![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
![]() | #181 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Ondokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı, Osmanlı'nın altı yüz yıllık görkemli, birikiminin iç ve dış ögeler sonundaki iflasına tanık olmaktadır: Toplumsal yapının tüm ögeleri geçmişin İslam Devleti'ni ya da bu devletin kalıntılarını yansıtmaktadır. Buna karşılık kültürel yapı bir yandan yüzyılların getirdiği evrimi, öte yandan Fransız Devrimi ile tüm dünyayı etkileyen değerleri bir ölçüde de olsa kendisine mal etmiştir. Böylece, İslam'ın, merkezi feodal yapıyı yansıtan devlet biçimi ile, Fransız Devrimi'nin kapitalist gelişmeyi yansıtan akılcı, eşitlikçi ve dayanışmacı değer ve inançları tam bir sürtüşme içine girmişlerdi. Bu uyumsuzluğa, bir de İmparatorluğun Batı karşısında önce askeri, daha sonra da mali ve ekonomik alanlarda algılanan güçsüzlüğü eklenince, ortaya çıkan durum toplumsal yapı ile kültürel yapı arasında tam bir çatışmaya dönüşmüştü. Bu çatışma içinde, İmparatorluğun geleneksel güçleri, eski kurumsal düzen içindeki etkili yerleri tutmuş olduklarından ve bu yerlere ilişkin çıkarları somut bir biçimde tehlikede bulunduğundan, toplumsal yapının değişmeden sürmesi yönünde çaba harcıyorlardı. Buna karşılık, Batı etkisine açık olan ve bu yüzden yeni kültürel değerleri benimseme şansı yüksek olan asker bürokrasi ve, bir kısım sivil aydınlar, bir yandan da tarihsel olarak kendilerine yüklenmiş olan --İmparatorluğu kurtarma-- görevinin baskısı altında, yeni inançların, yani değişmekte olan kültürel yapının temsilcisi durumundaydılar. İşte bu uyumsuzluk içinde Weber'in deyimiyle artık meşruluğunu kaybetmiş olan toplumsal yapının savunucuları, ideolojik planda ne yazık ki İslam'a sığındılar. Buna karşılık, yeni gelişmekte olan kültürel değerlerin savunucuları da ideolojik planda, eylemlerini --Batılılaşma-- çerçevesinde topluma sundular. Böylece günümüze dek uzanan talihsiz Batıcı-İslamcı çatışması İmparatorluğun yıkılış döneminde iyice billurlaştı. Çatışmanın talihsizliği, Batıcıların, İslam'ın günümüzde bile işlevsel olabilecek, barış, kardeşlik, paylaşma gibi kavramlarını dahi, tüm İslam'a karşı oldukları için yeterince kullanamamalarında; İslamcıların ise, Batıcılığa karşı oldukları için pek çok çağdaş değer ve uygulamayı yadsımalarında görülmektedir. Bu konudaki tartışmayı ilerdeki bölümlerde sürdüreceğimizi belirterek, şimdi, Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik liderlik işlevini çözümlemeyi sürdürelim. | ||
![]() |
|
![]() | #182 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Osmanlı Toplum Yapısında Durum Osmanlı'nın toplumsal yapısının önemli bir bölümü olan siyasal mekanizmalar da artık işlevselliğini kaybetmişti. Peygamber'in Halifesi olarak devlet başkanlığını sürdüren Padişah ve onun simgelediği siyasal erk, artık toplumun gereksinmelerine yanıt veremiyordu. Her ne kadar, Birinci ve İkinci Meşrutiyet eylemleri, siyasal erke bir ölçüde de olsa, bazı payandalar getirmişse de, bunlar yeterli olmaktan çok uzaktı. Bu açıdan, geleneksel yapı anlamında değil, fakat Weber'in terimleriyle, siyasal iktidar da yeni kültürel değerler karşısında meşruluğunu kaybetmişti. Fransız Devrimi ile, bütün dünyaya yayılan ve yeni gelişen kapitalist sınıfın siyasal bakımdan da işlevsel olmasını sağlayan, --kardeşlik--, --eşitlik--, --adalet--, --dayanışma-- gibi kavramlar, Osmanlı siyasal yapısı içinde yeterli yansıma bulamıyordu. Oysa, aynı kavramlar, asker bürokrasi ve sivil aydınlar arasında oldukça geniş bir biçimde taraftar bulmuştu. Toplumsal yapı ile kültürel yapı arasındaki sürtüşme eğitim alanında da belirginleşmişti. Bir yandan İslam'a dayalı temel eğitim egemenliğini sürdürürken, öte yandan birçok Batı türü yüksek eğitim kurumu topluma aşılanmıştı. Tüm toplumsal yapı eskiye göre örgütlenmiş olduğundan pek doğal olarak bu yeni eğitim kurumları ancak birer yama gibi kalmış, sürtüşmeyi şiddetlendirmekten başka bir işe yaramamıştı. 31 Mart olayının, alaylı-mektepli ekseni üzerinde odaklaşması, toplumsal yapı-kültürel yapı uyumsuzluğunun eğitim alanında belirginleşmiş olduğunun en güzel kanıtlarından biridir. Meşruluğunu kaybetmiş bir toplumsal yapının kurumu olarak eğitimin bir başka değerlendirilmesi de yazı konusunda görülmektedir. Arap alfabesinin kültürel yetersizliği belirgin bir biçimde ortaya çıkmış ve bu yetersizliği gidermek için çeşitli çabalara girişilmişti. Ahunzade'nin önerilerinden, Enver Paşa'nın ayrık yazısına, kadar pek çok girişim, toplumsal yapı-kültürel yapı çatışmasının görünümleri olarak ortaya çıkmıştı. | ||
![]() |
![]() | #183 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Meşruluğunu kaybetmiş toplumsal yapının bir başka görüntüsü de, hukuktu. Daha İmparatorluğun güçlü dönemlerinden başlayan örfi hukuk olayı bile, değişen dünyanın gereklerini yerine getirmekte yetersiz kalıyordu. Dışa bağımlı olarak gelişmekte bulunan kapitalist filizler için bile Mecelle yetersiz kalmıştı. Çalışma dünyası yanında, evlilik, mülkiyet gibi kurumlar da, yasal yetersizlikleri yaşıyorlardı. İşte, Weber'in deyişiyle, karizmatik lider Mustafa Kemal Atatürk, meşruluğunu kaybetmiş bu toplumsal yapı ile yeni değerleri içeren kültürel yapı çatışmasını çözen bir kişi olarak ortaya çıktı. Yıpranmış, günün gereklerine yanıt veremeyen, eski değerlere göre örgütlenmiş olan, bu yüzden de Weber'in --meşruluğunu kaybetmiş-- olarak nitelediği toplumsal yapıyı, yeni oluşan kültürel yapıya uygun olarak değiştirdi. İslam'a göre kurulmuş ve işlevşelliğini kaybetmiş toplumşal yapının yerine, Fransız Devrimi'nin getirdiği düşüncelere dayalı yeni Batılı kültürel yapıya uygun toplumsal örgütlenme biçimlerini ve yeni kurumsal düzeni yerleştirdi. Bir yandan siyasal erki geleneksel kaynaktan meşru kaynağa kaydırırken, öte yandan --Atatürk Devrimleri-- denen reformlarla bütün toplumsal, hukuksal, kültürel yaşamı yeniden düzenlemişti. Sanırım, tarihte, toplumbilimsel işlev anlamında Weber'in --karizmatik lider-- tipine Mustafa Kemal Atatürk'ten daha uygun bir kişi yoktur. | ||
![]() |
![]() | #184 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik bir lider olarak ortaya çıkması ve topluma egemen olması yanında yeni bir toplumsal yapı oluşturması da Weber'in modeline bütünüyle uymaktadır. Bilindiği gibi Weber, toplumsal yapının meşruluğunu kaybetmesi sonunda ortaya çıkan liderin bir süre sonra izleyicileriyle birlikte yeni bir yapı kuracağını söyler ve buna, --karizmanın kurumlaşması-- ya da --karizmanın olağanlaşması-- (routinization of charisma) der (Weber, 1947:358-373). İşte Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinden başlayarak yaptığı reformlarla --karizmasını olağanlaştırmış ve kurumlaştırmıştır--. Mustafa Kemal Atatürk'ün Kişisel Karizması Bir liderin karizması, toplumsal işlevi ile birlikte, ona yakıştırılan insanüstü ya da doğaüstü özelliklerde kişisel olarak da belirlenir. Burada önemli olan nokta, herkesin lidere yakıştırdığı bu insanüstü ya da doğaüstü niteliklerin varlığına liderin kendisinin inanmamasıdır. Çünkü, kendinde insanüstü ya da doğaüstü nitelikler vehmeden bir kişinin, liderliğin önde gelen niteliklerinden biri olan gerçekçiliğini koruyabilmesi olanaksızdır. Şimdi Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmasına kişisel açıdan bakalım. | ||
![]() |
![]() | #185 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Önce, Mustafa Kemal Atatürk'ün gerek doğal yetenekler, gerekse kendini bilinçli olarak hazırladığı sıralarda kazandığı özellikler açısından gerçekten bir insanın sahip olabileeeği en üstün ve en seçkin niteliklere sahip olduğunu belirtmeliyiz. Burada, doğanın kendine verdikleriyle, kendi kendini hazırlarken edindikleri, tümüyle birbirini pekiştirmektedir. İşte gerçekten seçkin niteliklere sahip bir kişi olan Mustafa Kemal Atatürk, kazandığı zaferler ve başardığı işlerle de desteklenince, kolayca adeta mitolojik bir kişiliğe büründü. Gerek yaşarken, gerek yaşamından sonra, onun hakkında anlatılanlar, kişiliğinin bütünüyle --karizmatik-- bir özellik kazandığının kanıtıdır. Kişisel gelişimi sırasında, karizmasının ilk tohumları, matematik hocası Mustafa'nın, kendisine Kemal adını takmasıyla başlar. Olayı, Kılıç Ali şöyle anlatır: | ||
![]() |
![]() | #186 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Mustafa, Askeri Rüştiyesine devama başladıktan sonra kendisinde riyaziyeye karşı bir merak peyda olmuş ve bu merakı günden güne çoğalmaya başlamış. Sınıf arkadaşları amali erbaaya çalışırken o, cebir meselelerini halletmeye koyulmuş. Tesadüfen mektepteki riyaziye hocasının da ismi Mustafa imiş. Hoca, talebesi Mustafa'daki bu büyük istidadı gördükçe kendisine mektep usul ve kaidelerine uygun tarzda verdiği --Aferin-- ve --Tahsin-- gibi mükafat varakalarını az görmüş. Aynı zamanda onu aynı ismi taşıyan diğer talebe arkadaşlarından da ayırdetmeyi düşünerek Mustafa'ya bir gün, --Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de... Bu böyle olmayacak. Aramızda bir fark olmalıdır. Bundan sonra senin adın --Mustafa Kemal-- olsun,-- demiş. Riyaziye hocası Mustafa Efendi'nin bu ileri görüşü cidden şayanı hayrettir.-- (Kılıç Ali, 1955:,11-12). Görüldüğü gibi, zeka gibi doğal yeteneklerle, ilgi ve çalışkanlık gibi sonradan kazanılan özelliklerin birlikte geliştirdiği karizma Mustafa Kemal'i henüz okul çağındayken yakalamıştı. Şimdi, üretilen karizmasına, mahalleden iki katkıyı görelim. Çocukluk arkadaşı ve Ankara eski belediye başkanlarından Asaf İlbay anlatıyor: --Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik'te pek moda olan --Mançık-- oyununu oynardık. Bu bir nevi --Birdirbir-- oyunuydu. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sırayla üzerinden atlıyorlar. Oyuna iştirak etmezdi, ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde düşenler filan olursa, keyfine payan olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça zorla oyuna iştirak ettirdik. Sırayla hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve: --Haydi, atlayın!-- dedi. Biz başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe, o: --Ben eğilmem! Böyle atlarsanız atlayın!-- diyordu.-- (Sel Yayınları, 1955:100-101). | ||
![]() |
![]() | #187 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Aynı olay, yine İlbay'ın ağzından tekrarlandığında, --Onu eğilmeye razı edemediğimizi gayet iyi hatırlıyorum. Ömrünün sonuna, kadar da eğilmedi.-- eklemeleri yapılmıştır (Gençosman, Banoğlu, 1971:36). Bu olayda da Mustafa Kemal Atatürk'ün doğuştan getirdiği ve sonradan kazandığı özelliklerin bir belirtisi olan --eğilmezlik-- bir liderlik niteliği olarak vurgulanmaktadır. İşin ilginç yanı, Atatürk'ün bu niteliğinin bütün yaşamına egemen oluşudur. Örneğin, İttihat ve Terakki ile hem liderlik, hem de ordunun politikada yeri konusunda çatıştığı sıralarda Enver Paşa, onun --dikkafalı-- oluşundan yakınmaktadır. Bir başka tipik olay, İmparatorluğun çöküşünü durdurmak için yaptığı girişimler sırasında İttihat ve Terakki'nin önemli liderlerinden, Hariciye Nazırı Halil Bey ile görüşmek istemesi sırasında olur. Nazır, kendisini çok bekletince kızan Mustafa Kemal, uzun bir süreden sonra kabul edileceği haberini alınca, Nazır'ın muavini ile konuşmasını bahane ederek, odacıya: --Beklesinler! -- yanıtını verir (Aydemir, 1963:264-265) . --Eğilmezlik-- simgesi, Osmanlı'nın yıkıntısı üzerine Türk ulusçuluğunu yaratmaya çalıştığı sıralarda, kişisellikten çok, ulusal bir nitelik olarak da kullanıldı. Örneğin, Banoğlu'nun Enver Behnan Şapolyo'dan aktarma olarak, Cemal Granda'nın ise doğrudan tanık olduğu biçimde anlattığı şu ünlü fıkrayı hatırlayalım: Olay, İngiltere Kralı VIII'inci Edward'ın yurdumuza gelişi sırasında Dolmabahçe Sarayı'nda verilen bir şölende geçer: | ||
![]() |
![]() | #188 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Yemek sırasında hoş mu, yoksa nahoş mu demek gerek, kestiremeyeceğim bir olay geçti. Garsonlardan biri, fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde önlerine baktıkları anda Atatürk, sanki hiçbir şey olmamış gibi Kral'a doğru eğilerek: --Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim-- diye hem meseleyi kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu. Garsona da: --Vazifene devam et!-- emrini verdi.-- (Granda, 1973:362-363; Banoğlu,1954-a:76). Kişisel karizması ile toplumsal eyleminin iç içe geçmişliği, bu --eğilmezlik-- ana düşüncesi çevresinde çok iyi görülebilir. --Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir-- sözü yine ulusal bağımsızlığı pekiştirmek için, Bağımsızlık Savaşı sırasında söylenmiş bir sözdür (Hakimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1921). Kişisel Karizmanın Yaratılması Mustafa Kemal Atatürk'ün kişisel karizması yakınlarının anılarıyla, özellikle, ölümünden sonra çok daha güçlendirilmiştir. Örneğin, kağıt oyunu öyküleri bile bu karizmaya katkıda bulunur. Hikayenin birini Şükrü Kaya'nın özel kalem müdürü Nejat Saner anlatıyor: | ||
![]() |
![]() | #189 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Atatürk, İran Şah'ı, İsmet İnönü, İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Lorraine, Şükrü Saraçoğlu poker oynuyorlardı. (Sonradan Şükrü Saraçoğlu yerini, Orgeneral Fahrettin Altay'a bırakacaktı.) Heyecanla seyrediyoruz. Bir kağıt dağılışında oyun açılmış, İsmet İnönü ve Sir Percy Lorraine ellerindeki kağıtlara göre oyuna girmişlerdi. Birdenbire Atatürk, kendi kağıtlarına bakmadan İran Şah'ına, --Ali Biraderim, müsaade ederseniz ben sizin kağıtlarınızla bu oyuna gireyim-- dedi. Buna karşı Şah, --Memnuniyetle Ali Biraderim-- diyerek kağıtlarını Atatürk'e verdi. Kağıt istenildiği zaman İsmet İnönü iki kağıt aldı. Sir Percy Lorraine ise hiç kağıt istemedi. Atatürk de iki kağıt alarak bakmadan, --Rest-- dedi. İsmet İnönü, elinde küçük bir üç olduğu için kaçtı. İngiliz Büyükelçisinde ise servi bir küçük ful varmış, --Gördüm-- diye cevap verdi. Kağıtlar açılınca, Atatürk'ün üç asına, iki dam gelmiş olduğu görüldü ve tabii bütün potu Şah adına Atatürk aldı ve gülerek İsmet Paşa'ya, --İnönü! Sefir Cenaplarına söyle, benim şansımla Şah Hazretlerinin şansı birleşince, işte böyle kuvvetli olur-- dedi ve ilave etti: --Ama kendileri de bize katılırsa cihanda kuvvetli oluruz. Değil mi?-- (Saner, 1975:60-61). Görüldüğü gibi bu öyküde, Atatürk'ün şansının bile ötekilerden iyi olduğu ve kişisel yetenekleriyle de bu şansı politika alanında bile değerlendirdiği belirtiliyor. Hüsrev Gerede'nin anlattığı bir başka poker öyküsü de kişisel yetenekleri oldukça vurgular: | ||
![]() |
![]() | #190 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Atatürk, hiçbir zaman talih oyunlarını sevmez, arkadaşlarını da kumardan uzak görmek isterdi. Bazen vakit geçirmek için poker oynadığı olurdu. Bizzat bana anlattığına göre, sevdiği ve takdir ettiği bir yabancı sefir ve madam ile bir akşam yemeğini müteakip pokere oturmuşlar. Şakadan oynandığını sezemeyen sefirin madamı, Atatürk'ün kaybetmeye başladığını görünce kendi diliyle: --Türk liraları bizim memlekete akıyor-- diye memnuniyetini belirtmiş. Bu sözü güzelce anlayan Atatürk, hiç anlamamış görünerek, oyuna gayret vermiş. Saatler geçtikçe, fevkalbeşer mütehammil bir vücut ve kafanın ezici ve bunaltıcı hakimiyeti altında sefir cenapları yavaş yavaş çökmeye ve nihayet alabildiğine kaybetmeye başlamış. Zavallı madam, betbeniz atmış bir halde, bu kadar borcun altından nasıl kalkabileceklerini düşünürken, Atatürk, --Madam...Şimdi de sizin paracıklarınız Türkiye'ye akıyor!-- demiş. Fakat kadıncağızı fazla üzmemek için de, hemen oyunun, ciddi..olmadığını, bir şakadan ibaret olduğunu söyleyerek, misafirlerinin yüreğine kibarca su serpmiş...-- (Banoğlu, 1954-a:85). Bu hikayedeki --fevkalbeşer-- sözcüğü bilindiği gibi, doğrudan doğruya --insanüstü-- demektir. Bu açıdan, Anadolu'ya geçerken yanına kurmay başkanı olarak aldığı Hüsrev Gerede'nin bu anısını, tam --karizma yapıcı-- bir öge olarak ele almak olanağı vardır. İran Şah'ı ile birlikte oynanan poker ile birleştirildiğinde, öykünün mesajı ve önemi daha da belirginleşir. Hıfzı Veldet de Atatürk'ü şöyle anlatıyor: --Bence Meclis'in en iyi konuşan ve olayları en doyurucu biçimde anlatan hatibi Muştafa Kemal Paşa'ydı. Kesin ifadeli, çok etkili, kararlı, zaman zaman sertlik taşıyan, fakat batmayan, ürkütmeyen bir konuşma tarzı vardı Reis Paşa'nın. | ||
![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |