıcısı,
Troçki'dir.-- (1966:27).
Bir Strateji ve Taktik Ustası Olarak Mustafa Kemal
Şimdi bu açıdan, Mustafa Kemal Atatürk'ün eylemini ve örgüt ögesini nasıl
kullandığına bakarsak, ortaya çok ilginç bir görünüm çıkmaktadır: Mustafa
Kemal Atatürk, kendi devriminin hem --strateji-- yani stratejiyi saptayan ve
uygulayan lideri, hem de --taktisyen--i, yani devlet aygıtına el koyma
--harekat--ını planlayan ve uygulayan kişisidir. Bu anlamda onun Türk Devrimi
içindeki yerini ve rolünü, Rus Devrimi içinde Lenin ve Troçki tarafından ayrı
ayrı paylaşılan işlev ve rollerin bütünü ve toplamı olarak tanımlayabiliriz.

imparator 10-02-2007 14:10

Mustafa Kemal'in örgütleri kullanması da, bu ikili rolüne ve işlevine uygun
olmuştur. Her ne kadar, taktik sorunlar ön planda ise de, açıkça göreceğimiz
gibi, Atatürk, birlikte çalıştığı örgütleri, genel stratejisi içinde de
başarıyla kullanmıştır.
Aslında, strateji ve taktik, Malaparte'ın yaptığı gibi, kolaylıkla
birbirinden ayrılabilecek ögeler değildir. Özellikle bir devrim süreci içinde
hangi olayın taktik, hangi olayın strateji gereği olduğu çok kolay saptanamaz.
Bu yüzden, yapılan çözümlemelerin sağlığı açısından kullanılan terimlerin iyi
belirlenmeleri gerekmektedir. Duverger, konuya ilginç bir biçimde yaklaşıyor :
--Bütün karmaşık savaşlarda olduğu gibi, politika savaşında da her bir taraf
az-çok önceden tasarlayıp tertiplediği bir plana göre hareket eder. Bunda da
yalnız kendi hücumlarını değil, hasmın karşılıklarını ve bunların nasıl
önleneceklerini de öngörür. Bu savaş planı bir strateji teşkil eder: Bunu
meydana getiren (hasmın üzerindeki hareket ve faaliyetlerle onun tepkilerine
karşılıklar gibi) çeşitli unsurlar, taktiklerdir.-- (Duverger, 1971:167).
Aynı konuda, Atatürk'ün bir soruya yanıt olarak söylediği şu sözlerle
Duverger'nin tanımı arasındaki benzerlik çok şaşırtıcıdır:
--Ben bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur,
diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı iş kendi kendine yürür.--
(Banoğlu, 1954:43).

imparator 10-02-2007 14:11

Bu açıdan Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamına baktığımızda, örgüt açısından
beş dönem görürüz: Birinci dönem --Vatan ve Hürriyet--, ikinci dönem --İttihat ve
Terakki-- dönemidir. Üçüncü dönem --Müdafaa-i Hukuk-- dönemidir. Dördüncü dönem
--Türkiye Büyük Millet Meclisi-- dönemi, beşinci dönem ise --Cumhuriyet Halk
Partisi (Halk Fırkası) -- dönemidir.
:::::::::::::::::::
I-) BİRİNCİ DÖNEM: --VATAN VE HÜRRİYET--
Atatürk'ün ilk dönem örgütçülüğü tam bir arayışı simgeler: İmparatorluk
batmakta, kendisinin de içinde bulunduğu bir gruba, asker bürokratlara, bu
batışı durdurma görevi düşmektedir. Bu görev nasıl yerine getirilecektir?
Hem lider niteliklerinden, hem de Harbiye'de ve Erkanıharbiye'de gördüğü
eğitimden dolayı yapılacak ilk işin bir örgüt kurmak olduğunu bilmektedir
Mustafa Kemal. Bu örgütün amaçlarını ise, Suriye'de attığı temeli,
Makedonya'da geliştirmek için yakın arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda
şöyle özetlediğini, üzerine yemin edilen tabancanın sahibi Hüsrev Sami
Kızıldoğan aşağıdaki satırlarla anlatıyor:

