![]() |
Sonuç olarak, Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek karar mekanizmaları, gerekse liderlik işlevleri bakımından, değişen koşullara en uygun olan seçenekleri kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada karar mekanizmalarını kullanma biçimiyle, işlevleri arasında küçük bir fark gözükmektedir: Karar mekanizmaları açısından temelde otokratik, görünüşte demokratiktir. Yani, bir tercih, bir eğilim, bir davranış kalıbı, bir tür karar mekanizması lehine gözlenmektedir. Buna karşılık, liderlik işlevleri açısından, --toplumsal-duygusal-- liderlik ile --görev-- liderliğinin tümüyle iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bu iki liderlik tipi arasındaki tercih, ancak, toplumsal koşullara ve görevin genel anlamdaki gereklerine göre pek de belirgin olmayan bir biçimde yapılmıştır. Ancak, toplumsal işlev bakımından, bilimsel soyutlama ile bir --işlev başatlığı-- gözlenebilir. Çoğulcu Toplum İçin Tekilci Yaklaşım Bu konuda son bir nokta, karar mekanizmaları arasında otokratik liderliği tercih etmiş olmakla birlikte, en azından görünüşte hiç olmazsa görünüşte, liderliğin demokratik gereklerine önem vermesi ve daha önemlisi, bu otokratik karar yapısı içinde, demokratik bir toplum hedeflemiş olmasıdır. Bir başka deyişle, Atatürk, model aldığı toplum tipi gereği, kendi yaşam süresini aşsa bile, sonuç olarak, zorunlu olarak çoğulcu bir topluma gidiyordu. Nitekim, öyle de olmuştur. Bu açıdan Atatürk'ün çoğulcu bir topluma gidiş yolunda, otokratik karar mekanizmasını kullandığını söyleyebiliriz. Atatürk'ün bu konudaki tutumu, çoğulcu bir toplum yaratma yolunda, tekilci bir yöntem olarak özetlenebilir. ::::::::::::::::::: |
V-) ATATÜRK'ÜN BİREYSEL LİDERLİK NİTELİKLERİNE GÖRE DEĞERLENDİRİLMESİ Özelikle sosyal-psikologların üzerinde durduğu noktalardan biri, lider olan kişinin özellikleridir. Yapılan araştırmalar, bir liderde kişisel olarak şu niteliklerin bulunması gerektiğini ortaya koymuştur (Kongar, 1978:91) : 1- Yetenek (zeka, dikkat, rahat konuşma, özgün olma, karar verme gücü) . 2- Başarı (bilimsellik, bilgi, fizik başarılar, siyasal başarılar) . 3- Sorumluluk (güvenilirlik, girişkenlik, sebat, atılganlık, kendine güven, mükemmelleşme arzusu) . 4- Katılma (etkinlik, sosyallik, işbirliği, uyum yeteneği, espri gücü). Bu özelliklere bakıldığı zaman, bunların adeta Mustafa Kemal Atatürk için hazırlanmış olduğu düşünülebilir. Birinci özellik olan yetenek konusunda, gerek doğuştan gelen, gerekse sonradan, bilinçli hazırlık döneminde elde ettiği liderlik yeteneklerinin gücü tartışılmazdır. Başarı, Atatürk'ün liderliğini sürekli besleyen bir ögedir. Hatta bir anlamda, toplumsal liderliğini başarılarına borçludur, diyebiliriz. Arkasında tüm cephelerde kazanılmış zaferlerin Anafartalar'da simgelenmiş kahramanlığı ile Kurtuluş Savaşı'na girmiştir. Bağımsızlık Savaşı'nda elde ettiği başarıdır ki, O'na altı yüzyıllık bir İmparatorluğu ve geleneksel toplumsal düzeni tarih sahnesinden silmek olanağını vermiştir. Sorumluluk sözcüğü ise, yaşamının bütün aşamalarında Mustafa Kemal Atatürk'ün hemen hemen ayrılmaz bir özelliğidir. Her an, sahip olduğu yetki ve sorumluluk alanlarını genişletme çabası, O'nun ihtiraslı liderliğinin bir parçasıdır. Anafartalar komutanlığından tutun da, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına yürüttüğü Başkomutanlık olayına dek, hemen her an, sorumluluklarını arttırma çabasına tanık oluyoruz. Hiç kuşkusuz bu çabanın ardında birinci olarak kendine güveni, ikinci olarak yetkilerinin de sorumlulukları oranında artacağının bilinci yatmaktadır. Yine sorumluluk özelliğinin ardında yatan girişkenlik, sebat, atılım gibi nitelikler, hep Mustafa Kemal'in ayrılmaz parçalarıdır. |
Katılma, Atatürk'ün ömrü boyunca ihmal etmediği --sofrası--nın simgelediği bir ilkedir aslında. Çevresindeki grup için işlevsel olan sofrasının yanında hemen hemen bütün devrimleri geniş halk kitleleriyle diyalog kurarak gerçekleştirmiş olması, onun, katılma ilkesine verdiği toplumsal önemi gösterir. Aslında, siyasal ideolojisinin kuramsal temelleri de dinsel-geleneksel erke karşı, halk katılımına önem vererek, bu özelliğe aynı zamanda siyasal bir içerik de kazandırmıştır. Kendi yaşamı süresince kuramda kalan bu siyasal ilke, sonradan çok partili demokrasiye kadar gelişen sistemin soyut, fakat temel niteliklerinden biri olmuştur. Ayrıca, katılmanın sosyal-psikolojik bütün gereklerini sürekli olarak yerine getiren bir liderdir Atatürk. Sürekli olarak yakın çevresinde büyük gruplar tutmuş, bunlarla yüz yüze ilişkilerini sürdürmüş ve gerek siyasal, gerekse toplumsal eylemlerini bunlarla birlikte gerçekleştirmiştir. Görüldüğü gibi, sosyal-psikolojinin saptamış olduğu liderlik özellikleri Mustafa Kemal'in nitelikleriyle büyük bir uyum içindedir. Devrimci Liderlik-Uyumcu Liderlik Şimdi, konuya bir başka açıdan bakmaya çalışalım. Bilindiği gibi, Atatürk'ün en önemli niteliği, liderliğinin --devrimci-- bir çizgide oluşmasıdır. Bir başka deyişle, Atatürk, toplumuna ve çevresine uyum sağlayan bir lider değil, tam tersine, onların yıllar boyunca içinde yoğruldukları değerler sistemine karşı çıkan bir liderdi. Sosyal-psikoloji bilimi, özellikle toplumsal-duygusal liderlik rollerinin, ancak grubun kural ve değerlerine uygun olduğu oranda yerine getirilebileceğini bize bildirmiştir. Burada açık bir çelişki ile karşılaşıyoruz: Nasıl oluyor da, tüm değerler sistemini altüst eden bir lideri toplumsal-duygusal açıdan da, toparlayıcı ve birleştirici olarak niteliyoruz? Lider ve Yalkın Çevresi İşte bu noktada bazı saptamalar yapmak gerekmektedir. Birinci olarak, Atatürk'ün yakın çevresinin zaman ve eylem içinde; somut hedeflerin belirlenmesiyle değişmiş olduğunu belirtmeliyiz. Düşmanı ülkeden kovma eylemi, yeni bir devlet, yeni bir toplum kurma eylemine dönüştükçe çevre de değişir. Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele hep böyle değişen çevre sonunda, dışlanmış kişilerdir. Buna karşılık İsmet İnönü, Kılıç Ali, Nuri Conker, Salih Bozok gibi eski arkadaşlarıyla Falih Rıfkı Atay, Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi yazarlar yakın çevrenin değişmez kişileridir. Bu kişilere yakından baktığımızda, bunların hem Mustafa Kemal Atatürk'ün kişiliğine, yani kişisel liderliğine iman ettiklerini, hem de onun amacını ve hedeflerini benimsediğini görüyoruz. |
Aslında yakın çevrenin değişmesi, yakın hedefini gerçekleştirmek için genel bir ittifak cephesi kuran bütün liderlerin ortak eylemi ve yazgısı gibi gözükmektedir. Çünkü; yakın hedef, büyük devrimcilerde hemen hemen her zaman, doğrudan doğruya siyasal iktidarı ele geçirmek amacını belirler. Fransız Devrimi'nde de bu böyle olmuştur; Rus Devrimi'nde de, Çin Devrimi'nde de. Genellikle ya iç ya da dış bir düşmana karşı oluşturulan cephe, düşman, lider siyasal iktidara el koyunca, dağılır. Çünkü artık yeni siyasal iktidar ile nereye gidileceği sorusu ortak düşmana karşı cephe oluşturmuş olan liderler arasındaki görüş ve yaklaşım farklarını ortaya çıkarır. Bu farklar üzerine kurulan iç iktidar savaşımını da genellikle en gerçekçi, dolayısıyla en güçlü lider kazanır. İşte Mustafa Kemal eyleminde de aynen böyle olmuştur. Düşmanı vatandan kovmak için oluşturulan cephe, iş, Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçmek biçimine dönüşünce, farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu savaşı da gerek gerçekçiliğinden, gerekse bilinçliliğinden ve kararlılığından dolayı Mustafa Kemal Paşa'nın kazanması hiçbir anlamda sürpriz değildir. Böylece yakın çevresiyle sürekli bir etkileşim içinde bulunan ve bundan dolayı da birleştirici ve toplayıcı nitelik sahibi görünen Atatürk'ün aslında, devrimci niteliğiyle yakın çevresini kendine ayak uyduramayanlardan temizlediği birinci gerçektir. Bir başka deyişle, devrimci lider, yakın çevre içindeki toplayıcılık ve bütünleştiriciliği, ancak kendisine ters düşen grup üyelerinin tasfiyesi ile olanaklı duruma getirmiştir. Bunun en belirgin kanıtı, Atatürk'ün yakın çevresiyle hesaplaştığı Büyük Nutuk'udur (Kongar, 1977-b ). Daha ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi, Büyük Nutuk, hem bir tarih belgesi, hem de Atatürk'ün yakın çevresiyle bir hesaplaşmasıdır. |
Mustafa Kemal ve Aydınlar İkinci olarak dikkate alınması gereken nokta, Mustafa Kemal'in yola çıkarken, toplumun geniş halk kitlelerine ve siyasal-toplumsal düzenine ters de gelse, --alt grup kültürü--nden etkilenmiş ve bu grubun temsilcisi olarak davranmış bulunmasıdır: Bu --alt grup kültürü-- o dönemde, tarihsel bir birikimi yansıtan bir biçimde --münevverler--in ve ordunun, İmparatorluğu kurtarmak için bulduğu --Batılılık-- reçetesi ile simgeleniyordu. Her ne kadar, Mustafa Kemal'in --Batılılığı-- kendisinden önceki Batıcılardan; 1) Batı kuyrukçusu olmamak, ve 2) Toptancı olmak, konularında farklılıklar gösteriyorduysa da, yine de sosyal-psikolojik desteği, İmparatorluğun içindeki Batıcı gruptan aldığı bir gerçektir. Üstelik de Batıcı düşüncelerin, Batı etkisine en açık olan Harbiye'de odaklaştığı düşünülür ve Mustafa Kemal olayının, ordunun başat rol oynadığı bir Kurtuluş Savaşı biçiminde geliştiği hatırlanırsa, bu desteğin anlamı ve önemi açıkça ortaya çıkar. Üçüncü olarak dikkate alınması gereken nokta, Mustafa Kemal Atatürk'ün eylemi için yaptığımız çözümlemelerin, onun tüm yaşam ve eylemini kapsamasıdır. Oysa, bütün bu eylem süreci içinde Atatürk çeşitli görevler, işlevler ve roller yüklenmiştir. Üstelik bu eylemin belki vurucu niteliği 1919-1923 arasıdır ama, asıl uzun zaman 1923-1938 arasında geçirilmiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde de çözümlemelerin, Cumhurbaşkanlığı dönemindeki tutum ve davranışlara (sınırlı bir ölçüde de olsa) ağırlık vermesi olağandır. İşte bu üç öge birlikte düşünüldüğünde, Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimci niteliğiyle birleştirici, toplayıcı, toplumsal-duygusal liderlik işlevinin nasıl uzlaştığı daha iyi anlaşılabilir. Şimdi sosyal-psikoloji açısından, toplumsal-duygusal liderlik işlevinin yerine getirilmesindeki ilkeleri, Atatürk'ün eylemiyle karşılaştırmak ilginç olabilir. |
1) Grup Liderliği İlkeleri ve Atatürk Homans, bir grubun bütünlüğünü ve niteliklerini koruyucu liderliğin kuralları olarak onbir ilke saptamıştır (Homans, 1950:423-440). Lider Durumunu (yani liderliğini) Korumalıdır Mustafa Kemal Atatürk'e bu ilke açısından baktığımızda, sürekli olarak, bir lider gibi davrandığını ve tüm ilişkilerini liderliğini koruyacak biçimde düzenlediğini görüyoruz. Aslında kendisine, --Şef; asker mi, sivil mi olmalı?-- diye sorulan bir soruya: --Şef; şef olmalı. İster sivil, ister asker.-- yanıtını vermesi, bu konudaki bilincini yeterince vurgular sanırım (Banoğlu, 1955:42). Üstelik, kendisinin de Büyük Nutuk'ta vurguladığı gerçek, yakın çevresiyle hesaplaşması ve onları hem mantığın, hem de tarihin önünde, kendi liderliğiyle yargılaması değil midir? Lider, Grubun Kurallarına Uymalıdır. Böylece Daha Etkili Olur. Homans'ın saptadığı bu ilke, Mustafa Kemal'in liderliği açısından son derece ilginç bir denektaşı niteliğindedir. Her şeyden önce, --küçük grup dinamiği-- bakımından, Atatürk'ün kendi kurallarını kendisinin koyduğuna işaret etmeliyim. Bir başka deyişle, Atatürk, kendi grubu içinde kendi uyacağı kuralları kendisi saptayan bir liderdi. Grubun öteki üyeleri, ister istemez bu kurallar uyarlardı. Buna karşılık, toplumsal açıdan özellikle, toplumsal devrimleri birer birer uygulamaya aktarırken, toplumun nabzını sürekli elinde tutmuş, yerleşmiş gelenek ve görenekleri temsil edenlerle işbirliği yapmıştır. Böylece, bir yandan --devrimci kuralları-- kendi grubu içinde dikte ederken, öte yandan, büyük grubun kurallarını dikkate almış ve toplumsal boyutta kural değişikliğine giderken yine mevcut güç dengesinden yararlanmıştır. Bu tutumun örnekleri, Dürrizade'nin fetvasına karşılık, Anadolu ulemasından aldığı karşı fetva, şapka devriminde Diyanet İşleri Başkanı'nı ikna ederek, ilk şapkayı ona da giydirmesi, Padişah'ın mutemet adamı Fevzi Paşa'yı ikna ederek, sürekli yanında tutması gibi olaylardır. Bu konuda çok aydınlatıcı bir bilgiyi yine Falih Rıfkı'da görüyoruz: |
--Fevzi Çakmak, devletin ve görevinin adamıydı. Muhafazakardı: Devrimlerden hiçbirinin taraflısı olmadığını bilirdik. Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrılıncaya kadar eski yazıyı kullanmıştır. Atatürk, bellibaşlı devrim kararlarını verdikten sonra bir defa pek sevdiği Diyanet İşleri Reisi Hoca Rıfat Ffendi'yi çağırıp, onu tatlı dille kandırır, sonra: --Şimdi Mareşal'e gidelim-- derdi. Biri camilerin ve hocaların, biri ordunun başıydı.-- (Atay, 1969:208-209). Açıkça görüldüğü gibi, mevcut kurallar açısından, küçük gruba tam egemen, büyük grubu ise yönlendirmekte pek ustaydı. Sanırım, devrimcilik ile mevcut yapının değerler sistemini, kendi doğrultusunda en iyi uzlaştıran tarihsel kişiliği son derece özgündür. Lider, Liderliğinin Sorumluluklarını Yerine Getirmelidir. Grup, kendisinden lider olarak ne gibi roller bekliyorsa, onların tümüne uymalıdır. Yoksa, grubun güvenini, dolayısıyla liderliğini yitirir. Bu ilke, Mustafa Kemal için tartışılmaz bir gerçeği vurgular. Daha önceki bölümlerde de belirttiğim gibi, Atatürk, bırakınız mevcut sorumluluklarını, sürekli olarak, sorumluluk alanını genişletmek için çaba harcamış bir liderdi. Pek doğal olarak, bu davranışını --küçük grup-- içinde de görüyoruz. Sofrasında olup bitenlerin ciltler dolusu anı yaratmış olması bile, bu ilkenin nasıl uygulandığının küçük bir belirtisidir. Bu anılarda göze çarpan ortak nokta, hangi işin sorumlusu bulunuyorsa, (örneğin, Kurtuluş Savaşı ya da Cumhuriyet Türkiye'sinin yeni atılımları) o sorumlulukla ilgili tartışma ve konuşmaların sofraya egemen olmasıdır. Lider, Emir Verirken, Kurulmuş Olan İletişim Kanallarını Kullanmalıdır. Böylece Daha Etkili Olur. |
Bu ilke açısından da kendi çevresi bakımından farklı, toplum açısından farklı değerlendirmeler yapmak olanaklıdır. Bir kez, kendi yakın çevresini kendi yapan, dolayısıyla ona egemen bir lider olarak, hiç kuşkusuz, iletişim kanallarını da Atatürk kurmuş ve kullanmıştır. Toplum açısından ise, devrimci eylemi sırasında da, topluma egemen olduktan sonra da geleneksel, yasal ve meşru kanalları kullanmaya özen gösterdiğini söyleyebiliriz. Örneğin, Samsun'a ayak basarken, cebinde yöredeki sivil ve asker bütün görevlilere emir verme yetkisini taşıyan bir belge vardı. Bu belge, sonradan kendisine başkaldıracağı (ve hiç kuşkusuz, daha o zaman başkaldırmaya karar verdiği) Padişah'ın bürokrasisinden alınmıştır. Olaylara yakından baktığımızda, bu belgeyi almak için oldukça uğraştığını ve birçok yakın arkadaşından bu konuda yardım aldığını görüyoruz. Çok sonraları, gerek Meclisle çalışmaya başladıktan, gerekse Cumhuriyet'i kurup başına geçtikten sonra da hep yasal ve meşru kanalları kullandığı bilinen gerçekler arasındadır. Niçin böyle yapmasın ki? Padişah'ın hükümetinin yetkilerini bile kendi eylemi için kullanan bir büyük taktisyen, kendi kurduğu düzenin kanallarını zorlayarak, onu güçsüzleştirir mi? Mustafa Kemal Atatürk, kendi ürünlerine, herkesten çok özen göstermesi, Meclis olsun, Cumhuriyet olsun, hükümet olsun, onların üstüne herkesten çok titremesi gerektiğini bilen bir liderdi. Çünkü, liderliği ile, ürünleri iç içe geçmişti. Bu anlamda, toplumsal olarak da hem gücünü geleneksel yapıdan almış, hem de sonra, kendi kurduğu yapı ile bütünleşerek, gerek kendini, gerekse yapıyı daha sağlam temellere oturtmuştu. Lider, Boyun Eğilmeyecek Emirler Vermemelidir. Yoksa Liderliği Sarsılır. Homans'ın saptadığı bu beşinci ilkeyi ne denli bilinçle uygulamış olduğu insanı gerçekten şaşırtır. Bilindiği gibi, Atatürk'ün en önemli niteliği, gerçekçiliğidir. Bu gerçekçilik, yalnız toplumsal ve siyasal koşulların değerlendirilmesinde değil, kendi rolü açısından da son derece çarpıcıdır. Eski arkadaşlarından Asaf İlbay'ın aktardığı şu anı, durumu bütün çarpıcılığı ile ortaya koyar: --Ankara'da bir şölende; çok güzel düzenlenmiş olan köşkün salonlarında ve iyi düzenlenmiş bahçede çok güzel bir gece geçirdik. Cumhurbaşkanı, Nevzat (Tandoğan) Bey'e iltifat ediyor, bol ölçüde içki sunuyordu. Nevzat (Tandoğan) Bey içkiye karşı koyuyor ve Gazi'nin iltifatları ile kendinden geçmiş görünüyordu. Bir ara Gazi, İsmet Paşa'ya seslendi: --Vali olgun adama benziyor. İçki ya içilir ya hiç içilmez. Dimağı alkole dayanıklılık göstermeyenler, içkiden kaçınmalıdır.-- Ve hemen Nevzat (Tandoğan) Bey'e şu soruyu sordular: --Normal veya alkollü kafa ile verilen emirler hemen yapılmalı mıdır?-- --Emirleriniz koşula bağlı olmadan uygulanır Paşam..-- --Neden böyle oluyor?-- --Milletin temsilcisi, Devletin Başkanısınız, amiri mutlaksınız Paşam.-- --Hayır. Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapılmayacak emirler çıkmaz.-- (Arıburnu, 1976:48-49) . |
