![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
![]() | #211 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 8) İçinde bulunduğu küçük gruba her zaman ve her koşulda egemen olurdu. Atatürk için etrafına egemen olmayla ilgili olarak anlatılan öykülerin önemli bir kısmı savaş anılarına, geri kalanları da sofrasına ilişkindir. Bütün anlatılanlara baktığımızda, --O--nun her koşulda, en heyecanlı ve gergin savaş anlarından, en gevşek, yumuşak şohbet anlarına kadar, çevresine egemen olduğunu görüyoruz. Bunu kimi zaman baskın biçimindeki eylem, düşünce, öneri ve sorularıyla yapar, kimi zaman da müthiş bir hazırlık gerektiren konularda o hazırlığa sahip bir uzman niteliği ile herkesi şaşırtırdı. Savaş anlarında çevre ile olan ilişkileri genellikle bir ast-üst hiyerarşisi içinde oluştuğundan, Osmanlı Ordusundan istifa ettiği ve Ulusal Bağımsızlık Eylemi'nin hukuksal lideri niteliği kazanmadığı kısa bir dönem dışında; bu ilişkiler genellikle, cesareti, uzak görüşlülüğü, kavrayış gücünü simgeler. Oysa, Cumhurbaşkanı olmasına karşın, sofrası çok daha esnek ilişki ve etkileşimlere tanık olur. Şimdi bu esneklik içindeki liderliği Reşit Galip ile olan ilişki ve etkileşiminde görelim. En yakın hizmetkarının ağzından aktarılan bu öykü, Atatürk'ün liderliği hakkında çok önemli ipuçları vermektedir: | ||
![]() |
|
![]() | #212 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Dr. Reşit Galip, Atatürk'ün çok sevdiği ve nazını çektiği arkadaşlarından biriydi. Sevdiklerinin nazını çekmek, zaten Atatürk'ün başlıca iyi huylarından biriydi. Reşit Galip'in zekasını, çalışkanlığını, enerjisini, doğru sözlülüğünü, devrimciliğini, yurtseverliğini, kendisine bağlılığını çok beğenirdi. İşte Atatürk'le Reşit Galip arasında geçen oldukça ilginç bir tartışma vardır ki, birçokları tarafından yanlış bilinmektedir. Bir akşam sofrasında geçen bu tartışmayı; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir yazısında yazmış, sonunu da bilenler tamamlasın demişti. Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini tamamlamaya çalışacağım. Atatürk asla kin tutmazdı. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affeder, olanları unuturdu. Bu yüzden çevresinden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı. Atatürk'e karşı gelen ve meydan okuyan Dr. Reşit Galip de işte gözden düşüp, sonra itibara kavuşanlardandı. | ||
![]() |
![]() | #213 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Dolmabahçe Sarayı'nın harem kısmında (hususi daire) akşam sofrasını yeni kurmuştum. Mevsimlerden yazdı. Konuklar birer ikişer geldiler. Ruşen Eşref Ünaydın, Recep Zühtü, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Dr. Reşit Galip, Celal Sahir, Hasan Cemil Çambel ve bayanlar vardı. Yemek süresince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına dek süren toplantının sonuna doğru, halkın eğitilmesiyle ilgili konular tartışılmaya başladı. Milli Eğitim sorunları eleştirilirken Reşit Galip'in ayağa kalktığını gördüm. Doktorun pek tabii sayılmayan bir hali vardı. Coşkuyla konuşuyordu. İçi içine sığmıyordu. O tarihte Halkevlerinin denetimi, C.H.P. Parti Meclisinde bulunan Reşit Galip'in elindeydi (Metni okuyan İbrahim Cüceoğlu, o dönemde Parti Meclisi olmadığını sözü edilen Kurulun ya Parti Divanı ya da Parti Genel İdare Kurulu olduğunu söyledi. Granda yanılıyor herhalde. E.K.). Reşit Galip söze, o zamanın Milli Eğitim Bakanı Esat Hoca'dan yakınmayla başladı. Halkevlerinin temsil kollarında oynanacak piyeslerdeki kadın rolleri içim Kız Lisesi'nden kendi istekleriyle seçilecek amatör ruhlu kadın öğretmenlere, Esat Hoca'nın izin vermediğini söyledi. Tiyatronun eski Yunan'dan beri insanlık için bir sanat ve kültür kaynağı olduğunu, Halkevleri temsil kollarının da bu amaçla kurulduğunu, kadının bu kültür hareketinin dışında bırakılamayacağını, böyle bir düşüncenin devrimlerin ruhuna aykırı düşeceğini belirttikten sonra, sesini perde perde yükselterek: --Yaşlı insanlara Vekillik yaptırılmamalı. Memlekete fayda yerine zarar getiriyor!-- diye sert bir dille konuşmaya başladı. | ||
![]() |
![]() | #214 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Atatürk biraz şaşkınlık, fakat büyük bir sabır ve durgunlukla dinlediği bu sözlerden sonra, --Merak etmeyin, hepsi düzelecek-- diye doktoru yatıştırmaya çalıştı. Atatürk'ün geceki sabrına şaşıyordum doğrusu. Eyüp Peygamber'de bile böyle sabır yoktu belki. Benim gibi herkeste de aynı şaşkınlık vardı. Atatürk, doktoru bir kez daha sabır ve durgunluğa çağırdıktan sonra, --Siz böyle konuşmakta devam ederseniz, ben size muhatap olmamakta mazurum.-- dedi. Fakat, doktor öylesine doluydu ki, giderek sesinin tonunu yükseltiyor, sözlerine gem vuramayarak daha tiz perdeden saldırılarını arttırıyordu. --Kabahat hep sizde. Hocadır diye cahilleri başımıza koydunuz ! -- Sofrada bir bomba etkisi yapan bu konuşma üzerine Atatürk, --Memlekette Maarif Vekili yok mu?..-- --Var ya, Esat Hoca mükemmeldir-- deyince Reşit Galip, --Hayır-- anlamında başını sallayarak, --Çok iyi ama çok da ihtiyar. Artık ondan geçmiştir: Bu memleketin Maarif Vekili o adam değildir. Bu memlekete daha dinç bir Vekil gerektir.-- dedi. Bunun üzerine Atatürk'le Reşit Galip arasında şu tartışma geçti: --Yahu nasıl olur? Bu adam beni okutmuştur. Kültürü yerinde, ilme vukufu vardır. Soframda hocam hakkında böyle konuşmanı istemem. Beni okutan adam nasıl Maarif Vekili olamazmış?-- --Değil seni okutmak; senin Allahını okutsa yine bu adam Maarif Vekili olamaz!-- | ||
![]() |
![]() | #215 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| O devirde dalkavukların yanında böyle medeni cesaret sahibi, sözünü sakınmaz cinsten kimseler de vardı. Fakat bu derece ileri gideceği, bir hükümet üyesi hakkında, hem de Atatürk'ün önünde bu derece şert konuşacağı kimsenin aklından bile geçmezdi. Hepimizin rengi sararmıştı. Korkudan titriyorduk; konuklar donup kalmışlardı. Hiç beklemediğimiz bu konuşma herkesi şaşkına çevirmişti. Ortalıkta çıt çıkmıyordu. Hareketsiz, bu patlak veren olayın nereye varacağını düşünüyordu. Sinirden titrediğini ve ellerini masaya dayadığını gördüğüm Atatürk, tarifsiz bir şekilde kızmıştı. Fakat duygularını belli etmeden şu buyruğu verdi: --Lütfen sofrayı terkediniz!-- O an biraz ferahladık. Reşit Galip kalkıp gider olay da burada kapanır, ertesi gün unutulur, diye umutlandık. Ne yazık ki, sevincimiz bir iki saniye sürdü. Reşit Galip coşmuştu bir kez. Ne karşılık verdi dersiniz? . --Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Burada oturmaya benim de sizin kadar hakkım vardır. Gerçi biz Saraydayız ama, hocanız Hace-i Sultani değildir. Cumhuriyette tenkit serbesttir...-- diye başlayınca, Atatürk yavaşça yerinden kalktı. Kucağındaki peçeteyi masaya bıraktıktan sonra: --Öyleyse müsaade ederseniz ben terkedeyim-- dedi ve dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir efendilik ve büyüklük örneği göstererek ayağa kalkıp salondan çıkıp, gitti. | ||
![]() |
![]() | #216 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Hemen arkasından koştum. Doğru harem kısmındaki yatak odasına girmişti. Ben de arkasından girdim. Her zaman olduğu gibi kapıları kilitledim. Atatürk, soyunana kadar bir kellme konuşmadı. Sinirleri henüz yatışmamıştı. Yüzü sapsarıydı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra belki de hiç kimse O'nunla böyle konuşmamıştı. --Çelebi Efendi, desene ki, yılanı koynumuzda büyütüyormuşuz-- dedi. Karşılık vermeyerek yavaşça kapıyı açıp dışarıya çıktım. Oradaki görevim bitmişti. O sırada yaver, dağılmaya hazırlanan sofradakilere şu emri getirmişti: --Reisicumhur Hazretleri kendileri varmış gibi sofranın devamını arzu ediyorlar.-- Yemek salonuna dönünce bir de ne göreyim. Reşit Galip rakı kadehini dişlerinin arasına almış, kemiriyor. Başucunda da Recep Zühtü ve Kılıç Ali duruyorlar. Öbür davetliler gitmişler. Reşit Galip başını kaldırıp beni görünce: --Çelebi, bana bir kadeh rakı ver!-- diye bağırdı. Nasıl verebilirdim bu durumda? --Efendim, kilerci uyumuş-- diye atlatmaya çalıştım. --Demek bana verecek bir kadeh rakın bile kalmadı, desene. Öyleyse kalkıp gidelim-- diye acı acı söylendi. Sonra, Recep Zühtü ile Kılıç Ali'nin koluna girerek salondan çıktı. | ||
![]() |
![]() | #217 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Ne yalan söyleyeyim olaydan çok üzüldüm. Çünkü Reşit Galip'i gerçekten çok seviyordum. Aralarının açılmasına gönlüm razı değildi. Fazla içip de daha kötü bir olaya meydan verilmemesini istemiş, bu yüzden --rakı yok-- demiştim. Rahmetliye bir kadeh rakıyı esirgeyişim içimde eziklik olarak kaldı. Ertesi gün Reşit Galip, Atatürk'e ve İstanbul'a küserek Ankara'nın yolunu tuttu. Hatta cebinde on lirası bile olmadığı için tren parasını umumi katip Tevfik Bey'den borç aldığını hatırlarım. Aradan bir ay geçmişti. Biz yine İstanbul'daydık. Saat onbeş sularında yemek salonuna gelen Atatürk bir ara bana, --Çelebi Efendi, şimdi Ankara'da Reşit Galip Bey bir konferans verecek. Onu dinleyelim-- dedi. Daha şaşkınlığım geçmeden koşup radyoyu açtım. O zaman önemli konferanslar radyoda verilirdi. Reşit Galip'in Türkocağı salonunda verdiği bir saatten fazla süren konferansı sessizce dinledi. Radyoyu kapattıktan sonra, gözlerinde bir sevinç pırıltısı yanıp söndü. --Kendisini affettirdi-- dedi. | ||
![]() |
![]() | #218 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Onbeş gün kadar sonra güzel bir sonbahar günü biz Ankara'ya gittik. Ertesi akşam Reşit Galip'i sofraya çağırılmış gördüm. Sanki aralarında hiçbir şey geçmemiş gibi hareket ediyorlardı. Atatürk bir ara Reşit Galip'e doğru eğildi, sadece onun işitebileceği bir sesle, --Yarmdan itibaren Maarif Vekilisiniz-- dedi. Birkaç gün sonra da Anadolu Ajansı, Reşit Galip'in Milli Eğitim Bakanı olduğunu haber veriyordu. O gece sofra oldukça kalabalıktı. Reşit Galip'in üzerinden sevinç akıyordu. Toplantının en kıvamlı anında Atatürk, kapıda duran askerlerden ikisini çağırdı ve güreştirmeye başladı. Çoğunluk böyle yapar, gezilerinde olsun, köşkte olsun yiğit Mehmetçiklerden birkaçını yanına çağırarak güreştirir, Türk gücünün nelere yettiğini gözleriyle görmek isterdi. Hatta yanında bulunan çok sevdiklerini, bu Mehmetçiklerle -istemeseler bile- güreş tutuşturur, onların hırpalanışını hazla seyrederdi. Birkaç keresinde Mehmetçikleri kendisiyle güreşe davet etmiş, fakat hiçbiri, --Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi, biz mi getireceğiz-- diye güreşe yanaşmamışlardı. Güreş çok zevkliydi. Hepimiz büyük bir dikkat ve merakla sonunun nasıl geleceğini bekliyorduk. Reşit Galip'in işe merakı son haddini bulduğu bir sıra, Atatürk, askerlere işaret ederek yeni Bakanı --altı okka-- yapmalarını emretti. | ||
![]() |
![]() | #219 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Hepimiz şaşırmıştık. Bakan da öyle. Daha şaşkınlığımız geçmeden o babayani iki asker, Reşit Galip'i karga tulumba kucaklayıverdiler. Havaya kalkan Bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne haddine. Dev gibi muhafızların birer çelik pençeyi andıran elleri arasında kıpırdamak ne mümkün. Toplantıda bulunanlarda heyecan son haddini bulmuştu. Sonunun ne olacağını merak ediyorlar, adeta nefes bile almaktan korkuyorlardı. Atatürk ise soğukkanlı ve tabii görünüyordu. Askerler, Reşit Galip'i iki üç kez havaya kaldırdılar. Tam yere vuracakları sırada Atatürk'ün bir işaretiyle vurmaktan vazgeçiyorlar, tekrar vargüçleriyle havaya sallıyorlardı. Birkaç kez tekrarlanan bu hoş oyundan şonra (biz çocukluğumuzda çok oynardık) Atatürk, Mehmetçiklere: --Yeter !-- dedi. Sonra sofradakilere döndü. Gülerek, --Biz istersek böyle de hareket edebiliriz-- dedi. Acaba Atatürk, bu oyunla; vaktiyle kendisine hakaret eden Reşit Galip'e centilmence bir ders mi vermek istemişti? Ama ben, bunun şaka çerçevesini hiçbir zaman aşmadığını sanıyorum. Atatürk, Reşit Galip'i sevmeseydi, o olaydan sonra onu ne Bakan yapardı, ne altı okka ettirirdi. Atatürk, vaktiyle kalk dediği halde sofradan kalkmayan Reşit Galip'i isterse böyle kaldırabileceğini mi ima etmişti acaba?-- (Bu öykü Atatürk hakkında anlatılanlar arasında en değişik aktarılanlardan biridir. Olay, aralarında Afet İnan ve Hasan Rıza Soyak da bulunan çeşitli kişiler tarafından farklı anlatılmıştır. Aslında olayın içinde bir de Madam Vera ve --Rose et Noire-- kulübüne ilişkin olup bitenler vardır (Bozdağ, 1975:77-93).) (Granda, 1973:76-82). | ||
![]() |
![]() | #220 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu öyküde Atatürk'e ilişkin çok önemli ipuçları vardır: İnsanına göre muamele etmesini bilmektedir. Zamana ve koşullara uygun bir davranış içindedir. En önemlisi, çevresini sürekli olarak kendi egemenliğinde tutmaktadır. Fakat bu işi yaparken. kişisel davranışlara göre kendi tutumunu ayarlamakta, bu arada devlet işlerini ve adam seçmeyi planlamaktadır. Üstelik, gerektiğinde, bir saatten fazla bir süre ile radyodan bir konferansı dinlemekte, genel değerlendirmelerini sürekli yeniden gözden geçirmektedir. Askerlere yaptırdığı oyuna gelince, bunu önceden planlamamış olması düşünülemez. Yoksa kaş göz işareti ile, iki askerin sofradaki bir konuğu altı okka yapmaları olanaklı değildir. Burada da görüldüğü gibi, çevreye ve kişilere egemen olmakta en küçük ayrıntıyı dahi planlamaktadır. 9) Gözleri, olağanüstü kişiliğinin simgesiydi. Karizmatik liderin, doğaüstü, insanüstü nitelikleri, genellikle, yetenekleri çerçevesinde algılanabilir. Yine de bazı durumlarda, bu insanüstü niteliklerin fizik belirtilerinden söz edilebilir. Yalnız burada önemli olan nokta, bu olağanüstü özelliklerin lider hayattayken vurgulanması ve bunlara, eylem sürerken inanılmasıdır. Çünkü, liderin, özellikle bir bağımsızlık savaşı kazanmış ve yeni bir toplum kurmuş olan bir liderin ölümünden sonra efsaneleşmesi beklenen bir olaydır. Karizmanın anlamı ve önemi, liderin eylemine yardımcı olmasıdır. Bu nedenle de izleyicileri tarafından eylem sırasında inanılan özellikler biçiminde ortaya çıkması gerekir. İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk Ulusu tarafından inanılan insanüstü niteliklerinin gözlerinde odaklaştığına ilişkin pek çok anı vardır. Genellikle söylenen öykü, O'nun gözlerine bakılamadığıdır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı sırasında yaygınlaşan bu --karizmatik nitelik-- pek çok kişi tarafından pek çok olayda anlatılmıştır. Hamdi Varoğlu'nun Ressam Muazzez'in ağzından aktardığı şu öykü, hem söylentileri özetlemesi bakımından hem de olayı kendisi de yaşayan bir aydının izlenimleri açısından ilginçtir. | ||
![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |