![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
![]() | #201 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 4) Çok ileri görüşlüydü. Gerek Türkiye'ye, gerekse dünyaya ilişkin yargıları hep doğru çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı'nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward'ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini'nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı'nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı, İkinci Dünya Savaşı'nda Romanya'nın kaderi, Hatay konusunda Fransa'nın tutumu hep doğru tahmin ettiği olaylardır. Türkiye hakkındaki yargıları ise, olayları bizzat kendi iradesiyle de biçimlendirdiği için hemen hemen hiç yanlış çıkmamıştır. Özellikle uluslararası ilişkilerde belirginleşen bu ileri görüşlülük 1935 yılında Gladys Baker'in ağzından aktarılan şu öyküde iyice vurgulanır: --Savaş çıktığı takdirde Amerika tarafsızlık siyasetini koruyabilecek mi? --Olanak yok-- dedi. --Olanak yok. Eğer savaş çıkarsa, Amerika'nın milletler topluluğunda işgal ettiği yüksek durumu herhalde etkili olacaktır. Coğrafi durumları ne olursa olsun, milletler birbirlerine birçok bağlarla bağlıdırlar.-- | ||
![]() |
|
![]() | #202 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Atatürk, dünyadaki milletleri, bir apartmanda oturanlar gibi görüyor. --Birleşik Amerika Cumhuriyetleri bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Birleşik Amerika Cumhuriyetlerinin bundan uzak kalması olanaksızdır.-- Atatürk şu sözleri ilave etti: --Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmeşine hiçbir zaman izin veremez.-- (Arıburnu, 1976:328). 5) İnsanları iyi tanır ve kimi nerede, nasıl görevlendireceğini bilirdi. Lozan Konferansı'na Rauf Bey yerine İsmet Paşa'yı seçerek yollaması, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve öteki yöneticiler, sofrasının değişen konukları hep bu yeteneğinin belirtisidir. Örneğin, İsmet Paşa'yı Lozan'a --Başmurahhas-- olarak yollarken yaptığı şu değerlendirme, ondan sonra yıllarca siyaset sahnesinde kalan İsmet Paşa'yı ne güzel anlatır: --... Siz İsmet Paşa'yı tanımıyorsunuz. Çünkü, ömrü cephede geçti. Ankara'da pek az müddet kaldı. Tanımaya vakit ve imkan bulamadınız. Bu adam zekidir, müdebbirdir. Bilhassa ileriyi görüş ve tetkik hassası kuvvetlidir. Mesela içinizden birini şu masayı devirmeye memur etsem, iki üç, nihayet dört şekilde devirebilir. Halbuki İsmet Paşa, bunu sekiz on şekilde devirmek iktidarına maliktir.-- (Banoğlu, 1955:85). | ||
![]() |
![]() | #203 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu konuda bir başka küçük fıkra durumu bir başka açıdan, olumsuz kişiler yönünden daha iyi değerlendirmemize de yardımcı olacaktır. Osmanzade Hamdi'nin ağzından Banoğlu aktarıyor: --İsmi lazım değil, böylelerinden biri, bir gün tesadüfen sofrasında bulunuyordu. Onu göstererek, sofradakilere dedi ki: --Bu zatı tanır mısınız? Devri Hamidi'de Padişahın meddahıydı. ..Meşrutiyet olunca, onun aleyhinde bulunarak, İttihat ve Terakki'ye sokuldu. Onlar da düşünce, aleyhlerinde demediğini, yazmadığını bırakmadı. Şimdi bizden görünüyor. Fakat bizim de arkamızdan kimbilir neler söyleyecek!-- Biz bu sözlere sanki kendimiz muhatap oluyormuşuz gibi, renkten renge girerken, asıl muhatap olan zatı şerif ise: --Allah ömürler versin Paşam...-- diye yaltaklana yaltaklana yılışıyordu. Atatürk'ün --kötü-- bilerek, sevmediklerini de bazen kullanmakta müamahakar davranışının, herhalde, bizce meçhul, bir sebep ve hikmet vardı.-- (Banoğlu, 1954-b:94). İnsanları değerlendirmesi hem olumlu, hem de olumsuz kişiler için nesnel ve başarılıydı. Şu örnek de başka bir olumlu değerlendirmenin öyküsüdür: --Birinci Meclis'in kuruluşundan kısa bir zaman sonra asilerin Nallıhan'da, kaymakamı balta ile kestikten sonra, Ankara üzerine yürüyecekleri şayi olmuştu. Meclis azaları, Mustafa Kemal Paşa'ya başvurdular. O da bilatereddüt, --Refet Bey'i (Paşa) gönderelim. Başka çaremiz yok... Bu işin hakkından ancak o gelebilir-- dedi. | ||
![]() |
![]() | #204 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Hiç unutmam, Refet Bey, atına binerek arkasında Bursalı Hüsnü Başçavuş isminde askerle, Nallıhan istikametine yollandı. Hepimiz müthiş bir heyecan ve korku içinde büyük tereddütlerle Refet Bey'i uğurladık: Gitti... Hayret edilecek bir süratle isyanı bastırdı ve arkasında muhtelif topçu ve süvari kuvvetleriyle Ankara'ya döndü.-- (Banoğlu, 1955:85). 6) İlkeleri açısından sert, kişisel açıdan hoşgörülü ve bağışlayıcıydı. Atatürk , hakkında anlatılanların vurguladığı bir başka gerçek, ilkelerinden ve özellikle devrimlerinden hiç ödün vermediği, buna karşılık, kişisel bakımdan hoşgörülü ve bağışlayıcı olduğuydu. Şu öykü gerek ilkeler, gerekse kişisel bağışlayıcılığı açısından ilginçtir: --Florya köşkünde mutad akademik toplantıların yapıldığı bir gecedir. Atatürk'ün huzurunda birçok ilim adamı vardır. Vali ve belediye reisi Muhittin Üstündağ da sofrada hazır bulunanlar arasındadır. Mevzu, dil devriminin gittikçe ilerlemekte ve inkişaf etmekte olan araştırmalarına intikal etmiştir . Muhittin Üstündağ, ilmine ve fazlına çok inandığı Osman Ergin'den bahsediyor, şahsi olmamakla beraber zirai terimler üzerinde çok orijinal bir tetkik yapmış olduğunu söylüyor. Atatürk bundan çok memnun oluyor ve --Çağıralım buraya-- buyuruyor. Osman Ergin o zaman Büyükada'da oturmaktadır. Florya köşkünden kalkan bir motör Osman Ergin'i getirmek için yola çıkıyor. Muhittin Üstündağ, --Son hazırladığı ziraat makalesini de beraberinde getirsin-- haberini gönderiyor. Büyük bilgin Osman Ergin, gece yarısı Muhittin Bey'in haberini alınca, telaşlanıyor. Nereye, niçin davet edildiğini anlamıştır. Atatürk'ün huzuruna davet edilmesini, hayatında bir fali-hayır addediyor. Ömrü boyunca, mütevazi köşesinde sadece ilim aşkıyla çalışmanın mükafatını ancak bugün görecektir. Kendisini yakından tanıyan ve hürmet eden Muhittin Üstündağ'a da böyle bir zemin hazırladığı için minnet duymaktadır. Osman Ergin'in motöre binerek Florya köşküne gelinceye kadar geçirdiği zaman, büyük ilim adamına sonsuz bir inşirah vermiştir. Ilık bir rüzgar esmekte, motör denizi yara yara mesafeleri yutmaktadır. Motör, köşkün iskelesine yanaştığı vakit memurlar, polisler koşuyorlar, iskeleye çıkan Osman Ergin'i hürmet ve tazimle selamlıyorlar. Haber veriliyor ve Osman Ergin derhal içeri alınıyor. Atatürk'ün gözlerinde neşeli pırıltılar yanıp sönmektedir. Muhittin Üstündağ, Osman Ergin'i Büyük Ata'ya takdim ediyor. Atatürk, --Muhittin'i bunun için severim. İlim adamlarını buluyor, onları himaye ediyor...-- Ve Osman Ergin'i yanındaki koltuğa davet ediyor. Hazırladığı makaleyi okumasını emrediyor. Osman Ergin, makalesini çıkarıyor. Bütün ömrünü bu milletin ve bu memleketin irfan hayatına hizmette harcamış olan büyük bilgin okudukça Ata takdirlerini saklamıyor, arada bir, bir kelime, bir buluş hakkında bizzat izahat vererek Osman Ergin'in isabetli fikirlerini alkışlıyor. Makalenin okunması bittiği zaman herkes memnundur. Herkesin yüzünde Ata'nın memnuniyetinden duyulan hazzın izleri titreşmektedir. Osman Ergin, derin bir nefes aldıktan sonra, makalesini katlayıp cebine koymak üzeredir. Birden bir hadise... Hiç beklenmeyen bir hadise... Ata'nın kaşları çatılmış, biraz evvelki tatlı, mültefit sesi çelik gibi şertleşmiştir. | ||
![]() |
![]() | #205 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| --Ver bakalım Osman Bey şu makale müsveddelerini!-- Bu ses salonda hazır bulunanların hepsini birden irkiltmişti. Osman Ergin, cebine koymak üzere bulunduğu makaleyi Atatürk'e uzatmadan önce, hazır bulunanlardan bazılarının yüzlerine şöyle seri bir nazar atfediyor. Okuduğu mana, kendisini büsbütün şaşırtıyor ve gayriihtiyari elindeki müsveddeleri Atatürk'e uzatıyor. Şimdi Ata'nın kalın kaşları çatılmış, açık alnı kırışıklıklarla dolmuştu. Hiç kimsede ne ses, ne küçük bir hareket vardır. Muhittin Üstündağ başını önüne eğmiş, Ata'nın sofrasında daha fazla imtiyazı olanlar, daha bir dakika evvel bizzat Atatürk'ün içten takdirlerini toplayan Osman Ergin'e acır gibi bakıyorlar. Bu derin sükutu, ruhları ürperten, sert, ordusuna ölüm dirim komutasını veren bir askerin gür sesi, Atatürk'ün asabi olduğu kadar heyecanlı sesi ihlal ediyor. --Siz Bay Osman Ergin, benim bu memlekette bir harf inkılabı yaptığımı bilmiyor musunuz?-- Bu derin şükutun muamması artık çözülmüştü. Fakat hakikaten özlü, büyük bir çalışma neticesinde hazırlanmış ve üstelik, birçok ilim adamlarına ve profesörlere nasip olmayan takdirleri kazanmış bulunan bu makalenin en büyük, hatta affedilmez hatası, Arap harfleri ile yazılmış olmasıydı. Atatürk'ün bu husustaki sonsuz hassasiyetini çok iyi bilenlerden biri de Muhittin Üstündağ olduğu halde, nasıl olmuş da hatırlayamamış ve Osman Ergin'e bu noktayı bildirmemişti. Fakat artık iş işten geçmiş bulunuyordu. Şimdi Ata'nın bu asabiyetini kim ve nasıl teskin edecekti? Buna kimse cesaret edemiyor, hazır bulunanlardan bir tanesi, ara bulma ve şefaat dileme yoluna gidemiyordu. Atatürk, elindeki müsveddeleri buruşturuyor, sonra Osman Ergin'e soruyor: --Sizin memuriyetiniz ne idi?-- Vak'anın bundan sonraki kısmını, Osman Ergin'in ağzından nakledelim. Osman Ergin diyor ki Atatürk, --Benim bu memlekette bir harf inkılabı yaptığımı bilmiyor musunuz?-- dediği vakit, beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Gözlerim kararmış, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Davanın tamamiyle kaybedilmiş olduğunu anlıyor ve buradan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. İkinci suali sebebini anlayamadığım bir hisle beni ümide düşürdü, memuriyetimi soruyordu. Belki bunda bir necat yolu vardı. Derhal, --Mektupçuyum Atam...-- diye cevap verdim. Bu cevabım Ata'yı teskin edecek miydi? Bu ümidim de ancak birkaç saniye sürdü. Atatürk biraz evvelki şiddetle, --Bu mektupçuluğu tamamiyle lağvetmeli!..-- diye gürledi. Önce söylenen sözleri kendi kendime bir daha tekrarladım. Sesin kulaklarımdaki aksini içimde duymağa çalıştım. Evet, Atatürk, yurttaki bütün mektupçuları azledeceğini söylemişti. O zaman gözümün önüne tanıdığım birçok mektupçu dostlarım geldiler. Ve büyük bir ateş içimi kapladı. Benim yüzümden bunca günahsız mektupçular, birden azledilecekler, aç, perişan kalacaklardı. Ve zavallı meslekdaşlarıma ben sebep olacaktım. Nasıl oldu, ani bir ilham geldi, bunu hala bilmiyorum. Salonda bulunanların hepsini sindiren ve herkesi titreten Ata'nın bu hiddeti karşısında ben birden cesaretlenmiştim. Kelimeler kendiliğinden ağzımdan döküldü: --Atam, dedim, mahvedecekseniz beni mahvediniz, diğer meslekdaşların bunda ne günahları vardır... Atatürk'ün birden bana doğru döndüğünü ve şert bakışlarını bana tevcih ettiğini gördüm. Asabiyeti eksiltmemiş, artmıştı. Elindeki kalemi şiddette yere çarptı ve: --Ben kimseyi mahvetmem!..-- dedi. Ruhumda tatlı bir rüzgar esmeye başlamıştı. Demek, meslekdaşlarım mahvolmaktan kurtulmuşlardı. Oh!.. Bu, benim için ne büyük saadetti. Fakat hala, orada hazır bulunanların sesi çıkmıyor, hala hepsi susuyordu. Biraz evvel boynunu büken Muhittin Üstündağ'a diğerleri de imtisal etmişlerdi. Onlar da önlerine bakıyorlar, kimse imdadıma yetişmiyordu. Bu hal, maneviyatımı büsbütün bozuyor, yıkıyordu. Artık, fazla bir şey ne düşünebiliyor, ne de düşünsem söyleyebilecek takate sahip bulunuyordum. | ||
![]() |
![]() | #206 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu derin, sinir bozucu sükutu yine Atatürk bozdu, kulaklarda değil, kalpte duyulan bir sesle, sadece: --Vasıta!-- dedi. İnsan kafasında ne kadar olgun fikir yuva yapmış olursa olsun, hadiseler, çok defa insanı çocuklaştırır, çocukça düşündürür. Bu mecliste bir suçluydum. Ata'nın inkılaplarına cephe alan bir suçlu ve suçum en yakın dostlarım tarafından bile kabul ediliyordu. O kadar ki, beni müdafaaya bile kimse cesaret edemiyordu. O halde --vasıta-- neydi? Böyle zamanlarda şeytan da vazifesini bütün kudretiyle yapar. --Vasıta-- bana Abdülhamit devrini hatırlatmıştı. Yoksa ayaklarıma taş bağlayarak beni denizin dibine mi göndereceklerdi? Bu ıstıraplı hal fazla devam etmedi. Bir sivil nezaketle dışarı davet etti. Yerimden güçlükle kalkarak yürüdüm. Kapının önündeki polisler, yine içeri girerken olduğu gibi tazim ile selamlıyorlardı. İskelenin yanına geldik. Beni en büyük ümitlerle buraya getiren motör, iskeleye yanaşmış, duruyordu. Polis doğru oraya gitti ve kenara çekilerek yol gösterdi. Motöre, boş bir çuval gibi dönmüştüm. Derin derin nefes alıyor ve birkaç dakika içinde geçen vukuatı kafamda toplamaya çalışıyordum. Bir aralık aynı polis yaklaştı: --Paşa da gelecek, onun için biraz bekleyeceksiniz-- dedi. Paşa niçin gelecekti, ben ne kadar daha bekleyecektim? Bunlardan bir netice çıkaracak halde değildim. Kımıldamadan uzanmış, yıldızlara dalmıştım. Bu halde ne kadar bekledim, ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Bir aralık bir ayak sesi duydum. Gayri ihtiyari başım o tarafa döndü. Bakar bakmaz da, kelimelerle izahı mümkün olmayan ani ve müthiş bir sarsıntı geçirdim. Çünkü köşkün iskelesinde bana doğru ilerleyen bizzat Atatürk'tü ve yalnızdı. Bir hayal görmekte olduğum zehabına kapıldım. Korkunç derecede ağırlaşmış olan elimi güçlükle kaldırarak gözlerimi oğuşturdum. Hayır, gördüğüm hayal değildi. Atatürk, kısa, kollu bir gömlek giymişti ve ağır adımlarla bana doğru geliyordu. Benim için yapacak en küçük bir hareket yoktu. Esasen bir şey düşünemiyordum. Belki hava almaya çıkmıştı, beni görmeden dönebilirdi. Görülmeyi istemiyordum, fakat kendimi gizlemeye de imkan yoktu. Atatürk, istikametini bana tevcih etmişti. Birkaç adım sonra motörün yanında durdu ve elini bana uzattı. Sert, fakat, tatlı, müşfik bir sesle: --Osman Bey-- dedi, --sizi biraz kırdım.