Emrinin yapılabilirliğini, Devlet Başkanlığından da, millet temsilciliğinden de üstün tutan bir lider, hiç kuşkusuz, gerçekçilik bakımından tarihte eşi ender görülen bir kişidir. Üstelik aynı lider, zamanında askerlerine: --Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!-- (Mustafa Kemal, 1955:17) diye emir verebilen bir komutandır. Lider, Toplumsal İlişkilerinde de, İzleyicilerine Liderlik Etmelidir. Böylece Liderliği Pekişir. Bütün toplumsal-duygusal ağırlıklı ilkelerde olduğu gibi, bu ilkede de --sofra-- yine işlevini görmek üzere ön plandadır. O dönemin Ankara'sı zaten toplumsal yaşamı olmayan bir kenttir (Nadi, 1955). Falih Rıfkı da uzun uzun, zaferden sonra, Ankara'nın sefaletini anlatır (Atay, 1969:349-370) .Durum o kadar acıklı, toplumsal yaşam o denli sönüktür ki, sefaretlerin yemeklerine çağrılanlarla, Çankaya'ya çağrılanlar çoğu zaman aynı kişiler olur ve çağrı tarihleri çakışınca, sefaretlerin masaları boş kalır. İşte bu ortam içinde, Atatürk'ün sofrası hemen hemen tek canlı merkezdir. Yine aynı dönemde, yıldızı parlayan Karpiç gibi yerlere uğramayı ise Atatürk ihmal etmez. Aslında bu ilke Atatürk'ün devrimciliğiyle en iyi çakışan ilkedir. Çünkü Atatürk, toplumsal ve kültürel devrimlerinin pek çoğunu, kendi güçlü liderliğine dayanarak yaptığından, zaten öncülük etmek zorunda kalmıştır. Bunun en tipik örneği, kadınlı erkekli, danslı, --alafranga-- balolar ve toplantılardır. Sürekli olarak, bu toplantılara öncülük etmiş, bu toplantılarda, karı-koca arasını bulmaktan tutun da, çift evlendirmeye dek hemen her etkinliği göstermiştir. Bu konuda şu satırlara bir bakmak, insana durumu hemen anlatabilir: |
--Gülcemal vapurunda verilen ilk deniz balosunda Gazi hiç fasıla vermeksizin bir saat onbeş dakika muhtelif bayanlarla dans etmek suretiyle o günün mukavemet rekorunu kırmıştı.-- (Banoğlu, 1954-b:79). Toplumsal ilişkilerde liderlik, onun devrim strateji ve taktiği içinde önemli bir yere sahipti. Hatta evlenmesi bile bu nedene bağlanabilir: Kadına toplumda layık olduğu yeri vermek, ulusal liderliğini bir kadınla paylaşarak, Batı türü toplum yaratırken, cinsler arası eşitliği de sağlamak (Ergin, 1978:31-33). Lider, Genel Olarak Bir Üyeyi Öteki Üyelerin Yanında Suçlamamalı, ya da Övmemelidir. Çünkü, Bu Yolla Grubun İç Dengesi Bozulabilir. İşte Atatürk'ün açık ve seçik, hiç uymadığı, hatta tam tersine davrandığı bir toplumsal-duygusal liderlik ilkesidir bu. Aslında, Homans'ın belirlediği toparlayıcı ve grubun bütünlüğünü sürdürücü ilkelerle Mustafa Kemal Atatürk'ün eylemi arasındaki fark, bu ilkenin çözümlenmesinde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır: Homans'ın saptadığı ilkeler, --genel doğrular--dır. Bir başka deyişle, küçük grup dinamiğinin evrensel kurallarını belirtir. Oysa, Atatürk, olağanüstü bir eylemin olağanüstü bir lideridir. Bu yüzden, insanları yönlendirmek açısından ne denli yetenekli olursa olsun, kurallarını kendi koyan bir liderin tutum ve davranışı içindedir. Buraya dek incelenen ilkeler, hep onun işine geldiği için ve işine geldiği biçimde uygulanmıştır. Mustafa Kemal'in uygulaması ile sosyal-psikolojik ilkelerin çakışması, onun liderlik yetenekleri yoluyla, eylem içinde el yordamıyla bulduğu taktiklerin gerçekçiliğinden doğar. İşte aynı gerçekçilik, devrimci bir lidere, yakın çevresine (genel olarak) boyun eğmek yerine, ona egemen olmak seçeneğini sunmuştur. --Genel olarak-- diye ayraç içinde belirttim, çünkü, Menemen olayında olduğu gibi, kimi olaylarda, özellikle Reisicumhur olduktan sonra, yakın çevresine boyun eğdiği de çok görülür. Yine de, özellikle insan sınama yeri olan --sofra--da özellikle belli düşünceleri ve eylemleri topluma şırınga etmeye hazırlanırken tümüyle devrimci bir liderdir. Tüm kişileri kendi eyleminde sınayan ve kullanmaya hazırlanan bir devrimci lider. Bu nedenle de yukarıdaki ilkenin tam tersini hemen hemen bütün yaşamı boyunca uygulamıştır. Çünkü amaç, kendi ezici gücünü de ortaya koyarak, yani insanları övüp yücelterek, ya da yerip eleştirerek --devrimci uygulamaları-- pekiştirmektir. Bu amaç, O'nun için o denli önemlidir ki, daha önce aktardığım Mektupçu Osman Ergin olayında olduğu gibi, sırf çevresine gösteri olsun diye, aslında beğendiği bir kişiyi bile sofrasından kovabilmekte, böylece örneğin, yazı devriminin önemini belirtmektedir. |
Lider, Bütün Durumu Dikkate Almalıdır. Grubun Bütünlüğü ve Uzlaşmaya Dayalı Dengesi Ancak Böyle Sağlanır. Atatürk, bütün eylemi boyunca kendi yakın hedefine inanmış ve bağlanmış kişiler arasındaki dengelere çok dikkat etmiş bir liderdir. Bir yandan yakın hedefine (ki bu hedefler çok ince bir hesap ve zamanlama ile saptanmıştır) karşı çıkanlarla amansız bir biçimde savaşırken, öte yandan buna katılanlar arasındaki sürtüşmeler ve uyuşmazlıklar açısından, hem iş görebilme ölçütüne göre değerlendirdiği insanlara görev vererek, hem de onlar arasındaki sorunları çözerek, aslında tam bir toparlayıcı rol oynuyordu; Örneğin, Rauf Bey ile İsmet Paşa arasındaki sürtüşmelerde, suikast sonrası İstiklal Mahkemesi ile, İsmet Paşa ve Falih Rıfkı arasındaki gerginliklerde, hep birleştirici ve sorun çözücü bir tutum içinde olmuş, fakat sorunları ve sürtüşmeleri çözmek uğruna, kafasına koyduğu işleri kendine göre uygun bulduğu kişilere yine de duraksamaksızın yaptırmıştır. Gerek küçük grubu, gerekse genel dengeleri içindeki Türk toplumu çerçevesinde nasıl davrandığını yine Falih Rıfkı'nın gözlemlerinden dinleyelim: --Metodu; halka daima iyimser görünmek, şevk vermek, onu her şeyin iyi gittiğine inandırmak, hükümet arkadaşlarına karşı ise en acı tenkitlerle kusurlarımızı ve zaaflarımızı sayıp dökmekti. Onun için her şeyi bilmek ister, meclisine gelenleri, söylediklerinden hoşlanmasa bile, eğer açıkça bir kötü niyet görmezse, dilediği gibi konuşturmak isterdi, dedikodu hapsine girmemek için bir usul de bulmuştu. Mesela hususi olarak kulağına ben sizin veya siz benim hakkımda şüphe uyandırıcı bir şey söylemişiz. Bir akşam ikimizi sanki tesadüf olarak buluşturur; mesela size: --Böyle duydum-- diye benim anlattıklarımı tekrar eder, sonra bana dönerek --Galiba siz söylemiştiniz-- derdi.-- (Atay, 1969:543). |
Yine de --grubun bütünlüğü-- kavramından, Atatürk'ün atılımlarını gerçekleştirmek için kendi oluşturduğu ve yönlendirdiği grubun yönetimini anlamamız gerektiğini belirtmeliyiz. O, olağan bir grup liderinin üstünde yetenek ve niteliklere sahip olmasının yanında, tüm topluma yönelik eylemler içinde olduğundan, --küçük grup-- hiçbir zaman bir araç niteliğinden daha önemli bir yere sahip olmamıştı Atatürk'ün yaşamında. Lider, Disiplin Sağlamak için, Disiplini Bozanlara Ceza Vermekten Çok, Grubun Kendini Disipline Edebileceği Ortamı Yaratmalıdır. Ödül ve Ceza Olarak, Grup Kurallarına Uygun Davranışlarda Bulunmalıdır. Bu ilke, Atatürk'ün liderliği açısından gereksizdir. Bu gereksizlik iki açıdan ortaya çıkar: Birinci olarak Atatürk, keramet sahibi bir lider (karizmatik lider) olarak o denli güçlüdür ki, kişisel varlığı bir küçük grup için başlı başına bir disiplin ögesidir. Bu yargı, hiç kuşkusuz, Cumhurbaşkanlığı dönemi için geçerlidir. Daha önceki dönemlerde ise, sürekli yer ve çevre değiştirdiği için, bu nitelik çok önemli değildir. Ancak, Olimpos birahanesindeki konuşma gibi, geleceğe yönelik düşleriyle arkadaşlarını etkileme çabası içinde, hiç kuşkusuz belli bir --sofra-- disiplinine ek olarak, --küçük grup-- disiplini de kurmuştur. Bu gerçeği, ilerde --örgüt-- bölümünde daha ayrıntılı olarak göreceğiz. Çünkü, ilk devrimci atılımları dönemi genellikle gizli örgütler oluşturmakla geçtiğinden, grup disiplini de en katı biçimiyle, kaçınılmaz olarak gündeme gelmiştir. Fakat burada, artık --gönüllü küçük grup-- kavramının ötesinde en sert kurallarla belirlenen --resmi örgütlenme--nin nitelikleri işin içine girmektedir. |
Lider, Dinlemesini Bilmelidir. Yalnızca Dinleyerek Bile Bazı Sorunların Çözüleceğini Unutmamalıdır. Sürekli kendini anlatarak çevresindekileri inandırmaya çalışan bir lider görünümüyle, dinleme, Mustafa Kemal Atatürk için çok kullanılan bir yöntem değil sanılabilir. Oysa, o, konuştuğu kadar dinler de. Çünkü dinlemenin erdemini, işlevini anlamıştır. Pek doğal olarak buradaki --dinleme-- salt grup dinamiği açısından bir işlev sahibi olarak düşünülemez. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal'in dinleme yeteneği, küçük grup dinamiği içinde olmaktan çok, (bütün öteki yeteneklerinde de olduğu gibi) devrimci eylem içinde toplum bağlamında geçerli bir özelliktir. Şimdi, bu yargıyı akılda tutarak aşağıdaki şu küçük alıntıya bakalım: 28 Kasım 1938'de, ölümünden kısa bir zaman sonra Noell Roger, Cumuhuriyet gazetesinde şöyle diyor: --Bir gün Atatürk'e kuvvetinin sırrını sordum: --Durur, dinlerim-- dedi. Sonra tekrar etti: --Dinlerim...-- Ve sustu.-- (Arıburnu, 1976:69). Buradaki --dinleme-- olayı hiç kuskusuz, geniş halk kesimlerini olduğu kadar, çevresindeki --küçük grubu-- da kapsayan bir yanıttır. Sonunda kendi bildiğini de yapsa, Atatürk, --dinleyen-- bir liderdi kuşkusuz. Hemen hemen bütün yakınları, her fırsatta herkesi dinlediği konusunda söz birliği etmektedirler. Aslında zaman zaman, nasıl olsa kendi bildiğini yapacağı kendisine anımsatılarak, niçin herkesi dinlediği ve zaman yitirdiği sorulduğunda, herkesten bir şeyler öğrendiğini söylemiştir. Fakat, buradaki yanıtın çok alçakgönüllü nitelik taşıdığı, asıl amacın, halkın nabzını elinde tutmak isteği olduğu düşünülebilir. |
Lider, Kendisini Tanımalıdır. Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri, kendi yetenek ve nitelikleri kadar, liderliğinin sınırlarını da bilmesidir. Bu ilkede sözü edilen --kendini tanıma-- hiç kuşkusuz, kendi özelliklerini bilme olduğu kadar, gücünü tartma ve kişisel özellikleriyle, çevresi arasındaki uyumu sağlama anlamına gelmektedir. Çağdaş sosyal-psikoloji, çok daha psikolojik anlamda olmakla birlikte, kendini, başkalarına göre daha iyi tanıyan bir insanın, ötekilere göre, bir üstünlük elde ettiğini bile söyler -- (Cüceloğlu, 1979:26-27). İşte bu konuda Mustafa Kemal'in gerçekçiliği hiç kuşkusuz, en önemli ögedir. Daha önce kendi karizmasını kendi ürettiği halde nasıl, bu keramet anlayışının dışında kaldığını belirtmiştim. Şimdi bütün liderlik özelliklerine karşın, yine de ne denli --kendini tanıdığını-- iki örnekle göstermek istiyorum: Birinci olayı Münir Hayri Egeli anlatmıştır: --Cumhuriyet paraları için bir müsabaka açılmıştı. Müsabakanın neticesinde, beğenilen para basılmış ve bir koleksiyon da Atatürk'e verilmişti. Fakat, bir liralık paraların arkasında ay-yıldız üzerine 100 rakamı gelmesine Atatürk fevkalade sinirlenmiş ve Maarif Müsteşarı rahmetli İhsan Sungu'ya emir vererek bu işi benim yapmamı istemişti. Acele iki örnek yaptım. Çankaya'ya götürdüm. Atatürk gördü, kısaca: --Muvafık-- emrini verdi. Ben, --Paşam biraz daha üzerinde çalışsam-- diyecek oldum. Sözümü kesti: --Kumandanlarla san'atkarlar zamanında ve yerinde durmasını bilmelidirler. Beni, istiklal mücadelesinden sonra büyük istilalara teşvik eden sesleri dinleseydim, netice hüsran olurdu. Bir sanatkar da bir kumandan gibidir. Bir eserinde muvaffakıyet derecesine ulaştığını hissettiği anda durmalıdır. Çünkü, o andan sonraki çalışmalar eserin aleyhine işler:-- -- (Banoğlu, 1954:31 ) . |
Belki de, para basımını bir an önce sağlamak için bulunmuş bir gerekçe içine yerleştirilmiş de olsa, Atatürk'ün söyledikleri, kendisini, yani çevre ile karşılaştırmalı olarak kendi yeteneklerini ne denli iyi bildiğini göstermektedir. Aslında, --kendini tanıma-- ilkesi hiç kuşkusuz, --kendi kişisel nitelik ve yeteneklerini bilme ve çevre ile ilişkilerde buna göre davranma-- biçiminde algılanabilir. Bu noktada, Atatürk'ün içkiye karşı tutumu ve kendi gerçekçi davranışı, yani olayı saklamaya çalışmak yerine, tam tersine, toplumsal ve kurumsal bir niteliğe dönüştürmek başarısı, Homans'ın onbirinci ilkesinin kişisel açıdan ele alınışındaki başarıyı gösterebilir. Burada ikinci olarak belirtmek istediğim , --kişisel niteliklerin, çevre koşullarıyla karşılıklı değerlendirilmesi-- ilkesini daha iyi açıklayacak bir olaydır. Olayı, O'nun çevresinde tuttuğu İsmail Habip Sevük anlatmaktadır. Her ne kadar, ancak son --millet-- --milletim-- bölümü, benim belirtmek istediğim örnek ise de, özellikle evliliğine ilişkin verilerden dolayı, tüm öyküyü; kısaltmadan aktarıyorum. Böylece, o dönemin ve liderin havası da daha gerçekçi olarak algılanabilir. Öykünün adı --Birinci Büyük Millet Meclisinde Mustafa Kemal --Milletim-- Diyemiyor.-- : --Konya'dayken; Mevlevihanede verilen akşam ziyafetinde --Postnişin--in büyük kızı da sofradaydı. Gazi'nin refikasıyla beraber haremsiz ve selamlıksız bir sofra. Latife Hanım Avrupalı büyük isimlere istinaden kadınlık hakkında güzel sözler söylüyordu. --Kant demiş ki: Kadının en büyük süsü, fazilettir--, --Dekart demiş ki...-- Ben de Fırsattan istifade, Gazi'ye bakarak dedim ki: --Hanımefendinin bu gibi fikirlerini millete de bildirmek için bir mülakat yapmak ne kadar faydalı olacak.-- |
Seyahatte refikasının meziyetlerini meydana çıkaracak fırsatlar zuhurundan çok memnun kaldığına müteaddit kereler şahit olmuştuk. Herhangi bir vesile ile mesela, --Bayron'dan bir şiir okusana Latife, manasını anlamıyoruz ama, ahengi hoşa gidiyor-- der ve tannan bir sesle ezbere okunan şiirden sonra ilave eder: --Bir de Hügo'dan oku da, bari manasını da anlayalım.-- Bir gazinoda Yunan esirleriyle konuşmasına dahi refikası tercümanlık yapınca: --Bizim hanım nasılmış?-- der gibi gözlerinin öğünüşlü ışıklarıyla bize bakmıştı! Benim şimdi mülakat hakkındaki arzuma da derhal müspet cevap verdi: --Ben razıyım, eğer kendisi de razı ise...-- Latife Hanım: --Şimdiye kadar-- diyor, --hiçbir gazeteciye mülakat vermedim, fakat...-- Nazikane bir cemile yaparak: --Fakat İsmail Habib başka.-- Mülakatın zamanı da takarrür etti. Ankara'ya, döndükten iki gün sonra Çankaya Köşkü'nde çaya davet edileceğim. --Hem çay içer, hem konuşuruz-- diyor ve ilave ediyor : --Siz ayrıca zahmet etmeyin, ben size otomobil de gönderirim.-- Hakikaten Ankara'ya geldiğimizin ikinci günü ve ikindi üstüydü, ben Meclisteydim, bir iki saat evvel, küçük mesaj odasında Gazi'ye nutuklarından birini okumuştum. Koridorda dolaşırken şoför yanıma geldi, bir gün evvel de Çankaya'ya götürdüğü için beni tanıyor: --Buyrun, Hanımefendi otomobili gönderdi.-- --Peki, geliyorum.-- Gazi'den tekrar izin istemeye hacet yoktur, izin dört beş gün evvel Konya'dayken verilmişti. Öyleyken madem ki şimdi buradadır , kendisine ihtiyaten haber vereyim dedim. İyi ki haber vermişim, iyi ki... |
İçeri girip de meseleyi söyleyince masadaki evrakın yanında duran kalınca bir zarfı, sanki ben onun içinde ne olduğunu biliyormuşum gibi, eliyle işaret ederek: --Bırak be çocuğum,-- dedi, --baksana ne propagandalar yapıyorlar; seyahatte alınmış fotoğraflarımızı büyülterek, karısını açık gezdiriyor diye en ücra yerlere kadar dağıtmışlar. Her şeyden evvel kız gibi bir Meclis yapalım da ondan sonra istediğiniz gibi yazınız.-- --Demek Meclis feshediliyor?-- dedim. --Nerden biliyorsun?-- der gibi yüzüme baktı. --Kız gibi bir Meclis yapalım buyurdunuz da.-- O sözü ağzından kaçırdığına hiç pişman olmamış görünen bir tavırla: --Hayır,-- diyor, --Meclis fesholunmuyor. Olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdidi intihaba karar verecek!-- Ve arkasından tembih ediyor: --Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin ha.-- Vakıa hanımefendiye mülakat suya düşmüştü, fakat ona mukabil kazancım kat kat fazla. İçimde kendisine büyük bir sır tevdi edilmiş insanların kendini başkalaşmış gibi gören uğultulu dolgunluğu var. Sokakta dudaklarımı kapıyorum! |
Şef'in Meclis'e karşı kırgınlığı!.. Bunu gösteren o hadiseye demin bir iki saat önce kendisine nutku okurken geçen şu hazin hadiseciği de ilave ediniz: Yanında Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun Umumi Katipliğini yapan Recep Bey (Peker) de vardı. Okuduğum nutukta birkaç kere --milletim, milletimiz-- kelimeleri geçiyor. O kelimelerin her tekerrüründe Gazi'yle Pecep Bey birbirlerine bakıyorlar. Nihayet nutuk bitince, dedi ki: --Hepsi iyi, yalnız --milletim-- kelimelerini --millet-- diye düzeltiniz!-- Benim hayretle baktığımı görünce sebebini izah ediyor: --Sen bu Meclis'i bilmezsin; --milletim-- kelimesinden --millet onun mu?-- manasını çıkarırlar!-- --İyi ama,-- diyorum, --bizler bile --ah milletim; vah milletim-- der, dururuz!-- --Sizler dersiniz, herkes der, ben diyemem!-- Ajansla neşredilen nutukta, o --milletimin, milletimiz-- kelimeleri hep --millet-- diye çıktı. Bütün bir milleti kurtaran, --milletim-- diyemiyor! -- (Banoğlu, 1954-b:14-15) . Bu anıda iki nokta dikkati çekmektedir: Birincisi, eşi ile birlikteki davranışlarına bile dikkat etmekte, kamuoyunun ters tepkisinden dolayı, bu davranışlara sınırlamalar getirmektedir. İkinci olarak da, yenilemeye karar verdiği Meclis karşısında bile, bir nutuktaki kelimelere gelecek tepkileri dahi hesaba katıyor ve buna göre düzeltmeler yaptırıyor. Aslında, --kendini bilmek ve tanımak-- grup bağlamından toplum bağlamına kaydırıldığı zaman, belki de en iyi biçimde --kendi kerametine kendisinin inanmaması ve gücünü gerçekçi olarak kullanması-- biçiminde yeniden söylenebilir. |
2) Grup Dinamiği Çözümlemelerinin Katkıları ve Sınırlılıkları Grup içi liderlik ilkelerinin çözümlenmesini bitirirken, daha önce değindiğim bir sakıncayı bir kez daha belirtmek istiyorum. Bilindiği gibi, Mustafa Kemal Atatürk, bir toplumsal liderdir. Ayrıca, devrimlerini de tüm toplumsal bağlam içinde gerçekleştirmiştir. Üstelik de gerçekten --olağanüstü-- denilebilecek niteliklere sahiptir. İşte bütün bu nedenlerden dolayı, onun eylemini salt sosyal-psikolojik açıdan irdelemek çok anlamlı değildir. Burada bu çözümlemelere gitmemin iki nedeni var: Birinci neden, toplumsal bağlamda, konuyu yeterince irdelemiş olmak. Bir başka deyişle, grup bağlamı içinde ele alınan olayın, toplumsal niteliğini dışarıda bırakmamış, tam tersine olayı önce toplumsal çerçeveye oturtmuş olmak. İkinci olarak da, Atatürk'ün liderlik davranışlarını, çağdaş bir bilim dalının, sosyal-psikolojinin bulgularına göre de denektaşına vurmanın ve sonuçlarını görmenin çekiciliğinden kurtulamamak. Görüldüğü gibi, bu irdelemelerim, bize gerek Mustafa Kemal Atatürk, gerekse onun eylemi hakkında, bilimin nesnel ilkelerine göre, önemli ipuçları vermiştir: Bir büyük devrimcinin birçok yeteneği yanında, grup dinamiğini, grup psikolojisini ve toplum psikolojisini de en iyi kullanma özelliğinin bulunduğunu, bu çözümlemelerimiz sonunda anlamış bulunuyoruz. |
Sanırım, bu noktada, onun gerçekçilik ve mükemmel zamanlama diye adlandırılabilecek niteliklerine ek olarak, --taktik-- açıdan bir başka niteliğini daha vurgulamak gerekmektedir: Bu da, çevresindeki insanları yakın hedeflere ve uzak amaca göre en mükemmel biçimde yönlendirme yeteneğidir. --İnsan kullanma-- ya da --insanlardan en verimli yerlerde ve en etkin biçimde yararlanma-- diye niteleyebileceğimiz bu yetenek, hiç kuşkusuz, onun en önemli liderlik özelliklerinden biridir ve devrimci eylemindeki başarısını önemli ölçüde etkilemiştir. Tam bu noktada, okuyucuyu, sosyal-psikolojinin makro-toplumbilim bakımından hazırladığı tuzaklardan korumak isterim. Sanılmasın ki, Mustafa Kemal Atatürk'ün başarısı, insan ilişkilerinin becerikliliğinden ya da grup dinamiğine göre başarılı liderlik özellikleri olmasından gelir. Hayır, onun başarısı, genel toplumsal ve siyasal koşulları, hem ülke, hem de dünya çerçevesinde doğru değerlendirmesinden ve tarihsel olarak, kafasındaki çözümlerin gerçekleştiriimesine uygun olan bir ortamda ve zamanda ortaya çıkmış olmasından gelir. Bir başka deyişle, Atatürk'ün ortaya çıkması, siyasal ve toplumbilimsel koşullara bağlıdır. Mustafa Kemal'in, Atatürk'e dönüşmesi ise, önemli ölçüde sosyal-psikolojik ögelerden etkilenir. İşte bu açıdan, sosyal-psikolojik ögelerle, siyasal ve toplumsal ögelerin çözümleme düzeylerindeki farka bir kez daha dikkati çekmek isterim. Siyasal ve toplumsal ögeler, toplumsal liderliği, toplumsal değişmeyi açıklamakta işlevsel olur. Buna karşılık, sosyal-psikolojik ögeler, ancak grup içi etkileşimler ve kişilerarası ilişkilerde aydınlatıcıdır. Bu nedenle diyorum ki: 1920'lerde bir Atatürk'ün çıkması siyasal ve toplumsal, Selanik'te 1881'de doğan küçük Mustafa'nın bu görevi ve işlevi yüklenmesi ise sosyal-psikolojik biçimde açıklanabilir. Yine bu nedenledir ki, siyasal ve toplumbilimsel çözümlemeler olmadan, Atatürk'ü sosyal-psikolojik ögeler çerçevesinde açıklamak eksik, bu yüzden de yanlış olur. Sosyal-psikolojik ögelere göre yapılan irdelemelerin, stratejisi tarihe ve topluma uygun düşen bir liderin, taktikler açısından da güçlü olmasının zorunluluğunu vurgulamanın ötesinde bir anlamı yoktur. ::::::::::::::::::: |
ÖRGÜT Bağlantısız bir düzende ordan oraya Koştukça artıyordu yalnızlığım Bir dinothorium'un gözünden baktım Kendime-Ne çılgınlık!- yabancı ve uzak MELİH CEVDET ANDAY, --Kolları Bağlı Odyseus--dan. Örgüt; devrimci için, vazgeçilmez bir araçtır. Düşünceler, onunla yaygınlaştırılır. Eylem, onunla gerçekleştirilir. Gerek düşünce, gerekse eylem planında insanlar onunla kazanılır. Hatta lider, onunla lider olur. Düşünce etkinliği düzeyinde örgüt, --stratejik-- bir anlam ve önem kazanır. Eylem planında ise, örgütün önemi --taktik-- açıdan ortaya çıkar. Aslında gerek insan yapısı, gerekse bir devrimin uygulanışında --strateji ve taktik-- makro planda ne ölçüde birbirinden soyutlanamaz ve ayrılamazsa, mikro açıdan da ayrı düşünülmeleri o denli gereklidir. Bir başka deyişle, devrim de aynen insan ve toplum gibi karmaşık bir bütündür. Bu nedenle, --strateji ve taktik-- devrimin bütün öteki ögeleri gibi birbirinden ayrılamaz. Öte yandan her uygulama gibi devrim de bir süreçtir. Bütün süreçler gibi, ard arda belli bir mantıkla ve belli bir zamanlamayla sıralanmış olan eylemlerden oluşur. Süreci oluşturan bu eylemler açısından insan ögesi de, strateji ve taktik olarak uygulama ögeleri de tek tek, birbirine karşılıklı bağımlı olmakla birlikte, zamanlama ve uygulama mantığı içinde ayrı ayrı düşünülmek zorundadır. İnsan vardır, düşünce üretir, kaba kuvvetten nefret eder. İnsan vardır, kaba kuvvetten başka bir şey bilmez. Eylem vardır, parlamenter taktiklerin en ince hesaplarına dayanır. Eylem vardır, kaba kuvvete dayalıdır. Kimi zaman, yaşamın karmaşıklığı içinde, bu ayrı ayrı ele alınan ögeler birleşirler de. Ama yine de, mantık ve eylem düzeyinde soyut biçimde ele alınmaları, ince zamanlamaya dayalı çözümlemelere konu olmaları bakımından zorunludur. |
Strateji ve Taktik Örneğin, ünlü yazar Malaparte, kesinlikle strateji ve taktik ayırımı yapar: --Bu belki tehlikeli bir görüştür ama, yalnız ihtilal konusunda stratejinin önemini mübalağa edenler tarafından keyfi sayılacaktır. Asıl önemli olan, ihtilal taktiği, hükümet darbesi tekniğidir. Komünist ihtilalinde Lenin'in stratejisi, ihtilal taktiğinin uygulanması için elzem bir hazırlık teşkil etmez. Kendi başına devletin ele geçirilmesi sonucuna götürülemez. İtalya'da 1919 ve 1920 yılları zarfında Lenin stratejisi tam olarak uygulanmıştı ve İtalya bu devirde gerçekten Avrupa'nın komünist ihtilali için en olgun ülkesiydi. Hükümet darbesi için her şey hazırdı. Fakat İtalyan komünistleri, ülkenin ihtilale elverişli durumunun, proleter kitlelerindeki ayaklanma ateşinin, genel grev salgınının, ekonomik ve politik hayatın felce uğramış olmasının, fabrikaların işçiler ve toprakların köylüler tarafından işgal edilmiş bulunmasının, ordunun ve polis teşkilatının düzensizliğinin, kırtasiyeciliğin, adliyenin gevşekliğinin, burjuvazinin gösterdiği tevekkülün ve hükümetin içinde bulunduğu çaresizliğin, iktidarı işçilerin eline geçirmeye yeteceğini sanıyorlardı. Parlamento solcu partilerin elindeydi. Faaliyeti, sendika teşekküllerinin ihtilalci faaliyetini destekliyordu. Eksik olan iktidarı ele geçirme iradesi değil, ihtilal taktiği bilgisiydi. İhtilal strateji içinde yıpranıyordu. Bu strateji nihai saldırının hazırlanmasıydı; fakat hiç kimse saldırının nasıl başlayacağını, nasıl yürütüleceğini bilmiyordu. Neticede monarşi (o devirde sosyalist monarşi adı verilmişti) ihtilalci saldırı için ciddi bir engel olarak görüldü. Parlamentodaki solcu çoğunluk parlamento dışında ve hatta parlamentoya karşı bir iktidar gasbı tehlikesi yaratan sendika faaliyetinden endişe duyuyordu. Sendika teşekkülleri, proleter ihtilalini küçük burjuvazi lehine bir kabine değişikliği haline getirmek eğilimini gösteren parlamenter faaliyetten çekinmekteydi. Hükümet darbesini nasıl düzenlemeli? 1919 ve 1920 yılları zarfında mesele buydu; ve yalnız İtalya'da değil, hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkelerinde, komünistler diyordu Troçki, Ekim 1917 dersinden faydalanmasını bilmiyorlar ki, bu, bir ihtilal stratejisi dersi değil, bir ayaklanma taktiği dersidir.-- (Malaparte, 1966:29-30). |
Hem Türkiye'de Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı'nı örgütlediği yıllarda İtalya'da neler olup bittiğini anlatması, hem de 1970'li yıllarda Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarla 1920 İtalya'sının karşılaştırılmasına ve İtalya'nın bugün vardığı sonuçla, Türkiye'nin nereye varacağının bir açıdan irdelenmesine olanak sağlaması bakımından çok ilginç satırlar bunlar. Öyle sanıyorum ki, arada bir faşist kazaya uğramasına karşın, İtalya'nın bugün hala çözümlerini demokrasi içinde oluşturmaya çalışması -ki betimlenen durumdan altmış yıl geçmiştir- Türkiye açısından önemli dersleri içermektedir. Üstelik, tarihsel birikimin doğal evrimi sonunda 1920'lerde bu noktaya gelen İtalya'ya karşılık, Anadolu, Mustafa Kemal Atatürk'ün elinde önemli tarihsel sıçramalar da yapmıştır. Konumuz, Türkiye ile İtalya'nın karşılaştırılması olmayıp, örgüt ögesinin strateji ve taktik içindeki yerinin saptanmasıdır. Bu nedenle bu çok verimli ve aydınlatıcı olabilecek tartışmayı burada kesiyorum. Malaparte, bütün modelini, strateji ile taktiğin ayırımı üzerine kurmuştur. Bu nedenle de Rusya'daki komünist devrimin uygulamasını Lenin ile Troçki arasındaki görev ve işlev farklılığı açısından inceler. Malaparte'a göre, --Lenin ihtilalin stratejisti, ideoloğu, kışkırtıcısı, --gökten inmiş tanrısı--dır, fakat bolşevik hükümet darbesi tekniğinin yaratıcısı, Troçki'dir.-- (1966:27). Bir Strateji ve Taktik Ustası Olarak Mustafa Kemal Şimdi bu açıdan, Mustafa Kemal Atatürk'ün eylemini ve örgüt ögesini nasıl kullandığına bakarsak, ortaya çok ilginç bir görünüm çıkmaktadır: Mustafa Kemal Atatürk, kendi devriminin hem --strateji-- yani stratejiyi saptayan ve uygulayan lideri, hem de --taktisyen--i, yani devlet aygıtına el koyma --harekat--ını planlayan ve uygulayan kişisidir. Bu anlamda onun Türk Devrimi içindeki yerini ve rolünü, Rus Devrimi içinde Lenin ve Troçki tarafından ayrı ayrı paylaşılan işlev ve rollerin bütünü ve toplamı olarak tanımlayabiliriz. |
Mustafa Kemal'in örgütleri kullanması da, bu ikili rolüne ve işlevine uygun olmuştur. Her ne kadar, taktik sorunlar ön planda ise de, açıkça göreceğimiz gibi, Atatürk, birlikte çalıştığı örgütleri, genel stratejisi içinde de başarıyla kullanmıştır. Aslında, strateji ve taktik, Malaparte'ın yaptığı gibi, kolaylıkla birbirinden ayrılabilecek ögeler değildir. Özellikle bir devrim süreci içinde hangi olayın taktik, hangi olayın strateji gereği olduğu çok kolay saptanamaz. Bu yüzden, yapılan çözümlemelerin sağlığı açısından kullanılan terimlerin iyi belirlenmeleri gerekmektedir. Duverger, konuya ilginç bir biçimde yaklaşıyor : --Bütün karmaşık savaşlarda olduğu gibi, politika savaşında da her bir taraf az-çok önceden tasarlayıp tertiplediği bir plana göre hareket eder. Bunda da yalnız kendi hücumlarını değil, hasmın karşılıklarını ve bunların nasıl önleneceklerini de öngörür. Bu savaş planı bir strateji teşkil eder: Bunu meydana getiren (hasmın üzerindeki hareket ve faaliyetlerle onun tepkilerine karşılıklar gibi) çeşitli unsurlar, taktiklerdir.-- (Duverger, 1971:167). Aynı konuda, Atatürk'ün bir soruya yanıt olarak söylediği şu sözlerle Duverger'nin tanımı arasındaki benzerlik çok şaşırtıcıdır: --Ben bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı iş kendi kendine yürür.-- (Banoğlu, 1954:43). |
Bu açıdan Mustafa Kemal Atatürk'ün yaşamına baktığımızda, örgüt açısından beş dönem görürüz: Birinci dönem --Vatan ve Hürriyet--, ikinci dönem --İttihat ve Terakki-- dönemidir. Üçüncü dönem --Müdafaa-i Hukuk-- dönemidir. Dördüncü dönem --Türkiye Büyük Millet Meclisi-- dönemi, beşinci dönem ise --Cumhuriyet Halk Partisi (Halk Fırkası) -- dönemidir. ::::::::::::::::::: I-) BİRİNCİ DÖNEM: --VATAN VE HÜRRİYET-- Atatürk'ün ilk dönem örgütçülüğü tam bir arayışı simgeler: İmparatorluk batmakta, kendisinin de içinde bulunduğu bir gruba, asker bürokratlara, bu batışı durdurma görevi düşmektedir. Bu görev nasıl yerine getirilecektir? Hem lider niteliklerinden, hem de Harbiye'de ve Erkanıharbiye'de gördüğü eğitimden dolayı yapılacak ilk işin bir örgüt kurmak olduğunu bilmektedir Mustafa Kemal. Bu örgütün amaçlarını ise, Suriye'de attığı temeli, Makedonya'da geliştirmek için yakın arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şöyle özetlediğini, üzerine yemin edilen tabancanın sahibi Hüsrev Sami Kızıldoğan aşağıdaki satırlarla anlatıyor: |
--Arkadaşlar! Bu gece sizleri burada toplamaktan amacım şudur: Memleketin yaşadığı korkunç anları size söylemeye gerek görmüyorum. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Bu mutsuz memlekete karşı önemli görevlerimiz vardır. Onu kurtarmak tek amacımızdır. Makedonya'yı ve bütün Rumeli yöresini vatan topluluğundan ayırmak istiyorlar. Memlekete yabancının söz geçirme egemenliği kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah, zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığa katlanabilecek iğrenç bir kişidir. Millet, kıyıcılık ve zorbalık altında yok oluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çökme vardır. Her ilerlemenin ve kuruluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye'de bir dernek kurdum. Zorbalıkla savaşmaya başladık. Buraya da bu derneğin temelini atmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve örgütü genişletmek zorunludur. Sizden fedakarlık bekliyorum. Ezici bir zorbalığa karşı ancak ihtilal ile karşılık vermek ve köhneleşmiş olan çürük yönetimi yıkmak, milleti egemen kılmak, özet olarak vatanı kurtarmak için sizi göreve davet ediyorum.-- (Arıburnu, 1976:287) . Hüsrev Sami Kızıldoğan tarafından ve olaydan yıllar sonra aktarılan bu sözlerin tam bir kesinlikten çok, ancak konuşmanın havasını ve genel anlamını yansıttığı kuşkusuzdur. Bu sözlere baktığımızda --hürriyet için devrimci-- örgüt kurulduğu ve bunun düşmanla birlikte, Padişah'a karşı savaşacağı anlaşılmaktadır. Böylece, Mustafa Kemal daha kendini savaş alanlarında bile kanıtlamadan, profesyonel devrimciliğe başlamış oluyor. Bu arada, okulda, çıkardıkları gazete ve bunun için bir yönetim kurulu oluşturmuş oldukları da hatırlanırsa, devrimciliğin birinci koşulunun --örgüt-- kurmak olduğu konusundaki inancı ortaya çıkar. |
İlk Devrimci Örgütün Kuruluşu Örgütün kuruluşu da çok ilginçtir. Kendi yazdırdığına göre öykü şöyle gelişir: --Bir gece Mustafa Kemal, Müfit ve Lütfi, Tüccar Mustafa'nın evine gidiyorlar. Şam'ın çıkmaz karanlık bir sokağında, bir evin kapısını çalıyorlar. Tüccar Mustafa, elinde bir lamba ile kapıyı açıyor, --Buyurunuz-- diyor. Şam'da dünya karanlıktır; bu ev de karanlıktır. O gece yalnız Doktor veya Tüccar Mustafa'nın elindeki lamba ışık vermektedir. Toplantı, Doktor veya Tüccar Mustafa'nın evinin bir odasında oluyor. --İhtilal yapmalı, inkılap yapmalı.-- Bunu söyleyen Doktor veya Tüccar Mustafa'dır; devam ediyor: --Ben Tıbbiye'nin son sınıfındayken bu emeli takip ettiğim için, evvela Mehterhane'de yattım, sonra sürüldüm. Çok kıymetli arkadaşlarımız vardır, inkılabı yapmalıyız.-- Müfit ayağa kalkarak bağırıyor: --Behemehal yapmalıyız!-- Bu kadar ciddiyet ve kat'iyet karşısında Lütfi Bey: --Ben,-- diyor, --çoluk çocuk sahibiyim, size tabi olurum, fakat benden bir şey beklemeyiniz.-- O dakikaya kadar, arkadaşlarını sadece dinleyen Mustafa Kemal: --O halde-- diyor, --siz buradan derhal gidiniz; bizim bundan sonra konuşacağımız şeyleri sizin dinlemeniz caiz değildir.-- (Afetinan, 1968:51). Böylece --örgüt!-- kuruluyor ve adı da konuvor: Vatan ve Hürriyet. Aslında, Mustafa Kemal'den başka iki dostu ve bir yabancı ile kurulan ve dostlardan birinin de daha işin başında toplantıyı bırakıp gittiği bu üç kişilik örgüt ne denli etkin ve önemlidir, ciddi bir biçimde düşünülmek gerekir. Fakat önemli olan, sonunda başarıya ulaşmış bir devrimcinin attığı ilk adımlardır. Nitekim, bu öyküyü, devrimci eyleminin çekirdeği olarak, bizzat Mustafa Kemal yazdırmıştır. Hiç kuşkusuz, başarılı bir devrimci olmasaydı, bu olay, tarihteki binlerce sonuçsuz devrim girişimi gibi, üç kişinin rüya aleminde yitip gidecekti. |
İşin ilginç yanı, Mustafa Kemal'in işi o zamandan da çok ciddiye almış olmasıdır. Sonradan Afetinan'a bunları yazdırırken, --Vatan ve Hürriyet-- terimlerini de açıklamak gereğini duymuş ve şunları söylemiştir: --Ancak hür fikirlere sahip olan insanlar vatanlarına faydalı olabilirler ve onlardır ki vatanlarını kurtarıp muhafaza etme kudretine malik olurlar.-- (Afetinan, 1968:51 ) . Kurucular az da olsa, Mustafa Kemal açısından önemli olanın işe başlamak ve bunu kendi liderliğinde gerçekleştirmek olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Şam'daki çok cılız ve pek de cesaret verici olmayan başlangıçtan sonra, Mustafa Kemal, örgütü genişletme ve geliştirme çabalarına başlar. Örneğin, gizlice Selanik'e geçer ve oradaki arkadaşlarıyla ilişki kurarak (gizli örgütün bir şubesini orada oluşturmaya çalışır. Yukarıda anlattığım konuşmayı yaptığı toplantıda kurar da. Mustafa Kemal'in bu --gizli devrimci örgüt-- işini çok ciddiye aldığını gösteren bir başka olay, Selanik'e gelmek için kaçak ve gizli bir biçimde yola çıkmış olması, Selanik'te kalabilmek için gerekli izni ise, çok zor alabilmesine karşın, --örgüt--ü uğruna bütün bunlara katlanmasıdır. |
Devrimde Örgütün Önemi Selanik'te yapılan toplantıda da çok kalabalık yoktur . Ev sahibi Hakkı Baha, eski sınıf arkadaşı hatip Ömer Naci, Mustafa Necip ve Hüsrev Sami Kızıldoğan. Bu kişiler belki küçük, fakat nitelikli bir çekirdek oluşturmaktadırlar. Örneğin, Ömer Naci, o büyük hitabet gücü ile kalkar ve Mustafa Kemal'e güzel bir yanıt verir. İşte Mustafa Kemal'in --örgüt-- anlayışı ve devrim stratejisi içinde --örgüt--e verdiği önem, Ömer Naci'nin konuşması üzerine yeniden söz aldığı zaman iyice belirlenir: --... Gerçi bundan evvel birçok girişimler yapılmıştır. Fakat onlar başarılı olamadılar. Çünkü, örgütsüz işe başladılar. Kuracağımız örgüt ile bir gün kesin olarak ve ne olursa olsun başaracağız. Vatanı, milleti kurtaracağız! -- (Arıburnu, 1976:288) . İşin ilginç yanı, bir süre sonra, --gizli örgüt--ün kurucularından olan, hatta kurucular arasında en ateşli görünen Tüccar ya da Doktor Mustafa da örgütten ayrılmak istiyor. --Ben bu işe devam edemeyeceğim. Namusum üzerine söz veririm ki, sırrınızı kimseye söylemem-- diyor. Mustafa Kemal'in buna yanıtı oldukça ilginçtir: --Söz para etmez. Bir kağıda senin de bu partinin kurucularından olduğunu yaz, imzala, bize ver, seni serbest bırakalım.-- (Gençosman,Banoğlu, 1971:150) . Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal için, iş başka, dostluk başkadır. Hele hele, --devrim için gizli örgüt-- konusu başlı başına ciddi bir konudur. Bu yüzden, örgütü bırakıp gidenlere güvenilmez. Ancak sağlam güvencelerle ayrılmaya izin verilir. |
--Vatan ve Hürriyet-- serüveni, örgütün öneminden ve tarih içinde oynadığı rolden çok, Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimciliğine ve örgütçülüğüne ışık tutması bakımından ilginçtir. Yoksa bu örgüt, örneğin Hüsrev Sami Kızıldoğan'ın öne sürdüğü gibi, Ahmet Rıza'nın Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti'ne gerçek bir rakip olmamıştır (Mustafa Kemal'in --Vatan ve Hürriyet--i Selanik'te birlikte genişlettiği ve tabancası üzerine yemin edilen, Hüsrev Sami Kızıldoğan. Belleten'de çıkan ve Afetinan'ın aynı konulu bir yazısına ek olarak yolladığı anılarda. 1907 yılında, Talat'ın (Paşa) kendilerini Paris'e Ahmet Rıza ile ilişki kurmak için yolladığını anlatıyor ve Talat için --örgüt arkadaşlarından-- diyerek, sanki bu temasın --Vatan ve Hürriyet-- adına yapılmasını istediği izlenimini veriyor. Oysa, o sırada sözü edilen örgüt İsmail Canpolat, Midhat Şükrü, Talat, Ömer Naci gibi kişiler tarafından 1906'da Selanik'te kurulmuş olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti olmalı. Nitekim bu Cemiyet, sonra, Ahmet Rıza'nın cemiyeti ile de birleşerek, İttihat ve Terakki adını alıyor.). Aslında, Osmanlı İmparatorluğu içinde devrimci örgütler ve özgürlükçü savaşım, Mustafa Kemal'den çok önce başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, hiç kuşkusuz, bu oluşumların varlığını bilmektedir. Fakat, lider kişiliği ve o güne dek sonuç alınmamış olması, onun da kendi örgütünü kurmasına yol açar. Bu girişimde, Harbiye'de ve Erkanıharbiye'de aldığı eğitimin ve bu okulların geleneklerinin etkilerini de kolaylıkla görebiliriz. |
--Vatan ve Hürriyet-- dönemini, bir devrimcinin çıraklık yılları olarak nitelemek çok da yanlış olmaz. Henüz Harp Akademisi'nden mezun, üstelik, mezun olurken, --devrimci etkinlikleri--nden dolayı tevkif edilmiş bir genç subaydır Mustafa Kemal. Heyecanı ön plandadır. Genel stratejisini de, taktiklerini de tam saptamamıştır. Zaten o yaşta, o deneyim birikiminde saptaması da beklenemez. İmparatorluğun koşulları da, dünya da çok hızlı bir değişim içindedir. Bu değişmelerin kime ne getireceği çok da iyi bilinemez. Bu çerçevede yapılan iş ancak, geleneksel değerlere uygun --kurtarıcılık-- görevidir. Böyle bir görev için --örgüt-- gereklidir. İşte Mustafa Kemal'in yaptığı da budur. ::::::::::::::::::: |
II-) İKİNCİ DÖNEM: --İTTİHAT VE TERAKKİ-- Mustafa Kemal, kendi --Vatan ve Hürriyet-- derneğini genişletme çabasındayken, gerek zaman, gerekse taban olarak ondan çok ilerde olan, düşünce ve eylem kökleri ta Genç Osmanlılar'a dayanan --İttihatçılar-- çeşitli çekirdekler çevresinde oluşumlarını tamamlamaktaydılar. Mustafa Kemal, Kolağası olduktan sonra Selanik'e atanmış, burada, örgüt etkinliklerini rahatça sürdürmeye başlamıştır. Fakat, Selanik'teki manzara, --Vatan ve Hürriyet-- bakımından hiç de iç açıcı değildir. Gerek Makedonya'nın geleneksel devrimci niteliği, gerek coğrafi olarak uygunluğu, gerekse oradaki kişilerin nitelikleri, Selanik'te kurulmuş olan gizli derneklerin çok gelişmiş olması sonucunu getiriyordu (Selanik bu dönemlerde sosyalist eylemlerde bile bir merkez durumundadır (Haupt ve Dumont, 1977).). Mustafa Kemal, Selanik'e gelince, pek çok yakın arkadaşının böyle cemiyetlerde üye olduğunu görmüştü. Bu arkadaşları arasında, Ömer Naci, Ali Fuat Cebesoy gibi çok eskiden ve yakından tanıdığı kişiler de vardı. Bunun üzerine çaresiz kalan Mustafa Kemal de, liderliği kaptırmak bahasına, 29 Ekim 1907'de bu örgüte girdi. Çünkü, bu arada örgüt, dışardaki kollarla da birleşerek oldukça güçlü bir nitelik kazanmıştı. |
Mustafa Kemal, Ordunun Siyasete Karışmasına Karşıydı Mustafa Kemal'in İttihatçılar'a katılmasıyla, lider kadro ile arasındaki çekişme de başlamıştı. Mustafa Kemal, iki açıdan İttihatçı liderlere ters düşüyordu. Birinci olarak, İmparatorluğu Türklerin bulunduğu sınırlara çekmek, bu sınırları savunmak düşüncesindeydi. İkinci olarak da, ordunun siyasete karışmasını istemiyordu. Çünkü, bu yolla, siyasetin bağımsızlığına gölge düşeceğini, ordunun ise siyasal bölünmeler karşısında bu bölünmelerden etkilenerek güçsüzleşeceğini düşünüyordu. Bütün bunlara ek olarak da, örgütün yönetimi kendi elinde değildi. Her şey bir yana, Mustafa Kemal'in denetimini elinde tutmadığı bir örgütte, uyum sağlaması çok zordu. Ayrıca, bir de gerek strateji, gerekse taktik olarak önemli ayrılıklar vardı İttihatçılarla kendisi arasında. İttihatçıların bir bölümünün dağa çekilmesi, Saray adına yollanan komutanların öldürülmesi sonunda, İkinci Meşrutiyet ilan edildikten sonra İttihatçılarla Mustafa Kemal arasındaki liderlik sürtüşmesi ve görüş ayrılıkları daha büyüdü. Çünkü artık, --örgüt-- yönetimi ele geçirmişti! Bunun gerekleri yerine getirilmeli, devrimin gerekleri yapılmalıydı. Oysa yapılacak işler konusunda da, bunları kimlerin yapacağı hakkında da görüş ayrılıkları büyüktü. Mustafa Kemal, --örgüt--ün asker denetiminden arındırılmasından yanaydı. Çünkü, asker denetimi sürdüğü sürece, --örgüt--ün yeterince özgür bir karar mekanizmasını çalıştıramayacağını biliyordu. Üstelik, kendisi asker olarak henüz çok küçük bir rütbedeydi. Bir ordu denetimi olayında, kendisinin sözünün geçmesi olanaksızdı. |
Öte yandan, gerek kişilik gereği, gerekse kafasında biçimlenmekte olan düşüncelerin sonucu, birtakım giderici önlemlerden çok, temel yeniliklerin yapılmasından yanaydı. Oysa, İttihatçılar, henüz hükümeti bile denetim altına alamamışlardı. İşte Mustafa Kemal'in İttihatçılarla illşkileri, bu çerçevede oldukça bozuktu. Üstelik, Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki içinde de yeterince etkin bir duruma getirilmiyordu. Örneğin, Hüseyin Hilmi Paşa'nın önerisiyle, Sadrazam Sait Paşa'ya İttihatçıların düşüncelerini anlatmak için kurulan heyete, Mustafa Kemal dahil edilmemişti. Gerek yapılan işleri beğenmeyişi, gerek cemiyet ve genel durum hakkındaki sert tutumu aslında, çok emek verdiği bu --örgüt-- içinde yeterli bir etki alanına sahip olamamasına da bağlıydı. Örneğin, 31 Mart karşı devrimci eylemini bastırmak için kurulan ordunun kurmay heyetinde olan ve isim babası bulunan Mustafa Kemal, Almanya'dan gelen Enver'in kurmay başkanı olmasıyla, geri plana itilivermişti. |
Enver Paşa ile birlikte ordunun komutanlığına atanan Mahmut Şevket Paşa'dan önce komutayı yürüten Hüseyin Hüsnü Paşa adına yayımladığı bildirilerde, ordunun bağımsız bir biçimde davrandığını vurguluyordu. Sonradan bu tutumu Mahmut Şevket Paşa da benimseyerek, daha açık bir biçimde, ordunun, İttihat ve Terakki'nin bir uzantısı olmadığını söylemişti. Mustafa Kemal, özellikle bir savaş durumunda kullanılması gerekli olan ordunun, siyasete karışmasını, ordu gücünü zayıflatıcı ve siyaseti saptırıcı bir öge olarak gördüğü gibi, Enver ve arkadaşlarını ordu içinde bir hizip olarak algıladığı için de sivil politikacı ve asker görevli ayırımından yanaydı. İttihatçılarla Çatışma Meşrutiyetin ilanından sonra 1908'de, İttihat ve Terakki'nin birinci kongresi Selanik'te toplanır. Siyasal bir parti örgütlenmesi açısından fazla bir aşamanın kaydedilmediği bu kongreden sonra, 1909'da, yine Selanik'te ikinci kongre yapılır. Bu kongrede Mustafa Kemal aşağıdaki önerileri öne sürer: 1 ) Cemiyetin bir siyasal partiye dönüştürülmesi. 2) Ordunun siyaset dışı bırakılması. 3) Cemiyetin Masonlukla olan ilişkilerinin kesilmesi. 4) Cemiyetin üyeleri arasında eşitlik ilkesine dikkat etmesi. 5) Hükümet işleriyle din işlerinin birbirinden ayırdedilmesi (Aydemir, 1963:147-148) . |
İttihatçıların bu kongresine Trablusgarp murahhası olarak katılan Mustafa Kemal'in hemen hemen bütün istekleri sürüncemede bırakılmış, önerdiği konularda hiçbir ciddi önlem alınmamıştı. Bu noktada Mustafa Kemal'in önemli iç çatışmalar geçirdiği tahmin edilebilir. Kendisinin adeta --amatörce-- kurduğu Vatan ve Hürriyet'i kapatarak, --profesyoneller--in kurduğu İttihat ve Terakki'ye katılması, ne yazık ki, --örgüt-- hiyerarşisinde çok geride kalmasına yol açmıştı. Oysa, o, hem --örgüt--ün devrim için zorunlu olduğunu biliyor, hem de --örgüt--ü lider olarak, kendisi denetlemek istiyordu. Üstelik pek çok temel konuda da --örgüt-- yöneticileriyle aynı düşüncede değildi. Bu çerçeve içinde İttihatçı liderlerle ve örgüt yöneticileriyle arası pek iyi gelişmedi. Buna karşın yine de Bağımsızlık Savaşı sırasında pek çok eski --İttihatçı-- arkadaşıyla çok yakından çalıştı. Örneğin, bunlardan Mazhar Müfit Kansu, Bağımsızlık Savaşı'na katılan İttihatçıların ettiği, İttihatçılığı yeniden canlandırmayacaklarına ilişkin yemini bile etmeyecek denli, dürüst bir --örgüt-- üyesiydi. |
Trablusgarp'a Gidiş Ülkenin içinde bulunduğu koşulIar, tam bir dağılmayı simgeliyordu. Bu arada Trablusgarp da işgal edilmişti. İmparatorluk'ta gerek İttihatçıların çekirdeği, gerek ordunun etken subayları, hep aynı kişilerden oluşuyordu. Bu nedenle, İtalyanlara karşı savaşmak için göreve koşan subaylarla, İttihatçılar aynı kişilerdi. Mustafa Kemal'in Trablus'a gönderilmesi üzerinde çeşitli yorumlar vardır. Örneğin, bir gün, İttihat ve Terakki'nin merkez toplantısına gittiği ve eklenmedik bir biçimde karatahtada gündemin birinci maddesi olarak, kendisinin Trablus'a gönderileceği ile karşılaştığı bunlar arasında en yaygın olarak anlatılanıdır. Öyle sanıyorum ki, gerek İttihatçılarla sürekli çatışmaları, gerekse sonradan İttihat ve Terakki'nin acıklı sonu. Bağımsızlık Savaşı'nı kazanan ve yeni devleti kuran Mustafa Kemal Paşa'nın İttihatçılarla olan ilişkilerini sonradan hafifçe, değişik yorumlara bağlamıştır. Bu Trablusgarp'a yollama sorunu da öyledir. Kaynaklara göre, izlenim, bunun istenmeyen üye Mustafa Kemal'den kurtulmak için tertip edilmiş bir oyun olduğudur (Bütün bu kaynaklar aslında Atatürk'ün Afetinan'a yazdırdığı anılara dayanmaktadır. Büyük bir olasılıkla. Atatürk, Trablusgarp işini biraz da mevcut çekişmeler çerçevesinde aşırı bir duyarlılıkla irdelemiş. Ayrıntılı öykü için Afetinan, 1968:57-59'a bakılabilir. Öykünün genel görünümü ve Enver Paşa'nın (o zaman binbaşı) anıları için Koloğlu'nun kitabına bakılabilir. Ayrıca, Atatürk Falih Rıfkı'ya --Enver ve arkadaşları gideceklerdi. Halk gitmeyenleri vatanseverlik görevini yapmamış sayacaktı-- diye Trablusgarp'a gidiş gerekçesini açıklarken gerçek durumun benim yorumuma uygun olduğunu vurgulamıştır sanırım (Atay, 1969:66-67).). Oysa, işin gerek ele alınış biçimi, gerek olayların gelişimi, gerekse başta Enver olmak üzere daha pek çok önemli İttihatçının Trablus'a gitmiş olması, durumun hiç de böyle olmadığını göstermektedir (Koloğlu, 1979) . Yine de Trablusgarp olayının, bir süre için bile olsa, Mustafa Kemal'in ülkesinden ayrılmasına ve --örgüt-- içi eylemlerine son vermesine yol açtığı açıktır. |
Mustafa Kemal, Trablus'a giderken, Balkanların da elden çıkacağından kaygılıydı. Nitekim, Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı'nın çıkması üzerine, önemini yitirdi ve İttihatçı subaylar ülkeye döndüler (Yüzbaşı Selahattin'in Romanı'nı okuyanlar, Balkan Savaşı'nın yitirilmesine değil, Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılmasına şaşacaklardır. Ordu öylesine yokluk, insanlar öylesine cehalet içindeydi ki... (Selçuk,1973).). Balkan Savaşı sırasında, Mustafa Kemal ile Enver arasındaki sürtüşme iyice büyüdü. Her iki taraf da savaş içinde birbirlerini beceriksizlikle suçladılar. Savaş sonrası, birlikte savaşan Fethi Bey'i ve Mustafa Kemal'i daha yakın bir dostluk içinde buldu. Bu arada Fethi Bey belki de, Mustafa Kemal'in de etkisiyle, askerlikten ayrılmış, Bab-ı Ali baskınından sonra gittikçe güçlenen İttihat ve Terakki içinde sivil olarak üst düzey yöneticiliğine başlamıştı. İttihatçılar artık Enver'in denetimine girmiş görünüyorlardı. Özellikle Bab-ı Ali baskını, ülkede gerek İttihat ve Terakki'nin gerekse İttihatçıların arasında Enver'in nüfuzunu arttırmıştı. |
Sofya'da Görev İşte bu hava içinde, --örgüt-- bu muhalif üyesini şu ya da bu biçimde tasfiye edecektir. Çünkü artık, fırtına durulmuş, gerek örgüt yönetimi, gerekse ülke içinde örgütün izleyeceği program belli kişilerin eline geçmiştir. Bu belli kişiler ise Mustafa Kemal ile eylem ve düşünce birliği içinde olmayan kimselerdir. Mustafa Kemal ile hesaplaşılmayacağını düşünmek, en azından --örgüt--ü hafife almak demektir. Nitekim, katib-i umumi olduktan sonra, fedailerin maaşlarını keserek örgütü kızdırmış olan Fethi Bey ile birlikte Sofya'ya yollanarak sorun çözülür. Bulgaristan yolculuğu, onun paşam döneminde --İttihatçılık--ının kapanışını da simgeler. Artık kendisi yurt dışında bir anlamda sürgündeyken, ülkede ipler başkalarının elindedir. İttihat ve Terakki örgütünün ona verdiği sonuç olarak bir yarbay rütbesi ve Sofya'da ateşemiliterliktir. Oysa onunla aynı yaşta olan Enver, hem general, hem damattır. Üstelik Mustafa Kemal'i rakip görmekte, onun yükselmesini de engellemektedir. Mustafa Kemal, Sofya'ya atandıktan sonra artık kendisine --örgüt--ten bir hayır gelmeyeceğini anlamıştır. Birinci Dünya Savaşı başlayıp, yurda dönünce kendini tümüyle askerliğe verir. Savaşın yitirilmesine doğru, birtakım doğrudan siyasete karışma girişimleri dışında, --örgüt-- ten uzak durur. Birinci Dünya Savaşı boyunca da İttihatçılarla arasındaki soğukluk artarak sürer. Örneğin, kendisini sevmeyen İttihatçılar, Anafartalar'dan sonra, hemen generalliğe yükseltilmemesini şu yakıştırma öykü ile karikatürize etmektedirler: |
--Doktor Nazım ve bir nüfuzlu İttihatçı, aralarında konuşmakta imişler. Enver Paşa birden içeri girince susmuşlar. Başkumandan (Enver) merakla: --Herhalde bana dair bir şeyden bahsediyordunuz. Söyleyin bana!-- demiş. --Mustafa Kemal'in niçin terfi ettirilmediğini konuşuyorduk-- cevabını vermişler. Enver: --İşte-- demiş ve cebinden Çanakkale kahramanını generallik rütbesine çıkaran tezkeresini göstermiş, sonra şunu ilave etnıiş: --Ama biliniz ki, onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.-- (İşin ilginç yönü, bu yakıştırma öykünün sonradan Mustafa Kemalciler tarafından, onun lehine yorumlanarak kullanılmasıdır. Örneğin, Şevket Süreyya, Enver'in --O hiçbir şeyle memnun olmaz. General olur, korgenerallik ister. Korgeneral olur, orgenerallik ister. Orgeneral olur, müşirlik ister. Müşir yapsanız bununla da yetinmez padişahlık ister-- dediğini anlattıktan sonra, şöyle devam eder: --Mustafa Kemal'e Enver Paşa'nın bu sözlerini naklettikleri zaman cevabı şu olmuştur: --Ben, Enver'in bu kadar zeki ve ileri görüşlü olduğunu bilmezdim-- -- (Aydemir, 1963:2171). Görüldüğü gibi, Atatürk'ün yaşamındaki pek çok şey gibi bu öyküde de gerçek ile efsane, hem de Şevket Süreyya gibi ciddi bir araştırmacının kaleminde bile birbirine karışmış.). (Atay,1969:79). |
Türkiye`de Saat: 00:06 . |
Powered by: vBulletin Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
SEO by vBSEO 3.3.2