![]() | |
Ana Sayfa | Kayıt ol | Yardım | Ortak Alan | Ajanda | Bugünkü Mesajlar | XML | RSS | |
![]() | #11 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Hristiyanlığın çekirdeği işte bu Yahudi mezheplerinden biri oldu. Hristiyan edebiyatının elimizde bulunan en eski eseri İsa’dan sonra 68 ya da 69 yılları arasında yazılmış Yuhanna’nın Apokalipsi’sidir. Kitabın yazarı, Patnos adasından Yuhanna adlı, mesih inanışına bağlı biriydi. Yuhanna, bu kitapta, Küçük Asya’da mesihin (Yunanca Hristos) gelişini bekleyen yedi kilisenin üyelerine hitap eder. Ne var ki, henüz Hristiyan demiyor, onları Yahudi diye adlandırıyordu. “Yeni Haber” (Yunanca evangelion) bir kurtarıcının yakında geleceği haberi yığınla göçmen, gezgin ve propagandacı (havari) marifetiyle yayıldı; bütün “ezilen ve acı çekenler”, kentlerdeki köleler ve yoksullar, özellikle de kadınlar sevinçle onu karşıladılar. Başlangıçta sıradan bir Yahudi mezhebi olan hareket, çok boyutlu bir halk hareketi niteliğine bürünmekte gecikmedi. Önce, -Küçük Asya, Suriye ve Mısır gibi- Yunanca’nın egemen olduğu doğu eyaletlerinde oldu; sonra da batı eyaletlerinde, özellikle Roma Afrika’sında. II. yüzyılın başlangıcında önce sözlü sonra yazılı geniş bir edebiyat belirdi; içine her çeşit masal, efsane ve mitosun karıştığı her türden vaazlar, mektuplar, “vahiyler” yığınla kilise arasında dönüp dolaşmaya başladı. İşte o sıralar, II. yüzyılın ilk 30’unda mesihe, Hristos’ inananlar –ki artık kendilerini “Hristiyan” diye adlandırıyorlardı- arasında bir mitos yayılmaya başladı. Buna göre mesih “Göklerin Hükümdarı” Filistin’in küçük bir kasabasında, kendi halinde bir kişi olarak ve Nasıra’lı İsa daha önce gelmiş ve bedeninde yoksul insanların tüm acılarını çekmişti. Bu tema üzerine yığınla kitap yazıldı. Ve bunlara İncil adı verildi. İçlerinden dördü, sonraları en çok kabul edilen ve yayılanı oldu: bunlar Markos’un, Matta’nın, Luka’nın, ve Yuhanna’nın İncilleri idi. | ||
![]() |
|
![]() | #12 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| İlk kiliseler karşılıklı yardım ilkesi üzerine örgütlenmişlerdi; üyeler, yakında gerçekleşecek olan “dünyanın sonu”nun bekleyişi içinde açık ordugahta olduğu gibi yaşıyorlardı. Bu toplulukların başında “eskiler” (Presbitler ya da rahipler) yer alıyordu: Onlara –papaz çömezi anlamına- yığınla “diakos” yardım ediyordu. Özgür insanlar içinde en yoksul olanlar rahip olabiliyorlardı. Hristiyanlar zenginlere meydan okuyarak “bir zenginin gökler saltanatına girmesi, devenin iğne deliğinden geçmesinden daha güç olacaktır” diyorlardı. Bunun sonucu olarak da, zenginler kiliseye mal mülklerini –kendi isteğiyle- yoksullara dağıtmaları koşuluyla kabul ediliyorlardı. Hristiyanlar, ilk zamanlar, toplantılarını mezarlıklarda –Roma’da “katakomp” denen yer altı gömütlerinde- yapıyorlardı. Mezarlarının üzerine de umutlarının simgesi olan resimler ve işaretler çiziyorlardı. Bir koyun, bir çoban, bir asma ya da bir balık... Bu toplantılarda “mektuplar” ya da İnciller okunur; arkadan katılanlardan biri, kendinden geçerek örnek alınacak bazı sözler söyler ve gelecekten haberler verirdi. Dine yeni girenler eski günahlarında kendilerini arındıracak bir suda yıkandıktan, yani “vaftiz” edildikten sonra kiliseye kabul edilirlerdi ve toplantı, ekmekle şaraptan oluşan sade bir akam yemeğiyle sona ererdi. Yeni din, başlangıçtan beri yazgıya boyun eğmeyi öğütlüyordu. Bu bakımdan, gelişmesinin daha ilk aşamasından başlayarak, etkisi kötü oldu; sömürülen ve ezilen halk kitlelerini bir düşler alemine sokarak ezenlere karşı mücadeleden çeviriyordu. İlk kiliselerin edilgin nitelikleri sonucu Hristiyanlığın emekçiler, ezilenler,yoksullar ve kölelerin dini olmaktan çıkıp, sınıflı bir toplumda öteki dinler gibi bir din, egemen sınıfların sınıf baskısının bir aracı ve dayanağı haline gelerek soysuzlaşacağı açıktı. Zaman geçiyor ve mesih bir türlü gelmiyordu. Mesihçi umutlar zayıflarken kiliselerin sosyal içeriği de değişiyordu. Yoksulların yanı sıra içlerine zenginler de girip yoksulları arka plana itmeye başladılar. Zenginler, kiliseleri bağışlara boğdular; yüksek sınıflardan gelen bazı kişiler, tüm hristiyan kiliselerin patronu oldular. | ||
![]() |
![]() | #13 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| II. yüzyıl boyunca bu gelişme kendisini biraz daha belli etti ve 3. Yüzyılın başlarında hristiyan kiliseleri köklü bir değişikliğe uğradılar. İçlerinden bazıları büyük mülklerin, hazinelerin,hesapsız paraların sahibi oldu. Herhangi bir kilisenin rahibi olmak karlı bir işti; öyle olduğu için de yığınla serüvenci halkın saflığını sömürerek kendini bu görevlere seçtirmeyi başlattılar. Vaazlarda yeni bir şeyin altı çiziliyordu: Köleler efendilerine tabi olmalıdırlar, çünkü her türlü iktidar Tanrı’dan gelir, deniyordu. Birtakım saygın kişilerin, piskoposların, belli bir bölgede bulunan kiliselerin gözetimini ele aldığı görüldü. Bu piskoposların onayı olmadan, rahip çömezleri, rahip olup görevlerini yerine getiremiyor; vaftiz yapıp törenlere başkanlık edemiyorlardı. Doğunun büyük kentlerinin, İskenderiye ve Antakya’nın, daha sonra da Roma’nın piskoposları, daha da özel bir otoriteden yararlanmaya başladılar. Başka dinlerden alınan ayinler ve törenler çoğaldı. Vaftiz ve kudas ayini, Kibele ve Adonis’e tapanların yaptıkları gibi, “gizemli” bir nitelik aldı; nitraizm, mesihin bir mağarada doğduğu efsanesine gerekçe verdi. Stoacıların özellikle –Engels’in hristiyanlığın vaftiz babası dediği- Seneca’nın öğretilerinin avamileştirilmesi, alçakgönüllülük ve sabır ilkeleri üzerine kurulu bir ahlakın, hristiyan ahlak sisteminin kurulmasına olanak sağladı. I. yüzyılın başlarında yaşamış ve Engels’e göre hristiyanlığın babası olan İskenderiyeli yahudi Philon, yahudi dini ile –yani Judaizm- ile Yunan felsefesini bağdaştırmaya çalıştı. II. yüzyılda ortaya çıkan hristiyan öğretisi ve ondaki “kelam” (logos) Tanrı ile insanlar arasındaki aracılar olarak melekler ve “şeytan” ve bu gibi düşüncesine esin veren o olmuştur. III. yüzyılda piskoposlar, evrensel ve zorunlu olarak hangi önerilerin ve öğretilerin kabul edilmesi ve hangilerinin mahkum edilip reddedilmesi gerektiğine karar vermek üzere, din kurulları (Synode) oluşturmaya başladılar. Böylece, ilk Hristiyan edebiyatının yanı sıra, dört İncil, Havarilerin İşleri, Mektuplar ve Yuhanna’nın Apokalipsi ilke olarak kabul edilip, ötekiler düzmece diye görülerek yasaklandı; genel olarak, “gerçek öğreti”den (ortodoks) her türlü sapma, tehlikeli yanlışlar olarak ilan edildi. Bunlarla suçlananlar, cezalandırılacak; topluluktan çıkarılacak, hatta lanetlenecekti. | ||
![]() |
![]() | #14 | ||
Guest
Mesajlar: n/a
| Piskoposların ve din kurullarının bu etkinlikleri, o zamana değin birbirinden kopuk olan Hristiyan topluluklarının, tüm Roma İmparatorluğunu kucaklayan dev bir örgütte birleşmeyle sonuçlandı. Bu kuruluş, büyük bir sosyal gücü temsil etmekte gecikmedi. Ne var ki, bünyesinde birbirine zıt çeşitli eğilimler, şiddetli ve azgın bir mücadeleye girmişlerdi. İçlerinden çoğu, özellikle halkın aşağı tabakaları, inananlara dayatılmış bu otoriter rejime tabi olmak istemiyor ve eski aranış özgürlüğünü savunuyorlardı. Bu yüzden de koğuşturmaya uğradılar, “sapkın” diye ilan edilip kilisenin dışına atıldılar. İsa’dan sonra I. ve II. yüzyıllarda, Hristiyanlık, ortodoks biçimiyle olsun, sapkın görünüşleriyle olsun, kentlerin orta sınıflarıyla, kırsal kesimin halkına ve imparatorluk görevlilerine güven vermiyordu. Kentlerde kuraklık, su baskını, kötü ürün gibi, bütün doğal felaketler kendilerinden bilinip birçok kez kıyıma uğradılar. Celcus’un Doğru Sözler, Lukianos’un Peregrinius’un Ölümü gibi, günümüze kadar gelebilmiş çok sayıda edebi eserde, Hristiyanlık acı biçimde eleştirilmiş ve boş inançların en kabası olarak reddedilmiştir. Özellikle Celcus, Hristiyan öğretisinin “dünyanın sonu” ve “son hüküm” gibi düşünceleriyle açıkça alay eder. Hristiyanların kendileri de, köylüleri (pagi) başlıca düşmanları olarak görüyorlardı; genel olarak inanmayanları belirte “payen” kelimesi buradan gelir. Hükümdarlar ve yöneticileri, Hristiyanlara, görevden ve vergiden kaçan, imparatorluk kültüne katılmayan kötü uyruklar olarak bakıyorlardı. Trajanus, Genç Plinius’la yazışmalarında, imparatorların resimlerine ve heykellerine açıkça saygısızlık gösteren Hristiyanların cezalandırılmasını ister; Marcus Aurelius zamanında bile, yeni dinin gayretlilerine karşı hayli sert davranılmıştır. Bununla beraber, II. yüzyılda, Hristiyanlara karşı işkence ve zulümler kısa sürdü ve bu “aydınlık çağ”ın Roma yönetimi, genel olarak dinsel bir hoşgörü içerisindeydi. Hristiyanlık hızla ilerliyordu ve II. yüzyılın sonlarından başlayarak da, İlkçağ’ın dünya görüşünün yıkılışına katkıda bulunan pek büyük bir sosyal gücü temsil etmeye başladı. | ||
![]() |
![]() | #18 | ||
Dişi Kartal ![]() Üyelik tarihi: Jul 2006
Mesajlar: 15.053
Tecrübe Puanı: 35 ![]() | tşkler abi
__________________ Gönlümle baş başa düşündüm demin; Artık bir sihirsiz nefes gibisin. Şimdi tâ içinde bomboş kalbimin Akisleri sönen bir ses gibisin. Mâziye karışıp sevda yeminim, Bir anda unuttum seni, eminim . Kalbimde kalbine yok bile kinim . Bence artık sen de herkes gibisin. Eylül 2008 | ||
![]() | ![]() |
![]() |
Bu konuyu arkadaşlarınızla paylaşın |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
| |
![]() | ![]() |