imparator 10-02-2007 14:11

--Arkadaşlar! Bu gece sizleri burada toplamaktan amacım şudur: Memleketin
yaşadığı korkunç anları size söylemeye gerek görmüyorum. Bunu hepiniz
biliyorsunuz. Bu mutsuz memlekete karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu
kurtarmak tek amacımızdır. Makedonya'yı ve bütün Rumeli yöresini vatan
topluluğundan ayırmak istiyorlar. Memlekete yabancının söz geçirme egemenliği
kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah, zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığa
katlanabilecek iğrenç bir kişidir. Millet, kıyıcılık ve zorbalık altında yok
oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çökme vardır. Her ilerlemenin
ve kuruluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük
görevler yüklüyor. Ben Suriye'de bir dernek kurdum. Zorbalıkla savaşmaya
başladık. Buraya da bu derneğin temelini atmaya geldim. Şimdilik gizli
çalışmak ve örgütü genişletmek zorunludur. Sizden fedakarlık bekliyorum.
Ezici bir zorbalığa karşı ancak ihtilal ile karşılık vermek ve köhneleşmiş
olan çürük yönetimi yıkmak, milleti egemen kılmak, özet olarak vatanı
kurtarmak için sizi göreve davet ediyorum.-- (Arıburnu, 1976:287) .
Hüsrev Sami Kızıldoğan tarafından ve olaydan yıllar sonra aktarılan bu
sözlerin tam bir kesinlikten çok, ancak konuşmanın havasını ve genel anlamını
yansıttığı kuşkusuzdur. Bu sözlere baktığımızda --hürriyet için devrimci--
örgüt kurulduğu ve bunun düşmanla birlikte, Padişah'a karşı savaşacağı
anlaşılmaktadır. Böylece, Mustafa Kemal daha kendini savaş alanlarında bile
kanıtlamadan, profesyonel devrimciliğe başlamış oluyor. Bu arada, okulda,
çıkardıkları gazete ve bunun için bir yönetim kurulu oluşturmuş oldukları da
hatırlanırsa, devrimciliğin birinci koşulunun --örgüt-- kurmak olduğu
konusundaki inancı ortaya çıkar.

imparator 10-02-2007 14:14

İlk Devrimci Örgütün Kuruluşu
Örgütün kuruluşu da çok ilginçtir. Kendi yazdırdığına göre öykü şöyle
gelişir: --Bir gece Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi, Tüccar Mustafa'nın evine
gidiyorlar. Şam'ın çıkmaz karanlık bir sokağında, bir evin kapısını
çalıyorlar. Tüccar Mustafa, elinde bir lamba ile kapıyı açıyor, --Buyurunuz--
diyor.
Şam'da dünya karanlıktır; bu ev de karanlıktır. O gece yalnız Doktor veya
Tüccar Mustafa'nın elindeki lamba ışık vermektedir. Toplantı, Doktor veya
Tüccar Mustafa'nın evinin bir odasında oluyor.
--İhtilal yapmalı, inkılap yapmalı.--
Bunu söyleyen Doktor veya Tüccar Mustafa'dır; devam ediyor: --Ben Tıbbiye'nin
son sınıfındayken bu emeli takip ettiğim için, evvela Mehterhane'de yattım,
sonra sürüldüm. Çok kıymetli arkadaşlarımız vardır, inkılabı yapmalıyız.--
Müfit ayağa kalkarak bağırıyor: --Behemehal yapmalıyız!--
Bu kadar ciddiyet ve kat'iyet karşısında Lütfi Bey: --Ben,-- diyor, --çoluk
çocuk sahibiyim, size tabi olurum, fakat benden bir şey beklemeyiniz.--
O dakikaya kadar, arkadaşlarını sadece dinleyen Mustafa Kemal: --O halde--
diyor, --siz buradan derhal gidiniz; bizim bundan sonra konuşacağımız şeyleri
sizin dinlemeniz caiz değildir.-- (Afetinan, 1968:51).
Böylece --örgüt!-- kuruluyor ve adı da konuvor: Vatan ve Hürriyet. Aslında,
Mustafa Kemal'den başka iki dostu ve bir yabancı ile kurulan ve dostlardan
birinin de daha işin başında toplantıyı bırakıp gittiği bu üç kişilik örgüt
ne denli etkin ve önemlidir, ciddi bir biçimde düşünülmek gerekir. Fakat
önemli olan, sonunda başarıya ulaşmış bir devrimcinin attığı ilk adımlardır.
Nitekim, bu öyküyü, devrimci eyleminin çekirdeği olarak, bizzat Mustafa
Kemal yazdırmıştır. Hiç kuşkusuz, başarılı bir devrimci olmasaydı, bu olay,
tarihteki binlerce sonuçsuz devrim girişimi gibi, üç kişinin rüya aleminde
yitip gidecekti.

imparator 10-02-2007 14:14

İşin ilginç yanı, Mustafa Kemal'in işi o zamandan da çok ciddiye almış
olmasıdır. Sonradan Afetinan'a bunları yazdırırken, --Vatan ve Hürriyet--
terimlerini de açıklamak gereğini duymuş ve şunları söylemiştir: --Ancak hür
fikirlere sahip olan insanlar vatanlarına faydalı olabilirler ve onlardır ki
vatanlarını kurtarıp muhafaza etme kudretine malik olurlar.--
(Afetinan, 1968:51 ) . Kurucular az da olsa, Mustafa Kemal açısından önemli
olanın işe başlamak ve bunu kendi liderliğinde gerçekleştirmek olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim, Şam'daki çok cılız ve pek de cesaret verici olmayan
başlangıçtan sonra, Mustafa Kemal, örgütü genişletme ve geliştirme çabalarına
başlar. Örneğin, gizlice Selanik'e geçer ve oradaki arkadaşlarıyla ilişki
kurarak (gizli örgütün bir şubesini orada oluşturmaya çalışır. Yukarıda
anlattığım konuşmayı yaptığı toplantıda kurar da.
Mustafa Kemal'in bu --gizli devrimci örgüt-- işini çok ciddiye aldığını
gösteren bir başka olay, Selanik'e gelmek için kaçak ve gizli bir biçimde
yola çıkmış olması, Selanik'te kalabilmek için gerekli izni ise, çok zor
alabilmesine karşın, --örgüt--ü uğruna bütün bunlara katlanmasıdır.

imparator 10-02-2007 14:14

Devrimde Örgütün Önemi
Selanik'te yapılan toplantıda da çok kalabalık yoktur . Ev sahibi Hakkı
Baha, eski sınıf arkadaşı hatip Ömer Naci, Mustafa Necip ve Hüsrev Sami
Kızıldoğan. Bu kişiler belki küçük, fakat nitelikli bir çekirdek
oluşturmaktadırlar. Örneğin, Ömer Naci, o büyük hitabet gücü ile kalkar ve
Mustafa Kemal'e güzel bir yanıt verir. İşte Mustafa Kemal'in --örgüt-- anlayışı
ve devrim stratejisi içinde --örgüt--e verdiği önem, Ömer Naci'nin konuşması
üzerine yeniden söz aldığı zaman iyice belirlenir:
--... Gerçi bundan evvel birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı
olamadılar. Çünkü, örgütsüz işe başladılar. Kuracağımız örgüt ile bir gün
kesin olarak ve ne olursa olsun başaracağız. Vatanı, milleti kurtaracağız! --
(Arıburnu, 1976:288) .
İşin ilginç yanı, bir süre sonra, --gizli örgüt--ün kurucularından olan, hatta
kurucular arasında en ateşli görünen Tüccar ya da Doktor Mustafa da örgütten
ayrılmak istiyor. --Ben bu işe devam edemeyeceğim. Namusum üzerine söz veririm
ki, sırrınızı kimseye söylemem-- diyor.
Mustafa Kemal'in buna yanıtı oldukça ilginçtir: --Söz para etmez. Bir kağıda
senin de bu partinin kurucularından olduğunu yaz, imzala, bize ver, seni
serbest bırakalım.-- (Gençosman,Banoğlu, 1971:150) . Görüldüğü gibi, Mustafa
Kemal için, iş başka, dostluk başkadır. Hele hele, --devrim için gizli örgüt--
konusu başlı başına ciddi bir konudur. Bu yüzden, örgütü bırakıp gidenlere
güvenilmez. Ancak sağlam güvencelerle ayrılmaya izin verilir.

imparator 10-02-2007 14:14

--Vatan ve Hürriyet-- serüveni, örgütün öneminden ve tarih içinde oynadığı
rolden çok, Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimciliğine ve örgütçülüğüne ışık
tutması bakımından ilginçtir. Yoksa bu örgüt, örneğin Hüsrev Sami
Kızıldoğan'ın öne sürdüğü gibi, Ahmet Rıza'nın Osmanlı Terakki ve İttihat
Cemiyeti'ne gerçek bir rakip olmamıştır (Mustafa Kemal'in --Vatan ve
Hürriyet--i Selanik'te birlikte genişlettiği ve tabancası üzerine yemin
edilen, Hüsrev Sami Kızıldoğan. Belleten'de çıkan ve Afetinan'ın aynı konulu
bir yazısına ek olarak yolladığı anılarda. 1907 yılında, Talat'ın (Paşa)
kendilerini Paris'e Ahmet Rıza ile ilişki kurmak için yolladığını anlatıyor ve
Talat için --örgüt arkadaşlarından-- diyerek, sanki bu temasın --Vatan ve
Hürriyet-- adına yapılmasını istediği izlenimini veriyor. Oysa, o sırada sözü
edilen örgüt İsmail Canpolat, Midhat Şükrü, Talat, Ömer Naci gibi kişiler
tarafından 1906'da Selanik'te kurulmuş olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti olmalı.
Nitekim bu Cemiyet, sonra, Ahmet Rıza'nın cemiyeti ile de birleşerek, İttihat
ve Terakki adını alıyor.).
Aslında, Osmanlı İmparatorluğu içinde devrimci örgütler ve özgürlükçü
savaşım, Mustafa Kemal'den çok önce başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, hiç
kuşkusuz, bu oluşumların varlığını bilmektedir. Fakat, lider kişiliği ve o
güne dek sonuç alınmamış olması, onun da kendi örgütünü kurmasına yol açar.
Bu girişimde, Harbiye'de ve Erkanıharbiye'de aldığı eğitimin ve bu okulların
geleneklerinin etkilerini de kolaylıkla görebiliriz.

imparator 10-02-2007 14:14

--Vatan ve Hürriyet-- dönemini, bir devrimcinin çıraklık yılları olarak
nitelemek çok da yanlış olmaz. Henüz Harp Akademisi'nden mezun, üstelik,
mezun olurken, --devrimci etkinlikleri--nden dolayı tevkif edilmiş bir genç
subaydır Mustafa Kemal. Heyecanı ön plandadır. Genel stratejisini de,
taktiklerini de tam saptamamıştır. Zaten o yaşta, o deneyim birikiminde
saptaması da beklenemez.
İmparatorluğun koşulları da, dünya da çok hızlı bir değişim içindedir. Bu
değişmelerin kime ne getireceği çok da iyi bilinemez. Bu çerçevede yapılan iş
ancak, geleneksel değerlere uygun --kurtarıcılık-- görevidir. Böyle bir görev
için --örgüt-- gereklidir. İşte Mustafa Kemal'in yaptığı da budur.
:::::::::::::::::::

imparator 10-02-2007 14:15

II-) İKİNCİ DÖNEM: --İTTİHAT VE TERAKKİ--
Mustafa Kemal, kendi --Vatan ve Hürriyet-- derneğini genişletme çabasındayken,
gerek zaman, gerekse taban olarak ondan çok ilerde olan, düşünce ve eylem
kökleri ta Genç Osmanlılar'a dayanan --İttihatçılar-- çeşitli çekirdekler
çevresinde oluşumlarını tamamlamaktaydılar.
Mustafa Kemal, Kolağası olduktan sonra Selanik'e atanmış, burada, örgüt
etkinliklerini rahatça sürdürmeye başlamıştır. Fakat, Selanik'teki manzara,
--Vatan ve Hürriyet-- bakımından hiç de iç açıcı değildir. Gerek Makedonya'nın
geleneksel devrimci niteliği, gerek coğrafi olarak uygunluğu, gerekse oradaki
kişilerin nitelikleri, Selanik'te kurulmuş olan gizli derneklerin çok
gelişmiş olması sonucunu getiriyordu (Selanik bu dönemlerde sosyalist
eylemlerde bile bir merkez durumundadır (Haupt ve Dumont, 1977).).
Mustafa Kemal, Selanik'e gelince, pek çok yakın arkadaşının böyle
cemiyetlerde üye olduğunu görmüştü. Bu arkadaşları arasında, Ömer Naci, Ali
Fuat Cebesoy gibi çok eskiden ve yakından tanıdığı kişiler de vardı. Bunun
üzerine çaresiz kalan Mustafa Kemal de, liderliği kaptırmak bahasına,
29 Ekim 1907'de bu örgüte girdi. Çünkü, bu arada örgüt, dışardaki kollarla da
birleşerek oldukça güçlü bir nitelik kazanmıştı.

imparator 10-02-2007 14:15

Mustafa Kemal, Ordunun Siyasete Karışmasına Karşıydı
Mustafa Kemal'in İttihatçılar'a katılmasıyla, lider kadro ile arasındaki
çekişme de başlamıştı. Mustafa Kemal, iki açıdan İttihatçı liderlere ters
düşüyordu. Birinci olarak, İmparatorluğu Türklerin bulunduğu sınırlara çekmek,
bu sınırları savunmak düşüncesindeydi. İkinci olarak da, ordunun siyasete
karışmasını istemiyordu. Çünkü, bu yolla, siyasetin bağımsızlığına gölge
düşeceğini, ordunun ise siyasal bölünmeler karşısında bu bölünmelerden
etkilenerek güçsüzleşeceğini düşünüyordu.
Bütün bunlara ek olarak da, örgütün yönetimi kendi elinde değildi. Her şey
bir yana, Mustafa Kemal'in denetimini elinde tutmadığı bir örgütte, uyum
sağlaması çok zordu. Ayrıca, bir de gerek strateji, gerekse taktik olarak
önemli ayrılıklar vardı İttihatçılarla kendisi arasında.
İttihatçıların bir bölümünün dağa çekilmesi, Saray adına yollanan
komutanların öldürülmesi sonunda, İkinci Meşrutiyet ilan edildikten sonra
İttihatçılarla Mustafa Kemal arasındaki liderlik sürtüşmesi ve görüş
ayrılıkları daha büyüdü. Çünkü artık, --örgüt-- yönetimi ele geçirmişti! Bunun
gerekleri yerine getirilmeli, devrimin gerekleri yapılmalıydı. Oysa yapılacak
işler konusunda da, bunları kimlerin yapacağı hakkında da görüş ayrılıkları
büyüktü. Mustafa Kemal, --örgüt--ün asker denetiminden arındırılmasından
yanaydı. Çünkü, asker denetimi sürdüğü sürece, --örgüt--ün yeterince özgür bir
karar mekanizmasını çalıştıramayacağını biliyordu. Üstelik, kendisi asker
olarak henüz çok küçük bir rütbedeydi. Bir ordu denetimi olayında, kendisinin
sözünün geçmesi olanaksızdı.

imparator 10-02-2007 14:15

Öte yandan, gerek kişilik gereği, gerekse kafasında biçimlenmekte olan
düşüncelerin sonucu, birtakım giderici önlemlerden çok, temel yeniliklerin
yapılmasından yanaydı. Oysa, İttihatçılar, henüz hükümeti bile denetim altına
alamamışlardı.
İşte Mustafa Kemal'in İttihatçılarla illşkileri, bu çerçevede oldukça
bozuktu. Üstelik, Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki içinde de yeterince etkin
bir duruma getirilmiyordu. Örneğin, Hüseyin Hilmi Paşa'nın önerisiyle,
Sadrazam Sait Paşa'ya İttihatçıların düşüncelerini anlatmak için kurulan
heyete, Mustafa Kemal dahil edilmemişti.
Gerek yapılan işleri beğenmeyişi, gerek cemiyet ve genel durum hakkındaki
sert tutumu aslında, çok emek verdiği bu --örgüt-- içinde yeterli bir etki
alanına sahip olamamasına da bağlıydı. Örneğin, 31 Mart karşı devrimci
eylemini bastırmak için kurulan ordunun kurmay heyetinde olan ve isim babası
bulunan Mustafa Kemal, Almanya'dan gelen Enver'in kurmay başkanı olmasıyla,
geri plana itilivermişti.

imparator 10-02-2007 14:15

Enver Paşa ile birlikte ordunun komutanlığına atanan Mahmut Şevket Paşa'dan
önce komutayı yürüten Hüseyin Hüsnü Paşa adına yayımladığı bildirilerde,
ordunun bağımsız bir biçimde davrandığını vurguluyordu. Sonradan bu tutumu
Mahmut Şevket Paşa da benimseyerek, daha açık bir biçimde, ordunun, İttihat
ve Terakki'nin bir uzantısı olmadığını söylemişti.
Mustafa Kemal, özellikle bir savaş durumunda kullanılması gerekli olan
ordunun, siyasete karışmasını, ordu gücünü zayıflatıcı ve siyaseti saptırıcı
bir öge olarak gördüğü gibi, Enver ve arkadaşlarını ordu içinde bir hizip
olarak algıladığı için de sivil politikacı ve asker görevli ayırımından
yanaydı.
İttihatçılarla Çatışma
Meşrutiyetin ilanından sonra 1908'de, İttihat ve Terakki'nin birinci
kongresi Selanik'te toplanır. Siyasal bir parti örgütlenmesi açısından fazla
bir aşamanın kaydedilmediği bu kongreden sonra, 1909'da, yine Selanik'te
ikinci kongre yapılır. Bu kongrede Mustafa Kemal aşağıdaki önerileri öne
sürer: 1 ) Cemiyetin bir siyasal partiye dönüştürülmesi. 2) Ordunun siyaset
dışı bırakılması. 3) Cemiyetin Masonlukla olan ilişkilerinin kesilmesi.
4) Cemiyetin üyeleri arasında eşitlik ilkesine dikkat etmesi. 5) Hükümet
işleriyle din işlerinin birbirinden ayırdedilmesi (Aydemir, 1963:147-148) .

imparator 10-02-2007 14:17

İttihatçıların bu kongresine Trablusgarp murahhası olarak katılan Mustafa
Kemal'in hemen hemen bütün istekleri sürüncemede bırakılmış, önerdiği
konularda hiçbir ciddi önlem alınmamıştı.
Bu noktada Mustafa Kemal'in önemli iç çatışmalar geçirdiği tahmin
edilebilir. Kendisinin adeta --amatörce-- kurduğu Vatan ve Hürriyet'i kapatarak,
--profesyoneller--in kurduğu İttihat ve Terakki'ye katılması, ne yazık ki,
--örgüt-- hiyerarşisinde çok geride kalmasına yol açmıştı. Oysa, o, hem
--örgüt--ün devrim için zorunlu olduğunu biliyor, hem de --örgüt--ü lider olarak,
kendisi denetlemek istiyordu. Üstelik pek çok temel konuda da --örgüt--
yöneticileriyle aynı düşüncede değildi.
Bu çerçeve içinde İttihatçı liderlerle ve örgüt yöneticileriyle arası pek
iyi gelişmedi. Buna karşın yine de Bağımsızlık Savaşı sırasında pek çok eski
--İttihatçı-- arkadaşıyla çok yakından çalıştı. Örneğin, bunlardan Mazhar Müfit
Kansu, Bağımsızlık Savaşı'na katılan İttihatçıların ettiği, İttihatçılığı
yeniden canlandırmayacaklarına ilişkin yemini bile etmeyecek denli, dürüst
bir --örgüt-- üyesiydi.

imparator 10-02-2007 14:17

Trablusgarp'a Gidiş
Ülkenin içinde bulunduğu koşulIar, tam bir dağılmayı simgeliyordu. Bu arada
Trablusgarp da işgal edilmişti. İmparatorluk'ta gerek İttihatçıların
çekirdeği, gerek ordunun etken subayları, hep aynı kişilerden oluşuyordu. Bu
nedenle, İtalyanlara karşı savaşmak için göreve koşan subaylarla, İttihatçılar
aynı kişilerdi.
Mustafa Kemal'in Trablus'a gönderilmesi üzerinde çeşitli yorumlar vardır.
Örneğin, bir gün, İttihat ve Terakki'nin merkez toplantısına gittiği ve
eklenmedik bir biçimde karatahtada gündemin birinci maddesi olarak,
kendisinin Trablus'a gönderileceği ile karşılaştığı bunlar arasında en yaygın
olarak anlatılanıdır.
Öyle sanıyorum ki, gerek İttihatçılarla sürekli çatışmaları, gerekse
sonradan İttihat ve Terakki'nin acıklı sonu. Bağımsızlık Savaşı'nı kazanan ve
yeni devleti kuran Mustafa Kemal Paşa'nın İttihatçılarla olan ilişkilerini
sonradan hafifçe, değişik yorumlara bağlamıştır. Bu Trablusgarp'a yollama
sorunu da öyledir. Kaynaklara göre, izlenim, bunun istenmeyen üye Mustafa
Kemal'den kurtulmak için tertip edilmiş bir oyun olduğudur (Bütün bu kaynaklar
aslında Atatürk'ün Afetinan'a yazdırdığı anılara dayanmaktadır. Büyük bir
olasılıkla. Atatürk, Trablusgarp işini biraz da mevcut çekişmeler çerçevesinde
aşırı bir duyarlılıkla irdelemiş. Ayrıntılı öykü için Afetinan, 1968:57-59'a
bakılabilir. Öykünün genel görünümü ve Enver Paşa'nın (o zaman binbaşı)
anıları için Koloğlu'nun kitabına bakılabilir. Ayrıca, Atatürk Falih Rıfkı'ya
--Enver ve arkadaşları gideceklerdi. Halk gitmeyenleri vatanseverlik görevini
yapmamış sayacaktı-- diye Trablusgarp'a gidiş gerekçesini açıklarken gerçek
durumun benim yorumuma uygun olduğunu vurgulamıştır sanırım
(Atay, 1969:66-67).). Oysa, işin gerek ele alınış biçimi, gerek olayların
gelişimi, gerekse başta Enver olmak üzere daha pek çok önemli İttihatçının
Trablus'a gitmiş olması, durumun hiç de böyle olmadığını göstermektedir
(Koloğlu, 1979) . Yine de Trablusgarp olayının, bir süre için bile olsa,
Mustafa Kemal'in ülkesinden ayrılmasına ve --örgüt-- içi eylemlerine son
vermesine yol açtığı açıktır.

imparator 10-02-2007 14:17

Mustafa Kemal, Trablus'a giderken, Balkanların da elden çıkacağından
kaygılıydı. Nitekim, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine,
önemini yitirdi ve İttihatçı subaylar ülkeye döndüler (Yüzbaşı Selahattin'in
Romanı'nı okuyanlar, Balkan Savaşı'nın yitirilmesine değil, Bağımsızlık
Savaşı'nın kazanılmasına şaşacaklardır. Ordu öylesine yokluk, insanlar
öylesine cehalet içindeydi ki... (Selçuk,1973).).
Balkan Savaşı sırasında, Mustafa Kemal ile Enver arasındaki sürtüşme iyice
büyüdü. Her iki taraf da savaş içinde birbirlerini beceriksizlikle suçladılar.
Savaş sonrası, birlikte savaşan Fethi Bey'i ve Mustafa Kemal'i daha yakın bir
dostluk içinde buldu. Bu arada Fethi Bey belki de, Mustafa Kemal'in de
etkisiyle, askerlikten ayrılmış, Bab-ı Ali baskınından sonra gittikçe güçlenen
İttihat ve Terakki içinde sivil olarak üst düzey yöneticiliğine başlamıştı.
İttihatçılar artık Enver'in denetimine girmiş görünüyorlardı. Özellikle
Bab-ı Ali baskını, ülkede gerek İttihat ve Terakki'nin gerekse İttihatçıların
arasında Enver'in nüfuzunu arttırmıştı.

imparator 10-02-2007 14:17

Sofya'da Görev
İşte bu hava içinde, --örgüt-- bu muhalif üyesini şu ya da bu biçimde tasfiye
edecektir. Çünkü artık, fırtına durulmuş, gerek örgüt yönetimi, gerekse ülke
içinde örgütün izleyeceği program belli kişilerin eline geçmiştir. Bu belli
kişiler ise Mustafa Kemal ile eylem ve düşünce birliği içinde olmayan
kimselerdir. Mustafa Kemal ile hesaplaşılmayacağını düşünmek, en azından
--örgüt--ü hafife almak demektir.
Nitekim, katib-i umumi olduktan sonra, fedailerin maaşlarını keserek örgütü
kızdırmış olan Fethi Bey ile birlikte Sofya'ya yollanarak sorun çözülür.
Bulgaristan yolculuğu, onun paşam döneminde --İttihatçılık--ının kapanışını da
simgeler. Artık kendisi yurt dışında bir anlamda sürgündeyken, ülkede ipler
başkalarının elindedir. İttihat ve Terakki örgütünün ona verdiği sonuç olarak
bir yarbay rütbesi ve Sofya'da ateşemiliterliktir. Oysa onunla aynı yaşta olan
Enver, hem general, hem damattır. Üstelik Mustafa Kemal'i rakip görmekte, onun
yükselmesini de engellemektedir.
Mustafa Kemal, Sofya'ya atandıktan sonra artık kendisine --örgüt--ten bir
hayır gelmeyeceğini anlamıştır. Birinci Dünya Savaşı başlayıp, yurda dönünce
kendini tümüyle askerliğe verir. Savaşın yitirilmesine doğru, birtakım
doğrudan siyasete karışma girişimleri dışında, --örgüt-- ten uzak durur.
Birinci Dünya Savaşı boyunca da İttihatçılarla arasındaki soğukluk artarak
sürer. Örneğin, kendisini sevmeyen İttihatçılar, Anafartalar'dan sonra, hemen
generalliğe yükseltilmemesini şu yakıştırma öykü ile karikatürize
etmektedirler:

imparator 10-02-2007 14:17

--Doktor Nazım ve bir nüfuzlu İttihatçı, aralarında konuşmakta imişler.
Enver Paşa birden içeri girince susmuşlar. Başkumandan (Enver) merakla:
--Herhalde bana dair bir şeyden bahsediyordunuz. Söyleyin bana!-- demiş.
--Mustafa Kemal'in niçin terfi ettirilmediğini konuşuyorduk-- cevabını
vermişler. Enver: --İşte-- demiş ve cebinden Çanakkale kahramanını generallik
rütbesine çıkaran tezkeresini göstermiş, sonra şunu ilave etnıiş: --Ama
biliniz ki, onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.--
(İşin ilginç yönü, bu yakıştırma öykünün sonradan Mustafa Kemalciler
tarafından, onun lehine yorumlanarak kullanılmasıdır. Örneğin, Şevket Süreyya,
Enver'in --O hiçbir şeyle memnun olmaz. General olur, korgenerallik ister.
Korgeneral olur, orgenerallik ister. Orgeneral olur, müşirlik ister. Müşir
yapsanız bununla da yetinmez padişahlık ister-- dediğini anlattıktan sonra,
şöyle devam eder: --Mustafa Kemal'e Enver Paşa'nın bu sözlerini naklettikleri
zaman cevabı şu olmuştur: --Ben, Enver'in bu kadar zeki ve ileri görüşlü
olduğunu bilmezdim-- -- (Aydemir, 1963:2171). Görüldüğü gibi, Atatürk'ün
yaşamındaki pek çok şey gibi bu öyküde de gerçek ile efsane, hem de Şevket
Süreyya gibi ciddi bir araştırmacının kaleminde bile birbirine karışmış.).
(Atay,1969:79).


Türkiye`de Saat: 00:06 .

Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320 321 322 323 324 325 326 327 328 329 330 331 332 333 334 335 336 337 338 339 340 341 342 343 344 345 346 347 348 349 350 351 352 353 354 355 356 357 358 359 360 361 362 363 364 365 366 367 368 369 370 371 372 373 374 375 376 377 378 379 380 381 382 383 384 385 386 387 388 389 390 391 392 393 394 395 396 397 398 399 400 401 402 403 404 405 406 407 408 409 410 411 412 413 414 415 416 417 418 419 420 421 422 423 424 425 426 427 428 429 430 431 432 433 434 435 436 437 438 439 440 441 442 443 444 445 446 447 448 449 450 451 452 453 454 455 456 457 458 459 460 461 462 463 464 465 466 467 468 469 470 471 472 473 474 475 476 477 478 479 480 481 482 483 484 485 486 487 488 489 490 491 492 493 494 495 496 497 498 499 500 501 502 503 504 505 506 507 508 509 510 511 512 513 514 515 516 517 518 519 520 521 522 523 524 525 526 527 528 529 530 531 532 533 534 535 536 537 538 539 540 541 542 543 544 545 546 547 548 549 550 551 552 553 554 555 556 557 558 559 560 561 562 563 564 565 566 567 568 569 570 571 572 573 574 575 576 577 578 579 580