-- Cevap veremedim. Elimi sıkmıştı, iltifat ediyordu. Ben yerimden kalkmıyordum. --Böyle yapmaya mecburdum. Yazınız beni cidden memnun etti, çok çalışmışsınız, çok güzel buluşlarınız vardır. Yalnız, bilmelisiniz ki, bu millet için yaptığımız inkılapları, her türlü manii yıkarak yaşatmaya mecburuz. Bu inkılabın esaslarını tatbik etmekle mükellef olan kimseler de bunu böylece bilmelidirler. Binaenaleyh, içerideki vak'a, daha fazla onlara, orada hazır bulunanlara bir ders olsun diye vukua gelmiştir, Senin şahsına istemeyerek yapılan bu hareketi hoş görmeniz lazımdır.-- (Banoğlu, 1954-a:20-23). | ||
![]() |
![]() | #207 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Görüldüğü gibi, bir kısmı doğrudan doğruya onu yaşayan Osman Ergin'in ağzından olmak üzere, Banoğlu tarafından aktarılan bu fıkra, yalnız Atatürk'ün birkaç karizmatik özelliğini birden belirtmekle kalmıyor, aynı zamanda bu karizmatik lider karşısında, bir insanın iç dünyasını ve onun karizmasını nasıl gördüğünü de yansıtıyor. Ayrıca, fıkranın bir özelliği de Atatürk'ün kimi zaman bütünüyle, çevresine belli bildirileri aktarmak için planlı ve programlı bir tutum içinde olduğunu ortaya koymasıdır. İlerde üzerinde ayrıca duracağım bu konuya, yani Atatürk'ün kendi liderliğini bilinçli bir biçimde kullanma konusuna, şimdilik yalnız işaret etmekle yetiniyorum. Fıkranın buradaki önemi, ilkelerdeki ödünsüzlüğü ve kişisel hoşgörüyü vurgulaması ve karizmanın bir başkası tarafından nasıl algılandığını belirtmesidir. Biraz farklı, fakat benzer bir olay kendisine verilen çiçeği, veren öğretmen peçeli diye almamasıdır. Sonuçta peçe açılmış, çiçek alınmıştır (Aslan, 1981:159-163). | ||
![]() |
![]() | #208 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| 7) Duruma göre esnek davranmasını bilirdi. Onun her durumun üstesinden geleceğine, bütün karşıtlarıyla şu ya da bu biçimde başa çıkacağına olan inanç her zaman Mustafa Kemal'in cesaretine ve atılganlığına da bağlı değildi. Kimi zamanlar onun, uygun durumu beklediği ve bu bekleyiş sırasında boyun eğmiş göründüğü anlatılanlar arasındadır. Onun bu tutumunu, bütün Bağımsızlık Savaşı süresince Padişah'a açıkça karşı çıkmamasında, Çerkes Etem'e son dakikaya dek tahammül etmesinde ve benzeri pek çok genel stratejik olayda görmek olanağı vardır. Şu hikaye durumu çok daha açık olarak belirleyecektir: Birinci Meclis zamanında, İkinci Grup, Trabzon'a vali vekili olarak atanan bir komutan dolayısıyla, zamanın Dahiliye Vekili Fethi Bey'i sorguya çekmektedir. Sorguyu sonradan Atatürk'ün fedaisi Topal Osman tarafından öldürülen Trabzon Mebusu Ali Şükrü yönetmektedir. Olayı İsmail Habib Sevük anlatır: --Fethi Bey kimbilir kaçıncı defa kürsüye çıkmaya hazırlanırken ve Ali Şükrü henüz kürsüdeyken, Birdenbire bir lav patlamış gibi Gazi'nin sesi duyuldu: --Reis Bey, söz isterim!-- Gazi, Meclis'te çok defa, kapıdan girince sol tarafta bulunan Diyap Ağa'nın yanında otururdu. Diyap Ağa seksenlik, uzun ve süt gibi beyaz sakallı, okuma yazması olmayan, fakat Gazi'ye hep --Kurban olam Paşam!-- diye hitabı itiyat edinmiş, iyi yürekli bir Şark mebusuydu. | ||
![]() |
![]() | #209 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Şef şimdi gene onun yanında apansız ayağa kalkmış, --Reis Bey, söz isterim!-- diyor. Belli, saatlerdir, mes'uliyeti kendinden atıp Şef'e kadar götürmemek için arkadaşı Fethi Bey'in gösterdiği tahammüle artık kendisi tahammül edemez hale gelmiştir. Onun ani bir infilakla, --Söz isterim!-- diye ayağa kalkması üzerine bütün Meclis darabanı durmuş bir kalp gibi sustu. Çıt yok. Baktım, kürsüde duran Ali Şükrü'nün yüzü sapsarı. --Söz isterim!-- diyen ses infilakinde devam ediyor. --Dahiliye Vekili yenidir, onu neye sıkıştırıp duruyorlar? Meseleyi ben bilirim, eğer mes'uliyet varsa bana sorsunlar, ben cevap vereceğim.-- Ali Şükrü yumuşak ve sakin cevap veriyor: --Meclis Reisimizden istizah hakkımız olduğunu bilmiyordum ve sanıyordum ki, böyle bir hakkımız yoktur!-- Doğru, Meclis Reisi demek, fiilen devlet reisi demekti. Devlet reisinden istizah olunur mu? Aniden bunun farkına varan Şef, o şaklar gibi çıkan sesiyle devam ediyor: --Yalnız Meclis Reisi değil, aynı zamanda Başkumandanım; o sıfatla istizah edebilirler!-- Yoo... Bu hiç olmadı. Baktım Ali Şükrü'nün benzi yerine gelmişti. Mantığın kendisinde olduğunu bilen bir insan emniyetiyle cevap veriyor. --Mesele askerliğe ait bir iş değil ki Başkumandandan istizah edelim!-- Şefteki infilak yeniden hıza gelmiş bir hamleyle gürledi: --Ne demek! İstihzaha mevzu olan zat yüksek rütbeli askerdir. Ordunun şerefli bir uzvu hakkında söylenmedik söz kalmadı. Bu kürsüden bunları mı işitecektir?-- Bu sefer verilecek cevap daha kolay, nitekim Ali Şükrü de kolayca cevap veriyor: --Biz onun harekatı hakkındaki istizahı asker olduğu için değil, sırf vali vekili olduğu için yapıyoruz.-- A... Şef oturuverdi- Sanki hiçbir şey olmamış gibi Diyap Ağa'yla sakin sakin konuşuyordu. Lavını fırlatıp duran volkan, bak, birdenbire lavını içine çekivermiş. Şef, Meclis'i hangi silahlarla idare ediyordu? Teshir, ikna, ilzam, tehdit, ikaz, ifşa, teşhir ... Şimdi yeni bir silahını daha görüyoruz: --Hazım--. Bu hazım . bize en haşmetli gürleyişinden daha heybetli geldi.-- (Banoğlu, 1955:63). | ||
![]() |
![]() | #210 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Bu öykünün başına ve sonuna baktığımızda liderin --esnek davranış--ına kanıt olarak söylenen şu sözleri de görüyoruz: --Saklı karar'ın yarısı saltanatın ilgasıyla, tamamı da Cumhuriyet'in ilanıyla meydana çıkacak. Şefle muhaliflerini yıllarca çarpıştıran bu esas davada Şef sonuna kadar nasıl muvaffak oldu? Kullandığı silahlar çok çeşitliydi: --Biz bize benzeriz-- dediği zaman silahı --teshir--dir. --Vazife ve selahiyet-- nutkunu beş saat söylediği zaman o silah --ikna--dır. Başkumandanlık meselesinde --Bırakmadım, bırakmıyorum, bırakmayacağım-- dediği zaman o silah --ilzam-- ve --tehdit--, --Ey Meclis, içinizde casus da var!-- diye bağırdığı zaman silahı hem --ikaz--, hem --ifşa-- ve... Şefi mebusluktan tecrit için hazırlanan o sinsi layihaya karşı bütün millete müracaat ettiği zaman da o silah ibretli bir --teşhir--di.-- İşte öyküsüne bu sözlerle giren İsmail Habib Sevük, öyküden sonra, --Cesur, atak, çetin, bütün selahiyeti kendinde toplamış gümbürtülü bir Meclis--i Atatürk'ün nasıl yönetmiş olduğunu kendine sorarak şu yanıtı veriyor: --İlzam--dan --hazm--a, --teshir--den --teşhir--e kadar her türlü silahı kulanarak.-- (Banoğlu, 1955:63). | ||
![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |