|
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
28-02-2007, 12:33 | #11 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Ortak para birimine geçişin bir sonucu da, sınır ötesi rekabetin kızışmasıdır. Amaç cılız şirketleri elimine ederek üretkenliği artırmaktır. Fakat bu, İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkeleri zor durumda bırakır. Rekabeti kızıştırma, daha fazla iflâs, fabrika kapanması ve işsizlik anlamına gelir. Bunlardan da yeni çelişkiler doğacaktır. Geçmişte İtalya düştüğü zor durumdan parasını devalüe ederek kurtulmuştu. Fakat artık bu yol Maastricht anlaşması ile kapatılmıştır. Ulus devletlerin devalüasyon yapması yasaktır ve İtalya’ya diğer ülkelerin yardım etmesi de yasaklanmıştır. Bu yüzden, krizin bütün yükü işçi sınıfının omuzlarına yüklenecektir. İtalyan işverenler gerekli önlemleri alması konusunda Berlusconi’yi sıkıştırmaktadırlar. Tarih sahnesi, Avrupalı ülkelerde birbiri ardına sınıf mücadelelerinin patlamasına hazırlanmaktadır. Bu da Avrupa’nın bütünleşmesine değil, olsa olsa ulusal devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklara ve gerilimlere ivme verecektir. Sonuçta, euro deneyiminin karşılıklı suçlamalar arasında yarı yolda kalması muhtemeldir. Şimdiden, her hükümet kendi kapitalistini dış rekabetten korumaya çabaladığından, euro bölgesindeki devletler arasındaki çelişkilerin göstergeleri ortadadır. Elbette, gelecek yirmi yıl boyunca kesintisiz kapitalist yükseliş yaşanırsa Avrupalı kapitalistler ekonomik bütünleşmeyi gerçekleştirebilirler. Fakat bize göre durum bu olmayacaktır. İki yıl önce Lizbon Zirvesinde AB hükümetlerinin başbakanları 2010 yılında AB’yi dünyanın en rekabetçi ekonomisi yapmak için daha fazla liberalleşme programı konusunda anlaştılar. Ne oldu? Fransa liberalleşme için çok az enerji harcadı ve pazarını tamamen açma konusunda tarih belirlemeye yanaşmadı. Posta hizmetlerinde tam rekabete geçilmesi ertelendi. Almanya, üzerinde 12 yıl çalışılmış olan şirket devirleriyle ilgili bir AB direktifini çiğneyiverdi ve ardından Alman mülk sahiplerini korumak için yeni düzenlemeler yaptı. Büyük çaplı finans hizmetlerini liberalleştirmede uygulanacak Lamfalussy planı, Mart ayında Stockholm’de herkes tarafından onaylanmasına karşın, Avrupa parlamentosunda prosedür manevralarıyla sabote edildi. AB patent rejimi anlaşması, dil politikasındaki anlaşmazlıklar tarafından engellendi. Bu örnekler uzatılabilir. Bu örnekler şunu gösterir, her ulusal hükümet “Avrupa bütünleşmesi ideali”ne yalandan bağlılığını ilân ederken esasen kendi “ulusal çıkarları”yla, yani kendi burjuvazinin çıkarlarıyla ilgileniyor. Öyle ki, Almanya’nın şirket satın almalarıyla ilgili yasayı sabote etme kararı, kendi şirketlerini yabancıların satın almasından –örneğin Vodafone’un Mannesmann’ı almak istemesi– koruma arzusunca güdülenmiştir. Enerji sektöründe liberalleşmeye Fransızların gösterdiği muhalefet, kendi devlet işletmeleri olan Electricité de France’ı desteklemek için tasarlanmıştı. Fransız hükümeti, daha açık pazarları olan devletlerin şirketlerini ele geçirmek için hırçın bir politika güderken, kendi ulusal tekelini korumaktadır. “Avrupalılık” söyleminin arkasında, en güçlü Avrupalı devletlerin, özellikle de Avrupa’yı yönetmenin yollarını arayan Almanya ve Fransa’nın arzuları ve çıkarları yatıyor. Avrupalılık ideali söylemini, ancak daha küçük ülkeler ciddiye alıyor, çünkü kendi başlarına ayakta durmak için çok zayıflar ve aptalca bir şekilde Avrupa sahnesinde önemli oyuncular olabileceklerini düşünüyorlar. Buna ek olarak, onların da savunacakları bencil çıkarları var. | ||
|
28-02-2007, 12:33 | #12 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Belçika “Avrupa kurumlarının” ana merkezi olma durumundan yararlanmaktadır ve bunun devlet hazinesine epeyce katkısı olmaktadır. Bu yüzden de “Avrupalılığı” en çok benimseyen ülke odur. Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve İspanya gibi daha cılız ekonomiler, Avrupa Birliği’nin sübvansiyonlarını genişletebildikleri ölçüde “Avrupalılığa” arzu duymaktadırlar. Ancak, bu sübvansiyonlar azaldığında ya da kaldırıldığında –ki yaşanan budur– bu arzular bir anda sönecektir. Ve önümüzdeki dönemde ekonomik kriz Almanya’yı yiyip bitirmeye başladığında, bugüne kadar faturanın büyük kısmını ödeyen Almanya bu rolden artık sıkılıverecek, bu da sübvansiyonların kaldırılması anlamına gelecektir. Gerçek şudur ki, Avrupa’nın küçük devletlerinin önemi çok azdır. Bu 11 Eylül’ün ardından açığa çıkmıştır. Britanya (Amerika’nın yarı uydusu) Almanya ve Fransa’yla birlikte her şeye karar verdi. Diğerleri Londra’daki akşam yemeğine davet bile edilmediler. İtalyanlar avazları çıktığı kadar protesto ettiler. Diğerleri de bu durumdan şikayetçiydiler: “Bizlere AB’ye katılmak isteyen adaylar gibi davrandılar. Kararlar alındı ve sonra bizlere bildirildi.” Fakat ilişkilerin gerçek durumu aslında budur, yalnızca bu durum alenen dile getirilmiyor o kadar. Ancak Blair’in tipik kabalığı bunu açığa çıkardı. AB’nin ikincil kurumlarının paylaşımı üzerine Leaken’deki son kavga, Berlusconi’yi bütün kararları veto etmeye itti. İsveç Başbakanı, ülkesine hiçbir kurum bırakılmadığından şikayet ettiğinde, Chirac ona, belki de “böyle ‘güzel kızlar’a sahip oldukları için AB model ajanslarının üssü olmayı isteyebileceklerini” söyledi! Dört büyüklerin diğer Avrupa ülkelerini hor görmesinin örneklerinden biri. AB’nin daha fazla genişlemesi, sorunu daha da kötüleştirecektir. Almanya, Fransa ve Britanya’nın diğer 22 Avrupa liderini davet etmeksizin toplantı yapamayacağını kabulleneceklerine cidden inanan var mıdır? Alman kapitalistler, Doğu Avrupa’da kendilerine yakın duran Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni Birliğe sokmak istiyor. Buna karşı çıkan Fransa, Romanya’nın da girmesini teklif ediyor. Bu da Alman ve Fransız çıkarlarının çeliştiğinin bir başka örneğidir. Sonunda, genişleme büyük bir olasılıkla devam edecektir. Fakat bu durumda, büyük AB devletleri, her halükârda egemen olmanın bir yolunu bulacaklardır. | ||
28-02-2007, 12:33 | #13 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Britanya burjuvazisinin Avrupa ve euroya karşı belirsiz tutumu çeşitli faktörlerle açıklanmaktadır. Avrupa’da ticaret yapmak isteyen ve yüksek değerli sterlini istemeyen imalat sektörü ile yakın zamanlarda gücüne güç katan Londra’da çöreklenmiş parazit finans sektörü arasındaki keskin ayrım bu nedenlerden biridir. İmparatorluğunu kaybetmiş ve Avrupa’nın kıyısında ikinci-sınıf bir güce dönüşmüş olan Britanya egemen sınıfı, dünya gücü olma hayallerini terk etmek istememekte ve Avrupa’da bir rol oynama ile ABD emperyalizminin uydusu olma arasında gidip gelmektedir. Ancak euronun zayıflığı ve geleceği hakkındaki kuşkular da şüphesiz hesaba katılması gereken önemli faktörlerdir. Gelişen kriz Avrupa devletleri arasındaki çelişkileri yoğunlaştıracaktır, özellikle de Almanya ile Fransa arasındaki çelişkileri; buna bir de her ikisi arasında manevra yapan Britanya’yı ekleyelim. Fakat ABD ile rekabet ihtiyacı yüzünden, AB’nin dağılması küçük bir olasılıktır. Avrupalı kapitalistler ayrı ayrı asılma korkusu yüzünden birlikte asılmayı tercih ediyorlar. Ama kapitalist bir temelde birleşik Avrupa hayali üzerine söylenecek tek söz, Lenin’in bir zamanlar söylediği sözdür: gerici bir ütopya. Savaş ve dünya ekonomisi Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından, Batıda sık sık “Barış Çağı”ndan söz edildi. Bütün dünyanın, ABD’nin himayesi altında uzun dönemli bir barış ve refah dönemine girdiği bir yeni dünya düzeni öne sürüldü. Fakat işler çok farklı gelişti. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak ABD’de silahlanma harcamalarında biraz azalma oldu. Mutlak rakamlarla ABD silahlanma bütçesi muazzam boyutlarda olsa da, Clinton döneminde ABD savunma harcamaları GSMH’nin yüzde 6,2’sinden yüzde 3,8’ine düştü. Artık bu durum değişmek zorunda. Amerikalı yorumcular, çoktandır, GSMH’nin en az yüzde 1’i kadar bir artışın söz konusu olabileceğinden söz ediyorlar. ABD bütçesinin bir kez daha açık vereceği dikkate alındığında, bu para, okullar ve hastaneler gibi daha az gerekli diğer kalemlerden kesilerek kapatılacaktır. ABD emperyalizmi tepeden tırnağa silahlanma sürecindedir. Mevcut krizden önce bile, Birleşik Devletler, her Amerikan vatandaşı için yılda 804 dolarlık silah harcaması yapıyordu. Fransa silah harcamasında 642 dolarla ikinci sırada yer almaktadır. Ekonomik ve sınai gücünü tamamen kaybetmesine rağmen, Britanya hâlâ çok güçlüymüş gibi davranarak kişi başına 484 dolar harcamaktadır; bu rakam yıllar önce imparatorluğunu ve sınai üstünlüğünü yitirmiş bir ülke için anormaldir. Bu rakamlar, yaşadığımız çağın gerçek durumunu yansıtmaktadır: krizler, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler dönemi. Bunun sonucu, bütün gezegenin askerileştirilmesi yönünde genel bir eğilim olacaktır. Bir kez daha, bütün hükümetlerin nakaratı, “tereyağından önce silah” olacaktır. Kimileri, ABD’nin askeri harcamalarındaki muazzam artış nedeniyle dünyanın resesyondan kurtulabileceğini iddia ediyorlar. Verilen tarihsel örnekler ise İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı ve Vietnam Savaşıdır. Fakat gerçekte, bu tür tarihsel paralellikler hiçbir şeyi kanıtlamaz. Amerikan emperyalizminin silahlanma harcamalarındaki büyük artışları kabul ettirmek için yaşanan krizi kullandığı doğrudur. 11 Eylül’den önce niyetleri buydu, fakat Cumhuriyetçiler muhalefetin korkusuyla rahat davranamıyorlardı. Artık istedikleri gibi doldurabilecekleri boş bir çeke sahipler. | ||
28-02-2007, 12:34 | #14 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Seçilir seçilmez Bush, yeniden silahlanma davullarını çalmaya başladı. Eylül 1999’da yaptığı bir konuşmada –yani ABD ekonomisi resesyona girmeden önce– Bush, Amerikan silahlı kuvvetlerini “zayıf” bıraktığı ve yeniden silahlanma programını istemediği için Clinton’ı suçlamıştı: “Son yedi yıl, ataletle ve boş konuşmalarla harcanmıştır.” “Artık geleceğe yeni anlayışlarla, yeni stratejilerle, yeni bir kararlılıkla şekil vermeliyiz.” (BusinessWeek, 24 Aralık 2001) 11 Eylül öncesinde bile, Pentagon 3700 savaş uçağına 340 milyar dolardan fazla harcama yapmayı planlıyordu: Lockheed Martin Şirketinin F-22 Raptor, Joint Strike Fighter ve Boeing’in Superhornet uçakları. Fakat bunlar, yeni geliştirilen kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, gerçekten antika oyuncak olarak kalırlar. BusinessWeek (24 Aralık 2001) şu raporu veriyor: “Nokta hedefli silahlar da öncelikli olacak. Bulutlar yüzünden körleşebilen lazer güdümlü bombalara ilâveten, ABD, her türlü hava koşulunda hedeflerini bulabilmek için Küresel Yer Bulma Sistemini (GPS) kullanan Birleşik Doğrudan Saldırı Silahlarını (JDAM) kullanacaktır.” Boeing geçenlerde Predator gibi insansız savaş uçakları yapmak için bir birim oluşturdu, bunlar keşif uçağı olarak kullanılmalarının yanı sıra füze de ateşleyebilecekler. SSCB’nin ortadan kalkması dünya ölçeğinde yeni bir durum yaratarak ABD silah planlamacılarını yeni stratejiler geliştirmeye zorladı. Avrupa’da muazzam Sovyet konvansiyonel kuvvetleriyle karşı karşıya gelmeye hazırlanmış bir ordu yerine, dünyanın herhangi bir yerine hızla konuşlandırılabilecek, daha küçük, daha esnek kuvvetler ve daha küçük, teknolojik olarak ileri, “akıllı” silahlar geliştiriyorlar. Nokta hedefli bombaların ve insansız kara araçlarının (UAV) geliştirilmesi, ABD’ye öyle korkunç bir ateş gücü sağladı ki, Rus Bilimler Akademisinden Alexander Saevliev gibi savunma analizcileri “savaşın karakterinin değiştiği”ni ileri sürdüler. Bununla birlikte, tarih, savaşın karakterinin 2000 yıl boyunca sürekli değiştiğini gösteriyor bizlere. Burada farklı olansa, yeni teknolojiler değil dünya ölçeğindeki güçler dengesidir. SSCB’nin çöküşü, tek bir süper gücün var olduğu anlamına gelmiştir. Devasa askeri gücüne rağmen savaşın karakteri köklü bir şekilde değişmemiştir. Son tahlilde, savaşları tek başına bombalar değil karada savaşan askerler kazanır ya da kaybeder. Eli bıçaklı ve maket bıçaklı bir avuç adamın dünyanın en büyük süper gücüne bu kadar korkunç bir zarar vermesi şaşırtıcı bir olgudur. Düşük teknolojik yöntemlerle (en etkin taşıma yöntemi eşektir) yürütülen Afganistan’daki savaş, halen başarılı bir şekilde çözülmekten çok uzaktır. | ||
28-02-2007, 12:34 | #15 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| ABD’nin savunma harcama politikaları, çoğunlukla ekonomik değil politik ve stratejik nedenlerce belirlenmektedir. Bu, ekonominin çıkarları için manipüle edilecek bir Merkez Bankası şubesi değil, ABD askeri yönetiminin ihtiyaçlarının ve ABD emperyalizminin dünya rolünün bir ifadesidir. Askeri harcamalar ekonominin bir kesimine (askeri ekonomik kompleks) yardımcı olsa da ve bu sektördeki krizi kısmen hafifletse de, bu yalnızca sermaye ve kaynakları ekonominin diğer sektörlerinden çekmeye yarar. Gerçek ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı bir ortamda, bunun şirket kârlılığının genel düzeyini iyileştirme yönünde hiçbir etkisi olmayacaktır. Uzun dönemde enflasyonist sonuçlara yol açacak ve durumu daha kötü hale getirecektir. Her halükârda, bazı insanların hayal ettiği etkiyi yaratmayacaktır. Mevcut dünya durumu, 1941, 1952 ya da 1964’teki durumdan oldukça farklıdır. 1941’de Amerika resesyondan henüz çıkmıştı ve savaşın geniş silahlanma programının işsizliğin azaltılmasında ve üretimin artırılmasında belirleyici bir etkisi olmuştu. Bugün ABD ekonomisi uzun bir boomdan sonra resesyona girmiştir. Dünya ekonomisinin gidişatı hızlı bir iyileşmeye işaret etmemektedir. 7 Ağustos 1964’te, Kongre, Vietnam’a yönelik ABD müdahalesinin artırılmasını destekleyen Tonkin Körfezi kararını onayladığında, ekonomi 1961’in başlarında sona eren 10 aylık bir resesyondan çıkıp çoktan iyileşmişti. Vietnam Savaşı boyunca askeri harcamalar bu genişlemenin ilerlemesine (ve son sürat giden enflasyon sürecinde) yardımcı oldu, fakat bir iyileşmeye yol açmadı. Öte yandan askeri harcamaların miktarı 1939-45 yıllarındaki durumla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD’nin silah harcamaları 1944’te tepe noktasına ulaşmıştı. O yıl, silahlanma harcaması, Amerika’nın savaş öncesi GSMH’sinin yüzde 60-70’i kadardı. 1952’deki Kore Savaşının tepe noktasında, ABD askeri harcamaları, GSMH’nin yüzde 11’i kadardı. Vietnam Savaşının tepe noktasında ise, GSMH’nin yüzde 2’sinde kaldı. Fakat on yıl önceki Körfez Savaşında bu rakam GSMH’nin yalnızca yüzde 0,3’üydü, ve pek çok ekonomist bir yıl sonra başlayan ekonomik iyileşmede bu harcamanın rolünün çok küçük olduğu ya da hiç olmadığı konusunda hemfikirdir. Her halükârda bu son derece yavaş karaktere sahip bir iyileşmedir. Irak 7 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ettiğinde, ABD ekonomisi sekiz aydır resesyondaydı. ABD petrol fiyatlarındaki artıştan kötü şekilde etkilenmişti, askeri harcamalardaki cüzi ve geçici artış ekonomiye ciddi anlamda bir ivme vermek için yeterli değildi. Dünyanın geri kalanının, özellikle de o sırada hızlı bir büyüme yaşayan Asya “kaplanları”nın verdiği itki, resesyonun depresyona dönüşmesini engelledi. BusinessWeek’te(5/11/2001) yazan Robert J. Baro şu yorumu yapıyor: “Diğer üç savaştan çıkan analizler, iyileşmenin çok küçük bir kısmının Körfez Savaşından kaynaklandığı izlenimini uyandırmaktadır.” | ||
28-02-2007, 12:34 | #16 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Şimdiki durum, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam ya da Kore Savaşındaki durumdan daha çok, on yıl önceki durumu benzemektedir. Yalnız bir farkla, dünya ekonomisinin durumu çok daha berbat. Daha 11 Eylül arifesinde, Birleşik Devletler’in keskin bir düşüşe uğradığı ve tarihteki en uzun dönemli ekonomik genişlemenin artık sona erdiği çok açıktı. Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı, bu resesyonist eğilimleri hızlandırıcı ve kötüleştirici bir katalizör görevi gördü yalnızca. Mevcut “terörle savaş”, çok özgül türden bir “savaş”tır. Oysa İkinci Dünya Savaşı ve daha az oranda olmak üzere Vietnam ve Kore Savaşları, tankların ve diğer ekipmanların çoğunun yenilenmek zorunda kalacak şekilde tahrip edilmesine yol açmışken, Afganistan’da tüketilenler sadece ve sadece bombalardır. Bunun da üretime fazla itki verici bir etkisi olamaz, hatta askeri rakamlara bile. Ve kesinlikle dünya ölçekli genel bir aşırı üretim krizinin etkilerini gideremez. Bush’un aldığı önlemler kâğıt üzerinde mükemmel görünebilir, fakat 1941’deki genel seferberliğin ABD ekonomisine pompaladığı muazzam miktarlarla kıyaslandığında oldukça yetersiz kalmaktadır ve hatta Vietnam Savaşındaki düzeye bile ulaşamayacaktır. Sonuçları benzer şekilde sınırlı olacaktır. Moscow Times (10 Ekim 2001), Harvard Üniversitesi ekonomi profesörü N. Gregory Mankiw’in sözlerini aktarıyor: “Benim tahminime göre, bu, önceki savaş dönemi ekonomilerine tamamen benzemeyecektir. Mali itki beklediğimden daha büyük olmadıkça, farklılıklar geçmişe benzerliklerden daha fazla olacaktır.” Uluslararası ilişkiler ABD emperyalizmiyle SSCB arasında bölünmüş bir dünyanın yanı sıra uzun dönemli ekonomik yükseliş, uluslararası ilişkilerdeki bu göreli istikrara maddi zemin hazırlamıştı. Bu sözde barışa ulaşabilmelerinin nedeni, bir yandan güçlü Stalinist Rusya öte yandan ise güçlü ABD emperyalizmi arasındaki yıldırıcılık dengesiydi. Fakat artık her şey değişmiştir. ABD emperyalizminin tek başına mutlak güç olarak çıkması, eşi görülmedik bir dünya durumu yaratmıştır. Daha önceki metinlerde de açıkladığımız gibi, geçtiğimiz on yıl boyunca yeni bir güçler dengesi oluşmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce, iki süper güç, ABD ve SSCB, birbirlerini dengelemekteydi ve bu da dünya durumuna göreli bir istikrar sağlamaktaydı. ABD’nin Irak’a saldıracak ya da Yugoslavya’yı bombalayacak cesaretinin olduğu kuşku götürmez. Sovyetler Birliği’nin bir süper güç olarak ortadan kalkması, Birleşik Devletler’in tek dünya gücü olarak ortaya çıkmasına olanak tanımış ve daha saldırgan bir dış politika geliştirmesi konusunda kendine güvenmesini sağlamıştır. | ||
28-02-2007, 12:34 | #17 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Şimdi bu emperyalist azgınlık en son dereceye kadar yükselmiştir. Afganistan’daki savaş, kapitalizmin dünya krizinde yeni bir dönemece işaret etmektedir. ABD emperyalizminin ana hedefi, Amerika’da yaşanan terörist saldırıyı, kendi konumunu dünya ölçeğinde güçlendirmek için bahane olarak kullanmaktır. Bu, ABD’nin askeri gücünü dünyaya bir hatırlatma aracıdır. Afganistan’a saldırının ardından Irak’a, belki de Sudan ve Somali’ye diğer “misilleme”ler gelecektir. Amerika dünya tarihindeki en büyük emperyalist güçtür. Elinde en şeytani ve uzmanlaşmış imha araçları bulunmaktadır. Fakat yine de kaygan bir zemin üzerinde durmaktadır. 11 Eylül’den sonra ABD emperyalizmi, hiçbir net hedefi ve stratejisi olmaksızın savaşa atladı. Elbette en temel sorunlar, nesnel faktörler ve geniş tarihsel süreçler tarafından belirlenir, kişisel tercihler tarafından değil. Ama savaşlarda ve devrimlerde bireyin (önderliğin) rolü hiçbir suretle yadsınamaz. Bu, sınıf mücadelesinin gelişim ortamını etkileyen her türlü bükülmeler ve karşı-akıntılar üreterek, kısa dönemde çok güçlü etkiler yapabilir, ve yapar. Şu anda dünya üzerindeki en güçlü ülkenin önderliği, tarihteki en aptal ve dar görüşlü önderliktir. Bush Amerikan emperyalizminin gücünü göstermek istiyor, fakat bütün çelişkileri daha da şiddetlendirmekten başka bir şey yapmıyor. Gerçekte Afgan macerası, Amerika’nın gücünün sınırlarını göstermiştir. Kanlı savaş denklemini tam olarak hesaplamak ve sonucunu kesin bir biçimde öngörmek her zaman imkânsızdır. Troçki, İkinci Dünya Savaşının çok çabuk biteceğini düşünmüştü. Fakat savaşın kendi mantığı vardır ve bunu önceden belirlemek mümkün değildir. Aynı şey Afganistan’daki savaş için de geçerlidir. Afganistan’da, askeri güçlerine rağmen Amerikan emperyalistleri, kazananın olmadığı bir durum içindedirler. Daha önce ilân ettikleri savaş hedeflerine ulaşsalar dahi, sonunda kaybeden onlar olacaktır. Çünkü eylemleriyle bütün bölgeyi ve dünyanın diğer kısımlarını istikrarsızlaştırmıştır. İkinci Bölüm Emperyalizme Karşı Mücadele Kapitalizmin gerici yapısı dünya çapında açığa çıktı. Bu, özellikle sözde Üçüncü Dünyada daha belirgin bir şekilde gerçekleşti. Son dönemde dünya çapındaki işbölümünün eşi benzeri görülmemiş derecede artmasına tanık olduk. Fakat eski sömürge ülkeler bundan yararlanamadılar. Tersine, sözde Üçüncü Dünyanın ileri kapitalist ülkeler tarafından sömürülmesi son dönemde aşırı şekilde arttı. Eski sömürge ülkeler bağımsızlıklarını elde etmelerine rağmen, kendilerini elli yıl öncesine göre emperyalizme daha da bağımlı buldular. Güneydoğu Asya özel nedenlerden dolayı üretim araçlarını geliştirmede başarılı oldu, fakat şimdi çökmüş durumda. ABD’deki kriz ve ihracata aşırı bağımlılıkları onları uçuruma sürükledi. | ||
28-02-2007, 12:34 | #18 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Eski sömürge ülkelerin aşırı derecede sömürülmesi ticaret rakamlarından da anlaşılabilir. Petrol hariç hammadde ürünlerinin fiyatları rekor derecede düştü. Dünya ürün fiyatlarına ilişkin The Economist Endeksi, 150 yılın en düşük seviyesinde bulunmaktadır. Kapitalist temelde hiçbir çıkış yolu yoktur. Kitlelerin hayat standardı bu ülkelerin birçoğunda artmamış hatta düşmüştür. Dünya nüfusunun yarısı şu an günde iki dolarla veya daha azıyla yaşamaktadır. Emperyalist kesimler bile mevcut durumun tehlikeli sonuçlarını fark etmeye başlamışlardır ve eski sömürge ülkelerin borçlarının iptal edilmesi ve yapılan yardımların artırılması için çağrı yapmaktadırlar. Fakat bu önlemler okyanustaki bir damla gibi olacaktır. Yoksul ülkelerin durumuyla ilgili duygusal sözler, timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir. Borçlar durmaksızın dağ gibi birikmeye devam ediyor. Kriz derinleştikçe, emperyalist ülkeler ticari özgürlük (yoksul ülkeler söz konusu olduğunda bu daima görelidir) heveslerini kaybedecekler ve Afrika’dan, Asya’dan ve Latin Amerika’dan gelen ithal ürünlere karşı korumacılık önlemlerine başvuracaklardır. Bunun dünya resesyonundan orantısız bir şekilde zarar gören bu ekonomiler üzerinde çok ciddi sonuçları olacaktır. | ||
28-02-2007, 12:34 | #19 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| ABD emperyalizminin gerçek planı, Asya’nın, Afrika’nın, Orta Doğu’nun ve Latin Amerika’nın çok daha aşırı sömürülmesidir. Amerika’nın, Japonya’nın ve Batı Avrupa’nın uygarlığı ve “demokrasisi”, dünya nüfusunun yarısını iki dolara veya daha az bir miktara mahkûm etmiş bu köleliğe hiç de azımsanmayacak ölçüde bağlıdır. Fakat bu, eski sömürge ülkelerdeki yeni devrimci yükselişlere çıkarılmış bir davetiyedir. Patlamalar her yerde hazırlanıyor. Devrimci gelişmelerin potansiyeli eski sömürge ülkelerin hepsinde görülüyor; Ekvator, Kolombiya, Peru, Venezuela, Arjantin, İran, Endonezya, Filistin, Güney Kore, Zimbabwe, Cezayir ve hatta Suudi Arabistan’da. Yeni karışıklıklar çıkması kaçınılmazdır. SSCB’nin çöküşünden sonra tüm Orta Asya son derece istikrarsız hale gelmiştir. Afganistan’a beceriksiz bir şekilde müdahalede bulunan Amerikan emperyalizmi bu istikrarsızlığı daha da artırmıştır. 30/10/2001 tarihli Financial Times, Orta Asya’yı, yoksulluktan, daha da kötüye giden sağlık ve sosyal hizmetlerden, ciddi çevresel tahribatlardan ve otoriter hükümetlerden mustarip bir bölge olarak tanımlıyordu. Her yerde patlamalı çelişkiler mevcut. Bunlar gelecekteki savaşların ve çatışmaların tohumlarıdır. Özbekistan diktatörü İslam Kerimov, otoriter, yozlaşmış ve hiç sevilmeyen bir liderdir. Muhalif Özbekistan İslami Hareketinin, gerilla kamplarının üslendiği Afganistan’la bağları vardır. Fakat Amerikalılar Kerimov’u destekleyerek iç çelişkileri daha artırmışlardır. Kerimov’un bölgeye hakim olma planları vardır. Orta Asya’nın toplam 57 milyonluk nüfusunun 25 milyonunu Özbekler oluşturmaktadır. Özellikle Özbekistan ve Tacikistan arasında Afganistan’a da yansıyan gerilimler mevcuttur. Bu gerilimler, son savaşta bile karşı karşıya gelen Kuzey İttifakı içindeki Dostum ve Tacikler arasında süren çatışmalar şeklinde su üstüne çıkmaktadır. Orta Asya ve Hazar’ın petrolüne ve gazına sahip olmak isteyen emperyalistlerin açgözlülüğüyle birlikte, bu son derece patlayıcı bir karışımdır. Baktığınız her yerde aynı hikâyeyi görürsünüz. Afrika, Sahra’dan Capetown’a kadar kargaşa içindedir. Birçok ulus, farklı emperyalist ülkelere yaslanarak, tarım ve maden kaynaklarını kontrol etmek için birbirleriyle savaşıyor. Son birkaç senedir, Ruanda ve Brundi’deki katliamlar, Kongo’nun kaos içine düşmesi, on yıldan fazla bir süre boyunca Sierre Lieone, Liberya ve Gana arasındaki üçgende süren savaşlar gibi çalkantılı olaylara tanık olduk. Nijerya’da sürekli etnik ve dini çatışmalar var. Barbarlık, her yerde insanlığı içine çekmekle tehdit etmektedir. | ||
28-02-2007, 12:35 | #20 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Latin Amerika İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en derin ekonomik kriz içerisindedir. Tierra del Fuego’dan Rio Grande’ye kadar istikrarlı bir tek burjuva rejimi yoktur. Sosyalist devrim için gerekli koşullar, eski sömürge ülkelerde en azından yarım asırdır olgunlaşmış durumdadır. Hatta bu koşullar aşırı olgunlaşarak çürümeye yüz tutmuştur. Çürüyen kapitalizm, birbiri ardına bütün ülkeleri barbarlıkla tehdit etmektedir. Ne kadar bomba atarlarsa atsınlar, emperyalistlerin bunu durdurabilmelerinin yolu yoktur Bu zamana kadar devrimin başarıya ulaşamamasının nedeni emperyalizmin güçlü olması değil öznel faktörün zayıflığıdır: gerçek bir devrimci parti ve önderliğin bulunmaması. Cezayir örneği çok önemlidir, çünkü köktendinci gerillalarla askeri rejim arasında on yıl devam eden ve arkasında binlerce kurban bırakan çok şiddetli ve kanlı bir iç savaşla harap olan bir ülkede kitle ayaklanması gerçekleşti. Hafiflemediği belli olan koyu bir gericilik durumundan kitlesel bir öfke patlaması doğdu. Cezayir’deki durum önemlidir, çünkü pek çok burjuva düşünür, İran’daki rejimin yanı sıra FIS’in yükselişini de köktendinciliğin yükselişi olarak sundular ve bunu Müslüman bir geleneğe sahip ülkelere özgü ve ebedi bir şey olarak gösterdiler. Şu anda her iki ülkede de işçileri, özellikle de gençleri, var olan toplumsal düzeni değiştirmek için yapılan ayaklanmaların başında görüyoruz. Bu ülkelerdeki kitleler, söz konusu gerici hareketlerin hiçbir alternatif sunmadığını değişik yollardan anladılar. Geçmişte Marksistler, İran’da Humeyni’nin zaferini ve Cezayir’de FIS’in seçim zaferini, geleneksel sol örgütlerin alternatif sunamamasının ve yanlış politik stratejilerinin bir sonucu olarak değerlendirmişlerdi. Köktendinciliğin çılgınlığı, onu iktidarda denedikleri ölçüde kitleler açısından cazibesini yitiriyor, tıpkı İran’daki gibi. Ve Cezayir’de gençliğin en devrimci kesimleri, köktendinciliğe kapılmayıp, kapitalizm yanlısı generallere karşı mücadelelerinde başka bir yol arıyorlar. Gençlerin isyanı tüm halka, Berberi bölgelerinden ülkenin geri kalanına yayıldı. Ulusal çapta örgütlenmiş komiteler kuruldu. Bu komiteler, taşımacılık, medya, hukuk ve düzen gibi devlet işlevlerini üstlendiler ve mücadeleye önderlik ettiler. Diğer bir deyişle bunlar embriyonik haldeki sovyetlerdi. Bu halk komitelerinin oluşumu, bu hareketlerin ileri karakterini yansıtır, fakat aynı zamanda devrimci önderliğin belirleyici rolünün de altını çizer. Ekvador’da ya da Cezayir’de, işçiler, köylüler ve gençler arasında kök salmış sadece birkaç yüz kadrodan oluşan bir Marksist eğilim, tüm olayların gidişatını değiştirebilirdi ve devrimci sürecin başarıyla sonuçlanmasını garanti edebilirdi. Cezayir’deki bu kitle patlamasına yol açan nesnel koşullar, pek çok Arap ülkesindeki (Fas, Tunus, Mısır vs.) koşullardan hiç de farklı değildir. Gelecek dönemde, benzer tipte hareketler buralarda da kaçınılmaz olacaktır. İşçilerin ve köylülerin tek bir ülkede dahi kazanacağı zafer, bütün durumu değiştirecektir. Emperyalist güçlerin tepeden tırnağa silahlanmalarının temel nedeni, eski sömürge halklarının isyanında yeni bir evreye hazırlanmaktır. ABD emperyalizmi son süreçte kimsenin yapmadığı kadar çok savaş yürütmüştür, özellikle de cevap veremeyecek kadar zayıf ülkelere karşı: Libya, Grenada, Lübnan, Somali, Haiti, Panama, Nikaragua. 13 yıl boyunca Vietnam’a karşı kanlı ve yıkıcı bir savaş yürüttüler. ABD’deki kitlesel muhalefet ve ABD ordusunun Vietnam’da bozguna uğraması nedeniyle bu savaşı kaybettiler. | ||
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |